3 Ekim'in Türkiye siyasi tarihine en çok telaffuz edilen tarihlerden biri olarak geçeceği kesin. Geçen yılın sonunda yapılan AB zirvesinde varılan uzlaşmaya bağlı olarak Türkiye ile üyelik görüşmelerinin başlaması için kararlaştırılan 3 Ekim tarihi hem AB çevrelerinde hem de Türkiye içinde büyük bir gerilim kaynağı teşkil etti. Müzakerelerin başlaması için kararlaştırılan tarih yaklaştıkça hem AB üyesi ülkelerin yöneticilerinin, hem Türkiye hükümetinin tansiyonu bir hayli yükseldi. Muhtemelen AB'ye süreç içinde üye olmuş diğer ülkelerin hiçbirinde yaşanmayan bir manzaraydı bu. Tabloya karşılıklı uzlaşma ile varılmış, iyimserlik havasının hakim olduğu bir ortaklık görüntüsünden çok; istenmeyen, kerhen kabullenilen bir alış verişin son ana kadar süren pazarlık havası hakimdi. Nitekim pazarlıklar, restleşmeler, ikna seansları son dakikalara kadar sürdü ve imzalar ancak 3 Ekim gününün son saatlerinde, hatta gün dönümünden sonra atılabildi.
AK Parti hükümeti uzun süren gerilimli havanın sonunda ulaşılan sonucu büyük bir zafer olarak algılamakta ve kamuoyuna bir başarı öyküsü şeklinde sunmakta. Gerçekten de daha önce tartışılan konulara, AB çevrelerinden gelen taleplere, dayatmalara bakıldığında üzerinde mutabık kalınan metnin hükümet açısından başarı olarak görülmesi doğal. Nitekim hükümete karşı olmakla birlikte AB üyeliğine taraf farklı kesimlerin bu noktada AK Parti hükümetini tebrik etmekten geri kalmadıkları da görüldü. Özellikle Kıbrıs meselesi ve Ermeni Soykırımı konularında son dönemlerde AB'den yükselen ve bunaltıcı bir prese dönüşen talepler konusunda geri adım atılmaması ve taviz verilmemesi hükümet çevrelerini rahatlatmış görünüyor. Bir yandan AB ile iplerin kopacağı korkusu, öte yandan içeride kabartılan milli tepki dalgası ile son zamanlarda adeta köşeye sıkışan Başbakan Erdoğan bu sonuçla derin bir "oh" çekmiş olmalı.
Uzun, İnce Bir Yol
Ne var ki, gerçekçi bir yaklaşımla tablo okunduğunda rahatlamanın sadece konjonktürel olduğu, kalıcı bir nitelik arzetmediği görülecektir. AB yetkilileri en iyimser tahminle müzakerelerin 10-15 yıl süreceğini söylüyorlar. Müzakere tarihi verilmesi ve müzakerelerin başlaması arasında geçen yaklaşık bir yıllık zaman dilimi gözlendiğinde, söz konusu 10-15 yıllık sürecin ne büyük gerilimlere, çatışmalara, muhtemelen kopuşlara sahne olacağını tahmin etmek zor olmasa gerek.
Geçtiğimiz bir yıl içinde AB içinde yaşanan hükümet değişiklikleri ve uluslar arası konjonktürde meydana gelen dalgalanmalar Türkiye-AB ilişkisine doğrudan yansıdı. Dolayısıyla zaten genelde pamuk ipliğine bağlıymış gibi bir görüntü arz eden iyimserlik havası kolayca buharlaşabildi. En temelde şöyle bir sorun var: AB üyesi ülkelerden bir kısmı stratejik nedenlerle Türkiye'yi Birliğe dahil etmek, en azından kopartmamak politikası izliyorlar ama genelde AB kamuoyu Türkiye'nin Birliğe üyeliğine karşı. Bu büyük ölçüde tarihi-siyasi gerekçelere dayalı bir anlayış. Ayrıca AB üyesi ülkelerin bir çoğunda son yıllarda giderek artan işsizlik, refah seviyesindeki gerileme ve benzeri sorunlar da Türkiye'ye ilişkin olarak "küçülen pastayı paylaşmaya niyetli davetsiz misafir" imajının pekişmesini ve taşınmaz bir yük algılanmasını beraberinde getirmekte.
Türkiye hükümetinin tek sorunu AB kamuoyu değil elbette. İçeride de fırsat kollayan devlet odaklı bir muhalefet mevcut. Sahip oldukları iktidar imkanlarını AB sürecinin işletilmesiyle kısmen yitiren ve bundan dolayı da ülkenin sahipsiz kaldığı vehmine kapılan bürokratik iktidar sahipleri ve bunlarla aynı ideolojik zemini paylaşan siyasi gruplar AB kaynaklı gerilimleri kendi tezleri için bir vesile kılmakta ve sürecin işletilmesine karşı muhalefetlerini artırmaktalar. Son zamanlarda ivme kazanan PKK eylemleriyle zaten yeniden gündeme taşınan "devletin bekası" kaygıları bu kesimlerce AB kaynaklı tartışmalarla daha da pekiştirilmekte ve bir kaos havası çizilmekte. Klasik "Vatan elden gidiyor!" tepkiselliği ve manipülasyonuyla siyaset zeminini kuşatmaya yönelen bu yaklaşımın şartlar müsait olduğu takdirde ara vermeksizin fırına sürüleceğinden kimsenin kuşkusu olmasın.
