1980 kuşağı olarak Biz nerede doğru yaptık?

Fevzi Zülaloğlu

Biz kimiz?

Biz ile kastettiğimiz, bir grup, cemaat ya da mezhep değildir. Biz ile, 80'li yıllarda kendini aramış ve de kendini İslam'da bulmuş bir kuşağı kastediyoruz. Bu denemenin konusu, bizi biz yapan, bizi diğerlerinden ayıran Özelliklerdir. Hayat içerisinde savrulan eski kuşaklar hep "biz nerede yanlış yaptık?" sorusunu sordu. 8O'li yıllarda İslami kitle eylemleri yapacak kadar özgüvene sahip bir kuşak olarak biz nerede yanlış yaptık sorusunu kendimize sormakla haksızlık edeceğimiz kanaatindeyiz. Doğru soru şöyle olmalıdır: "Biz doğrularımızda ne kadar ısrarlı olabildik?" Veya Allah için hangi sıkıntılara katlandık, bu uğurda ömrümüzün ne kadarını harcadık? İnsanların Hz. Yunus gibi mücadele azimlerinin zaman zaman kırılması ve ümitsizliğe kapılmaları olağan bir şeydir. Fakat bu duyguların süreklilik kazanmasıyla içe kapanış, ya geçmişin özlemiyle ya da geleceğin hayaliyle avunma sonucunu doğurur. Yarının bugünden daha güzel olacağını ummak, hoş karşılanabilir. Fakat önemli olan bugün yapılması gerekenleri yarına bırakmamaktır.

70'lere doğru bu ülkede tercümelerle beslenen bir öze dönüş hareketi başlamıştı. Cumhuriyetin ilk yıllarında dinin her biçiminin yasaklanması müslümanların zihinlerinde önemli boşluklar oluşturuyordu. Seyyid Kutub, Mevdudi gibi müslüman öncülerin kendi toplumlarında yaşadıkları tecrübelerin, İslam'ı yegane üst kimlik olarak belirleme çabalarının, bu tercümeler yoluyla aktarımı önemli bir işlevi yerine getiriyordu. Yine bu müslüman öncülerin ıslahatçı selefleri İbni Teymiyye, Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh gibi imamlar da aynı yıllarda gündeme gelmiştir. Bu gündeme, genel müslüman kamuoyu Vahhabi, mezhebsiz damgası vurarak karşı çıkmıştır. Seyyid Kutub'a, Mevdudi'ye Afgant'ye sahip çıkanlar, gerçekten bu nitelemeleri hakediyor muydu? Bu ayrı bir yazının konusudur. Fakat Vahhablik, mezhepsizlik suçlamasını yapanlar 80'li yıllarda bu öncülerden yaptıkları tercümelerle rant elde etme yoluna gidebilmişlerdir. Toplumda mevcut yaşam biçimleri seçeneklerinden hiçbirine iltifat etmeyip muhafazakarlığı (atalar dinini) aşmaya çalışan insanlara, tarih boyunca yerli yersiz bir takım ön sıfatlar takılmıştır. 1979 İran İslam Devrimi ile birlikte Vahhabilik, mezhepsizlik artık ön sıfat olmaktan çıkmıştı. Dünya istikbarı emperyalist retoriği ile tek cepheli saldırılara başlamıştı. Önceleri karalamalar daha çok yerel ve içeriden tavsifler içeriyorken, artık tehlikenin, İslam'ı hayatın tüm alanlarında kurumlaştırmak gayesindeki müslümanlardan geldiği Batı sömürgeciliği tarafından fark edilmişti. Sosyalist bloğun çöküşü ve İslam Devrimi şüphesiz bu kutuplaşmayı kamçılıyordu. Bundan sonra yerel ve evrensel sömürgecilik karşısında bir duruş alma gereği hisseden genç fıtratlar, daha global iftiralara muhatap olacaklardı, özgün olmayan bu ifadelendirmelerden bazıları şunlardı: "fanatik", "fundamantalist", "radikal" vb.

Biz fanatik miydik?

Fanatik değildik ama kuşkucu, ılımlı, hoşgörülü, tarafsız da değildik. Biz inançlarımızdan kuşku duymayacak kadar emindik. İman, etimolojisinde emin olmayı zaten barındırıyordu. Tarafsız olmamız da mümkün değildi. Çünkü müslüman olmak taraf olmayı, ya Allah'ın tarafında (Hizbullah) ya da şeytanın tarafında (Hizbuşşeytan) olmayı gerektiriyordu. Hoşgörülü olmak da görece bir anlam içeriyordu. Rabbimiz sınırımızı, kafirlere karşı şedid olmak, müşriklerden beri olmak şeklinde çizdi ise, hoşgörünün nerede biteceği apaçık belliydi.

Peki biz fundamantalist miydik?

Temelleri, aslı, asla dönmeyi, öze dönüşü savunuyorduk. Ama fundamantalist değildik. Sonradan ilave edilmiş olana (bidata) bağımlı değildik. Çünkü türedi değildik. Hz. Adem'den, Hz. İbrahim'den, Hz. Muhammed'den söz ediyorduk. Özü aslına uygun bir şekilde kavrama/a çalışıyorduk. Evrensel vahyî ideallerimiz dünyanın tümünü kuşatmayı içeriyordu. Kültürel ve etnik kısıtlamalara tahammülümüz yoktu. Ne yerli ne de yabancı müşrikler tarafından İslam'ın yama olarak, ek kimlik olarak, yedek parça olarak kullanılmasına gönlümüz razı değildi. Bu bakışımızın oluşmasında, şüphesiz Seyyid Kutub'un rolü büyüktü.

