AB Süreci ve Müslümanlar Forumu

Özgür-Der

Kopenhag Kriterleri doğrultusunda AB Katılım Ortaklığı Belgesi'ne imza atan Türkiye, Avrupa Birliği üyeliği yolunda. Ancak Türkiye'nin gerek insan hakları ve sosyal haklar konusundaki gerek hukuki ve ekonomik alandaki ev ödevlerini yapıp yapmayacağı konusunda hiç kimse kesin konuşamıyor.

Batılı paradigma içinde insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü, azınlık hakları, ekonomik yeterlilik ve dayanıklı pazar şartlarına uyumlu olunacağının onaylanmasını ve bu şartlara intibakı zorunlu kılan AB üyeliği, Türkiye'deki güç odaklarının stratejik tercihi. Ancak Türkiye'deki bürokratik yapının aşın Kemalist ve Türkçü kanadı ise muhafazakâr bir yaklaşım içinde AB üyeliğine katılım sürecini uzatmak istiyor.

Bu tartışma sürecinde hem bilgi edinimi ve hem de kanaat oluşturmak konusunda Türkiye halkının ciddi bir inisiyatifi görülmüyor. Tartışma daha ziyade güç odakları arasında yaşanıyor. Halkın tartışma dışı tutulduğu bu süreçte Müslümanların karşılaşmaları muhtemel AB ortamına nasıl baktıkları, nasıl hazırlanmaları gerektiği, mevcut siyasi statükoya nispetle lehte ve aleyhte yaklaşımları, sürece dair ne düşündükleri önem ifade ediyor. Çünkü hala batılılaştırıldığı iddia edilen yaşadığımız toplumda en önemli dinamiği İslami kesim oluşturuyor ve İslami kesimin yaklaşımı toplumsal tutum belirlemede ciddi bir ağırlığı ifade ediyor. Ayrıca İslami kesimin ulusal kuşatmadan sonra bir de küresel kuşatma içinde kendi özgünlüğü ile birlikte nasıl var kalabileceği ve açılım sağlayacağıyla ilgili hayati sorular oluşuyor.

İşte içinde yaşadığımız toplumu ve tabii ki İslami kesimi de kuşatan bu gündem maddesi hakkında Müslümanların ne düşündüğü, kendi kitlesel varoluşlarını gerçekleştirme fırsatı bulamadan yakalandıkları bu sürece nasıl hazırlandıkları, konunun karşıtları arasındaki tartışmaları nasıl değerlendirdikleriyle ilgili sorular oldukça önem taşıyordu. Buna karşın kabul etmek gerekir ki, Müslüman aydınlar ve kuruluş temsilcilerinin genelde AB ve AB süreci hakkındaki yaklaşımları fazla bilinmemekte. Bunu ortaya koyma sadedinde Özgür-Der belki de bir ilki gerçekleştirdi ve 22 Eylül 2002 Pazar günü geniş bir katılımcı topluluğu ve bazı sivil toplum kuruluşları yöneticileri ile birlikte bir toplantı düzenledi. "Avrupa Birliği Süreci ve Müslümanlar" başlığı taşıyan ve kalabalık bir kitlenin izlediği toplantı forum şeklinde yapıldı. Forumda katılımcılar doğrudan birbirleriyle tartışmak yerine, kendi görüşlerini birbirlerine ve izleyicilere aktardılar. Konuşmacı olarak davet edilen isimlerden sadece Ahmet Taşgetiren ve Ahmet Ertürk'ün katılamadığı forumda 18 konuşmacı tebliğ sundu.

Eminönü Belediyesi Kadırga Kültür Merkezi'nde gerçekleştirilen forumu STV ve Kanal 7 haberleştirdi. Forumla ilgili olarak Kanal 7'nin canlı haber yayınına çıkan Abdurrahman Dilipak AB hakkında Müslümanlar arasında böyle bir toplantının ilk olduğunu ve katılımcıların birbirlerinin fikirlerini karşılıklı ve ilk olarak dinleme imkanı bulduklarını, bu forumla konunun daha derinlikli ele alınabilmesi için daha sonraki toplantılara çok önemli bir zemin hazırlandığını ifade etti.

28 Eylül tarihli Zaman'daki yazısında Ali Bulaç ise toplantıyla ilgili şu değerlendirmeyi yaptı:

"... Toplantı uluslararası düzeyde değildi; hatta belli bir düşünce grubunun, Müslüman entelektüellerin ve yazarların katılımıyla sınırlıydı. Anlaşılan özel olarak bu amaçlanmıştı. Ve bence çok da iyi oldu. Bir kere İslam bakış açısından konu düzenli bir platformda ortaya konuldu; İkincisi bu tür toplantıların neredeyse "meşruiyet unsuru" olarak görülen "demokrat aydınlar"ın çoğunun o kibirli, üstten bakan, her şeyi bilen başöğretmen tavırları toplantıya gölge düşürmedi. Belki de ilk defa İslam düşüncesi içinde farklı bakış açılarına ve yaklaşım tarzlarına sahip çok sayıda insan bir araya gelip AB süreci konusunda fikrini açıkça dile getirdi. Kimse başkasının sözünü kesmeden, polemik ve cedel yoluna sapmadan AB sürecini kendi zaviyesinden ortaya koyma fırsatını bulabildi. Hazırlıksız birkaç kişinin yeterince derinlikli olmayan konuşması hariç tutulacak olursa genel olarak önemli analizlerin yapıldığını, farklı düşüncelerin altının çizildiğini ve dolayısıyla maksadın hasıl olduğunu söylemek mümkün.

'AB'ye karşı olanlar", 'destek çıkanlar' ve 'ihtirazi kayıt koyanlar' olmak üzere üç farklı bakış açısı ortaya çıktı. Her üç tutuma sahip olanlar, tutumlarının gerekçelerini berrak bir şekilde anlattılar. Belli ki, henüz süreç konusunda son hükümler, nihai tercih ve kararlar verilmiş değil. Bunda sürecin tabiatından kaynaklanan belirsizlik önemli rol oynamaktadır.., Müslüman entelektüeller AB sürecini yakından izliyor; bulundukları konumdan, bugüne kadar savunageldikleri görüşlerden hareketle çok yönlü analizler yapıyor. Keşke bizim gazeteler ve televizyonlar toplantıya daha çok ilgi gösterseydi."

