1838 Ticaret Anlaşmasından 1996 Gümrük Birliği'ne

Taner Bayraktar

Gümrük Birliği'nin Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kuran kadroların ekonomik, siyasal ve kültürel bir tercihi olduğu herkesçe kabul edilen ve dile getirilen bir gerçektir. Bu topraklar üzerinde yaklaşık 150 yıldır egemen olan bu tercihin sonuçları bugün çok net olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır. Fiili olarak 1959 yılında o zamanki adıyla AET'ye yapılan ilk başvuru süreci başlatmıştır. Daha sonra 1963 yılında Ankara Anlaşması imzalanmış, son olarak 1987 yılında AT'a tam üyelik başvurusu yapılmıştır. Normal süreçte Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üyeliğinin gerçekleşmesi gerekirken, AB ilk defa sadece Türkiye'ye özgü ve adına Gümrük Birliği denen, sonrasının ne olacağı pek belli olmayan, daha doğrusu AB'ne tam üyelikten hiç söz etmeyen bir anlaşmayı uygulamaya koymuştu.

150 yıldır ülkeyi yöneten Batıcı kadroların, kendilerini AB'ne almaya tenezzül etmeyen ve bir tür sömürge anlaşması niteliğinde olan GB ile yetinmelerini isteyen Batılı efendilerinin sözünü uslu bir çocuk gibi dinlemelerinin önemli sebeplerinden birisi, bu anlaşmayı imzalamazlarsa, Batı ile bütünleşememe, birleşen Avrupa'nın dışında kalma korkulan olsa gerektir. Bununla ilgili olarak 1995 yılı boyunca medyanın tren kaçıyor türündeki değerlendirmelerini örnek gösterebiliriz.

GB'nin şartlarına şöyle bir baktığımızda Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde Batıcı kadroların teşviki sonucu İngilizlerle yapılan 1838 Ticaret Anlaşması'nı bize hatırlattığını görürüz. Osmanlı İmparatorluğu ekonomisi üzerinde çok önemli sonuçlan olan bu anlaşmanın şartları şunlardır:

1-Yabancı tüccarlar, Osmanlılarla eşit duruma gelecek.

2-Dışarıdan her türlü mal ithal edilebilecek.

3-Eski kapitülasyonlar yeni ayrıcalıklarla desteklenerek yenilenecek.

4-Devletin bütün tekelleri kaldıılacak.

Bu anlaşma ile birlikte Osmanlı ekonomisi o zamanlarda sanayisi iyice gelişmiş olan Batılı devletlerin açık bir pazarı durumuna düşmüştü. Geleneksel bir yapıya sahip olan Osmanlı sanayisi Batı karşısında dayanamamış ve kısa bir süre zarfında çökme noktasına gelmişti. Bir iki örnek verecek olursak, İngiltere'nin Osmanlı ülkesine ihracatı 44 milyon Sterlin'den 92 milyon Sterlin'e çıkmış, buna mukabil Osmanlı'nın ithalatı 5,2 milyon Sterlin'den 39,4 milyon Sterlin'e yükselmiştir. Anlaşmadan 22 yıl sonra 1860'da İstanbul ve Üsküdar'da kumaşçı tezgahı 2.750'den 25'e, usta ve kalfa olarak da kumaşçı esnafı adeta yok denecek düzeye düşmüştür. Bu süreç içerisinde Osmanlı ekonomisi Batı'nın tüketim kalıpları ile ilk defa karşılaşmış ve bu kısırlaşmadan iflas ederek çıkmıştı.

Şimdi aradan 150 yıl geçtikten sonra koşulları üç aşağı beş yukarı aynı olan hatta, daha da ağır şartlar içeren bir anlaşma yine bu kadrolar tarafından büyük bir şevk ve heyecanla imzalanmıştır. İşlerine geldiği zaman "toplu iğne dahi üretemeyen bir ekonomi devraldık, oralardan buralara geldik" diyenler, bunu doğuran sebepleri gözardı ederek veya saklayarak aynı senaryoyu tekrar uygulamaya koymaya çalışmaktadırlar.