Ya Radikal miydik?

Bu sıfatın tüm çağrışımlarına sahip çıkmamız mümkün değildi. Ancak şurası kesindi ki ılımlı değildik, köktenciydik. Müşriklerle uzlaşamazdık. Onlara ancak kendi hakim olduğumuz zeminde, kontrollü hayat hakkı tanıyabilirdik. Çünkü şirk ile tevhid apayrı gerçekliklerdir; yalnız birbirleriyle tenakuz edebilirler, uzlaşamazlar, birbirlerinin yerine geçemezler. Çünkü Allah Teala kafirlere itaat etmemeyi, onlardan kati bir şekilde ayrı durmayı emretmiştir. O halde düşmanda kuşku uyandırsak da kendi yolumuzda yürümeliydik.

Bütün bu isimler, cazip gelen anlamlar içerse de başkaları tarafından bize takılan sıfatlar olarak kullanmaktan hep tedirginlik duyduğumuz görece vasıfları ifade etmekteydiler. Biz Allah'ın bizim için seçtiği "Müslüman" ismini en büyük sıfat, en yüce niteleme olarak yeterli görüyorduk. Çünkü bu vasıflandırma öncekiler gibi düşmandan değil, yegane Dost'tan geliyordu.

Bu denemede 80'lerde kendi bilincine erme sürecini yaşamış, fıtratını, özünü keşfetmiş bir kuşağın yaptığı yanlışları değil, doğrulan hatırlatma çabası içerisinde olacağız.

TEVHİDİ BİLİNCE ULAŞMA SÜRECİMİZ

Kendi sorumluluğumuzu taşıma yaşına geldiğimizde, olgun bir şahsiyet geliştirebileceğimiz alanlar olarak ilk başvurduğumuz adresler, ya yüzyılların birikimiyle gelen kemikleşmiş ön kabulleri olan tarikatlardı, ya da yarım asırlık bir deneyime sahip cemaatlerdi. Bu yapılar İslam'ı çeşitli ideolojilerin yedeğine takmışlardı. Çoğunlukla sağcı, milliyetçi, mukaddesatçıydılar. Bazılarındaki ırkçı histeriler, dünyanın başka coğrafyalarındaki İslam ümmetinin kazanımlarını anlamamıza engel teşkil ediyordu. Geleneksel cemaatlerin kurumlarındaki işleyiş biçimi, "abicilik" esası üzerine kuruluyor, insan fıtratından gelen ilahi yeteneklerin ortaya çıkmasını engelleme yöntemi yaygın bir usul olarak kullanılıyordu. Efendiler ve abiler askeri bir disiplin içerisinde gizli imajlar ihsas ettirmeyi de unutmadan, haksız makamlara, haksız rütbelere kurnanda ediyorlardı. Yani buralardaki işleyiş biçimi, Komünist Parti'nin Politbüro'sundan pek farklı değildi. En çok rapor veren üssüne, ağabeyine en çok yaranabilen posta oturuyordu. Kısaca yetenek ve becerilere göre istihdam yoktu. Oysa bizim genç dimağımızın yavaş yavaş kavramaya başladığı İslam, Allah'ın izin verdiği sınırlar içerisinde mümkün olduğunca bireysel özgürlüğü gerçekleştirmeye olanak tanıyor, şûrayı, istişareyi, fıtri kabiliyetlerin bastırılmaması gerektiğini ön görüyordu.

Her şey kendi benliğimizdeki gizleri keşfetme yaşına geldiğimizde başlamıştı. İlkin, hayatın anlamıyla ilgili ipuçlarını, yavaş yavaş okumaya başladığımız kitaplarda fark ettik. Kitaplarla kurduğumuz dostluklar, bir yandan içinde bulunduğu durumdan pek rahatsız olmayan geniş yığınlardan bizi ayrıştırırken, bir yandan da rahatımızı kaçırıyordu. Okuma alışkanlığımızı geliştirmeye başladığımız ilk günlerde tanıştığımız Huzur Sokağı'ndaki huzuru daha sonra okuduğumuz hiçbir kitapta bulamıyorduk. Okudukça bilmediklerimiz artıyordu. Daha çok okuyor, daha çok bilgisizleştiğimizi hissediyorduk. Bu durum bizi rahatsız ediyordu. Öte yandan her kitaptan belleğimizde kalan bir kaç kelimelik cümleden oluşan mesajlar, ömür boyu umut olacak ideallerimizi yüreğimizde yaptığı devrimlerle ete kemiğe dönüştürüyordu.