Ali Bulaç'ın toplantının gündemleştirilmesi ve tartışılması açısından gazete ve televizyonlardan beklentisini, İslami camianın eli kalem tutan kişilerinden de bekleyenler vardı. Örneğin Gazetem.net adlı internet sitesinden forumu takip eden Ferhat Kentel, aynı günün gecesi kendi web sitelerinde kaleme aldığı köşe yazısında hem de hemen Pazartesi gününden başlayacak bir yazışma trafiğinin beklentisi içinde olduğunu belirtiyordu. Ancak ilerleyen günlerde bizim kesimin kalemlerinin reel gündemlere ne kadar ilgi gösterdiğini bir kez daha görmüş olduk. Beklentiler karşılık bulamadı. Belki de İslami bir bakış açısını ortaya koymak bakımından konunun daha da derinlemesine ve seviyeli bir düzeyde tartışılarak işlenebilmesi için Özgür-Der yöneticilerinin, bu ölçek ve ciddiyette biraz daha terleyerek yeni bir organizasyon tertiplemesi gerekecek. Kentel şöyle devam ediyordu:

"Bu toplantı çok önemli; çünkü Avrupa Birliği'nin ya da AB fikrinin her kesim tarafından bir biçimde olumlu veya olumsuz bir referans olarak kullanıldığı bu dönemde, en azından son 20 yılın en önemli aktörlerinden biri olan İslami hareketin de içindeki farklı renkleri görme imkanı verecek.

Bu farklı renklen görmek de önemli, çünkü gene son yıllardaki toptancı yaklaşımlarla İslami hareket her türlü sıfata layık görüldü. Ortaçağ karanlığını getirmek isteyenlerden, memleketi İran'a çevirmek isteyenlere; Türkiye'yi çöl bedevilerine teslim edeceklere kadar türlü çeşitli "kötülük" sahibi "Ötekinin bu harekette yer aldığı dile getirildi... Bugün ise İslamî kesim ve onun entelektüel sözcüleri kamuya açık olarak yeni bir çaba içinde. Her kesimin kendi meşruiyeti için bir araçsallaştırma 'aracı olarak gördüğü AB hakkında İslamî kesimin söyleyecekleri gerçek anlamda bir Avrupa tartışması olacak... Yani, bir takım vatan, millet, milli kültür, benlik edebiyatı yapanların tersine, İslamî kesimin entelektüel aktörleri "bugün"de yaşıyorlar... Bugünü yerel ve evrensel arasında kuruyorlar..."

Kenan Alpay'ın yönettiği forumda sunulan tebliğleri Özgür-Der'in bir ay içinde kitaplaştıracağı duyuruldu. Dolayısıyla bu forumda konuşulan veya konuşulmaya fırsat bulunamayan tüm görüşler ilgili okuyucuya ulaştırılmış olacak. O zaman herkes konuyu doğrudan değerlendirme imkanını elde etmiş olacak. Biz ise forumda sunulan görüşleri takip edemeyen ilgililer için tebliğlerden vurgulu gördüğümüz ifadeleri ön plana çıkartarak özetlemeye çalışacağız.

Oturum Özgür-Der Başkanı Hülya Şekerci'nin sunduğu tebliğle başladı. Şekerci, kuşatıcı AB süreci ile ilgili olarak İslam'ı kendilerine eğreti biçimde eklemleyenlerin değil, bizatihi bir kimlik olarak benimseyenlerin ne düşündüklerinin önemli olduğunu belirterek başladığı konuşmasında, konunun milli birlik ve bütünlük açısından değil, özlediğimiz ümmet anlayışı içinde ele alınması gerektiğini belirtti. Konuya Kur'an referanslı bir aidiyet bilinci ile yaklaşanların AB sürecine yaklaşımlarındaki olumlu veya olumsuz tutumlarının siyasi tefekkürümüzü güçlendirecek bir içtihadlar zenginliği oluşturacağını; ancak "AB'ye girildiğinde ülkenin bağımsızlığı kaybederiz!" gibi yaklaşımların kabul edilemeyeceğini söyledi. Çünkü zaten ülkenin siyasi, kültürel ve ekonomik bağımsızlığından bahsedilemezdi. Türkiye şu anda ABD ile İsrail'in sınırlarını belirlemiş olduğu bir şer üçgeninin içinde yer alıyor ve ülke semalarından kalkan İsrail uçakları Filistinli kardeşlerimizi bombalamıyor muydu? Şekerci küresel kapitalizmin kuşattığı Türkiye'nin ABD ile AB arasındaki tercihinin de aslında bir anlamda F tipi ile E tipi hapishane arasındaki mukayese doğrultusunda değerlendirilmesinin anlamlı olabileceğini belirtti.

Oturumun İkinci konuşmacısı Mehmet Bekaroğlu idi. Aslında Foruma partisi adına değil, kişisel olarak davet edilmesine rağmen, pozisyonu gereği kendisini partisinin görüşleriyle de irtibatlı hissettiğini belirten Bekaroğlu, "Türkiye-AB sürecini Türk halkı ve diğer Müslüman halklar açısından yararlı bir süreç olarak görüyoruz. Türkiye kendi değerlerini, kişiliğini, kültürünü koruyarak ve hatta geliştirerek, İslam dünyası ve dünyayla olan ilişkilerini koruyarak ve geliştirerek bu sürece dahil olursa hem Türkiye'de hem Avrupa'da hem de dünyada daha farklı şeyler olabilir. İyi ama Avrupa bizi alır mı? Türkiye ya da İslam coğrafyası için iyi şeyler düşünüyor mu? gibi soruları bir kenara bırakarak söylüyorum. Elbette bu sorunlar devamlı olacak. Hiçbir zaman sosyolojik olaylar görüldüğü, yazıldığı gibi olmazlar. Bu süreçle de birçok değişken etken olacaktır. Onların ve bizim önyargılarımız, tarihi okumalarımız  -bunların hepsi- süreci etkileyecektir. Bu süreç devam ederse Türkiye için özgürlüklerin artması, demokrasinin kullanılması açısından olumlu gelişme sağlanmış olacağı umuluyor. Fakat Türkiye'nin bunu özünden taviz vermeden, diğer İslam coğrafyasıyla ilişkisini koparmadan yapması bu sürece dahil olması kaydıyla. Hatta ekonomik alanda da iyi gelişmeler kaydedileceği umuluyor." diyerek AB'ye ilişkin olumlu beklentileri dile getiren Bekaroğlu bunun yanında köklü sıkıntıların da mevcut olduğunun altını çizdi. RP davasına ilişkin AİHM'in verdiği kararın önemli bir gösterge olduğunu hatırlatan Bekaroğlu son olarak "Biz dini onlar gibi tanımlamadıkça herhalde bu tartışma bitmeyecek. Bu sözüm de onlar gibi tanımlayalım anlamına gelmesin." diyerek sözlerini tamamladı.