Tercihlerini Batı'dan yana koyarak Batı tipi bir sermaye sınıfı oluşturmak maksadıyla halkın sırtından kazandıklarını ona buna peşkeş çekenler, şimdi Gümrük Birliği tezgahıyla yine halkın üzerine yeni yükler getirmek istiyorlar.

Gümrük Birliği'ni kamuoyunda hararetle savunanların ileri sürdükleri gerekçelere bir bakalım. Bunlara göre Gümrük Birliği sayesinde ülke içindeki tekelci yapılar, verimsiz ve rekabete kapalı olarak çalışan üretim kalıplan Batılı ekonomilerin rekabetleri sonucunda kendilerini geliştirecek ve dünya pazarlarında kendilerine yer bulabilecekler. Halbuki TC'nin kuruluşundan bu yana ekonomik yapısına bir göz atıldığında tekelci yapıların, üretim kalıplarının bizzat devlet tarafından sermaye kesimine adeta hediye edildiği ve bu grupların özellikle semirtildiği görülmektedir. Bu sayede sermaye kesimi özellikle 1950'li yıllardan itibaren uygulanmaya başlanan ithal ikameci politikalarla halkın üzerinden büyük kârlar sağladı. Bu 1980 sonrasında da değişik şekillerde devam etti. Bu kesim her dönemde, ekonominin iflas etliği dönemlerde dahi kazançlarını katlamanın bir yolunu buldu. Şimdi aynı iktidar sahiplerinin 70 yıldan bu yana kurdukları sistemdeki ortaklarının aleyhine, onların kârlarını azaltıcı kararlar almaları akla ve mantığa aykırı bir olaydır. Çünkü aralarındaki çıkar ilişkileri aynen devam etmektedir. Gümrük Birliği sayesinde bu tekelci yapıların kırılacağını söylemek, halkı kandırmaktan başka bir şey değildir. Çünkü bu kesimler, 1980'lerin sonlarından itibaren yabancı şirketlerle yaptıkları ortaklıklar sayesinde Gümrük Birliği'nin kendileri üzerinde yapacağı etkileri en aza indirmiş bulunmaktadırlar.

Gümrük Birliği'ni savunanların bir başka önemli gerekçesi de Türkiye'nin globalleştiği ve dünyaya açıldığı masalıdır. Türkiye Gümrük Birliği sayesinde Avrupa Birliği'ne bağlanmaktadır. Bu dünyaya açılma, globalleşme değildir. Olsa olsa AB'ye açılmadır. Bu bağlanma ile birlikte diğer bölgelerden, örneğin Uzakdoğu'dan elektronik, elektro-mekanik konularında ucuz mal ithal etme olanakları Türkiye'nin elinden alınmaktadır. Türkiye'nin, dünyanın diğer devletleri ile ticari ilişkilere girmesi, tamamen AB'nin kontrolüne bırakılmıştır. Böylece Türkiye, karar mekanizmalarının hiç birinde yer almadığı AB'nin aldığı bütün kararlara uymak zorunda kalacaktır.

Gümrük Birliği sonucunda piyasadaki ithal malların ucuzlayacağına ait görüşler de pek doğru değil. Şöyle ki, lüks tüketim mallarından alınan gümrük vergileri kalkınca, kamu bunları telafi etmek için özel tüketim vergisi getirecek, bu da halk tarafından kullanılan temel ihtiyaç maddelerinin de pahalılaşması anlamına gelecektir.

Bugün herkesin kabul ettiği bir gerçek de Türkiye'de AB ülkelerinin gelişmiş ekonomileri ile rekabet edebilecek seviyede sadece tekstil sektörünün olduğudur. Buna bir kaç sektör daha ilave etsek dahi ekonominin bunu kaldıramayacağı gayet açıktır. Çünkü Türkiye ekonomisi sadece tekstilden oluşmamaktadır. Esasında bunu 1980 sonrasında uygulamaya konulan iktisadi politikaların bir sonucu olarak görmek gerekir. Dikkat ederseniz, 1980 sonrasında Türkiye'de sanayi sektörü bir tarafa itilmiş, yerine üretimle hiçbir ilişkisi olmayan hizmetler sektörü ikame edilmiştir. Yani ekonomi üretim yapmadan spekülatif kazançlarla, turizm gibi dışa bağımlı hizmet sektörleriyle geliştirilmeye çalışılmıştır. Bu ekonomik olarak bir tercihtir. Yine bu dönemde ekonominin büyük oranda yaptığı ithalatlarla Gümrük Birliği'ne doğru yol aldığını söylemek sanırım yanlış olmaz.

