28 Şubat’ın zulümat ikliminde üretilip doğudan batıya genelde toplum, özelde duyarlı İslami kesimler üzerinde yaygınlaştırılan mağduriyetlerin önemli bir kısmında normalleşme süreçlerinin yaşandığı günümüzde, 1990’ların başından bu yana örtülü-açık darbelerle ve emniyet-yargı-siyaset-istihbarat eliyle “günahsız kurbanlar” yaratılarak “tutsaklar” haline getirilen Müslümanların dramı halen devam edegelmektedir.
Türkiye tarihinin yakın dönemine damga vuran siyasi-hukuki süreçler tam da bu trajediye ayna tutmaktadır. Ergenekon ve Balyoz davalarında haklarındaki kararlar Yargıtay tarafından onanmış olduğu halde -KCK’lılarda dâhil- hüküm giyenlerin tamamı -sahte delil üretimi vb. sebeplerle-serbest bırakıldılar. Ancak Jak Kamhi, İslami Hareket, Sivas gibi davalardan ötürü hüküm giyen Müslümanlar 23 yıla yakındır halen cezaevlerindeler. Bunlara Hizbullah, Vahdet-Der, Vasat (Şahı Merdan Sarı), El-Kaide, Malatya, Hizb-ut Tahrir, Elazığ İhya-Der gibi bir kısmı 28 Şubat, bir kısmı da maalesef son yılların siyasi ikliminin neticesi olan davalar ve mahkûmiyetleri de eklemek gerek.
cânî geziyor dipdiri… can vermede ma’sûm
suç başkasınındır da niçin başkası mahkûm
Bir adaletsiz paradoks bu. Mustafa Balbay ve Özden Örnek’in günlükleri, Şener Eruygur gibilerin darbe planları, Cumhuriyet gazetesine atılan bombaların olduğu davalar zincirinde; darbeye teşebbüsle yargılanıp hüküm giymişlerin tahliyelerinin önü Anayasa Mahkemesi tarafından ivedi olarak açılmıştı. Ancak cezaevlerinde halen tutsaklıkları devam eden Müslümanların çığlıkları sessizliğe gömülmekte. Oysa Balyoz, Ergenekon, Şike davalarındaki bazı eksiklikler üzerinden, bu davaların yeniden yargılamayı gerektiriyor olması terazinin bir kefesini işaretliyorsa, diğer tarafta bırakın eksiklikleri açıkça ‘hukuk cinayetleri’ işlenmiştir.
Netice itibariyle gelinen noktada, adaletsizliğin görünür resmini şu şekilde tanımlamak mümkündür:
“Darbe teşebbüsü” ve “28 Şubat” davalarındagerek yargılanan gerekse hüküm giyen tutuklu sanıkların tümü; 28 Şubat darbe döneminde ırza tecavüzden uyuşturucu satışına; gasptan cinayet ve bombalama eylemlerine kadar tutuklananların tamamına yakını cezaevlerinden tahliye edilirken, Müslümanlar hâlâ cezaevlerindeler.
Oysa 1990’ların başından itibaren 28 Şubat’ı da kapsayan süreçlerde OHAL’den JİTEM’e, yargısız infazlardan işkence ve faili meçhullere değin dönemin devlet yapısının “özgürlükleri güvenliğe kurban verme” retoriğiyle kronik olarak sürdürdüğü bir olağanüstü jeopolitik söz konusudur. Ve mezkûr davalar da gözaltı ve sorgu aşamasından yargılamalara değin, -emniyet, savcı ve hâkimlerin ‘brifinglendirilmiş işbirliği’nde- bu olağanüstü şartların tüm gayrı hukuki unsurlarını üzerinde taşımaktadır.
28 Şubat ve öncesi bu olağanüstü dönemde “irticai terör örgütü” iddiasıyla operasyonlara maruz kalanlar, “terör örgütü” ve “anayasal düzeni değiştirme” yaftasıyla konjonktür ilahına kurban verilip tutsak kılındılar. Anayasal düzeni değiştirmeye yönelik hiçbir terör eylemi içerisinde bulunmadıkları ve bu “suç”lar ispat edilemediği halde terör örgütünden 20 yıla yakınhapis, anayasal düzeni değiştirme iddiasıyla ise “ömür boyu” hapsemahkûm edildiler.