Mazlumder Genel Başkanı Yılmaz Ensaroğlu özellikle Türkiye'de 28 Şubat'tan sonra daha da yoğunlaşan baskılardan kurtulma umuduyla AB'ye yanaşılmasının AB'yi bir limana dönüştürdüğünü belirtti. AB'den ne beklendiği ve AB'nin nasıl algılandığı ile ilgili bazı sorular soran Ensaroğlu sözlerine şu tespitlerle son verdi:

"Türkiye'de bürokrasinin özellikle onun denetlenemeyen bölümünün ve devletle organik ilişki içinde bulunan iş çevrelerinin Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne adaylığının deyim yerindeyse ciddileşmesinden sessiz ama belirgin bir rahatsızlık duydukları görülmektedir. Bunun anlamı bu tartışma üzerinden yönetenlerin iki ana gruba bölünmüş olduklarıdır. Ancak bölünenler sadece onlar değildir. Bu tartışma sağ, sol ve İslami kesimleri de kendi içlerinde bir anlamda ikiye bölmüştür. Avrupa ile bütünleşme idealinin artık her kesimden muhalifleri ve yine her kesimden destekçileri bulunmaktadır. Birliğin gelişme raporlan insan hakları konusunda bazı ciddi ve önemli tespitler içermekle birlikte Türkiye'nin insan haklan tablosunu oluşturan bazı temel sorunları ihtiva etmemesi bakımından ciddi noksanlıklar taşımaktadır. Bu raporlar Türkiye'nin din özgürlüğü sorununda özellikle de Müslümanların yaşadıkları baskılar konusunda dramatik bir suskunluk arz etmektedir.

Sonuç olarak Avrupa'dan beklenen kendi deklare ettiği ilkelere uymasıdır, Müslümanlardan beklenmesi gerekenler ise öncelikle kendileri olmaları ve mazlum olmayı reddetmeleridir. Müslümanların etken hale gelmelerinin gerekliliğini kavramalarıdır. Türkiye'nin AB'ye giriş süreci diğer adaylara nazaran büyük gerilimleri ve hesaplaşmaları içerisinde barındırmaktadır. Bu aşamada Müslümanların üzerlerinde pazarlıklar yapılan nesneler ya da yığınlar görüntüsü vermesi ve bu sürece müdahale edememesi; korkular ve çıkarlar sarmalıyla kuşatılmış bir biçimde savrulması hepimiz açısından son derece acıdır. Doğru bilgi ve sağlıklı tespitler ışığında bu sorunlar tartışılmalı ve ilkeli yaklaşımlar geliştirilmelidir."

Ümran Dergisi'nden Şemsettin Özdemir daha ziyade AB sürecinin olumsuz boyutları üzerinde durdu ve Avrupa Birliği'ne bedel ödeyerek ulaşanlar kadar ciddi bir imtihanı üstlenemeyenlerin, kolayca çözüme ve kurtuluşa ulaşamayacaklarını belirttikten sonra şu tespitlerde bulundu:

"AB seküler bir medeniyet projesidir. Yalnız Türkiye'de değil birçok Müslüman, AB'ye, üzerindeki baskıyı atabilecek bir ortam gözüyle bakıyor. AB, üst kimliğinde din olmayan bir birliktir. İslam'a din gözüyle bakılmamaktadır. Hrıstiyanlığın bile tayin edici bir unsurunun olmadığı bir yapıdadır.

Müslümanların tek yanlı olarak AB'ye ve kararlarına kabul demelerini yanlış buluyorum. Bu kabul ediş o güç birliği ile bir akittir, anlaşmadır. Şimdi biz evet diyelim, konjonktür şartları değiştiği zaman nasıl olsa harp hiledir kaçar gideriz diyemeyiz. Bu mü'min tutarlılığıyla bağdaşmaz. Çünkü zaten bu bir harp değil, bizi zorla işgal etmiyorlar. Bu Müslümanların güvenilirliği açısından da doğru olmayacaktır. O sebepten vereceğimiz kararlar geleceğimizi bağlamamalı.

Biz Müslümanların bu anlamda tek yanlı birlikteliğe evet demesi doğru değildir. Nitekim Amerika'nın kendi ülkesindeki Müslümanlara belli özgürlükleri sağlarken Cezayir, Tunus ve diğer ülkelerdeki baskıları ne kadar yüzsüzlükle desteklediklerini çok iyi biliyoruz. Bu aslında Bush 'un da ifade ettiği gibi Müslümanlara dayatılan bir hayat tarzıdır. Bütün gayretimizi mutlaka bir gün gerçekleşmesine ve Avrupa'nın hayat tarzından daha da muhteşem olacağına inandığımız bir medeniyet için ortaya koymamız gerekir."

Merkezi Almanya'da bulunan İnsan Haklan ve Onuru Derneği (HDR) eski başkanı Recep Karagöz, Hayrettin Karaman gibi müslüman akademisyenler yanında, SP ve AK Parti liderlerinin de "AB'yi din ve düşünce özgürlüğünün teminat altına alındığı yegane ülkeler topluluğu" şeklinde öne çıkan bir beklenti içinde gördüklerini belirtti. Bu yaklaşıma itiraz eden Karagöz, şunları vurguladı:

"AB'deki genelde insan hakları, özelde din ve düşünce özgürlüğünü bir Hristiyan olarak değerlendirdiğinizde bu büyük oranda doğru bir yargıdır. Söz konusu Müslümanlar olunca AB'nin, hem genelde insan hakları hem de özelde din ve düşünce özgürlüğü alanlarında tam bir çifte standart içinde olduğuna tanıklık etmekteyiz.

