Mayıs ayından beri yaşadığımız “Taksim” merkezli olayların bir turnusol işlevi gördüğü artık herkesin malumu. Merkez güçlerin küresel çapta kendilerini direkt olarak ortaya koymadıkları dönemlerde saflaşmaları belirlemek çok zor olmuyordu. 28 Şubat bunun basit ve çıplak gözle rahatlıkla seçilebilen görünür örnekleriyle doluydu. Asker-Ordu merkezli Kemalist darbeci dikta ve ona destek veren kesimler ile İslami-muhafazakâr çevreler ve kendilerini anti-militarist, liberal-demokrat olarak tanımlayan kesimler karşıt saflarda buluşmuştu.
Ergenekon ve Balyoz süreçleri 28 Şubat’ın asker kanadına darbe vururken, sıranın büyük patronların hamiliğindeki merkez medyaya geleceği aşikârdı. Her ne kadar Ertuğrul Özkök gibi isimler etrafında sembolleşen merkezin bazı kalemleri bu süreçte özür ve özeleştiri beyanlarıyla durdukları yeri sorguluyormuş hissi uyandırmaya çalışsalar da, Gezi olayları vesilesiyle bunun ne derece samimi bir sorgulama olduğu da bir kez daha tescillenmiş oldu. Asker, merkez medya, Batı destekli sermaye ve sol-Kemalist sendikaların aynı saflarda oldukları ve zaman zaman yaptıkları çıkışlarla bu ortaklığı hatırlattıkları bilinmek ve Gezi vesilesiyle safları iyiden iyiye sıklaştırdıkları gözlenmekle beraber, karşı cephe olarak bilinen kesimler arasında ciddi çatlakların oluştuğu, pozisyon değiştirmelerin belirlendiği gözlemlendi. Bu da ister istemez şu soruyu sordurttu:
“Ne olmuştu da 2002’den, daha belirgin olarak da 2007’den bu yana anti-militarizm, temel insan hakları, hukuki ve sosyo-ekonomik politikalar, barış süreci gibi Türkiye’nin kadim sorunlarının çözümünde ve ulusalcı engelleri aşıp evrensel değerlerle buluşturulma sürecinde AKP’ye sınırsız destek vermiş olan muhafazakâr-demokrat ve liberal çevrelerin önemli bir kesimi, ani bir manevrayla bu desteği geri çekmişlerdi?”
Aslında keskinlikmiş gibi görünen bu tutum “geliyorum” da demişti. Yani sadece Gezi olaylarıyla ilintili değildi ama son yaşananlar bu çevreler açısından virajın keskinliğini artırdı. Çok iyi biliyoruz ki, kimilerince kerhen verilen bu destek, bazı çevrelerce bir varoluş meselesi olarak da algılanmakta idi. Netice itibariyle farklı nedenlere dayanmakla birlikte bir “terk edenler” hatta “dikleşenler cephesi” oluştu. “Dik duruş”a yıllarca verilen kahramanlık payesi bir anda “diktatörlük ithamı”na dönüştü. Eğer bu, sadece Türkiye’nin bir iç tartışması olarak neşvünema bulmuş olsaydı belki anlaşılabilir sebepleri üzerine düşünmek mümkün olabilirdi; ama öyle olmadı. Ortak ve hiç de yeni olmayan bir slogan küresel bir koro eşliğinde ve yalan-dezenformasyonların da katkısıyla tekrarlanagelirken, hiçbir ihtimama, şüpheye, temkinliliğe kapı aralamaksızın malum çevrelerce de sahiplenildi. Bu ihtimamsızlık ve keskinliğin sebepleri üzerine düşünürken şu soruyu sormak da kaçınılmaz olmuştu:
“Acaba bugüne dek kendilerini hiçbir siyasi olayda bu derece açık etmemiş, taraf oluşunu açıkça deklare etmemiş olan küresel güçlerin sürece gayet şeffaf biçimde müdahil oluşu malum çevrelerde de bir korkuya sebebiyet vermiş olabilir miydi?”
Ya da soruyu şöyle değiştirebiliriz:
“Acaba bu çevrelerin daha önce KCK’lı Kürt gençlerine ya da 28 Şubat’ta Müslüman gençliğe biçmedikleri payeleri, yakıp-yıkma-talan, işbirlikçilik ve figüranlığın nadir örneklerini sergileyen Taksim gençliğine mazhar kılmaları, çeşitli güzellemeler ve Erdoğan eleştirileri üzerinden süreci yönlendirme çabalarının, artık esas merkezlerden düğmeye basıldığı, dolayısıyla bir geri dönüşün mümkün olmadığı zehabına kapılmalarından kaynaklı olabilir miydi?”
Aslında Zaman çevresi ve cemaatin tavrı tanıdıktı. Ancak dozaj ve keskinliğin bu kadarını önceden tahmin edebilmek güçtü. Tavrın tanıdık oluşu, ürkütücü olmasına engel değildi. Çünkü 28 Şubat’ta artık Erbakan’ın bırakması gerektiğine ilişkin telkinlerde bulundukları ve Ecevit üzerinden bir siyaset geliştirdikleri dönemde de kendi iktidarlarının bekası adına benzer tavırlar geliştirmişler, ilkesel bir duruş sergileyip gerektiğinde bedel ödeyenler safında olmaktan ziyade, tarihin pragmatik yönünde yer almışlardı. Nitekim insanlar, partiler, cepheler değişebilir ama kendilerinin siyasi yürüyüşü her daim devam ederdi. Önemli olan da buydu. Erbakan’ın askerle olan çatışmasında güçsüz olan, köşeye sıkışmış olan, kaybedecek olanın Erbakan olduğu belli idi. Aynı zehabın bugün de kendilerinde oluştuğunu gösteren emareler, sadece Zaman gazetesinin özellikle ilk günlerdeki sayfalarına bile bakılarak görülebilirdi. Tabii Erdoğan’ı sığaya çekme ve oluşan ortamı kendi lehlerine değerlendirme çabası sadece bugünlere dair bir politik tutum değildi. HSYK seçimlerinden başlamak üzere, Ergenekon tutuklulukları, KCK davaları, Hakan Fidan, MİT, Emniyet vb. alanlarda var olan iktidar çatışması bilinmekteydi. Ancak Gezi vesilesiyle çıta bu kesim tarafından iyiden iyiye yükseltildi. İçinde direkt Başbakan’ı ve çevresini hedef alan çeşitli tehditler içeren, demokrasinin sadece sandık ve yüzde 50’den ibaret olmadığını vurgulayan, Gezi cephesinden hiç de farklı olmayan tonlamaların yer aldığı yazılar yazıldı. Hatta Şahin Alpay örneğinde olduğu gibi Erdoğan’ın gitmesi yönünde imalı çağrılar içeren bir baskı mekanizması işletildi. Cumali Önal’ın Mısır’ın el-Vatan gazetesine verdiği “Erdoğan’ın diktatörlüğünü ispatlayan” demeçlerde örneği de görüldüğü üzere, Erdoğan’ın Arap ve Ortadoğu dünyasında da adeta karizmasını çizmeye, ona olan desteği tersine çevirmeye sebebiyet verebilecek ve çevrelenme siyasetini hızlandırabilecek gündemler oluşturuldu. Tabii bu örnek bunun bir cemaat politikası olduğunu göstermekten ziyade, Zaman gazetesi çevresinde oluşan sosyo-psikolojinin mahiyetinin nasıl ve nerelere uzanabileceğini ortaya koyması bakımından önemlidir.