Okuduğumuz kitaplar, zihnimizin içine doğru yumruk yumruk iniyor, düşünce dehlizlerimizde, kişisel yaşam ayrıntılarımızda, toplumsal atanda yaşayan hurafe buzullarını eriten yücelik ateşini yakıyordu. Kitaplar içimizdeki putları kıran balta, dışımızdaki putlara dikkatimizi yönelten motor güçtüler. Kitaplar benliğimizde yepyeni dünyalar kuruyordu, insanlara açmak istediğimiz. Bazı kitapların zihnimizde başlattığı yangın bir türlü dinmiyor, fırtınaların önündeki gemi gibi bizi önüne katıp sürüklüyordu. Bundan fazlaca rahatsızlık duymamak, basit algılama biçiminden uzaklaştığımız, mürekkep zihinli tarihin öncüleri arasına aday olduğumuz anlamına geliyordu. Nereye gideceği belli olmayan bir kervana katılmak, genç dimağlarımızda cazibe merkezleri oluşturuyor, bildik yaşantıların verili alanları bize hiçbir şey vadetmiyordu. Yaşanan hayatın dışına çıkmayı göze alamazsak yaşanması gerekenleri keşfetme şansını yakalayamazdık. Meraklı bir kafa yapımız, yepyeni bilgileri kazanmaya aşina bir kalbimiz olmuştu.

Yeni satın alacağımız kitaplardaki dikkat ettiğimiz nokta, bize olduğumuz yerde durmamasını öğütlemiş olmasıydı. Mevcudu korumayı öğütleyen yapıtlarla aramız hoş değildi. Okuduklarımızda orjinal, değişik, zihnimizi allak bullak edici yaklaşımlara öyle alışmıştık ki, yeni bir şey söylemeyen bir kitap rahatsızlık verirdi. Sürekli yeniliğin peşinden koşmak, yeniyi, orjinal olanı arayış, eskimeyen, pörsümeyen yeninin kenarında durana kadar sürdü. Bambaşka dünyalar özlemi çekiyorduk. Dünyanın ve yaşadığımız coğrafyanın kurtuluşu için tek atılım kaynağı olarak İslam, tüm benliğimizde bitimsiz yeni umutlar yeşertiyordu. Artık ömrümüzü, gözleri bürüyen şirk karanlığının toz dumanına rağmen, varoluşun gerçek anlamı için çarpan bir kalple bitmek tükenmek bilmeyen bir deryaya doğru hızla yol almak gerektiği ideali üzerine kuruyorduk. Geleceğe yönelik amacımız, sosyal özeleştiriyi harekete geçirmek suretiyle nefislerimizde yaptığımız ıslahı, kollektif şuurda da gerçekleştirmek olacaktı. Statükonun yaşanan çirkinlikleri, başkaldırı arzumuzu kışkırtıyordu.

Eylemlerdeki değişim ile zihinsel değişimin çoğu zaman birbirine koşut olmaması önemli bir sorundu. Bu durum zihinselleşme tehlikesini haber veriyordu. Tehlikenin üstesinden ancak vahiy ile olgular arasında sahih diyalog kurma yeteneğini kazandığımızda gelebilirdik. Düşünce ile eylem, vahiy ile olgu, bireysel varlığımızla Kur'an, toplumla ilahi esaslar arasında sağlıklı ilişki kurmayı başaramayanlar, hayatın öğütücülüğü karşısında direnemediler. Yani zihinselleştiler. Biz ise dünya üzerinde haksızlığa uğrayanların, yoksulların, acı çekenlerin, zayıfların (Kur'ani ifadeyle mustazafların) sözcüsü olmak istiyorduk.

İslami bilincimiz doğru kitaplar seçtiğimiz oranda bileniyordu. Uzun kış gecelerinde, öğrenci evlerinde gönlümüzü ısıtan umutlarımıza tercüman olan gelecek tasarımları ürettik, hem çok ilerlere dönük hem de yarın şehit olmayı hesaba katan kurgulardı bunlar.

TOPLUMLA OLAN İLİŞKİ BİÇİMİMİZ

Hatır için halktan biri gibi yaşayamayacak kadar onlardan ayrışmıştık. Çünkü halk bildiğini okuyor, aykırı doğruları kabule yanaşmıyordu. Oysa doğrular ne kadar aykırı olsalar da, onlardan yan çizmeye başladığınız an kaybolurlardı. Eğer hakikatin onurunu korumanın yolu kurutu düzene, mevcut işleyişe meydan okumak ise bu yapılmalıydı. Bir yandan dokunsan kırılası duyarlılık, çabucak incinen insanların duyarlılığı, bir yandan da emekle ulaşılan doğrulara dokunanlara, insanı saptıran şeytan ve dostlarına çok şedid, tavizsiz bir tavır arasında denge oluşturmaya çalışıyorduk. Toplumun şirki içselleştiren aldırmazlığına, kaynağı İslam olan ve ruhumuzu güzelleştiren dupduru bir hüzünle direniyorduk. Toplumun bazı bireylerini zaten köhnemiş bitki ve ağaçlara benzetirsek tebliğimize gerekli ilgiyi göstermeyenleri ölümlere terk etmeli, onlardan hicret etmeliydik. Zaten insanların çoğu cehennemlik değil miydi? (30/42-44) Bu toplumdan kopmak anlamına gelmiyordu. Yunus (a) kıssası bu konudaki kuracağımız dengelerde önümüzü aydınlatıyordu.