Avrupa, kendi coğrafyasında asırlarca ayrı ulus devletler olarak yaşamış köklü devlet gelenekleri olan ülkelerin sınırlarını kaldırıp tek bir devlet olma yolunda (AB) hızla ilerlemektedir. Fakat aynı Avrupa'nın üzerinde yaşadığımız coğrafyada bulunan Türkiye, Irak, İran ve Suriye gibi, zaten suni bölünmelerle husumet içinde olan ülkeleri biraz daha bölerek yeni aşiret devletçiklerine dönüştürme çabası ve bunun için insan haklarını bir manipülasyon aracı olarak kullandığı artık herkes tarafından bilinen bir gerçektir..."

Türkiye'nin AB süreciyle ilgili yayınlanmış bir kitabı da bulunan Ali Bulaç ise şu hususlara dikkat çekti:

"AB konusunda Avrupa'nın içinde üç ana grup bu birliğin kimliği konusunda anlaşmazlık halindedir. Bir kısmına göre Avrupa hristiyan bir birliktir. Onun temelini, tarihsel alt yapısını oluşturan dominant üç ana faktör vardır. Bunlar Fransız İhtilali, kapitalizm ve hristiyanlıktır. İkinci akımı temsil edenlere göre AB bir kültürel birliktir. Bu değerler aydınlanmayla kombine edilmiştir. Bütün dünya bu değerlerin içinde yer almaktadır. Bu kültürel değerler Avrupa kimliğinin zeminini meydana getirmiştir. Üçüncü akıma göre ise AB'nin herhangi dini veya kültürel bir kimliği yoktur, fonksiyonel bir gelişmedir. Çeşitli fonksiyonlar gelişmiştir. Kriterler vardır. Kim bu kriterleri yerine getirirse bu birliğin içerisinde yer alabilir. Yahudi, Budist, Müslüman ya da başka dine mensup olması önemli değil. Bu Avrupa'nın iç dengeleriyle ilgili bir sorundur...

Bu, dışımızda işleyen bir süreçtir. Bu konuda almamız gereken önlemler; birincisi bir vizyonumuzun olması gerekir. İkincisi kısa, orta ve uzun vadeye yayılan projelerimizin olması gerekir. Üçüncüsü örgütlü olmak yani kendi aramızda diyalog ve işbirliği, interaktif bir İlişki kurmamız gerekir. Ama birbirimizin farklılıklarını da kabul edelim. Dördüncüsü nesne değil özne olmamız gerekir. Beşincisi dünyaya ilişkin bir muhayyilemizin olması gerekir ve kişisel olarak benim mahayyilem bir İslam'ı birliktir. Bütün Müslümanların bence böyle bir ideale sahip olması gerekir. Bu açıdan ben ne AB'ye şiddetle karşıyım ne de açık bir taraftarım. AB'ye tamamen pragmatik ve fonksiyonel olarak bakıyorum. Baskıların hafifletilmesi, hukuki ve siyasi standartların yükseltilmesi, kişisel ve grup örgütlerin artması açısından bu sürecin bize fayda sağlayacağını umuyorum."

İrfan Vakfı çevresinden ve yayıncı Kazım Sağlam "Türkiye Cumhuriyeti AB'ye girer veya sürece uyum için çabalarsa kendisinin ihdas ettiği bizim pek içimize sindiremediğimiz hukukuna belki uyar, diye ümit ediyoruz. Kendi yaptığı putu acıkınca ayıp olmasın diye belki yemez" sözleriyle konuşmaya başladı ve süreçle ilgili iki ihtimal üzerinde durdu:

"Türkiye AB'ye girerse ne tür değişimler olabilir? Türkiye kendi iç hukukuna biraz daha riayet eder. Hukuki keyfilik azalır. Türkiye hukuk devleti haline gelebilir. Dış siyaset tamamen AB doğrultusunda olur. AB'ye dost olan devletler TC'nin dostu, düşman olan devletler de TC'nin düşmanı olur. İktisadi işleyiş kısmen düzelir. Fakat kendi sanayini ve hizmet sektörünü tamamlamış olan AB üretici, Türkiye gibi ülkeler de pazar olur. Türkiye'de yaşayan insanlar da batılıların ürünlerini pazarlayan tezgahtarlar olurlar. AB, Türkiye vasıtası ile Türki devletlere ve İslam coğrafyasına nüfuz eder, Türkiye'yi taşeron olarak kullanır. Askeri alanda da AB'ye bağlı olur, AB'nin emrinde hareket eder. Şimdi ABD adına yaptığını artık AB adına yapar... Ayrıca Türkiye'deki devlet ricali ile AB yöneticileri elbirliği yaparak müslüman insanları da evrensel değerlere bağlı kişiler haline getirirler. Yerli toptum mühendisleri AB'yi de arkalarına alarak bizi başkalaştırma ameliyesine girerler...

AB'ye girmezsek ne olur? Bu sefer ABD'nin ve İsrail'in kucağına düşeriz. Onlar adına ve onlarla beraber İslam topraklarını işgal ederiz. Veya işgalcilere yardım ve yataklık ederiz. Bu kötülerin en kötüsüdür. ABD-İsrail eksenine düştüğümüz için AB ile de zıtlaşırız. Bu sefer Kıbrıs, Kürt problemi, İran, Irak, Suriye ile düşmanlık meydana gelir. Bu tür ortamlarda gene güvenlik ön plana çıkar. Asker konumunu hem korur, hem de güçlendirir. Türkiye gene darbeler ülkesi olmaktan kurtulamaz. Türkiye'nin bütün imkanlarını da ABD ve İsrail kullanır. İsrail'in emniyeti için Türkiye hem İslam aleminden koparılır hem de Türkiye'nin içindeki İslami duyarlılıklar bertaraf edilir. Farkına varılmadan İslam ve müslüman düşmanı bir ülke haline gelir Türkiye...

Bütün bunlardan sonra biz müslümanlar olarak AB'yi ABD-İsrail eksenine göre daha ehven görebiliriz. Fakat AB'de çok pir-u pak bir kuruluş değildir. Geçmişi bozuktur. Şu anki uygulamaları da tarafgir ve kayırıcıdır. Aslolan bizim kendi ayaklarımız üzerinde durmamızdır. Türkiye hangi tarafı seçerse seçsin müslümanlar olarak büyük bir zorluk bizi bekliyor. Evvela kendimize dönüp dinimizle barışmalıyız. Kimlik olarak İslam kimliğini kabul etmeliyiz. Esen rüzgarlara göre dinimizin temellerini sarsacak anlayışlardan şiddetle kaçınmalıyız. Bu iki eksenden Türkiye hangisini seçerse seçsin bunu fırsat bilerek kendi oluşumumuzu tamamlamalıyız."