Akla Kara Seçildikten Sonra Zaman’ın Tavrı Değişti mi?
Konuyu bazı örnekler üzerinden somutlaştırmakta fayda var. Mesela henüz olayların ilk gününde “Türk Baharı?!” başlıklı yazısında Abdülhamid Bilici can alıcı soruyu şu şekilde soruyordu:
“Eski vesayet geriledi ama AK Parti'nin yerine önerdiği sistem ne kadar demokratik? Anayasa referandumunda partiye %58'lik başarı getiren, farklı kesimleri kapsayan demokratik anlayış sürüyor mu?...”
Yegâne sebebin kutuplaşma siyaseti ve bunda da günah keçiliği rolünün kimde olduğu açıkça tespitleniyordu:
“Kutuplaşmanın ziyadesiyle arttığı, tek yanlı düzenlemelerin insanları hırçınlaştırdığı… Çamlıca Camii’nden Suriye/kürtaj/içki/ayrana her alanda çatışmacı yaklaşımın adeta milli gelenek haline geldiği aşikârdı… Gezi Parkı hassasiyetine sadece sol ve marjinal gruplar değil; Sibel Eraslan, Cihan Aktaş, Etyen Mahçupyan, Cemal Uşşak, Ahmet T. Alkan gibi, bir kısmı Erdoğan'ın akiller heyetine seçtiği demokrat dindar isimler de destek vermesine rağmen Topçu Kışlasında ısrar eden Başbakan'a bunu anlatmak mümkün olamadı.”
Nihayetinde mızrağın sivri ucu ya da daha doğru bir değimle kılıcın keskin tarafı Erdoğan’ı işaretliyordu:
“Amaç rejimi yıkmak değil, son dönemde artan tek yanlı uygulamalar ve otoriter/kavgacı eğilimlerle arızalanan demokrasinin kalitesini artırmak. Aslında belediye başkanlığı döneminde İstanbul'un yeşillenmesine büyük önem veren Erdoğan'ın Taksim konusunda toplumun görüşlerini dikkate almadan attığı tek taraflı adıma bir itiraz. Park olayı, belki de benzer tavırlarla dolan bardağı taşıran son damla.”
İleri Demokrasi Derslerine Devam
Peki, bu yaklaşım aradan geçen yaklaşık yirmi beş günün ardından değişti mi, yoksa katmerlendi mi? İşte A. Bilici’nin 25 Haziran tarihli “Penguen Komplosu” başlıklı yazısının sonuç bölümü:
“…Başkanlık ısrarı, üst yargıya yeni düzenleme arayışı, Sayıştay’ın yetkisini kısma gayreti, Uludere, 3. Köprünün ismi, Çamlıca Camii’nden kürtaj, içki ve ayrana toplumu geren üslup, az sayıda cesaret sahibi dost tarafından epeydir eleştiriliyor ama dikkate alınmak yerine tacize uğruyorlardı. Bugünün düne göre farkı bu.
Türkiye’ye ve seçilmiş iktidara komplo varsa tabii ki ortaya çıkarılsın ve demokratlar yine demokrasinin, AK Parti’nin yanında yer alsın. Ama komplo iddiası; problemin anlaşılmasını engelleyen, sorunları perdeleyen ve kutuplaştıran bir bahaneye dönüşmesin. İnşallah, Erdoğan ve yakın çevresi, dün ile bugün arasındaki bu farkı görüp, gerekli dersi çıkarır…”
Bülent Korucu, “Taksim’den Arta Kalanlar” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“İnsanın en zayıf anı, kendini yenilmez zannettiği zamandır’ diye bir söz var. Yenilmezlik duygusu, rakibi analiz etmeyi ve hamleleri üzerine düşünmeyi engeller. AK Parti hükümeti, biraz bu duyguya kapıldı. İktidar değil, sadece siyasî parti olsa umursamayabilirdik. Hataların faturasını millet ödeyeceği için uyarmak zorundayız.”
Şahin Alpay ise “Bu Germe ve Kutuplaştırma Hayra Alamet Değil” başlıklı yazısında ileri demokrasi dersleri eşliğinde, “Erdoğan’ın günah galerisi”nin buna engel olduğunu ispata gayret ediyordu:
“…plebisiter demokrasi” ya da “çoğunluk diktatörlüğü” denilen rejim, yerleştirmeye çalıştığımız özgürlükçü demokrasiye kesinlikle aykırıdır. Gerçek demokrasi sandıkta hesaplaşmadan ibaret değildir. Gerçek bir demokraside seçimle işbaşına gelen hükümetin askerî-bürokratik vesayet altında tutulması elbette kabul edilemez. Ne var ki gerçek demokrasi, seçimle gelen hükümetin yetkilerinin, yurttaşların temel hak ve özgürlükleriyle, hukuk devletiyle sınırlı olduğu; elindeki gücü kötüye kullanmaması için Parlamento’daki muhalefet, bağımsız yargı, bağımsız medya ve sivil toplum tarafından denetlenip dengelendiği rejimdir. Hükümetin seçimden seçime değil, sürekli hesap verdiği rejimdir. Gerçek demokraside “milli irade”yi yalnızca seçimle gelen hükümet temsil etmez; iktidara oy verenler kadar vermeyenler de milli iradenin bir parçasıdır.
AKP halktan ülkeyi yönetme yetkisini almış olabilir ama bu yetkilendirme ne hükümete ne de Başbakan’a her istediğini yapması için açık çek anlamına gelmez. Başbakan, muhalif, eleştiren basını susturamaz… Medyayı yandaş patronlara peşkeş çekemez… Sosyal medyayı bela olarak göremez… Uludere faciasının sorumlularını ‘Ankara’nın karanlık dehlizlerinde’ kaybedemez…’ Türk usulü başkanlık’ adı altında otoriter bir rejim getirmeye kalkışamaz… Sayıştay denetiminden kaçamaz… Halkın üçte ikisinin istemediği nükleer santralleri yaptıramaz… Alkollü içki kullanan herkesi ‘ayyaş, alkolik’ diye aşağılayamaz, sigara içen herkese ‘zehir odaları’nı gösteremez… Alevileri umursamadan 3. Boğaz köprüsüne Yavuz Sultan Selim adını veremez… Deprem beklediği için açık meydanlara, betonlaştığı için nefes alacak yeşil alanlara ihtiyaç duyan İstanbul’da Taksim Gezi Parkı’na (hele mahkemenin yürütmeyi durdurma kararına rağmen) ‘Topçu Kışlası’, üstelik bir de cami yapacağım diyemez… Her türlü protesto gösterisini biber gazıyla, orantısız şiddetle bastırmaya kalkışamaz… Yüzbinleri ‘ben karşınıza 1 milyon çıkarırım’ diye tehdit edemez.”
“Evet, bir kısım çevreler, tepkileri istismar edebilirler ve ediyorlar da... Ama bu, iktidarın artık demokrasiye yakışan, sınırlarını bilen, hesap veren, itirazları ve eleştirileri dikkate alacak şekilde davranması ihtiyacının gelip dayandığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor.”
“AKP’nin sorumlu isimlerinin artık seslerini yükseltip, yorgunluk işaretleri veren Başbakan’ı toplumu germekten, kutuplaştırmaktan kaçınması gerektiği konusunda uyarmak zorunda. En büyük tehlike, barış sürecini akamete uğratma, askerî vesayeti geri getirme çabasında olan çevrelerin, iktidarın keyfileşme ve otoriterleşme eğilimlerini fırsat bilmeleri. Anlaşılmaz olan, Sayın Başbakan’ın büyük bir iç barış inisiyatifine öncülük ederken, barış sürecinin dostlarını olabildiğince birleştirme, düşmanlarını olabildiğince tecrit politikası uygulaması gerekirken, bunun tam tersini yapıyor olması. Hayret doğrusu.”
