Düzenin tükenmişliği sözü bir iddia, bir temenni, bir avuntu gibi gelebilir. Hele de 75. yıl kutlamalarından ve PKK liderinin yakalanmasından sonra ortaya çıkan tabloya bakıldığında bu tümden böyle görünebilir. Ama madalyonun diğer yüzüne bakıldığında rejimin varlığını, meşruiyetini dayandırdığı iddialarından çok büyük oranda vazgeçtiğini, geri adım attığını görürüz. Şöyle ki, bugün sıradan bir insanın zihninde bile rejimin demokratikliği, sosyal hukuk devleti oluşu, halkçılığı, eşitlikçiliği, güvenilirliği sorgulana-bilmektedir. Halkın önemli bir bölümü her türlü zulme, manipülasyona ve aldatmaya rağmen sistemden bizardır. Resmi ideolojinin yaldızlı boyaları her gün biraz daha dökülmektedir. Ve yine her gün çetelerle, soyguncularla, rüşvetçilerle, faili meçhullerle, hukuksuzlukla, işsizlikle, enflasyonla, ahlaksızlıkla sistemin adı biraz daha özdeşleşmektedir. Muhalif güçlere ve halka sopa göstermekse devletin vazgeçilmez çözümü gibi sunulmaktadır. İşte sistemin iddialarının aksine davranması bir tükenmişliktir. Yoksa fiili olarak tükenmediği ortadadır. Ama bütün tükenmişliklerin ortak çizgisi olan "ikiyüzlülük" bugün aynıyla geçerliyse ve zulüm ile abad olunmayacağı evrensel bir hakikatse kastımız anlaşılır olmalıdır.
Sistemin ömrünü uzatma hususunda başvurduğu yöntemlerden birisi zorbalık iken diğeri de çürümeyi halka yaymaktır. Bu çürümenin oyalama ve eğlendirme gibi insanlara tatlı gelen, güzel görünen ve bu haliyle de kuşatıcı olan bir yönü de vardır. Bugün spor, eğlence ve cinsellik konularının öne çıkması bu gerçeğin ifadesidir ve yine 28 Şubat sürecinin irtica karşıtlığı adı altında ortaya koyduğu ahlak ve inanç düşmanlığı sürecin ideolojisinden ve maksadından bağımsız ele alınamaz. 28 Şubat kararları içinde İHL'lerin tasfiyesi, K. Kurslarının kapatılması, tesettüre karşı açılan savaş bu çerçeveden bakıldığında daha bir anlaşılır olmaktadır.
Düzen, çarpıklıklarını ve yanlışlarını devam ettirebilmek için her dönem bir "öcüye" ihtiyaç duymuştur. Yavuz hırsızların öcüsü dün komünizm iken bugün İslam olmuştur. Esasen kurulduğu günden beri irtica adı altında İslam düşmanlığı yapmak egemenlerin şiarıdır. Celal Bayar'ın İslam'ı komünizmden daha tehlikeli olarak nitelemesiyle, Cumhuriyet döneminin ilk muhalif partisi olan TCF'nin kapatılma gerekçesi bu korkunun tezahürlerinden sadece birkaçı olmuştur. Dış düşman belirlemesi de bu bağlamda şekillenmiştir. Üç yanı denizle çevrili ülkemizin, dört tarafı da hep düşmanla çevrili olmuştur. Ve ne hikmetse düşmanlarımız hep komşularımızdan seçilmiştir. Dostlarımız sınıflamasına sokulanların her türlü kabahatleri ve ayıpları örtülürken düşman bellenenlerin dostane yaklaşımları bile tereddütle karşılanmıştır. 28 Şubatçıların da bu yönde ortaya koydukları örnekler ilginçtir. Irak'ın İncirlik'ten bombalanmasına ABD'nin hatırına göz yumulurken Irak'a karşı sert bir tavır devlet politikası olarak belirlenmiştir. Yine arz-ı mevu'd hayalleri gören İsrail'den hiçbir zaman muhabbet esirgenmemiştir.