Oldukça uzun bir tebliğ hazırlayan Mehmet Pamak'ın forumdaki kısa konuşma süresi içinde özetlediği tebliğinde öne çıkan vurgular şunlardı:

"Yapılan anketler, insanların kendi ülkesinden kaçmak istediklerini ortaya koymaktadır. Sınırlar açılsa halkın % 85 'inin ekmek ya da özgürlük arayışıyla Türkiye'den Avrupa'ya kaçmak istediği anlaşılmaktadır. Böyle bir özlemle ve tedbirsiz, alt yapışız, hazırlıksız gerçekleşecek bu gidişin sonunun hiç şüphesiz, çok yönlü bir hüsran olma ihtimali çok büyüktür.

Bir Müslüman ikisi de şer olan, "ehven-i şer" ve "şer" arasında tercih yapmak durumuyla kendini sınırlandırabilir mi? Her şart altında mutlaka vahyin ortaya koyduğu "iyi"yi, "ehveni" aramak ve onu hakim kılmak mücadelesiyle Allah'ın rızasını kazanmayı hedefleyerek hareket etmesi gereken bir Müslüman, kendini "şer" ve "ehven-i şer" arasındaki tercihle sınırlarsa, "ehven" olanı tercih dışı bırakmak gibi zelil bir duruma düşmez mi?

Neden "şer" ile "ehven-i şer" arasında tercih yapmak zorunda olalım ki? Neden ya demokrasiyi ya da despotizmi, monarşiyi benimsemek zorunda olalım ki? Seküler bir düşünceyle ve insan merkezli olarak üretilmiş batılı insan hakları anlayışını eleştirdiğimizde neden hemen işkence ve hak ihlallerinden yana gibi gösterilelim ki? Demokrasiyi; kendisinden soyutlanamayacağı ideolojik ve felsefi boyutuna dikkat çekerek Müslüman kimliğimizle bağdaştırmadığımızda, neden birileri hemen, "O halde siz monarşiden yanaşınız" deme hakkını kendinde görebiliyor? ...

Hiç şüphesiz AB ile ilişkiler insan haklarında bazı iyileştirmelere sebep olmakta, özgürlük alanları kısmen de olsa, AB dayatmaları ile genişletilmektedir. Ancak bu gelişmeler bile daha ziyade sol ve Batı yanlısı kesimlere yönelik olarak gündeme gelmekte, Müslümanlar da dolaylı biçimde bunlardan istifade etmektedirler. Müslümanların, söz konusu batıcı kesimlerle kesişen özgürlük alanlarında yapılacak iyileştirmelerden istifade etmeleri bile ancak bir zorunluluktan kaynaklanmaktadır...

Aslında Avrupalıların da Amerikalıların da, Türkiye'yi yöneten işbirlikçilerinin de istediği şey Türkiye'yi İslam'dan ve yeniden uyanma ihtimali olan İslam ümmetinden koparıp, Batı kültürü içinde eritip, sekülerleştirmek, işini bitirmektir...

Biz yükümlülüğümüz gereğince, seküler bir dünya görüşüne sahip, ilahi olanı dışlayarak, insanı ve aklı ilahlaştırmak suretiyle, beşeri kaynaklı pozitif hukuku esas almış AB'ye girmeyi, onunla entegre olmayı, görece özgürlük imkanına rağmen benimseyenleyiz. Allah'ın hükmüne göre dünyamızı düzenleme hedefimizden vazgeçemeyiz. "

İktibas Dergisi'den Kürşat Atalar'ın tebliğinde şu görüşler yer alıyordu:

"AB ideali, Cumhuriyet rejiminin 'çağdaş uygarlık seviyesine çıkmak' olarak belirlediği hedefin somut ifadesidir. Bu rejim içerisindeki herhangi bir aktörün, senaryoya müdahale edip onu değiştirmesine izin verilmez. Nitekim, zinde kuvvetler ve milliyetçi kesim dahi, bu oylama sırasında 'AB'ye karşı değiliz, ama...' söyleminden öte bir itirazı dillendirememişlerdir. Bütün bunların anlamı şudur: Türkiye'nin AB'ye üyelik konusundaki ısrarını, herşeyden önce bir 'siyasal meşruiyet' sorunu olarak görmek gerekir. Gerisi, tali boyuttaki sorunlardır. Özellikle de ekonomik açıdan öne sürülen eksiklikler, sanıldığının aksine, birincil sorun değildir. Nitekim AB, ekonomik kriterler ölçeğinde Türkiye'den daha kötü durumdaki bazı Doğu Avrupa ülkeleriyle üyelik müzakerelerine başlamakta bir sakınca görmemiştir...

Benim nazarımca bir sorunun Müslümanlar için taşıdığı anlam, İslam için taşıdığı anlamdan, farklı olabilir. Örneğin kimi Müslümanlar, Avrupa Birliği'ne girmenin, toplum için, ülkenin kalkınmışlığı için vs. bir takım faydalar husule getireceği düşüncesiyle AB üyeliğini destekleyebilirler. Ancak onların bu tavrı, eylemlerinin İslam'dan onay alacağı anlamına gelmemelidir. Bu bağlamda, örneğin bazı siyasi çevrelerin, siyasi yasakların kalkacağı beklentisiyle, bazı başörtülü öğrencilerin örtüleriyle okuyabilecekleri ümidiyle, bazı 'müstakil' iş adamlarının da önlerindeki engellerin kalkacağı düşüncesiyle AB üyeliğini destekliyor olmasının, İslam açısından bir değeri olmayabilir. Çünkü bütün bu taleplerin ardında 'pragma' yatmaktadır ve ben 'faydacılık' ve 'pragmatizm'in genel olarak ilkeli olmakla bağdaşmadığına inanıyorum."

Mazlumder Genel Başkan Yardımcısı ve Urfa Şube Başkanı Av. Şehmus Ülek'in sunduğu tebliğ metninde de şu vurgular bulunuyordu:

"Dinin/İlam'ın çözümleyen, insanlığa bir yaşam biçimi, bir proje sunan niteliği dikkate alındığında genel itibariyle Müslümanların doğru yerde durduklarını ifade etmek mümkün görünmüyor...