“İktidar Alanlarımızı Yedirmeyiz!” Üslubu
İlk anda “dost acı söyler” deyişini hatırlatan bu sözler, yangının büyüklüğünü bir o kadar görmezden gelip tahfif etmekte, alternatif iktidar alanları arayışının da bir o kadar üzerini örtmekte idi. Dolayısıyla eğrilerle doğruların iç içe geçtiği ve tonlamalarının dozajının bir hayli manidar olduğu, “Ben bilirimcilik”le eleştirdikleri kişiye, yukarıdan bir edayla “Biz biliriz” mesajlarının geçildiği bu tespitlerin zamanlaması da enteresandı. Mezkûr yazarların gerek Ergenekon hukuksuzlukları, özel yetkili mahkemeler, KCK tutuklamaları (ki Erdoğan’ı toplumsal barışa davet edenlerin, bu noktada daha sert tedbirlerden dem vurmaları ayrıca manidar) ve gerekse Davos, Mavi Marmara ve İsrail’le yaşanan krizlerin ardından serdettikleri benzer yaklaşımları hatırlayınca insan sormadan edemiyor: Şu “iktidar”, “otorite”, “uluslararası hukuk”, “milli irade/milli fayda/milli çıkar”, “hayat alanı”, “endişeli kesimler” gibi kavramların gerçekten de tartışılmaya ihtiyacı var ama mezkûr kesimlerin “ilke” adı altında savundukları seküler yaklaşımlarla, iktidar alanlarına göz dikmişlerin hevesleriyle ve elini taşın altına koymamış tuzu kuru kesimlerin rahatlığı paydasında, üstelik tezgâhın küresel büyüklüğünü görmeden yapılacak tahlillerdeki iyi niyetten şüphe edilmez mi? İnsanın “bahar batmış olmalı” diyesi geliyor ama konu bu değil. Erdoğan’ın zaman zaman övülüyormuş gibi yapılıp taltif edildiği ve arkasından “ama…”lı cümlelerin geldiği tespitlere bir başka açıdan da dikkat çekmek gerek. Netice itibariyle özgürlükçü süreçlerin Erdoğan tarafından değil de Menderes ve özellikle Özal dönemlerinde inşa edildiğini topluca vurgulamak, yıpratma politikasının ve gelecekte daha da belirgin bir tarzda inşa edileceğinden şüphe etmediğimiz “Erdoğan bırakmalı” siyasetinin ince taktiklerine işaret etmekte.
İşin diğer yönünde ve belki de özünde, tıpkı İsrail, Mavi Marmara, Davos, Filistin, Suriye meselesi ve Ortadoğu konularında olduğu gibi, liberal kanattan daha naif olmak kaydıyla Erdoğan ve Davutoğlu’nun İslami hassasiyetlerle uyuşur biçimde işlerlik kazandırdıkları politikalarda frene basması salık verilmekte. Bu da direkt olarak dillendirilmekten ziyade, dolaylı olarak, daha çok iç politikaya yönelik kullandıkları seküler bir dille ifade edilmekte. Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik-anti laik, içki içen-içmeyen, başörtülü-başörtüsüz, tüm ayrılık konuları demokratik değerler ışığında çözüme kavuşmalı. Yani onlara göre hiç de kuşatıcı olmayan İslamcı retorik ve siyaset terk edilmeli!
Hırsızın Hiç mi Suçu Yok?
Yalnız ortada bir eksiklik, daha doğrusu büyük bir boşluk olduğu da bir vakıa. Bu değerlendirmeleri yaparken, ötekileştirmeye yanaşılmayan ve kuşatılması gerektiği iddia edilen kesimler nasıl tatmin edilecek, bunun reçetesi yok. Zaman çevresinin ve bazı liberallerin ortaklaştığı bu konunun kendilerini bu ülkenin sahibi, tekebbür içerisinde Müslüman-muhafazakâr kesimlerin hayat alanlarının genişlemesini kendilerine ait gördükleri kamusal alanların daraltılması olarak algılayan sınıfların etkisi ne olacak? Üstelik bahsedilen “ileri demokrasi” arzusunun gerek iç gerekse dış mahfillerce kabul görür olduğunun işaretlerinden ziyade, tersi kanıtlar ortada iken. “Tek Adam”ın resimlerinin bütün okulları ve devlet dairelerini süslediği, başörtüsünden Kürt sorununa çözüme köstek olan güruhların Taksim’de ortalığa saçtıkları nefret maalesef bu analizlerde kendisine yer bulamıyor. Ve sadece içki meselesi üzerinden, ya da sarf edilmiş bir iki kelimenin balon gibi şişirilmesi üzerinden geniş bir mizansenle, bütün fatura ülkenin iktidar partisine hatta sadece onun liderine kesiliyor.
Şahin Alpay gibiler hâlâ “Gezi Parkı Dersleri” (20 Haziran) yazısında olduğu gibi “iç ve dış komplolar edebiyatı”ndan “bizden olanlar olmayanlar ayrımı”nın hatalarından bahsedip soyut demokrasi nutukları atadursun, bu meyanda gerek muhafazakâr, gerekse liberal kesimler içerisinde kafa karışıklıklarına cevap mahiyetindeki en isabetli makalelerden birine Gülay Göktürk imza atmıştı.
Gülay Göktürk’ten Büyü Bozumu
Göktürk, “Erdoğan Miadını Doldurdu mu?” (10 Haziran) başlıklı yazının genelinde The Economist’in tahlillerine cevaplar verirken, aslında aynı zamanda iç mahfillere de göndermede bulunmuş oluyordu:
“Batılı meslektaşlarımızın elinde genellikle birkaç şablon vardır: "Ordu-İslamcı çatışması", "Laik-anti laik çatışması", "Eksen kayması" gibi... Olan biteni -uysa da uymasa da- bu şablonlardan birinin içine oturtur, kolayından ‘analiz’ ettiklerini sanırlar… The Economist, Erdoğan'ın siyasette miadını doldurduğunu, eskidiğini, bıkkınlık yarattığını, artık aktif siyasetten çekilmesi gerektiğini savunuyor… Türkiye Erdoğan'ı kaybetmeyi göze alamaz… The Economist'in farkında olmadığı şu ki; Erdoğan Türkiye tarihine geçmeyi çoktan garanti etti. Yıllar önce, siyaseti ve toplumu cendereye alan askeri vesayetle göğüs göğüse mücadeleyi göze aldığı zaman geçti tarihe... İkincisi, Türkiye'nin ihtiyacı hâlâ ‘daha devlet adamı olan’ siyasetçiler değil; daha cesur, daha radikal, daha siyasetçi gibi siyasetçilerdir. Economist belki farkında değil ama onun ‘seçime kadar bitirip köşesine çekilsin’ dediği işler, yani anayasa reformu ve çözüm süreci, 7-8 ayda bitirilecek basit işler değil, bir rejimin temel karakterini değiştirecek çok büyük bir dönüşüm dönemidir. Dolayısıyla önümüzde uzanan süreç, büyük altüst oluşlara, büyük sarsıntılara gebe olan uzun bir süreçtir. Böyle büyük işler, böyle çalkantılı dönemler deli cesaretine sahip büyük liderlere ihtiyaç gösterir. Özellikle böylesine tarihi bir süreçte, Türkiye Erdoğan'ın siyasi cesaretinden, dinamizminden, vizyonundan vazgeçemez; onun liderliğinden yoksun kalmayı göze alamaz… Üçüncü noktaya, Erdoğan'ın miadının dolduğu, halkın giderek daha büyük kesiminin Erdoğan'dan sıkıldığı, bıktığı tespitine gelince... Sanırım en büyük yanılgı da bu işte... Erdoğan'ın miadı dolmadı ve kolay kolay da dolacak gibi görünmüyor. O, bu halkın bulduğu en sahici, en samimi liderdir. Ona en kızdığı zamanlarda bile (ki bazen gerçekten de çok kızdırır) onun samimiyetine inanır. Toplumun büyük çoğunluğu Erdoğan'ı hem "döver" (eleştirir) hem de sever. Zaman zaman "sultan" gibi davransa da aslında onun bu halkın sultanı değil, evladı olduğunu hisseder. Ben başından bu yana, Erdoğan'ın icranın başında kalmasının, Gül'ün de çok ama çok iyi yaptığı cumhurbaşkanlığı görevine devam etmesinin Türkiye için en iyi çözüm olacağını düşünüyorum. Tabii bu düşünce, Erdoğan'ı olduğu gibi kabul edeceğimiz anlamı taşımıyor. Onu eleştirmekten ve hatalı bulduğumuz yanlarını düzeltmeye çalışmaktan asla vazgeçmeyeceğiz. Ama onun vizyonuna ve siyasi cesaretine olan ihtiyacımızı açık bir biçimde ortaya koymaktan da...”