Toplumu derinden kavramak gerektiğini Rad Suresi 11. ayetten öğrendik. Bu kavrayış, tevhidi dönüşümün yöntemini doğru bilmek için elzemdi. Ali Şeriati'nin kitaplarından öğrendiğimiz sosyolojik kavramları Kur'an'ın doğrularıyla karşılaştırıyorduk. Topluma çürümüş, kokuşmuş değerlerinin ne kadar da işe yaramaz putlar olduğunu ilan etmek gerekiyordu. Gerekiyordu gerekmesine de çabalarımızın akamete uğramaması için doğru bir yöntem seçmeli, toplumu iyi tanımalıydık. Acaba bu tanımaya sosyoloji hizmet edebilir miydi? Bu soru birçok arkadaşımızın üniversitelerde sosyoloji bölümlerine itibar etmesini doğuruyordu.

Az hesaplı çok duygusal hareket etmek şiar haline gelmişti. Önceden hesaplı gönül almalar, gücümüze gider gururumuza dokunurdu. Bu da toplumla olan ilişkilerimizi azaltıyordu. Çünkü geniş kalabalıklar, bizi stilize etmek, kendi istediği biçimi vermek, kendi değerlerini dayatmak istiyordu. Oysa biz ne bireylerle ne de toplumla pragmatik ilişkiler kuramayacak kadar onurluyduk. Önemli olan emrolunduğu gibi dosdoğru olmaktı. Kimseyle ölçünmeye ihtiyaç duymuyorduk. Çünkü çevresindekilerden daha haklı olan bize göre tek kişilik çoğunluktu, İmanımız egemen yaşama tarzını, yaygın şirki, güncelinden hukuki temeline varıncaya kadar altüst etmeyi öngörüyordu.

Kitleler önünde büyüsel imajlarıyla hata yapmaz gözüken, otoritelerini yanılmazlık esası üzerine kuran efendilerle kapıştık. Başefendilere Allah'a eğilir gibi eğilenleri hiç affetmedik. Onlara yönelttiğimiz eleştirilerde, ne dediğimize değil, kaç yaşında olduğumuza bakıyorlardı. Kur'an'la muhatap olmak belli ellerde kalması gereken bir meşgale olarak, seçilmiş, imtiyazlı, tanrı ile iletişimli, yakazalar, ledünni ilimler sahibi olmakla övünenlerin tekeli altındaydı. Bu durumu okuduğumuz Kur'an'daki düşünen, idrak eden, eleştiren, kabul eden, şahsiyeti olan, yeryüzüne efendilik edebilecek keyfiyetteki insanlar kabullenmezlerdi. Ancak körü körüne belli odaklara itaat edip onların verdikleriyle yetinen sunulu bir yaşam tarzını evetleyen, sürü gibi, akletmeyen insanlar kabullenebilirlerdi. Kur'an'ın mesajı bu din tekellerinin elinde söndürülmüştü. Kur'an muska yazmak, cinlerle temas kurmak, karın ağrıları için okunmak, mezarlıklarda ölü sahiplerini soymak için alet ediliyordu. En çok ölülere okunan Yasin Suresi ölülerle değil dirilerle alakalı mesajlar içeriyordu (36/70). Yani Kur'an, dirilere yaşamın ölü, öldürücü karakterini diriltmek için hitap ediyordu.

Kitaplar, içimizdeki fırtınaların bazan kaynağı oluyor, bazan da fırtınalara dalga kıran olma işlevini yükleniyor, önceki bildiklerimizi huzursuz ediyor, bir soruyu cevaplarken yeni sorular üretiyordu. Artık şunu iyice anlamıştık ki kitaplarla dingin bir kafaya sahip olamayacağız. Fakat onlarsız da yapamayacağız.

GELENEKSELLİĞİ VE MODERNİZMİ AŞAN KUR'AN'A YÖNELİŞİMİZ

Kitaplarla başlayan, tek bir kitapla yetinmeyen ya da okuma biçimini Kur'an üzerine, Kur'an'ın yönlendirmesiyle yapmayanları, akranlarımız üzerinde müşahede ettiğimiz gibi, bir tehlike bekliyordu: Rölativizm. Yani hakikatin çokluğu, göreceliği ya da yokluğu.

Rölativizm, sosyal bilimlerin tuzağıydı. Allah'a güvenmeyen, insanı yanılmaz kabul eden Batı hümanizmi, tüm istekler ve arzuların meşru olduğu bir kültürü öngörüyordu. Bu kültürün sonucu olan medeniyetin bilim paradigması, muhkem olmayan, görece, eğri yollar gösteriyordu. Vahiyden bağımsızlaşan beşeri düşünce, orta yolu tutturacak dengeleri oluşturmaya güç yetirememiş, hayatı ya mistik perhizciliğe indirgemiş ruhçuluğa, ya da dünya nimetlerini ululayan materyalizm batağına saplanmıştı. Uyumcu Vahdet-i vücud ile, Allah-insan, insan-insan, insan-kainat arasında varolan ilişkiyi çatışma temeli üzerine oturtan Batılı paradigmanın gösterdiği yol, aynı yere, rölativizme çıkıyordu.