Bu ülkede ortalama tahminleri alırsak yirmi milyona yakın Kürt yaşıyor. Bu insanlar Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bugüne kadar inkar ve asimilasyon politikalarına maruz bırakıldı. Kürt kimlikleri kabul edilmediği gibi ana dillerine yasak uygulandı. Olağan bir halle tanışmadılar, tenkil ve tehcire tabi tutuldular. Otuza yakın isyan yaşadılar ve onbinlerce ölü verdiler. Peki bu süreçte Müslüman Türkler ne yaptı? İstisnaları dışarıda tutarsak aydını ile, avamı ile maalesef bu sorunu görmezden geldiler; daha da ötesi statükonun yanında yer aldılar. Oysa Kur'an kriterleri bununla ilgili çözümlemesini çok net bir şekilde ortaya koymuştur. Kur'an "diller ve renkler Allah'ın ayetlerindendir" diyor. Ne zaman ki Avrupa Birliği tarafından Kopenhag Kriterleri dayatıldı, cari sistem de buna yönelik düzenlemeleri gerçekleştirdi; Müslümanlar da bunun temel insani bir hak olduğundan, yasağın anlamsızlığından dem vurmaya başladılar...

Bir asrı aşkın süredir devam eden batılılaşma hareketlerine karşı duran Müslümanların, batılılaşmanın-bugün geldiği son aşama olan Avrupa Birliği'ne karşı müspet bir yaklaşım sergilemeleri, geçmişteki tutarlı çizgilerinde önemli bir zikzak, bir sapma olacaktır."

Forumun ikinci oturumundaki ilk konuşmacı Mustafa İslamoğlu idi. Avrupa Birliği sürecine ilişkin üç siyaset biçiminin söz konusu olduğunu belirten İslamoğlu bunlardan ilkinin "Yeşil ışıkçılar" olduğunu söyledi, Yeşil ışıkçılar Türkiye'deki fetret dönemi boyunca yönetimi tekellerinde tutan odaklardı ve başta Müslümanlar olmak üzere sistem muhalifi önemli bir kesim, pratik gerekçeler ve daha fazla özgürlük gerekçesiyle bunların peşine takılıyorlardı. İslamoğlu bu tavrı muhterem bulmasa bile anlaşılır buluyordu. "İkincisi Kırmızı ışıkçılardı. Bunlar aslında en eski batıcı Kemalist kadrolardır. Ancak hayırcı tavırlarının altında yatan kaygı statükolarını bozmamaları ve millet korkusudur. Aslında tek kaygıları ülkedeki imtiyazlarını kaybetmektir. Müslümanlar içinde kırmızı ışık vagonuna atlayanlar maalesef vagona geç kalmışlardır. Her ne kadar bu saatten sonra 'Kuvva'alık ruhuna intisap etmeye kalksalar da, bu markanın patentini daha önce almış olanlar, onları kendi aralarına alma hususunda gönülsüzdürler." Üçüncü tavır ise "San ışıkçılardan gelmekteydi. "Bunlar tevakkuf ederler, yani beklemede kalırlar. Bunlardan kimileri ışığın güç kaynağının şalterini elinde bulunduran gücü yan gözle kolladığı için beklemededir. Onlar dördüncü bir ihtimalin varlığını gözeten uyanıklar da olabilir... Müslümanlar ışığın rengine değil, ışığın kontrolünü elinde bulunduranların kimliğine ve niyetlerine bakacak bir basiret ve ferasete sahip olmalıdırlar... Müslümanlar, Avrupa Birliği projesinin tarafı değildirler. Onların fikrini soran da olmamıştır. Taraf ya da karşıt olmaları gerekmediği gibi bu bir şeyi de değiştirmez." İslamoğlu, Müslümanların Avrupa Birliği teşebbüsünden ders alıp kendilerine dönmeleri ve İslam Birliği fikrinin ham hayal olmadığını idrak etmeleri gerektiğini belirterek konuşmasını bitirdi.

Fecre Doğru Dergisi'nden Süleyman Arslantaş ise AB ile birlikte gündeme gelebilecek tehlikelerden çok olumluluklara dikkat çeken bir tebliğ sundu. Tespitlerinden bazıları şunlardı:

"AB olgusunun bugün için geldiği noktada, soğuk savaş sonrası Kıta Avrupası'nın Amerikan sarmalından kurtulma ve Sovyet sonrası Rusya açılmalarına karşı Avrupalı olma ve Avrupa kıtası aidiyeti gibi bir kimlik oluşumuna doğru gitmektedir. Elbette ki bu oluşum içerisinde İslam'ı kesimlerin kaygılarını artıran kutsal Roma-Germen İmparatorluğu'nun mirasını ekonomik ve siyasi alanda ihyasının da varlığı hissedilmektedir...

Genel olarak baktığımızda bugünün Avrupası'nda ekonomik bağlamda "sosyal devlet" ilkeleri öndedir. Türkiye dış politika ve strateji açısından adeta ABD-İsrail eksenine sıkışmış gözükmekte. Hukuki açıdan bırakınız hukuk devleti olmayı, kanunların bile eşit ve adilane uygulanmadığı bir ülke... Düşünce ve inanç özgürlüğü seçilmişlere rağmen atanmışların iki dudağı arasında yok sayılabilmekte. Resmi ideoloji insanın güvenliğini öncelikle korumaktan çok laik kemalist temellere dayalı TC Devleti'ni koruma ve kollamayı öncelemekte ve hatta devletten de çok rejimi kollama ve korumaya özen göstermekte. Müslüman halka gelince, halk genelde inandık dedikleri İslam'ın ve içinde yaşadıkları sistemin özelliklerine vakıf olmaktan çok uzak. Genelde AB'ye girmeyi, oğluna iş bulma, kızını okutabilme kapısı olarak algılıyor. Ve tabii duyarlı müslümanların bir kısmı da AB'ye girmenin İslam'ı açıdan felaket olacağına dikkatleri çekiyor...

Bugünün Avrupası'nda insan "özne", devlet "nesne" iken; laik Türkiye'de devlet "özne", insan "nesne"dir. Avrupa'daki hukuk "birey"i korumayı öncelerken, Türkiye'deki resmi ideoloji "devletli korumayı ve hatta rejimi kollamayı öncelemekte. Nitekim DGM'ler bireyi korumak için değil, devleti bireye karşı korumak için dizayn edilmiştir...