Gülay Göktürk’ü tanımasak, yandaş bir kalemin Erdoğan övgüsü olarak da nitelenip karalanabilecek bu tespitlerinin, mevcut siyasi ortamı doğru okuma, yangına benzinle gidenlere köpük sıkma işlevi gördüğü çok aşikâr. The Economist’e cevap verir gibi yapan Göktürk’ün asıl hedefinin muhafazakâr ve liberal demokrat malum çevreler ve onların zihinlerini karıştırdığı halk katmanları olduğu söylenebilir. Burada özellikle ülkenin bazı kadim sorunlarının sanki Erdoğan olmadığında/köşeye çekildiğinde başka birilerince tereyağından kıl çeker gibi hallolacağı vehmini ve zehabını yaygınlaştırmaya çalışanların kolaycılığına, hatta pervasızlık ve pişkinliklerine dair yapılan tespitler oldukça önemli.
Erdoğan’ı, soyut demokratik ideallerin çatısı altında konuşlanıp, doğal demokratikleşme süreçlerine engel olan ve miadı dolmuş bir lider olarak konumlayan “iyi niyetli”, basiretsiz ya da sinsi analizlerin yarattığı keşmekeşe karşı bir koruma çabası da olarak görmek mümkün.
Bundan daha keskin ve kararlı bir dili, daha da önemlisi İslami kaygıları öne çıkaran bir üslubu Hilal Kaplan’ın “28 Şubat Mazlumları Zalim mi Oldu?”, “Başbakan’ın Üslubu”, “Gezi Referandumu”, “Ağaç ve Hükümet” gibi yazılarında gözlemlemiştik. 28 Şubat mağduriyetleri ve zulümatından verdiği örneklerle bugünkü zihin karışıklıklarına ve o günleri “unutmuş” olanlara cevapların hâkim olduğu yazılar, bu anlamda önemli bir propaganda kırma işlevi de görmüştü.
Cengiz Çandar’ın “Gençlik Manifestoları” ve
“Plebisiter Diktatörlük” Dersleri
Çandar, 68 kuşağının tecrübelerinden bu yana bu derece seküler, sivil, çağdaş bir eylemliliğe şahit olmamış olacak ki, olan bitenden oldukça büyük bir heyecan duydu. “İstanbul Ayağa Kalktı!” başlıklı ilk yazısında (2 Haziran) “Başta İstanbul halkı ve gençliği, Türkiye'nin demokratikleşmesi mücadelesinin kahramanlarını sevgiyle selamlıyorum!” girizgâhının ardından tavrını ve tarzını hiç bozmadı. Ortadoğu uzmanımız Çandar, Steven Cook’un Mübarek ve Esed’in ilk günlerde yaptıkları konuşmalarla Erdoğan’ınkileri karşılaştırdığı tespitlerini okuyucularıyla büyük bir heyecanla paylaştı ve olan biteni daha iyi kavramaları için o müthiş soruyu sordu:
“Başşar Esad’ı Suriye’deki zorbalık ve zulümden ötürü kınamasının inandırıcılığı zedelenmez mi?”
Sanatçısından, dizi oyuncusuna, siyaset bilimcisinden gazetecisine kendisini destekleyen ne kadar malzeme varsa ilk günlerin heyecanıyla paylaştı durdu. Bu ilk yazısında girizgâhı Murat Belge ile yaptı. Şöyle diyordu Belge:
“Demokrasi, Tayyip Erdoğan’a tahsis edilmiş bir otobüs değil. Ben kendi hesabıma, ‘jakoben vesayet’ten kurtulmayı, ‘plebisiter diktatörlük’e geçiş olarak değerlendirmiyorum. Bu otobüsler, benim varmak istediğim duraktan (ya da güzergâhtan) geçmiyor.”
Devrimin Dilini Vülgarize Etmek Gerek
Ama arkadaşı Murat Belge’nin Latince mi Yunanca mı olduğu bilinmez pek sosyo-politik olan bu tespitinin daha da popülarize ve vülgarize edilmesi şarttı. İnsanlar olan biteni biteviye anlamalıydı. Sanatçı ruhlara sarıldı Çandar:
“Dizilerden ve beyazperdeden tanınan, bugüne dek hiçbir şekilde siyasi bir angajman ile hatırlanmamış genç bir oyuncu, Nesrin Cavadzade, Twitter hesabından ‘Bu eylem sivil, sivil, sivil, sivil, sivil, sivil, sivil, sivil, sivil, sivil, sivil, sivil, sivil, sivil, sivil, sivil, sivil, sivil, sivil’ diye haykırıyordu. Türkiye’de her görüşten insanın izlediği ve güldüğü, bir bakıma bir ‘ulusal ortak payda’ olan Cem Yılmaz, ‘Ahaliyi aptal sanmanın bir neticesi olacaktı elbet’ mesajını verdi. Sezen Aksu, Taksim-Gezi Parkı direnişinin yanındaydı. Türkiye’nin özellikle Arap dünyasında en tanınan ekran yüzü haline gelen Kıvanç Tatlıtuğ, ‘Aklımız Taksim’de... Diren Gezi Parkı. Susmayın, kimse susmasın. Orantısız kullanılan güç, tek bir evladı bile yıldıramayacaktır’ satırlarını kim tarafından aldatılarak, hangi ideolojik dürtüyle yazdı acaba?”
Gülse Birsel gibi muzip senaristlerden de bu doğal, kendiliğinden, kendine özgü olayları tanımlamak için yardım alıyordu. Şöyle demişti masum İstanbul halkı: “Alkol malkol derken özgürlüklere çatır çatır müdahale ediyorsunuz… eeehhh yetti beaahh!”