Türkiye'deki bozuk düzenin devamını sağlama hususunda en garantili yolun, en güçlüden yana tavır koymak olduğunu düşünmek öteden beri bir TC politikası olmuştur. 60 darbecilerinin işe NATO'ya ve CENTO'ya bağlılık yeminiyle başlamalarıyla, 71 darbesinin akabinden, tutuklananlara mahkemelerde, ABD düşmanlığı yapmalarının hesabının sorulması, 80 darbesinin bahaneleri arasında İsrail aleyhtarı Kudüs Mitingi'nin de bulunması manidardır. Osmanlı İmparatorluğu'nun son günlerindeki Alman, İngiliz, Fransız dostluğunun sonucu ortadadır. Öyle ki Alman hayranlığı tek parti faşizmine ilham oluşturmuştur. Bu iş egemenlerin bıyık taklidine kadar yansımıştır. 28 Şubatçıların dış destek ve güçlüden onay alma istekleri arasında hükümetlere rağmen askerin İsrail'le antlaşmalar yapmasında ve Kudüs gecesinin 28 Şubat sürecine başlangıç gerekçesi kılınmasında da görülür. Yeri gelmişken hatırlatalım ki bugünlerde PKK lideri Apo'ya karşı "kılına bile zarar verilmeyecek" şeklinde sürekli tekrar edilen beyanatlar "güçlü dostları" dikkate alma zorunluluğu dolayısıyladır.
Bugün 28 Şubat sürecini nitelendirmekte, isimlendirmekte önemli karışıklıklar göze çarpıyor. Bazı çevrelerde klasik darbeye benzemediği için 28 Şubat'ın darbe olmadığı iddiası gündeme gelebiliyor. İyi de darbeler tek tip değil ki. Bundan önceki her üç darbe de bazı noktalarda farklı. Mesela 60 darbesinde hiyerarşi yok, başbakan ve önde gelen bazı bakanlar idam ediliyor. 71 darbesinde parlamento açık ara rejim var. 80 darbesi öncesi 5 bin kişi ölmüş ve darbe bu gerekçeyle hayat buluyor. Ya 28 Şubat öncesi neler olmuş bir bakalım, irtica nasıl bir kalkışma içine girmiş sıralayalım: a) Taksim'e cami girişimi, b) Köşk'te iftar verilmesi c) Hacca karayoluyla da gitme imkanının konuşulması, d) Kurban derisi tekelinin ve terörünün tartışılması, e) Mesai saatlerinin iftara ayarlanması. Başka?.. Başka yok... Bunlar en hafifinden insan hakları ve inanç hürriyeti bağlamında CHP'nin bile savunabileceği şeyler olmalı değil mi?
28 Şubat sürecinin asıl başlangıcının Uğur Mumcu'nun öldürülmesi olayı olduğunu söyleyebiliriz. Toplumdaki İslamcı yayılmanın önüne set çekmek isteyenler bir taşla iki kuş vurmuşlardır. "Kahrolsun şeriat" ulumalarını hatırlayalım...
28 Şubat'ın zamana yayılmak istenen bir "süreç" oluşunu dünkü Milli Eğitim Şurası'nda açıklanan karar bir kez daha ortaya koymuştur.
28 Şubatçıların önemli bir argümanı da yasallıktır. Sürecin yasallığı... MGK'nın her toplantısının siyaseti doğrudan ilgilendirmesi ve belirlemesi bu yasallık kılıfıyla meşrulaştırılmaktadır. Oysa MGK, 60 darbecilerinin anayasal armağanıdır ve ondan sonraki darbeler de askerin ve MGK'nın yetkilerini ve etkilerini daha bir genişletmiştir. Dolayısıyla 28 Şubatçıların dillerinden düşürmedikleri yasallık, hukuki bir zemine oturmayan darbe yasallığıdır.
28 Şubat sürecinin yaslandığı kesimleri tasnifleyecek olursak şu kesimler karşımıza çıkar; asker, sermaye çevreleri, bazı aydınlar ve halkın çok az bir kısmı.
Sermaye gruplarının askerle yakın ilişkileri bağlamında paşaların emekli olduktan sonra koştukları adresler önemli ipuçları verir. 28 Şubatçılardan Güven Erkaya-Korkmaz Yiğit ilişkisi, Teoman Koman-Cavit Çağlar ilişkisi buna örnektir. 12 Eylül darbesi sonrası işveren temsilcisi Halit Narin'in şimdi ağlama sırası işçilere geldi demesiyle, Vehbi Koç'un Kenan Evren'e yazdığı teşekkür mektubu yine bu cümledendir. Sakıp Sabancı'nın "askerle babamın arası çok iyiydi" deyip kendisinin de bu hususa özen gösterip 3 generalden Semih Sancar'ı Akbank'a, Vecihi Akın'ı Ak Sigorta'ya, Suat Aktulga'yı Lassa'ya transfer etmesi manidardır.