Müslümanlar Mekke döneminde yalnızca inanç, düşünce ve ibadet hürriyeti istiyorlardı. Ne var ki Mekke oligarşisi onların bu isteklerine her türlü sözlü ve fiili işkence ile karşılık veriyordu. Müslümanlar çok sade isteklerinin bile cezalandırılması karşısında çaresiz bulunurken Yüce Allah: "Kendilerine zulmedildikten sonra Allah yolunda göç edenleri, dünyada güzelce yerleştireceğiz. (Onlara vereceğimiz) ahiret mükafatı ise daha büyüktür. Keşke bilseler! Onlar ki, sabrettiler ve Rablerine dayanmaktadırlar." (16/41) buyurarak hicret yolunu aralamıştır. Hz. Peygamber (s) de "Habeşistan 'a gidecek olursanız; orada bir kral var ki, yanında kimse zulme uğramaz. Orası adalet yurdudur. Ta ki Allah içinde bulunduğunuz duruma bir çıkış yolu göstersin." sözleriyle hicretin adresini gösteriyordu...

Müslümanların zaman zaman Ebu Taliblere, Necaşilere ihtiyacı olabilir. Bu ister içeride ister dışarıda olsun. Ebu Talib ve Necaşilerden yararlanmak İslam'a aykırı değil, bilakis Hz. Peygamber (s)'in uygulamasında varolan bir durumdur. Burada bütün mesele Ebu Talib'den (eman müessesesi) ve Necaşi'den (hicret mercii) istifade ederken aidiyetini korumaktır. Onların müşrik ya da hristiyan olmaları önemli değil. Önemli olan adil olmaları ve senin aidiyetine saygılı olmalarıdır..."

Forum esnasında tebliğini dinleyicilere de dağıtan Av. Muharrem Balcı ise AB sürecine olumsuz bakanlar arasındaydı. Şu tespitlerde bulundu:

"AB'ye girmiş Türkiye, İslâmi köklerinden, İslâmi mirasından, İslâmi iddialarından tümüyle vazgeçmiş bir Türkiye olacaktır. Türkiye'nin elitlerinin böyle bîr iddiası elbette hiç olmamıştır. Ancak bir ülke, bir vatan olarak Türkiye İslâm 'a aittir. Hem de basit, sıradan bir toprak parçası değildir burası. Öyle ya da böyle, yüzlerce yıl Batı'ya kök söktürmüş bir topraktır. AB'nin Türkiye'den istediği tavizler de, gerçekte, Türkiye'nin tüm bu mirasından ve iddialarından teker teker vazgeçmesinden öte bir şey değildir. AB'ye kabul edilmeyi şiddetle arzulayanlar, neticede, tüm o cilalı büyük Türkiye hülyalarından da uyanmak zorunda kalacaklardır... Ancak, bütün bu gerçeklere karşı elbette ki Türkiye, AB ve ABD arasında küçük de olsa var olan farklılıklardan alabildiğine yararlanmanın yollarını aramalıdır. Ama bu arayış, bağımsız politikalarla ve hedeflerle olur..."

Abdurrahman Dilipak'ın konuşmasından alıntılayacağımız vurgular ise şunlar:

"Türkiye'deki Müslümanlara baskı yapanların, mevcut mevzuatı hazırlayan güçlerin arkasında Avrupa var. Avrupa bizim başımızın belası, hem de kurtuluş umudumuz. Bu bir çelişki. Avrupa topluluğuna girip girmeme konusunda bize soran da yok zaten. Değişen şartlara göre nasıl tavır alacağımız ihtimallere göre risk analizleri yaparak batı stratejilerini değerlendirmede çok fazla bir şey söylemediğimiz de ortada...

Avrupa Birliği bir süreç. Yaşanıyor. Ve biz bu sürece ne kadar müdahil olabiliriz, burada akli ve pragmatist bir tavır alabiliriz. Değişim süreci içersinde nasıl avantajlı bir konuma geçebiliriz. Böyle bir sorgulamanın içerisinde de olabiliriz. Demek ki evet ya da hayır gibi cevaplar bugünkü problemimizin çözümüne yardımcı olmuyor. Her durumu analiz eden ve her duruma uygun çözümler üreten yeni yaklaşımlar belirlememiz gerekir... Biz hangi hesabın muhasebesini yapıyoruz. Nerede duruyoruz? Ne yapabiliriz? Çok kötü durumda değiliz aslında. Çok kritik bir rolümüz var. Biz Müslümanlar olarak yeni Avrupalı medeniyetin oluşum sürecinde çok ciddi etki ve katkı da yapabiliriz. Avrupa'nın İspanya'daki Endülüs'ten gelen bir İslam geçmişi de var. Avrupa'da çok ciddi bir-uygarlık mücadelesini de başlatabiliriz. Hristiyan fanatikler, radikaller müslümanlara karşı yeni bir savaş da başlatabilirler. Evliliğe giden bu süreçte yeni bir savaşın künyesi de ateşlenebilir...

Biz kendi mücadelemizi kendi stratejimizi tepkimizi ortaya koymadan değişen şartlara uyum sağlayarak bir yere varamayız. Kendi içimizde cemaat yapımızı gözden geçirmemiz gerekiyor. Tekrar söylüyorum gelin yeniden iman edelim. Ey iman edenler, iman ediniz."

Forumda duygusal bir konuşma yapan Sibel Eraslan AB hayalinin yanıltıcılığına dikkat çekerek şu vurgulan yaptı:

"AB modern düşünceden besleniyor. AB'yi modern felsefenin bir uzantısı olan müesseseler topluluğu olarak görüyorum. Bir taraftan modern bir felsefenin daha en baştan benim varoluşumla ve fikirsel varoluşumla taban tabana zıt bir düşüncenin galerisi olan AB'nin adalet divanı içerisinde ya da Strasburg'daki mahkemeler çerçevesinde bir şeyler yapıyor olmak bana müthiş bir eklektik çöküntü veriyor. Bugün Viyana kapılarına örtü yasakçılarının şerrinden kurtulmak isteyen kızlarımız dayanmış durumda. Avrupa ile böyle bir ilişki içerisindeyiz... Biz Strasburg mahkemelerine giderken onun üzerimizdeki etkisini kabul ederek, baştan bir uzlaşma içerisinde gidiyoruz. Son olarak Avrupa Birliği'ne girince biraz daha rahat edeceğiz orada, biraz daha az dayak yiyeceğiz diye ümitlenmeyelim."