Alanlara koştu, yerinde incelemeler yapmalıydı. Ne de olsa eski muhabir, acar gazeteciydi:
“Gayet geniş bir alanda, çıplak gözle izlediğim ve ‘niçin katıldıklarını’ sormadan bana anlatan kimi insan öbekleriyle ayaküstü sohbetlerden gördüğüm şuydu: ‘İstanbul 2013’ün arkasında ne bir siyasi parti, ne ‘provokatörler’, ne de ‘Türkiye’yi zayıf düşürmek isteyen dış güçler’ vardı. Bu kadar büyük bir kitle hareketinin içinde, tabii ki Ergenekon muhipleri, ulusalcılar, iflah olmaz Tayyip Erdoğan ve AK Parti düşmanları, İP’liler, çeşitli renklerde provokatörler, lümpenler ve bu arada da ana muhalefet CHP üyeleri, vs. elbette vardı ama bütün bu ‘gerçekler’, olayın bir büyük ve esas olarak ‘spontane ve kontrolsüz halk hareketi’ olduğu ‘ana gerçeği’ni değiştirebilecek nitelikte değildi.”
Kadife Devrim, Postmodern Direniş:
“Erdoğan’a One Minute!”
Usta gazeteci, Prag baharından mülhem “İstanbul 2013” gibi kavramlar türetmekte de önde gidiyordu! Yarın sorulduğunda herhalde “Onu ilk ben söylemiştim!” demek için. Erdoğan’a onun ve takipçilerinin anlayacağı dilden seslendi: “İstanbul Erdoğan’a ‘one minute’ demişti.”
Heyecanı tarifsizdi. Açıkça bir devrim yürüyüşüydü bu ama lideri, partisi, örgütü yoktu. Tam anlamıyla postmodern bir direnişti yaşadıklarımız:
“Direniş’in katılımcılarının kimler olduğu gayet açık bir biçimde anlaşılıyor. Çoğunluğu sırt çantalarıyla, şortlarıyla, ayaklarında ya yürüyüş ayakkabıları ya sandaletler, genellikle yirmili yaşlarında ya da otuzlu yaşlarının ilk yarısındaki gençler. Ve dikkati çekecek ölçüde, bir arada olmaya, bir arada yürümeye özen gösteren Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe formalılar.
‘Postmodern bir direniş’ türü bu. Alışıldık cinsten değil. Bir hayli bireyci. Kayıtsız. Umursamaz. Kentli ve seküler yeni kuşakların tüm özelliklerini yansıtıyor. Barışçıl ve tüm bireyciliği içinde dayanışmacı. Bir ara, Prag’daki Kadife Devrim günlerim geliyor aklıma. Ama söz konusu olan, ülkenin en önemli şehrinin merkezinin, bir ‘Meydan’ın egemenliği’ olduğu için Kahire’deki Tahrir (2011) ve Çin’deki Tianamen’in (1989) birbirine zıt kaderle sonuçlanan tecrübeleri de aynı anda aklıma takılıyor. Bu da ‘İstanbul 2013’ olarak kayıtlara geçecek besbelli. Kendine özgü. Çok güzel.”
“Postmodern Bir Direniş” (3 Haziran) başlıklı yazısında Yavuz Baydar’la birlikte iyiden iyiye coşuyordu. Çünkü muhafazakâr ve totaliter Başbakan artık yenilmişti:
“Yavuz Baydar’ın TRT Haber’deki mükemmel tanımlamasıyla ‘Horlanmaktan, azarlanmaktan, yaşam tarzı dayatmasından bıkmış her kesimden şehirli gençler, toplanıp, Başbakan’a ‘one minute’ dediler.’
Olay budur. İstanbul halkı, gençlerinin öncülüğünde, Tayyip Erdoğan’a “one minute” demiştir. Başbakan, 10 yılı aşkın iktidarı süresince, ilk kez ve üstelik kendi şehrinde yenilgiye uğramıştır.”
Ne Tesadüf, Washington Post da Aynı Fikirde
“Erdoğan Ne Mesaj Çıkartmalı?” (5 Haziran) başlıklı yazısında ileri demokrasi derslerine diğer hocalar da davet ediliyordu. Hatta Amerikalılar da. Şahin Alpay’dan bizim de yaptığımız uzun alıntının aynısını okuyucularıyla paylaşıyor, yetmiyor İhsan Dağı’nın tespitlerini yanına ekliyor, özet olarak da Washington Post’un Obama’ya Erdoğan’a had bildirme konusundaki tavsiyelerini paylaşıyordu:
“Sayın Erdoğan’a göre, Türk seçmenlerinin çoğunluğunun kendisini desteklemesi sayesinde; yasal engelleri aşarak ve kendisine karşı çıkanlara biber gazı kullanarak, tutuklayarak ya da sindirerek, gündemini uygulayabilir. Bu ‘çoğunlukçu’ siyaset anlayışı aynı zamanda Mısır’da demokratik biçimde seçilmiş Mısır hükümetince de benimseniyor. Obama yönetimi protesto gösterileri konusunda ‘orantısız güç kullanma’ açıklaması yapmıştır. Daha fazlasını söylemelidir. Zira kriz, Türkiye’nin müttefiklerine, Erdoğan’a demokrasinin seçimlerden öte bir şey olduğunu ve kendisinin hem seçilmiş hem de otoriter olmanın mümkün olabileceğinin talihsiz bir kanıtını ortaya koyduğunu söyleme fırsatı tanıyor.”
Hepsindeki ortak seküler vurgu aynıydı. Muhafazakârların da liberallerin de ABD’li neo-conların da aradığı “ilke” buradaydı:
“Gerçek demokraside ‘milli irade’yi yalnızca seçimle gelen hükümet temsil etmez; iktidara oy verenler kadar vermeyenler de milli iradenin bir parçasıdır.”
28 Şubat sürecinde %20 oy potansiyeline sahip Erbakan’a “Biz %80’iz” hatırlatmasında bulunanlar ve onları destekleyenlere, şimdi yandaş, dost, düşman herkes ileri demokrasinin teorik derslerini vermekle meşguldü. Hele bir Erdoğan ya da hükümet devrilsin, pratik derslere de sıra gelecekti elbette.
Çandar, “Çapulcu Diyor ki” (7 Haziran) başlıklı yazısında sözü tamamen “çapulcular”a bırakıyordu:
“Klasik bir tabirle artık ok yaydan çıkmıştır. 90 kuşağı artık siyasettedir. Bundan sonra ülkede atılacak her adım, yapılacak her köprü, dikilecek her bina, bu kuşak tarafından şüpheyle sorgulanacak ve takip edilecektir. Türkiye’yi yöneten ve yönetecek olan herkese duyurulur.”
Radikal’in Yazı İşleri Müdürü Gökçe Aytulu’nun “Senin Baban Devlet Değildi Yavrum…” başlıklı yazısını ‘çapulcuları’ ve ‘çapulculuğu’ gerçekten anlamak isteyen herkesin okumasını salık veriyor; onun “Katılımcı profiliyle, kullanılan dille, eylem biçimiyle Gezi Parkı, Türkiye’de siyasetin yerleşik kavramlarını kökünden sarsabilecek bir vaka” olarak tanımladığına değiniyor ve en nihayetinde Başbakan’ın bir türlü anlayamadığı “marjinal çapulcuların keskin mizahını” ve kitleyi şu tespitlerde niteliyordu:
“En büyük ortak paydaları da çağımızın bireyselliğinden doğan farklılıkları. Müslüman anti-kapitalistle LGBT’yi, ulusalcıyla sosyalisti, apolitikle fanatiği bir araya toplayan payda bu. Bu yüzden siyasetin nobran diline karşı onlarınki alabildiğine alaycı. İktidarın da muhalefetin de bocaladığı alan bu…”
Çandar, fırsat bu fırsat belki bir daha ele geçmez misali, siyasi ve sosyal literatürümüze olabildiğince terkip de kazandırıyordu: “Kuşaksal kopuş… İki tarz-ı siyaset… Tarihi kilometre taşı… Kırılma noktası… Paternalist figür Erdoğan… vs.”