Hakikatin görece olduğu şeklindeki geleneksel formu Kur'an müslüman bireyin zihninde vahyi, hasta gönüllere can veren ışıltılar olmaktan çıkartıp bir kaç üstadın tekeline veriyordu. Bunlara göre Kur'an öyle zor, öyle anlaşılmaz bir kitaptı ki, o üstadlar bile yüzyıllardır üzerinde çalışmış, hala çözülmedik noktalar kalmıştı. Bu geleneksel düşünme biçimini aşmaya çalışan modernistler ise, Kur'an'ın anlaşılmasının önüne engel olarak çağdaş batılı bilimleri; sosyoloji, psikoloji, linguistik, hermönetik, astronomi, antropoloji vb. çıkartıyordu. Kısaca modernizm ile geleneksel bazı algılama biçimleri Kur'an'ın anlaşılmasının önüne geçme noktasında benzer açmazlara düşüyorlardı. Oysa modernistlerin başladığı nokta, geleneksel açmazları aşma çabası üzerine kurulmuştu. Ne yazık ki bu çaba Kur'an'ı eylemleştirmeyi düşünmeyen, çözümleme ile yetinen bir gayret olarak tıkanıp kaldı. Oysa Seyyid Kutup'un dediği gibi Kur'an onu yaşamaya çalışanlara kendini açardı. Demek ki Kur'an'ı sorunlarımızı çözmek için okumalıydık.

Peki sosyal bilimlerdeki ve beşeri düşünüş biçimindeki görecelik nasıl aşılabilirdi? Bu sorunun cevabı, şüphesiz göreceliğe el vermeyen, içinde muhkem nasslar bulunduran bir kitaba tam bir teslim oluş ve yönelişle olacaktı. Yani temellerimizi ilahi vahyin yol göstericiliğiyle kurmalıydık ki, hayat karşısında savrulup durmadan değişenler gibi olmayalım. Eğer İslam'ın ne olduğu, nasıl kavranması gerektiğine bu dinin sahibi olan Allah karar verme merciinde ise, neden Kur'an'ı başka kitaplardan öğreniyorduk? Kur'an'ı yine Kur'an'dan öğrenmek her şeyin çözümü olmalıydı. Tabi işimiz öyle kolay değildi. Çünkü zihinlerimizde yüzyılların sis perdeleri ile korunarak gelmiş öyle tortular vardı ki, kolay söküleceğe benzemiyordu. Kur'an önümüzdeydi. Ama ona ulaşmak için ne sultanlar devirmeli, ne bilginler aşmalı, ne badireler atlatmalıydık. Bize tarihin tüm yükleri ve yorumlarıyla gelen bir Kur'an'a muhatap kılındık. Bu muhatap oluş bile, genç yaşlarda nice İslami kimliklere bürünmüş putları ve tağutları devirmemiz için yetiyordu. Tarih içerisinde yapılan büyük yanlışları görmenin verdiği karamsarlık, güzel örnekleri gölgede dahi bırakıyordu.

Bir yandan modernizmin, diğer yandan tarih ve geleneğin getirdiği akıl ve yaşam karışıklığı içinde vahyin pırıltısını görebilen bir avuç insanın yapabileceği şey, din adına yapılan ama Kur'an'a dayanmayan her şeyi elinin tersiyle itmek veya Kur'an'la teste tabi tutmak olacaktı. Yaşadığımız sorunlara ve zihinsel meselelerimize doğrudan Kur'an'dan çözümler aramalıydık. Ali Şeriati'nin içinden çıktığı kültürün olumsuzluklarını aşmaya başladığını dillendiren Kur'an'a Bakış adlı eserinde söylediği gibi, Kur'an'ı okurken, mezhep, meşrep, mektep, sınıfsal bağlardan azade, tümüyle güvenen, teslim olan bir öğrenci gibi olmalıydık. Çünkü Allah'ı, rasülü, tevhidi, kendi gönüllerine, hiziplerine göre algılayanların gözlemlediğimiz yaşayan örnekleri, dinin akidelerini aslına yabancılaştırmışlardı. Gördük ki, Kur'an'a teslim olmuş bir öğrenci gibi yaklaştığımızda, Bakara Suresi 2. ayette bahsedilen sakınan insan karakteri gibi olduğumuzda, nefsimizdeki fücuru bastırabilirdik. Gördük ki, bizi Kur'an'dan uzak tutmak isteyenler, anlaşılmaz olduğunu iddia edenler aslında onu anlamayı hiç denememişlerdi. Gördük ki, anlamayı denediğimizde Kur'an bize afakımızda ve nefsimizdeki körleşmenin kaynağı hurafeleri yok edici, yüreklerimizde şaha kalkan sözler belletiyordu.

Kur'an bize kişisel yaşam ayrıntılarımızda bile belirleyici olmak isteyen bir dinden söz ediyordu. Zulme karşı direniş odaklan oluşturmayı, zalimlerle adalet için cihadı emrediyordu. Bu mücadelede özgüvenimizi sağlayan Rabbimizin "Müminlere şeytanın gücü yetmez" (16/99) teminatıydı. Bunun gibi ayetler insan ve cin şeytanlarının her tür saptırımına karşı tek güç kaynağımızdı.