Burhan Kavuncu'nun öncelikli gördüğümüz vurguları ise şunlardı:

"AB, ekonomik bir ortaklık olarak başlamışken 1992'den itibaren AB adını alarak siyasi bir birliğe adımını atmıştır. Kendi içinde entegrasyon sorunları vardır. Avrupa'da bazı solcu aydınlar ve birkaç siyasetçi dışında kimse Türkiye ile bir birleşmenin olacağını düşünmemektedir.

AB her ne kadar ciddi biçimde içinde bazı üstün evrensel değerlere sahip çıksa da aynı hakları Müslümanlar için uygun görmemektedir. AİHM RP'nin kapatılmasını onaylamış, başörtülü öğrencilerin yaptığı başvurularda olumlu yanıt vermemiştir... Ancak Türkiye'nin AB'ye yönelimi bir bağımsızlığın kaybedilmesi değil; belki ABD etkisinden kısmen uzaklaşılması anlamına gelecektir.

Derin devlet, Genelkurmay sözcüleri, İşçi Partisi, MHP, Haydar Baş vb. Türkiye'nin değil, fakat faşist yapılanmanın ve ABD emperyalizminin gönüllü hizmetkarları durumundadırlar. Biz son söz olarak, 'Ne AB, Ne ABD Emperyalizmi; Yaşasın Dünya Müslümanlarının Şanlı Direnişleri!' diyoruz."

Vakit Gazetesi Genel Yayın Koordinatörü Mustafa Karahasanoğlu ise net biçimde AB'ye karşı olanlar arasındaydı. Avrupa'da var olan gayri ahlaki yaşam biçimine dikkat çeken Karahasanoğlu, tüm beklentilere rağmen AB'nin Türkiye'yi kendi bünyesine almayacağını belirtti ve Türkiye'nin AB ile birleşmesi noktasında tavır alan üç ayrı kesimden bahsetti. "Bunlardan bir tanesi, batıcı laik kesim. Türkiye her alanda Batı ile bütünleşmeli, Batı kültürü benimsenerek milli örfler ve İslam'ı yaşam biçiminden vazgeçilmeli görüşünde olanlardır...

İkinci kesim, Kemalist kesimdir. Bu kesimde yaşam biçimi olarak tamamen Avrupa yaşam biçimini kabul etmektedir. Ancak Batı demokrasisindeki kuvvetler ayrılığı olarak belirlenen yasama, yürütme ve yargının bağımsız yürütülmesine karşıdırlar. Bunlar yargıya müdahale ederek, yasama ve yürütmeye müdahale ederek kendi varlıklarını korumak istemektedirler. Bunun için de Avrupa Birliği'ne girmeye karşı çıkıyorlar. Yoksa aslında yaşam biçimleri AB'ye uygundurlar.

Müslüman kesim ise kendi içinde iki farklı görüşü muhafaza etmektedir. Bir görüş Kemalistlerin tam tersi bir yaklaşımla kendi yaşam biçimlerini Müslümanca idame ettirebilmek için AB'nin demokrasi anlayışından istifade ederek darbelerden, brifinglerden emin olmak düşüncesindedir. Diğer görüş ise bugün Türkiye'deki laik ve Kemalist düşünce sahiplerinin İslam'a bakışı neyse AB'nin İslam'a bakışı da odur demektedir. Ben de bu görüşteyim. Bizdekiler AB'nin müsvetteleridir, aslı ise AB'nin kendisidir. İslam düşmanlığı konusunda o bakımdan Türkiye'nin AB'ye girmesi zaten AB yetkilileri tarafından da açıkça ifade edildiği gibi mümkün değildir. En azından 25 yıllık bir zaman dilimi içerisinde mümkün değildir. Diğer taraftan da Türkiye AB'ye girse dahi Müslümanların, bizim insanlarımızın bazı hürriyetlerden, bazı özgürlüklerden istifade edecekleri düşüncesine katılmıyorum. Bilakis bu bizi oyalamaktadır. Yapacağımız çalışmalara engel olmaktır. Müslümanların gündeminden AB'ye girme görüşünün çıkmasının faydalı olacağını düşünüyorum." diyerek sözlerini bitirdi.

Son olarak Haksöz Dergisi yazarı Rıdvan Kaya söz aldı. İslami kesimde AB'ye karşı çıkmanın gerekçeleri olarak dillendirilen tespit ve eleştirilerin büyük ölçüde haklı ve gerçeği yansıtır olduğunu belirtmekle birlikte Kaya, AB sürecinde gündemde tutulan sistemle ilgili tartışmaların bir olumluluk olduğunu vurguladı. Ayrıca AB sürecine olumluluk atfeden Müslümanların bunu ideal bir çözüm, bir hedef olarak değil, ancak mevcut hale kıyasla ileri bir adım şeklinde gördüklerini ifade etti. Kaya'nın tespitlerinden bazıları da şunlardı:

"Burada özellikle şu husus gözden kaçırılmamalıdır. Tartıştığımız ülke, laik, kapitalist ve üstelik de ceberrut bir devlet sistemine ve genel manada cahili toplumsal yapıya sahip bir ülkedir. Biz burada İslam'ın hakim olduğu bir devlet ve toplumdan söz etmiyoruz. Dolayısıyla Türkiye'den bahsederken somut Türkiye gerçeğini göz ardı etmemeliyiz. Her şeyiyle Amerikan emperyalizmine bağımlı, İsrail ile birlikte jandarmalığa soyunmuş, Ortadoğulu Müslüman halklar için bir tehdit ve kendi halkı içinse baskı ve zorbalık kaynağı bir ülke burası. Bu yüzden de soruları "bağımlılık mı, bağımsızlık mı?", "esaret mi, özgürlük mü?" ya da "AB mi, İslam Birliği mi?" diye sormak yanıltıcıdır. Fiili durumu, yaşanan gerçekliği dikkate almamak demektir..."

Son konuşmacı olan Rıdvan Kaya'nın tebliğini sunmasının ardından Kenan-Alpay katılımcılara ve izleyenlere teşekkür ederek toplantıyı bitirdi. Bu forumla Özgür-Der, AB konusunu Müslümanlar arasında tartışmaya açmış oldu. Tartışmanın zenginleşerek devam etmesi şüphesiz faydalı sonuçlar doğuracaktır.