Tıpkı İstiklal Mahkemeleri döneminde olduğu gibi yukarıdan aşağıya organize olarak yürütülen bu süreçte gerektiğinde içtihatlar değişti; yerel mahkeme kararları yok hükmünde sayıldı; yerel mahkemeler de hizaya getirilip hukuksuz kararlara ortak kılındı.
Bu davalardaki adaletsizlik ve hukuksuzluklardaki ortak yönler; faili meçhulleri belli kesimlerin üzerine yıkma; delilsiz suç isnadı; şahitlerin tehdit edilmeleri; sanıklara işkence yapılması; bilahare ortaya konan delillerin dikkate alınmaması; yalancı şahitliklerin belirlenmesine rağmen dava dosyalarına bu bilgilerin girememesi; kurban sanıklara ifade imzalatabilmek için ailelerinin -hiç dinlenmemelerine rağmen sözde tanık olarak- de sorgu mekânlarına getirilip mağdurların tehdit edilmeleri; işkencecilerin bilahare hüküm giymelerine rağmen kurbanların hukuken bu durumdan istifade edememeleri gibi sorgu, yargı ve temyiz süreçlerine dair hukuksuzluklar sıralanabilir. Sırf bu somut durumlar dahi aslında normal bir hukuk devletinde bilahare hakların iadesini sağlamalı iken, maalesef hukuktan ziyade siyasi ve kurbanların aleyhine bile isteye getirilen içtihat değişiklikleri bugünlere değin süregelen zulümat iklimine mührünü vurmuştur.
Yargıtay, yargılanan isimlerin “(…) Bugün olmasa bile uzun vadede Anayasal düzeni yıkıp yerine şer-i esaslara dayalı bir devlet yapısı kurmak için illegal faaliyetler içerisinde olabilecekleri…” ihtimaline dikkat çekmiş ve birçok insan bu sebeplerle mahkûm edilmiştir.
Bilahare bu insanlar hakkındaki kararları alan DGM’ler lağvedilmesine, ceza kanunu ve ceza yargılama usulü de baştan sona değişmesine rağmen, normal bir hukuk düzeninde, bütün bu değişimlerin gerçekleşmesi yeni başlangıçları gerekli kılıyorken, maalesef gerekli adımlar atılmamış; hatta eskilere yepyeni davalar eklenmiştir. Bunlar da bu yeni sürece rağmen, tıpkı Elazığ İhya-Der ya da Hizb-ut Tahrir davalarında olduğu gibi yepyeni hukuksuzlukları beraberinde getirmiştir.
Hukuksuzlukların Kılıfı Ne İdi? Neden Adalet Gecikmekte?
Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi!
Müslümanların sistemli bir şekilde mağdur edildiği davalarda yıllardır avukatlık yapan Cüneyt Toraman, Özgün İrade dergisinin (Şubat 2015) 28 Şubat konulu dosyasında yer alan yazısında, İslami çevrelere ve Müslümanlara yönelik bilinçli bir projenin ürünü olarak nitelediği bu sürecin hukuk kılıfına uydurulan çerçevesini şu şekilde tanımlıyor:
“1990’lı yılların başındaki yürürlükteki mevzuat hükümlerinin, İslami grup ve cemaatleri ‘terör örgütü’ olarak nitelemeye yeterli olmadığının altını çizmem gerekir. İşte bu noktada, yargı devreye sokulmuş ve (yasalarda herhangi bir değişiklik olmadığı halde) ‘suçun nitelikleri’ ve ‘yerleşik uygulama’ değiştirilmiştir.
Yargıtay ve Askeri Yargıtay, 1990 yılından önceki kararlarında, silahlı terör örgütünün (silahlı çetenin), tamamının, anayasal düzene karşı silahlı mücadele yöntemini benimsemiş olmasını, örgüt üyeleri arasında katı bir hiyerarşik yapının olmasını, büyük bir çoğunluğunun silahlı olmasını aramaktaydı.
