Cumhuriyete kadar; İslam'ın bütün boyutları ile kavrandığını ve sezildiğini gösteren güçlü bir akım yoktur. Yabancı emperyalist emeller bazı tarikatlar veya mason locaları yolu ile kendi güdümlerinde İslamcı anlayışlar imal etmektedir. Ancak; yakında kurulacak olan İsrail'in hazırlıkları dolayısı ile İslam düşmanlığı gitgide daha da güçlenmekte, Yabancı güdümlü İslamcılar bile güçlerini yitirmektedir.
İkinci Dünya Savaşı'ndan ve İsrail'in kurulmasından sonra, yorgan İsrail'e gitmiştir, artık Arap ve Türk arasına ekilen düşmanlık, çıkarılan kavga, bir ölçüde bitebilir. Bunun da bir gerekçesi vardır: Stalin Rusya'sı güçlü görünmektedir. Bu Rusya da bugünkü boynu haçlı Rusya değildir. İslam ülkelerinde dini inançlar zayıflarsa, bu Rusya ile İslam ülkeleri birleşerek yine İsrail'in ve Amerikan menfaatlerinin karşısında tehlike olabilir. Bu sebeple, artık Türkiye'de 1924'ten beri Kırmızı Işık karşısında bekleyen İslamcılığa, Amerikan trafik polisinin yeşil ışık yakması zamanı gelmiştir. Ancak; artık tekrar sesini çıkarabileceği alana doğru yürüyen İslamcılık temsilcileri, mutlaka kuşa benzetilmeli, aralarına tehlikeli kimselerin karışmasına cevaz verilmemelidir. İran'daki İslamcı akımların tehlikesi yoktur, çünkü Türkiye ile İran müslümanları arasına salınan nifak öylesine güçlüdür ki, İran'dan bir etki gelmesine imkan yoktur. Mısır ve Hindistan'daki İslami akımlarda esasen başlangıçtan beri Beyaz Saray'a biat etmiş Vahhabilik etkisi altına alınır da Türkiye'deki İslamcılık ile bu akımların arasına dahi bir güvenlik tedbiri olarak bizi arkamızdan hançerleyen Araplar edebiyatı yerleştirilirse, Türkiye'de sadece altıma atlayayım, Moskova'da yine patlayayım! tarzındaki bir İslam'ın hiç bir zararı olmaz. Bu Türkiye İslamcılığı; Vahhabiler'den daha fazla Amerikan menfaatlerine hizmet edebilir. Ancak, evdeki hesap çarşıya uymamış, Türkiye'de Yeşil Işık yakılan İslamcı akım ile birlikte, Forum'a Bediiüz-Zaman Said-i Nursi de geçmiştir. Ayrıca; Menderes de aradan on yıl geçtikten sonra, artık Amerika'ya kafa tutacak şekilde uyanmıştır. Şu halde Menderes Yassıada'ya gitmeli, Said-i Nursi'nin kabri dahi yok edilmeli, Barış Gönüllüleri Türkiye'ye akın etmeli, Erhaç Hava Üssü gibi tesisler sessiz sedasız hazırlanmalı, Türkiye'deki İslamcı akımlar yeniden karantinaya alınmalıdır, İslamcılık, yeniden ve sadece komünizme karşı kullanılabildiği ölçüde işe yarayacak bir silah haline getirilmeli, bu şekilde düzenlenmelidir, İran İslam Devrimi'ne kadar bu hesap yürürlüktedir. Ancak; Beyaz Saray bu İslamı, Sovyetler'e karşı yararlı bir silah olarak görürken, İsrail ihtiyatı elden bırakmamakta, bu silahın geri tepmesini önlemek için Armegedon Savaşı kuramları üretmektedir, İran Devrimi'nden sonra hesaplar karışmıştır. Türkiye'deki İslamcılık akımları üzerinde bir de İran etkeni ortaya çıkmıştır. Oysa önceleri Şah İran-İslam sentezi yaparken, Türkiye'de de mehter takımı İslamcılığı yapılırken, böyle bir tehlike yoktu. Şiiliğin İslam'dan sapmış, Fars milliyetçiliğinin maskelenmiş bir görünümü olduğunu telkin etmek oldukça kolaydı. İran Devrimi'nden sonra Türkiye İslamcılığını tekrar zorlu biçimde karantinaya almak gerekiyordu. Ancak; bir yandan Beyaz Saray'a sadakatini isbat etmiş. Vahhabi İslamcılığını da darıltmamak gerekiyordu. 1973'de petrol istemek için Erbakan Suudi Arabistan'a gittiğinde hayal kırıklığı ile karşılaşılmış idi. Şimdi; İran Devrimi'nden sonra Rabıta ile daha sıkı ilişkilere girilebilirdi. Nasıl olsa İslam aleminin olması gereken halifesi tekti ve o da Beyaz Saray'da oturuyordu. Bir yandan Rabıta ile sıkı rabıtalar kurulurken, bir yandan da Türkiye İslamcılığı büsbütün tadından yenmez bir hale getirilebilirdi. Bunun için de, acayip bir Aydınlar Ocağı İslamcılığı ortaya çıkarıldı. Bu İslam anlayışına göre, Arap'dan ve Acem'den -manen- alacağımız hiç bir şey yoktur! Ancak, maddeten bir şey verilirse o da reddedilmez, kılıcımızın hakkıdır! Kerbala olayı Türk'ü hiç ırgalamaz, iki taraf da Arap'tır. (Şu halde niçin Bedir olayı ırgalar, o da hiç anlaşılmaz!)
Hülasa-i kelam: Emiru'l-Mü'minun Ali, Hakk'ın azalmasından korkulmaz, azalsa da çoğalacağı umulur, Hakk'ın zayıflamasından korkulur! buyuruyordu. Ülkemizde Hakk esasen güçlü olarak temsil edilmiyordu, ne var ki 1980'den sonra sayıca çoğalmış görünürken oldukça zayıflamıştır. Tek olumlu yan, Şii düşmanlığının da zayıflamış olmasıdır.
Ancak şu da unutulmamalı: Önemli olan İran taraftarlığı da değildir! Hakk'ı özlemek, Hakk'ı aramak, Hakk'ın yolunda olmaktır.
Hakk'ın güçlü olarak temsil edilebilmesi için bu yolda güçlü bir bilinçlenme ve birikim gerekir, içinde yaşadığımız özel televizyon, özel üniversite, faizsiz banka ve arsız kar döneminde, bu birikimin ümit verici belirtileri yok.
İşimiz kaldı hemân merhamet-i lem-yezele!