Haydi Kürtler Siz de Taksim’e!
“Gezi Parkından Düşünceler” (9 Haziran) yazısında Abdullah Öcalan ve kitlesini de meydanlara çağırmazdan evvel, yüreklere su serpmek gerekiyordu. Anılar canlanmıştı. Leninist-Stalinist ajitasyon ve propaganda tekniklerinin tümünü kullanmak gerekliydi:
“Her gün Gezi Parkı ve Taksim'de bulunmuş birisi olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, 'ulusalcı, milliyetçi, darbeci çevreler'in bu 'çok yeni ve büyük hareketi' denetlemesi imkânsızdır.”
Ve ardından Kürt ulusal hareketine Taksim davetiyesi sunuluyordu:
“Öcalan’ın değerlendirmesi, aynı zamanda, ‘gelişmelerin ulusalcı ve Ergenekoncu çevreler’den kuşkulanarak ve ‘anti-Kürt bir karakter kazanması’ndan kaygılanarak, mesafeli duran Kürtlere de, Gezi Parkı ve Taksim’deki halka ‘destek olun’ çağrısı demektir.
‘Süreç’ açısından bir ‘sıkıntı’ olacaksa, bu Gezi Parkı’nda göğsünü greyderlere siper eden, biber gazıyla yaralanan Sırrı Süreyya Önder’in İmralı’ya gitmesini ‘veto’ eden zihniyet ile ilişkilidir; ondan kaynaklanacaktır.”
Yani korkmayın ey Kürt gençliği! Eğer işler sarpa sarar ve tersine dönerse, buradan size ve önderliğinize bir fatura çıkmaz. Meraklanmayın. Liderinizin mesajını da doğru okuyun. O da zaten bunu demek istiyor.
İşler yolunda gidiyordu. Acele etmek elzemdi. Vakit kaybına tahammül yoktu. Bu postmodern, bireysel, masum, kendine özgü, lidersiz, paternalizme isyankâr, mizahçı güruhlara katkı lazımdır. Nereye kadar böyle gidebilir ki!? Hemen ertesi gün (10 Haziran) Çandar, “Gezi Parkı Direnişi ve Barış Süreci” başlıklı manifestosunu yayınlar. Devrimsel süreç daha ileriye taşınmalıdır. Gençler görevlerini yapmış ama artık onlara akıl verecek, düzenek sağlayacak, ağabeylik edecek güçlerin de devreye girmesi gereklidir. Bütün Türkiye burada olmalıdır. Neden Kürtler de olmasın ki? Hem tehdit, hem davet içeren bu manifestoya şu önsözle giriş yapılır:
“Türkiye'de hiçbir kesim Kürtler kadar 'demokrasi' ve 'özgürlük'ün değerini bilemez. Gezi'ye destekte Kürtler, herkesin önünde olmalı.”
Yeni Boris Yeltsin Sırrı Süreyya’dır
“Neden Kürtler de olmalı?” sorusunun cevabını Çandar, polisin sıktığıyla asla karşılaştırılamayacak olan şu gazla veriyordu:
“Sırrı Süreyya, 1991’deki ‘Moskova Darbesi’nde -Sovyetler Birliği’nin sonunu getirmişti- karşı koymak için tankın üzerine tırmanarak direnişi simgeleştiren Boris Yeltsin’i hatırlatır biçimde, 31 Mayıs sabahı saat 05’te Gezi Parkı’nda ağaçları sökmeye gelen greyderin önüne kollarını açıp, göğsünü siper etmesiyle İstanbul’daki tarihi direnişin simge ismi oldu.”
Ama yetmez. Daha etkili, daha inandırıcı olmak lazım. Uzunca yer alan Sırrı Süreyya güzellemelerinin ardından önce Erdoğan zihniyetinin barış sürecini akamete uğratacağı yönünde kitle bilgilendirilmelidir:
“Böyle bir kafa yapısı ‘barış süreci’nin önündeki en önemli tehdittir. Bir başka deyimle, Başbakan’ın ‘Gezi Direnişi’ne yaklaşımı, ‘barış süreci’ni de aklına öyle eserse, gözden çıkarabileceğine dair ipucu veriyor. O nedenle, ‘barış süreci’ni güvence altına almak, bunu bir ‘Tayyip Erdoğan performansı’ndan çıkartmaya, Başbakan’ın iniş-çıkışlarına, keyfine tabi kılmamaya bağlıdır. Bu, bir ‘devlet politikası’ ise ona göre yapılandırılmalı, kamuoyunun denetimini mümkün kılacak şekilde, nispeten ‘saydam’ bir ‘yol haritası’ ve ‘takvim’e kavuşturulmalıdır.”
90 kuşağının kendiliğinden yaptığı postmodern direnişe artık ağabeyleri bir takvim ve yol haritası belirlemelidir. Fırsat bu fırsat, dolduruşa devam:
“Gezi Parkı Direnişi’nin simgesi, dört kez İmralı-Kandil arası gidip gelmiş olan Sırrı Süreyya Önder ‘vetolu’. Aktörleri bu kadar ‘asimetrik’ biçimde mevzilenmiş ve gayet ‘keyfi’ yöntemle yönetilen bir ‘barış süreci’nin arzulanan sonuçları verebileceğinden kuşku duymaz mısınız?”
Oyunbozan Vahap Coşkun
Ah o Vahap Coşkun yok mu? Nereden yazdı şimdi Radikal 2’deki “Gezi ve Kürtler” yazısını? Hemen ona sesleniyormuş gibi yapıp, Kürtlerin dikkatini tekrar meydanlara çekmelidir:
“Dicle Üniversitesi öğretim üyesi dostum Vahap Coşkun’un, dünkü Radikal 2’de ‘Gezi ve Kürtler’ başlıklı bir yazısı yayımlandı. Vahap Coşkun, Gezi Parkı’na bir kez ayak bassa, Taksim Meydanı’na bir kez uğrasa ve insanlarla bir beş-on dakika konuşsaydı, sanırım, çok farklı bir yazı kaleme alırdı. Kürtlerin Gezi Parkı eylemlerinden geri durduğunu öne sürerken, bunun nedenlerini “Eylemlerde bayraklar daha çok sallanmaya, İstiklal Marşı ve 10. Yıl Marşı daha fazla okunmaya, ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ diyenlerin sesi daha gür çıkmaya başladı. Süreç içinde protestolara 27 Mayıs’ı ve 28 Şubat’ı hatırlatan ritüeller de (avukatların ve akademisyenlerin cüppeleriyle yürümesi, lise öğrencilerinin sahaya çıkarılması vb.) eklendi...” cümleleriyle ifade ediyor.