1990 yılına kadar, (Anayasal düzeni ortadan kaldırabilmek için) elverişli vasıtalara sahip olmayan silahlı terör örgütlerinin, ülke genelinde yaygınlaşmayan terör eylemlerini Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya yönelik TCK 146.madde kapsamında görmeyen Yargıtay, 1990 yılından itibaren laiklik karşıtı eylemlerin anayasal düzeni ortadan kaldırma suçunun oluşması için yeterli görerek, ‘yeni bir içtihat’ geliştirmiştir. Bu içtihat değişikliğinin gerçekleştirildiği dava da (çok ilginçtir) ‘Sivas Davası’dır. Davaya bakan Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi, somut olayda, anayasal düzeni ortadan kaldırmaya yönelik bir suçun unsurları oluşmadığından, ‘birden fazla kişinin ölümüne sebebiyet verme’ suçundan (TCK 450.madde) hüküm kurmuştur. Yargıtay 9.Ceza Dairesi hemen olaya müdahale etmiş, yerel mahkemenin kararını bozmuştur. Yerel mahkemenin kararında ısrar etmesi/direnmesi üzerine dava dosyası, Yargıtay Ceza Genel Kurulu(YCGK)’ya gönderilmiştir. YCGK, yerel mahkemenin direnme kararını yerinde görmemiş, somut olayda, TCK 146.maddenin uygulanması gerektiğine karar vermiştir. YCGK’nın bozma kararındaki gerekçeleri, o güne kadarki yerleşmiş uygulamanın nasıl değiştirildiğini gözler önüne sermektedir.
YCGK’nın bu kararından sonra, yerel mahkemenin üyeleri dağıtılmış, yerlerine, bu yeni içtihadı uygulayacak yeni bir heyet getirilmiştir.
YCGK’nın içtihatları, bütün mahkemeleri bağlayıcı nitelikte olduğundan, (sorumluluğunu gerektirdiğinden) bütün mahkemeler bu içtihadı dikkate almak zorunda kalmıştır. YCGK’nın bu içtihat değişikliği, 28 Şubat darbe sürecinde yargılanan 28 Şubat mağdurlarının niçin hâlâ içerde olduğunu ortaya koymaktadır. Bu içtihat değişikliği, uçana kaçana TCK 146.maddesini uygulama imkânı vermiştir.”
Peki, ama 22-23 yıldır cezaevinde yatmakta olan Müslümanların mağduriyetlerini gidermenin hukuki yolları nelerdir? Verili durumda yeniden yargılanma haklarını elde edebilmeleri ve bu süreçte de tahliye olabilmeleri için hukuki deliller ortaya koymaları gerekmektedir. Bu nasıl mümkün olacaktır? Olmayan deliller üzerinden zaten hukuksuzca yargılanmış olan ve ifadeleri ise işkence gibi olağanüstü şartlarda alınmış bu insanlardan haklılıklarını ispat sadedinde delil talep etmek adaletin tecellisini zorlaştırmak ve geciktirmek değil midir? Malum güçler ve yapılar tarafından işletilen süreç zaten siyasidir. Burada da siyasi bir kararlılık gerekmekte değil midir ve hâlihazırdaki hukuki düzlem neyi gerektirmektedir?
Aslına bakılırsa hukukçulara göre bu insanların mağduriyetlerinin giderilmesi için “genel af” çıkarılması, “cezalarının indirilmesi” veya “sanıkların lehine yasa değişikliği” gerekmemektedir. Zaten olağanüstü şartların, hukukun ayaklar altına alındığı içeriklerle dolu dosyaların ve siyasi bir projenin ürünü olan bu davaların, vicdanlı ve ahlaklı hukukçuların başında olduğu bağımsız/tarafsız mahkemeler tarafından yeniden ele alınması yeterli olmaktadır!