Kur'an mücadele düzlemimizin Allah'tan yana, tağuta karşı olması gerektiğine yönelik birçok peygambere yapılan direktifi aktarıyor, dikkatimizi bu noktada toplamamızı önemsetiyordu. Bakara 256. ayette ve birçok ayette geçen TAĞUT-ALLAH çatışması, imanın zalimlerin yedeğine takılmaması gerçeğini hatırlatarak, mücadele zeminimizin Kur'an'dan söz eden ama, aslında çağdaş samiri rolünü oynayanlardan ayrı durması gerektiğine dikkatimizi yöneltiyordu.

En önemli çaba ve kaygılarımızdan biri, Kur'ani kavramların özgün haliyle hayatımızda yer bulmasına dikkat etmekti. Örneğin tağut bizden önceki nesillerde, tarihe seçmeci yaklaşmamak, Kur'an'ı bütünsel kavramamak gibi nedenlerden dolayı hayatta etkinliği olmayan bir karakter (şeytan) olarak algılanıyordu. Kur'an'ı bütüncül okumalı, dinimizin anahtar terimlerini öğrenirken kendimizi Allah'ın yönlendirmesine açık tutarak hareket eksenimizi belirlemeliydik. Şeytanın görünenlerden de (insanlardan) olabileceği gerçeğini Kur'an'ı bütünsel okuyanlar biliyorlar, bu yüzden İmam'ın, ABD'ye en büyük şeytan demesini yadırgamıyorlardı. Oysa şirkin ve zulmün dünyadaki pazarlama merkezi olan ABD'ye şeytan demek, Kur'an'dan uzaklarda dini teamüller geliştiren bazı atalar dini takipçilerini rahatsız ediyordu.

Tağutla hiçbir uzlaşmaya yanaşmama cihadımızın temellerini kurduğumuz Kur'an'a bizi yönelten iki önemli önderden söz etmemek onların üzerimizdeki emeğini inkar anlamına gelir: S. Kutub ve Mevdudi. Mevdudi'nin Dört Terim'i bizim Kur'an okumadan önceki ilk Kur'an çalışmamızdı. Seyyid Kutub'un Yoldaki İşaretler'ini okumayanlarımız ayıplanırdı. Seyyid Kutub'u okumadan önce cahil kavramı bizim için okuma yazma bilmemeyi çağrıştırırdı. Kutub'la birlikte (radiyellahu anhu) anladık ki cahil-cahiliyye, İslam'ın bütünsel karşıtı, bilgisizlik değil, bilinci körelmiş, hisleri sağırlaşmışların bilgili cehaleti idi (Bir yazarın dediği gibi enformatik cehaletti).

Kur'an'dan yaşamın, Allah'ın bizim için düzenlediği bir sınav alanı olduğunu, inancın bir sınav içerdiğini, sınavın da çok çetin olduğunu öğrendik. Hayatın içinde, merkezinde olmalı, kıyısında kalmamasını ve direnmesini bilmeliydik. Çünkü hayatın kıyısında kalarak, inzivaya çekilerek tevhidi ıslahat mümkün olamazdı. Tasavvufun bireyci ben bilincini geliştirme yöntemi, Alak, Müddessir, Müzzemmil surelerindeki apaçık tebliğ yöntemine uygun düşmüyordu. Hira'dan Mekke'ye inmeliydik. Çünkü İslam bireysel kurtuluşu değil, toplumsal kurtuluşu, kişisel sorumluluğu öngörmekteydi. Öte yandan, hayatın seyrine kendilerini kaptıran, bizden önce İslam davasına gönül vermiş müminlerin dünyevileşmiş olduklarını görmek, özenle kurduğumuz varlık alanlarımıza daha bir sıkı sarılmamızı elzem hale getiriyordu. Afakımıza dünyevi bir gözle değil, Rabbani bir gözle bakmalıydık. Bir an bulunduğumuz yerde neden bulunduğumuzu unutursak suni sorunlarla laikleşebilirdik.

Artık bizim için sağlam zemin, tek esin kaynağı sadece Kur'an'dı. Önlerine Kur'an'ı koyduğumuz" bazı insanlar "Ya sünnet?" diyordu. Oysa bizim Kur'an deyişimiz sünneti dışarıda bırakmıyordu. Kur'an'ı iyice öğrenmeliydik. Değişimin nerede duracağına karar veremeyen, tek tek doğrulardan sözeden kitapların yerine tek bir kitabı ikame etmeliydik. Çünkü beşeri düşünceler karışmış kitaplarda kaygan zeminler de vardı. Kitaplar Hakkın doğrulan yanında Allah'a mal edilen beşeri doğruları da aynı bütünlükte verebiliyorlardı.

İMANIMIZI EYLEMLEŞTİRİŞİMİZ

Geniş kitlelerin uyuşukluğuna çözüm arama çabasındaki İslami hareket diye tanımlanan oluşumlar, müslümanları bilinçlendirme bakımından dikkati hakeden, övgüye layık çalışmalar yapmıştır. Yaptığımız kitle gösterileri, tağuttan bağımsız bir güç olduğumuzun, gücümüzün yettiğince egemen şirke karşı çıkacağımızın şahitliğini gösterme biçimleriydi.