Vahap Coşkun’u temin ederim ki, İstanbul’da durum böyle değil. Tam tersi. Sözünü ettiği gruplar ve simgeleri, 1 Haziran’dan önce sahnede değildiler. Polisin Taksim Meydanı’ndan çekilmesinden sonra ortaya çıktılar. Ancak, gün geçtikçe, sesleri daha gür değil, daha az çıkar oldu. Gezi Parkı’nda ‘Mustafa Keser’in Askerleriyiz’ posterleri göründü. 6 Haziran’da akademisyenlerin yürüyüşünü Tünel’den Gezi Parkı’na kadar izledim. Tek bir cüppeli akademisyen görmedim. Gezi Parkı-Taksim Meydanı ekseni, İstanbul halkının tüm kesimlerini içine çeken bir ‘özgürlük karnavalı’ halinde. Lise öğrencileri kadar ilkokul öğrencileri de orada… ‘Gezi Parkı’ ile ‘barış süreci’ arasında böyle bir ‘illiyet bağı’ var. Sırrı Süreyya Önder’in de ‘Gezi Direnişi’ simge isimlerinden birisi olması, dolayısıyla, rastlantı değil.”
Ne güzel. Cengiz Çandar yemin billah ediyor ki “Mustafa Keser’in askerleriyiz” diyenler, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyenlerden daha fazla. Haydi Vahap başka bir yazı yaz! Ama yazının özü “Türkiye Taksim’den ibarettir!” olsun.
Ve final:
“Sözün özü, Türkiye’de hiçbir kesim Kürtler kadar ‘demokrasi’ ve ‘özgürlük’ün değerini bilemez ve ‘Gezi Parkı Direnişi’ni anlamak, onunla dayanışma içinde olmak ve ona destek olmak bakımından, tüm Türkiye’de Kürtler, herkesin önünde olmak durumundalar. Nitekim bunu Abdullah Öcalan da öyle değerlendirdiği için, ‘Gezi Parkı Direnişi’ni ‘selamladığını’ açıkladı. Olayın bir ‘siyasi kırılmaya yol açtığını’ bildirdi.
‘Gezi Parkı Direnişi’nin ifade ettiği ‘siyasi kırılma’nın sonucunda, Türkiye’de demokrasi yol alabilecek ise ‘özgürlükler’in elde edilmesinde yol alınacaksa, Türkiye ‘tek adam’ların ‘kibir’e dayanan yönetim zihniyetinden arındırılacak, ‘plebisiter demokrasi’ yerini ‘katılımcı demokrasi’ye bırakacaksa, ‘çoğunlukçu yönetim’in keyfiliğinin yerini ‘çoğulcu zihniyet’ alacaksa; bütün bunlar Kürt sorununun barışçıl çözümünün de en önemli ‘güvenceleri’ni oluşturacak.”
Haydi Apo, Gençliğimizdeki Gibi:
Faşizme Karşı Omuz Omuza!
Çözüm mü, çözümsüzlüğe davet mi bilinmez ama Erdoğansız bir çözümün herkes için daha hayırlı olacağını tepine tepine, barın barın bağırarak iknaya çalışan Çandar’ı mezkûr kesimlerin ciddiye almamış olması da aslında selim siyasi aklın zaferi olarak görülmeli. Çandar’ın yazısının sonunda yaptığı ve nihayetinde ciddiye alınmayan akıl çelme girişimlerinin sonuncusu da şu idi:
“AK Parti MKYK’sının 15 ve 16 Haziran’da Ankara ve İstanbul’da 2 milyonu hedefleyen mitingler yapma kararı, dün Mersin ve Adana konuşmalarının içeriği, alanları dolduranların sergiledikleri görüntüler, ‘Barış Süreci’nin selameti bakımından hayra alamet değil.
‘Faşizan’ sinyaller, Kürt sorununa ‘çözüm’ü işaret etmez...”
Çandar, bu satırları karalarken, “Peki, çözüm masasına kiminle oturulacak?” sorusunu ne sordu ne de böyle bir şeyin akla gelmesine izin verdi. Anlaşılan “çocukların saflığı”nın bu süreçte her kesime sirayet ettiğini düşünmüştü!
Şark Kurnazlığına Devam:
Ortadoğu da Erdoğan’dan Vazgeçecek
Çandar, bir sonraki “Demokrasi Meydanı” (12 Haziran) yazısında şark kurnazlığını hatırlatırcasına artık dış dünyaya açılıyordu:
“Tayyip Erdoğan'ın son dönem performansı, dış dünyada ona en çok destek vermiş olan insanları da kaybetmesine yol açıyor.”
Bu kaygılı(!) ve masum(!) eleştiride Prof. Avi Shlaim ve İlan Pappe de yardıma çağırılıyordu. Daha önce tüm Filistinlilerin ve Arap dünyasının dostu olarak anılmaya değer işler yapmış olan Erdoğan, “dost” Shlaim’e göre artık çifte standartçı olarak görülebilecekti. İşte Erdoğan’ın akıbeti:
“Şu an Erdoğan’ın eski, otoriter Arap diktatörlerinden hiçbir farkı kalmamıştır. Bunun sonucunun da bölgede ve tüm dünyada kendisi ile ilgili oluşacak hayal kırıklığı olması kaçınılmazdır.”
“Erdoğan’a Neden Karşı Çıkıyorum?” (18 Haziran) yazısı da Çandar’ın şark kurnazlıklarının son resitalini oluşturuyordu. Kazlıçeşme vb. mitingler Çandar’ı çok sinirlendirmişti. Bunun Esed’in tavrından farkı yoktu. Bu yöntem açıkça faşizm idi:
“İstanbul’u İstanbul yapan her yer halksızlaştırılmışken, İstanbul surları dışında Tayyip Erdoğan, 300 bin kişi toplasa ne yazar. O yüzden, “Beş misli daha fazla insan toplasanız Kazlıçeşme’ye ve avazınız çıktığı kadar bağırsanız fark etmez. Bu kafayla, bu şekilde, bu yol faşizme çıkar” diye yazdım.
Faşizm denilen rejim, ‘askeri vesayet rejimi’ değildir; faşizm, sivil bir rejimdir. Seçim sandığıyla da sorunu yoktur. Sandıktan çıkmış, sandıkta kazanmıştır. Ama ‘demokrasi’ ile ilgisi yoktur.
Kaldı ki, dün Taraf’ta Semih İdiz’in hatırlattığı gibi, Başşar Esad da Şam’da Ekim 2011’de ‘hainler ve arkalarındaki yabancı mihraklarla, Batı medyasını lanetleyerek’ yüz binlerce kişiyi sokaklara dökmüştü.”
İran-Suriye Muhiplerinin Sinsi Yüzü:
Fehim Taştekin Örneği
Doğu Perinçek’in Ulusal TV’de yer alan mesajı “Suriye rejiminin iki haftadır rahat bir nefes aldığı”na ilişkindi. Yalan ve dezenformasyon örneklerine çokça rastladığımız bu çevrelerin içerisinde 28 Şubat’taki safı belli olan, ama özellikle Ortadoğu ve Suriye konusundaki gelişmelerin ardından edindiği konumu Taksim olayları vesilesiyle daha bir pekiştiren Fehim Taştekin’e ayrı bir yer ayırmak elzemdir. Taştekin, 10 Haziran günü yazdığı “Gezi’nin Dış Cephesi” başlıklı yazısında okuyucularını ters köşeye yatırıyordu. İlk anda okuyucu, yazının başlığına bakıp Taksim’e dış kaynaklı ilgiden bahsedileceği zehabına kapılsa da dış cephe konusu AKP’nin Ermenistan, Kıbrıs, Yunanistan, Irak, İran ve Suriye konusunda iflas eden politikalarının Gezi dolayımında faş olmasını içermekteydi. Taştekin’e göre Gezi’nin temel sebebi şuydu:
“Hükümet buram buram mezhepçilik kokan bir stratejiyle, özel hayatı dizayn etme ve yeni kimlik oluşturma girişimleriyle muhafazakâr safları sıklaştırmaya çalışırken baltayı yanlış yere, Gezi'ye vurdu.”