Bürokratik iktidar odakları ellerindeki imkanları, araçları AB sürecinin geriletilmesi için sonuna kadar kullanmaktalar. Asker cenahından zaman zaman yükselen tavırlar ve yargı kurumunun yasa değişikliklerini dikkate almayan, kendi bildiğini okumaya devam eden tutumu adeta asıl iktidarın kimin elinde olduğunu hükümete hatırlatmaya yönelik çabalar sadedinde değerlendirilmeye müsait. Örneğin Kuvvet Komutanları'nın AB ile ilişkiler konusunda yaptıkları zehir zemberek açıklamalar; uyum yasaları ve TCK'daki yeni düzenlemelere rağmen yargı erkinin eski baskıcı, yasakçı tavrını sürdürmeye yönelik bir çaba içinde olduğunu gösteren kararları; AB karşıtlığı temelinde çok farklı kesimlerin, şahıs ve anlayışların sanki devlet eli değmişçesine bir araya toplanmaları açık biçimde sürecin içeride ciddi bir iktidar kavgasına teşne olduğunu göstermekte.
Müzakere süreci çetin pazarlıklara sahne olacak. AB'nin gündemleştireceği talepler arasında Türkiye'nin zaman içinde çözebileceği konular var. Nitekim AB süreci doğrultusunda son 4-5 yıllık zaman dilimi içinde daha önce pek ihtimal verilmeyen pek çok adımın atıldığı, bir çok düzenlemenin gerçekleştirildiği görülüyor. Hükümetin yaklaşımı bu gidişatı kazasız, belasız sürdürmek. Çok sıkıntı oluşturacağı düşünülen mevzuları erteleyip, yapılabilecekleri yaparak süreci işletmek. Bu arada içerdeki güç odaklarıyla da mümkün mertebe fazla dalaşmamak. Ne var ki, sürecin ciddi dönemeçlerde takılması ihtimali görmezden gelinebilecek gibi değil. Türkiye'de sistemin aşılmaz tabuları var ve bunlar gündeme geldiğinde hükümet ciddi sarsıntılar yaşayabilir.
AK Parti hükümetinin neredeyse tüm geleceğini, emniyetini AB sürecinin işletilmesine bağlamış bir görüntü vermesi ciddi bir zaaf kaynağı oluşturuyor. Bu görüntü bir yandan AB'ye taleplerini dayatmaya dönüştürme fırsatı sunarken, öte yandan içeride "zinde güçler" karşısında sürekli harici destekle ayakta durabilen "sözde iktidar" imajının sürmesini de getiriyor.
AB İle Nereye Kadar?
Özelde AK Parti hükümeti, genelde de sağ-muhafazakar ve İslami kesimin AB'ye yaklaşımının 28 Şubat sonrası süreçte radikal bir değişim geçirdiği açık. Söz konusu süreçle birlikte Batı karşıtlığı temelinde şekillenmiş AB'ye muhalefetin yerini daha pragmatik bir yönelime devrettiği bilinmekte. Buna bağlı olarak AB imajının, sistemin baskısından bunalanların güvenli bir liman arayışı içinde önlerinde buldukları bir tür sığınak işlevi şeklinde bir evrim geçirdiği görüldü. Bu algının ne ölçüde tutarlı olduğu, olgularla ne kadar örtüştüğü uzun uzadıya tartışılabilir. İçi doldurulamamış bir "İslamcılık"tan, gözü kara bir "AB'cilik" projesine geçiş başlı başına patolojik bir vakıa olarak da incelenebilir elbette. Ama tartışılamayacak netlikte bir tablo var önümüzde: Ne AB birilerinin sandığı türden güvenli bir liman işlevi görmek arzusunda; ne de bürokratik oligarşi AB hatırına iktidar tekelini terk etmeye hazır.
Kısacası son bir yıllık zaman diliminde AB ilişkisinin son derece sancılı ve kırılgan bir mahiyet arzettiği belirginleşmiştir. Sürecin getirisi, kazandırdıkları inkar edilemez ama başlı başına bir güvence teşkil etmediği de gayet açıktır. Bu durumda herkesin AB süreci ile neyin nereye kadar götürülebileceğini bir kere daha tahlil etmesi elzem. AK Parti hükümetinin ise AB konjonktürü olmasa da uygulanabilecek bir politik programla halkın karşısına çıkması ve iktidar paylaşımına son verecek düzenlemeleri bir an önce gerçekleştirmesi başta kendisi olmak üzere herkesin hayrına!