Topluma yeni, aslında bilinmesi gereken ama unutulmuş doğruları hatırlatan bir hareket, genç oluştan dolayı çocuksu, tecrübesiz, serüvenci gibi gözükebilir. Ancak doğruların ilahi kaynaklı oluşu, bireylerin özgüvenini arttırmasının yanında, onları olgunlaştırırdı da. Kendi sorumluluklarını yüklenmeye, taşımaya gücü yetmeyenlerin, bedenini dünyanın yükünü omuzlamaya teşne hissetmesi, alkışlanacak bir davranıştır. Oysa bu davranış muhafazakarlar tarafından idealistlik suçlamasıyla küçümseniyordu. Yani gençlere bile devinimi çok gören, her tür değişimi küfür olarak niteleyen, yok sayan bir kültür içerisinde yaşıyorduk. Doğrularımızı kabul edenler dahi dünyayı değiştirebilecek güçteki duyarlılığımıza üstten bakıyordu. Önümüzde olgun, dünyayı ölçüp biçmiş, sağlam, tutarlı aynı zamanda bizim devrimci coşkumuza sahip, güngörmüş, aynı davanın çilesini çekmiş önderlerin olmayışı, işimizi çok zorlaştırıyordu. Ancak 70'li yıllarda egemenlik ilişkilerine karşı İslami temelden duruşlar geliştirmiş bazı müslümanların ortaya koydukları şahitlikler önümüzü ışıtıyordu.

80'li yıllara (özellikle 1987-88 ) damgasını vuran başörtüsü mücadelesinin Cumhuriyet tarihinde benzer bir örneğine rastlamak zordur. Müslüman kadının modernizmi kabul etmeyen, geleneğin kendisini ikinci plana itiş pasifizmine de teslim olmayan taleplerinin gündeme getirildiği bu mücadele, İslam'ı hayatın her alanında kurumlaştırma cihadımızın bir sembolü haline gelmişti. Bu cihad, tağutla karşı karşıya gelmeyi zorunlu hale getiriyordu. Bu cihadı sistem yararına geçersiz kılmak için İzmir'de 35 camide kapalı devre naklen vaaz veren bir hocaefendiye göre, Allah'a isyanı emretse de bir devlete karşı gelmek müslümanların değil, çarşaf giymiş solcuların (!) işi olabilirdi. Yine bazı üstadlar (!) iffetin ilimden daha evla olduğu kıyaslamasıyla müslüman kızların eğitimini yarıda bırakmasını tavsiye ederken bir İslami direnişi akıllarının köşesinden bile geçirmiyorlardı. Fakat Kur'an'ın önderliğinde gerçekleşen başörtüsü mücadelesi, topluma gerekli mesajları vermiş, sistemi gerileten bir kazanımı, statüko yanlısı mukaddesatçılara rağmen elde etmişti. Başörtüsünün bugün sorun olmaya devam etmesinin nedeni, evrensel şirkin tipik faaliyet biçimleri olan, Allah'ın nişanelerini ya Ebrehe gibi ortadan kaldırmaya çalışmak, ya da Ebu Cehiller gibi içini boşaltarak anlamsızlaştırmak gayretleridir. Üniversitelerde eğitim hakkını ortadan kaldırmaya çalışanların, müslüman kadınların tesettürüyle mesleğini icradan alıkoymak beklenen bir şeydir. Üzücü olan ise, tesettürü yozlaştıran defileci müslüman tüccarlar (!) ile başörtüsü ayetlerini lafzen tahrif edemeyip, mana ve içeriği üzerinde oynamaya çalışan düzenin uzman din adamlarının yaptıklarıdır.

Biz modernizmi şirk bellediğimiz halde, gelenek adına bizi modernistlikle suçlayanlar, araç olarak modernitenin alternatifi (her alternatifin alternatifi olduğu şeyden izler taşıdığı unutulmaya) yeniden üretimi, bir başka versiyonu olan post modernizm söylemini kullanıyorlar. Bu ise kapitalist gelişimin bunalımını yaşayanların hippiliğe, doğu mistisizmine evrilmesi gibi yılana sarılmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Oysa yanlışlarımıza vahyi temelden eleştiriler gelseydi dikkate alırdık. Çünkü ilahi vahiydir ki, sadece o hiç bir dönemsel koşuldan etkilenmez. Konjonktöre göre hareket edenler, bir zaman önce sosyalist retorik kullanırken, şartların değişmesiyle, liberal, Gramsci markalı sivil toplumcu söylemlere iltifat edebiliyorlar. Toplumsal barışı bozan biz olmayalım suni endişesi birilerini yiyip bitiriyor, hatta bu konuda müşriklerle ortak bildiriler imzalayabiliyorlar. Sanki toplumsal uzlaşı isteyen müşrikler varmış gibi, binbir emekle kemikleşen kazanımlarımızı tehlikeye atan, müslümanların taleplerinden vazgeçmesini doğurabilecek şekilde mevsukiyeti şüpheli vesikalardan mülhem projeler üretip, birlikte yaşama formülleri üzerine nevzuhur hikayeler yazabiliyorlar.