Taştekin’e göre Arap liderlerine “halkın sesine kulak ver” diye ünleyen Başbakan’ın Taksim’de halkın sesini kısmaya çalışması bir çelişki idi. Aynı Taştekin, Suriye rejimine ve Beşşar Esed’e yönelik olarak yaklaşık üç yıldır böyle çağrıda bulunmadığı gibi, Taksim’de bulduğu “halkı”(!) Suriye’de bir türlü göremiyordu. Muhtemelen Reyhanlı’dan yakından tanıdığı terör örgütlerine Taksim’de rastlamış olması kardeşlik duygularını depreştirmişti.
Suriye’de ABD, Brezilya’da “Gezi Tipi” Halk Var
24 Haziran’da yazdığı “Yıldızın Parlamayan Tarafı ve Yerlilerin Ahı” yazısı da küresel operatörlere dolaylı bir desteği içermekle birlikte, aynı zamanda Brezilya-Türkiye benzeştirmesi yapanlara da durdukları yerin yanlışlığını hatırlatmaktaydı. Brezilya’daki eylemlerin haklılığını işlediği bu yazı, yıldızı parlayan değil, tıpkı Erdoğan Türkiyesi örneğinde de görüldüğü üzere iktidar politikalarının tekebbürüne karşı gelişmişti.
Erdoğan, Arap Diktatörleri Solladı
“Türk Modeli Gezi’de Toz Duman Olurken” başlıklı 6 Haziran tarihli yazısı ise Taştekin’in bam telini açık ediyordu:
“Tunus’ta Zeynel Abidin bin Ali, bedenini yakarak Arap isyanının fitilini ateşleyen Muhammed Buazizi’ye ‘serseri işportacı’ demedi, aksine hastanede ziyaret etti. Mısır’da Hüsnü Mübarek halkın taleplerine karşılık vereceğini söyledi, isyan edenlere asi değil “Asil gençler” diye seslendi. Tabii göstericilere ölümcül müdahaleler ikisinin de sonunu getirdi. Ama haklarını yemeyelim ikisi de göstericilere hakaret etmedi. Onlar giderken Araplara sunulan model İslam’ın demokrasiyle evliliğinin nişanesi olarak AKP’nin Türkiye’siydi. Tunus ve Mısır’da İslamcılara rehber lazımdı, o da duygudaşları AKP’ydi. 2011’den bu yana sadece Anadolu Ajansı’nın Türk modeline övgüler dizen Arap figürleriyle yaptığı röportajlar birkaç ciltlik kitap eder.”
Okuyucu usta bir röveşata ile ters köşeye yatırılıyordu. Bir paragraflık pasajda o kadar sinsi tespitler bir arada yer alıyordu ki, bu yumağı çözebilene aşk olsun! Bin Ali ve Mübarek’in hakkını yememek lazımdı onlar küresel medyanın dezenformasyonları eşliğinde küresel bir operasyona maruz kalmışlardı! Ancak Taştekin’in hiçbir yazısında son bir aydır yaşadıklarımıza ilişkin böyle bir karşılaştırma söz konusu edilmiyordu. Üstelik Bin Ali ve Mübarek halkına hakaret etmemişti ama Erdoğan öyle miydi ya! Karşımızda Mübarek ve Bin Ali’den daha keskin, daha tehlikeli bir muktedir vardı. Hem zaten ABD’ye Suriye’ye müdahale çağrıları da yapmıyor muydu?!
İran ve Suriye Zevkten Dört Köşe, Taştekin de Öyle…
Hepsinden ilginci “İran’dan bir bakış” diye aktardığı IRD yazarı Ali Behmeni Kacar’ın tespitlerini önemli ve güvenilir bir Türkiye gözlemi gibi detaylarıyla aktarması idi. Şöyle diyordu Kacar:
“Gezi Parkı’na AVM yapılmasına itirazla başlayan isyan Türkiye’yi daha büyük sorunlarla karşı karşıya getirebilecek derin köklere sahip.”
Bu derin köklerin neler olduğunu da özetle şöyle sıralıyordu:
“Osmanlıcılık hayali… Pan Türkizmle Türkiye’yi 20. yüzyıla taşıyan Atatürk politikalarıyla oluşan Türkiye kimliğini kaybetmekten duyulan endişe… Pakistanlaşma korkusu: Laik Pakistan’ın Afganistan’da Taliban’ı yaratması tefrika yarattı. Suriye politikası nedeniyle Türkiye’yi de böylesi bir tehlike bekliyor… Milliyetçiliğin zayıflaması: PKK ile müzakereler ve Kürtler için federalizm tartışmaları milliyetçi partileri rahatsız etti… Laik tepki: İçki gibi konulardaki tutumlardan dolayı laikler yaşam tarzından endişe ediyor… Baskı: Hapiste en çok gazeteci tutan ülke Türkiye. Basında sansür ve kısıtlamalar arttı… ABD’ye paralel politikalar sol çevrelerde tepki görüyor.”
Yani böylelikle Taştekin sayesinde Gezi’de patlak veren öfkenin Batı’yı da İran’ı da Suriye’yi de Kemalistleri de endişelendiren sebepleriyle tanışmış oluyorduk.
Suriye rejiminin zevkten dört köşe olduğunu da Erdoğan’a yapılan ve kendisinin çok ironik bulduğu “Başbakan istifa etsin ve Doha’ya sığınsın!” ve “Suriye muhalefeti korkudan İstanbul’dan kaçıyor!” örnekleri üzerinden veren Taştekin’in de mutluluğu kalemine vuruyordu adeta. Bu örnekler gerçekten de ironikti ama görebildiğimiz kadarıyla Taştekin açısından hiçbir paradoksu ya da kara-mizahı çağrıştırmıyordu.
Sözün Bittiği Yer
Konu ettiğimiz yazar ve medya çevrelerinin hemen hiçbiri bu süreçte dış medyadan bahsetmedi. Küresel medyanın Taksim’e olan ilgisi hiçbir şekilde sosyo-politik analizlerde kendisine ciddi yer bulamadı. Sadece medya değil, küresel hiçbir odak bu süreçte Türkiye’ye uğramamıştı. Uğrasa bile, Erdoğan’ın günahlarının yanında bunların esamisi dahi okunmazdı. Yine de haksızlık etmemek gerek, zaman zaman alıntılara başvuruldu. Kendi tezlerini savunma babında yapılan alıntılar, psikolojik harekatları tamamlama amacıyla kullanıldılar. Bahsi geçtiği zaman da aşağıdaki örnekte görüldüğü üzere dolgu malzemesi ya da gerçekleri inkâr amacıyla kullanıldılar. İşte bir örnek:
“Birinci günden beri, ‘Bir avuç çapulcu’dan başladık, ‘faiz lobisi’ne uzandık; yetmedi ‘dış mihraklar’ı keşfettik. Bunlar, ‘Zello’ ile başladı, CNN International ile BBC’ye ulaştı; o da yetmedi Sırbistan’da CIA’ya bağlı bir örgüte, oradan da ABD’de neo-con düşünce kuruluşlarına uzandı.” (Cengiz Çandar, Radikal, 18 Haziran)