Aydınlara gelince Türk aydınının halktan kopukluğu, batı hayranlığı, onu halk ile uyum arayışından ziyade etkili çevrelerle mutabakata sevketmiştir. Türk aydını için resmi ideolojiden bağımsız olmak hiç mümkün olmamıştır. Osmanlı'nın son döneminde açılan batı penceresi aydınların bakışlarının istikametini gösterir. Öyle ki Türkiye'de sisteme muhalif bir konumlanışı temsil etme iddiasındaki sol bile Kemalizm'le meczolmuştur.
28 Şubat'ın dayanakları arasında zikredilebilecek halk katkısı çok alt düzeydedir. 75. yıl kutlamalarının coşkusunun şarkıcıların, türkücülerin marifetiyle sağlandığı hatırlardadır. Esasen Türkiye'de halkın pragmatik ve tepkisiz olduğu da bir gerçektir. 1950'de DP'yi iktidara taşıyan 1960'da darbeye ve idamlara karşı ise hiç ses çıkarmayan aynı halktır. 1970'li yıllarda ülkede sol rüzgarları estiren de 1980'de anayasayı çok büyük oranda onaylayan da halktır. Halkın tepkisini ifade biçimlerinden ilginç bir Örnek olarak, 1995 yılında bütün belediyeleri kazanan SHP'nin sonraları tasfiyesi gösterilebilir. Bu sefer aynı yerleri RP kazanmıştır. Halkın bu pasif tepkisi ya da çok kere ortaya çıkan etkisizliği toplum mühendislerine cesaret veriyor olmalı.
Türkiye'nin en çok oy alan partisinin sudan bahanelerle kapatılabilmesi, faili meçhuller, Susurluk ve çeteler, yasal olmayan BÇG ve brifingler YÖK yönetmeliği, başörtüsü yasağı, düşünce suçları, Nurettin Şirin'e verilen 17.5 yıllık ceza ve en son olarak İsrail Dışişleri Bakanı'nın Türkiye'ye gelişini protesto edenlere verilen inanılmaz ceza hep darbe sürecinin olağanüstülüğünün hatıralarıdır.
İktidara gelene kadar kendilerine gönül verenlere sizin haklarınızı koruyacağız, sahip çıkacağız deyip sonra da 28 Şubat kararlarının altına imza atma noktasına kadar gelenler, önceleri Atatürk'ü sonraları Yekta Güngör Özden'i şimdilerde de Cavit Çağlar'ı partiye kaydetmeye çalışıyorlardı. Nasıl ki dünün solcuları düzen tarafından kuşatılmışsa, örneğin dünün Devrimci İşçi Sendikalarının "Devrimi"nden geriye hiçbir şey kalmamışsa FP'de bugün kuşatılmak üzeredir. Birçok cemaat ve tarikatın edilgen ve pasif tutumunu bir kenara bırakalım PKK düşmanlığı gerekçesiyle devletle bütünleşmeyi farz telakki ettikleri görülmektedir. Bu süreç içinde kimileri de düzen gerçeğini görme ya da tanıma adına iyice kabuklarına çekildiler. Fikir klübü faaliyeti sürdürmeyi tek ve en önemli iş edindiler. "İş yapanları" takdir etmektense eleştirmek bu çevrelerin, en bariz vasıflan oldu. Sorun salt bilgilenme, öğrenme sorunu değildir. Sınanmadır, bilginin pratik değerini hayatta görmek göstermektir. Zira "kitap yüklü merkep" olmamak Kur'anî bir emirdir. Zaten peygamber sünneti de bilginin eylemleştirilmesinin adı değil midir?
Sonuç olarak ülkeyi 1920'lere 30'lara götürmeye çalışanlar başaramayacaklardır. Zira köprünün altından çok sular akmıştır. Yeter ki biz bunun bilincinde olalım.