Herkesin uzlaşı projeleriyle bizi inkar etmeye çalıştığı bir zamanda doğrularımızın hatırına, zaaflarımıza rağmen bizimle olanlar gerçek dostlardır. Şöhretini ve çevre ilişkilerini bizim kuşağımız üzerinden sağlayıp sonra da, nankörlük ederek geçmişini bir kalemde silenleri anlamamız mümkün değildir. Oysa hayatın içerisinde yaşanan kötülüklere, çirkinliklere, zulme karşı geliştirilen militanca genç coşkular, küçümsenmemeli, geliştirilmeli, olgunlaştırılmalıdır. Asla inkar edilip yok sayılmamalıdır. Yok sayma ve inkar, kazanılan mevzilerin kaybedilmesiyle sonuçlanır ve yok sayanları da içerisine alan bir tehlikenin habercisi olur. Halbuki her zamandan daha çok ihtiyacımız olan, düşmanlarımıza tehditkar bir tavırla, hiçbir şekilde erdemsiz yaşamayacağımızı ilan etme zamanıdır.

SÖZÜN ÖZÜ

Bizimkisi bir fıtrat ayaklanmasıyla içimizde saklı duran güzelliklerin açığa çıkmasına izin vermekti. Bilindiği gibi her zorlu toplumsal hareketin içerisinden savaşımı devam ettirme gücünü kendinde bulamayanlar çıkmıştır. Bu savruluşlardan ümitsizliğe kapılanlar, ya rahat bir hayatı tercih ederek her şeyi bırakıp gidebilecekler, ya da Allah'ın müminlerden yerine getirmelerini istediği sorumlulukları, uzun soluklu, geniş yürekli dostlarla beraber yerine getireceklerdir. Duyarlılıkları öldüğü için şu an ortalıkta gözükmeyenler harekete imam olmayı göze alamayanlardır. Ancak umulur ki, gerekli talepleri oluşturacak canlı şahitlikleri gördüklerinde, yaşanan geçmişteki güzelliklerden güç alarak içlerindeki Musablar'ın intifadaya, Ebu Zerler'in kıyama kalkmasına izin vereceklerdir. Bir başka gerçekliğimiz de, 80 kuşağının intifadasına katılmakla beraber zihninde o intifadayı taşımaya elverişli Kur'ani temelleri kuramayanların -maalesef- hayatın içinde eriyip gitmeleridir.

Biz, hiç ilişilmemiş tabulara dokunmaktan korkmayan cesur mübelliğ olmayı rol gereği değil, rabbani usulün icabı hayat tarzı olarak seçtik. Lideri kişi ve kurumlar, cemaatler değil, ilkeler olan bir kuşak olarak yaptığımız İslam'ın şahidi olma denemesi hem kendimizin hem de ümmetin önemli kazanımlar elde etmesi sonucunu doğurdu. Nicel olarak olgun oluşumlar geliştiremesek bile, zihni ve pratik iyileştirmelerin modeli olduğumuz inkar edilemez. Bu şahitliği devam ettirenlerimiz yeryüzünde dolaşmaya devam ettikçe müslümanlara milliyetçilik, kutsal devletçilik, İslam sosyalizmi gibi ucubeler bir üst kimlik olarak dayatılamayacaktır. Biz saf bir kimlik olarak, hiç bir eklemeye tabi tutmadan İslam'a sahip çıkacağız. Allah'ın bizim için seçtiği dini yaşamak ve yaşatmak noktasında kafamızı, yüreğimizle koyduk bu yola. Bu uğurda karşılaşacağımız tüm zorluklara tevhidi bilincimizle direnecek, hayatın kıyısında beceriksiz durmayacak, yüce ideallerle yüklü bedenimiz ve ruhumuzu İslam'ın yeşerttiği umutlarla diri tutacağız. Şehid Malcolm X'in "En iyi nasihat güzel örnek olmaktır" sözünü bir şiar olarak aklımızdan hiç çıkarmayacağız.

Büyüklerimizin ve hocalarımızın ideallerimizi alaya alıp, gençlik heyecanı olarak gören edasından nefret ettik biz. Acı çekerek de olsa, ayakları yere basmayan ama bizi ayakta tutan ütopyalarımıza kartolozların dokunmasına izin vermedik. Bazı hedeflerimizde nicel değişiklikler yapmak, vahiyle temellenmiş ilkelerimizde nitel hiçbir farklılaşmaya yol açmadı.

80 Kuşağı olarak dünyada İslam'ın yükselen değerler arasına girdiği bir dönemde gençlik heyecanlarımızı yaşadık. Ancak 68'in sosyalist, hippi, anarşist ölçüsüzlüğüne, 90'ın lümpen, liberal özelliklerine uymayan yapımızla, gelecek tasarımlarımızın geçmiş zamanlarda kalmış yitik hatıralar olarak kalmayacağına yemin ettik. Bizi bir kaşık suda boğmaya çalışanlara cihad ile direneceğiz. Muhafazakar olmayacağız, ama hiç değişmeyen yenilere sürekli sahip çıkacağız; temelini ilahi vahiyle kuramadığı için sürekli değişenlere inat.

Biz beşer icadı tanrıları reddederek, Allah'ın yanına sığınmakla özgürlüğümüzü kazandık. Zalimlerle hiçbir gayrimeşru ilişkiye girmeyeceğimiz konusunda Allah ile ahitleştik. Bu akdimizi bozmamak boynumuzun borcudur.

Vesselam...