Hukukçulara göre CMK’daki, yargılamanın yenilenmesi maddesine konulacak küçük bir ek ile Adalet Bakanına, yargılamanın sil baştan -ifade aşamasından itibaren- yenileme talebinde bulunma hakkının verilmesibu sorunu çözecektir. Siyasi irade bu konuda kararlılık izharında bulunduğu takdirde, hukukçuların harekete geçmemesi için hiçbir engel söz konusu değildir. Geçmişte “içtihat değişikliği” adı altındaki hukuk ihlallerinin ve çeşitli kumpasların merkezinde bulunan Yargıtay 9. Dairenin dağıtılmış olmasıda görülecek davalarda bazı siyasi engellerin kaldırması sadedinde umut aşılamaktadır.
Sadece Hakların İadesi Değil, Mahpuslara İade-i İtibar Sorumlulara Gereken Ceza Verilmelidir!
Mezkûr davaları konuştuğumuzda zindandaki Yusufların affedilmesinin asla söz konusu olmadığı bir siyasi süreci de konuşuyoruz aslında. “Suç”un olmadığı yerde “af” da söz konusu edilemez. Tıpkı Hz. Yusuf örneğinde olduğu gibi “aklanma” ve iade-i itibar söz konusu edilebilir. Tabii ki tazminat ve sorumluların cezalandırılması da. Tutuklama ve sorgu aşamasında görev alanlardan işkencecilere; bu sorgu süreçlerindeki açık usulsüzlüklere itiraz etmeyen, delilsiz yargılamalar yapıp hukuksuz kararların altına imza atan yargıçlara kadar baştan sona sorumlular yargılanıp cezalandırılmalıdırlar. Bunlara masa başında irticai terör örgütü listesi hazırlayıp, yani bizatihi bu örgütleri kendileri masa başında kuranlar da örgüt varmış gibi soruşturma yürütenler de eklenmelidir. Bunun için Meclis’te bir soruşturma komisyonu kurulmasının gereği ortadadır.
Ya Râb bu uğursuz gecenin yok mu sabahı
Mahşerde mi bîçârelerin yoksa felâhı
28 Şubatçıların siyasetçisinden sendikacısına, işadamından medya patronuna, dekanından paşasına elini kolunu sallaya sallaya gezdiği bir ortamda, bunların mağdur ettiklerinin kaplumbağa hızıyla haklarına kavuşmaları bir yana; cezaevlerindekilerin bu gündeme hiç dâhil edilmemişlikleri insanların canını yakmakta, geciken adalete dair sorumlu olanların da veballerini artırmaktadır.
28 Şubat şakşakçılarının “kendi tutukluluk süreleri” üzerinden yaptıkları -haklı haksız- yaygaralarla geçen yılları ve mezkûr süreçte ülke gündemini işgal eden konularda kendi lehlerine sonuç aldıklarını görünce insan sormadan edemiyor: Hâlihazırda suçsuzlukları ispat edilmemiş olanlar sırf siyasetten medyaya örgütlü oldukları için mi haklarının iadesi söz konusu olmakta; Müslüman tutsaklar ise İslami kamuoyunun cılız çığlıkları dışındaadeta görünmez kılınmaktadır.
Hükümetin ülkede hâlâ gerektiği ölçüde muktedir olamadığı; geçmişte 2007 ve 2009, son dönemde de 7 Şubat ve 17-25 Aralık gibi kendisine dönük operasyonları binbir zorlukla atlattığı, yargı bürokrasisinin ulusalcı ya da muhafazakâr vesayet yapılarınca bugüne değin teslim alındığı gibi gerekçeler; mezkûr kesimlerin koparacağı vaveylaların siyaset üzerinde yaratacağı etkiyi elbette yok saymak mümkün değildir. Ancak malum kesimler zaten her konuda seslerini yükseltmekte, buna yönelik bahaneler bulmakta zorlanmamaktadırlar. Öte yandan kim ne tepki verirse versin, bu durum Müslüman tutsakların ve ailelerinin yıllardır yaşadıkları zulmü, acıyı, adaletsizliği görmezden gelme ya da hakettikleri adaletin ikamesini geciktirme hakkını hiç kimseye vermez. Hele ki insanlar arasında adaleti sağlamaktan sorumlu emanet ehlinin bu konudaki mazeretleri geçerli olamaz.
“…Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun…” (Nisa, 135)
“…Allah, adaletle hükmedenleri sever…" (Maide, 42)
“…Adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun…” (Maide, 8)