Kısaca ekonomik olarak baktığımızda şunu söyleyebiliriz: Gümrük Birliği Türkiye'yi AB politikalarına bağlamak demektir. AB ülkelerinin büyük oranlarda Türkiye pazarlarına hücum etmesi demektir. Burada küçük ve orta ölçekli işletmelerin bu rekabet karşısında ne olacakları sorusu çok önemlidir. Bu işletmeler yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalabilirler. Bu da işsizliğin artması ve ekonominin çökme tehlikesi ile karşı karşıya kalması demektir. Biraz daha iyimser bir gözle baktığımızda ise Avrupalı büyük sanayicilerin, kendi Ülkelerinde büyük bir maliyet getiren işçiliklerden kaçarak, aynı Uzakdoğu örneğinde olduğu gibi Türkiye'yi bir arka ülke, ikinci sınıf ülke konumuna iterek mamulleri burada üremeye karar verebileceklerini söyleyebiliriz. Bu durumda genel olarak bakıldığında ekonominin iyiye bile gittiği söylenebilir.

Ancak şu çok açık olarak görülmektedir ki, ekonominin genel olarak iyiye gideceği varsayılsa bile bu, toplumdaki sınıfların arasındaki adaletsiz gelir dağılımının çok daha fazla büyümesi demektir. Bu durumda her dönemde kârlarını katlamayı çok iyi beceren sermaye kesimi uluslararası şirketlerle yaptıkları ortaklıklar sonucu halkın sırtından para kazanmaya devam edeceklerdir. Yalnız burada gözden kaçmaması gereken bir olay, Türkiye'nin Batı'ya olan coğrafi yakınlığı nedeniyle işçilerin ve diğer çalışanların bir süre sonra gelir düzeylerinin göreceli olarak artması sonucudur. Bu Batı'nın AB ülke ekonomilerinin de bir tercihi olabilir. Çünkü Türkiye 60 milyonluk nüfusu ile onlar için iyi bir pazar konumundadır. Ve 1800'lü yılların sömürgeci mantığı ile bu ülkeye yaklaşmak onlara zarar getirebilir. Bugün sömürgeciliğin çok daha ileri aşamalarına geçilmiştir. 1980'lerdcn bu yana Batı tipi tüketim kalıplarına alıştırılan halkın üzerinden onlara mal satarak da para kazanılabilir ve sömürülebilir. Örneğin bankalardan kredi alarak adeta gelecekte kazanacağı ile bir takım tüketim mallarına sahip olma arzusunu halkın içine işlemek bu sömürgeciliğin ileri aşamalarından biri olarak gösterilebilir.

Sonuç olarak Gümrük Birliği en iyimser tahminlerle Türkiye'yi Avrupa Birliği'nin modern bir sömürgesi durumuna sokmaktadır. Bu sadece ekonomik olarak değil, siyasal açıdan da böyledir. AB Adalet Divanı'nın kararları, Türkiye tarafından uygulanmak zorundadır. Türkiye'deki sisteme egemen olan Batıcı kadro, Batılı gibi yaşayabilmek uğruna Batı'nın modern bir sömürgesi olmayı büyük bir sevk ve iştahla kabul etmiştir.

Bunu ekonomik bir olay olarak değil de, bir müslüman olarak değerlendirdiğimizde şu sonuçlara varmak mümkündür. İlk olarak söyleyebileceğimiz Gümrük Birliği'nin veya daha sonra gerçekleşeceği varsayılan Avrupa Birliği'nin bizim seçimimiz olmadığıdır. Yalnız bu süreç içerisinde oluşan şartları olumlu veya olmuşuz olarak kullanmak bizim elimizde olan bir şeydir. Bunun İçin TC ulus devletinin tebası veya AB'nin ikinci sınıf vatandaşı olmak bizim için önemli değildir. Önemli olan, Allah'ın bizden istediği şekilde çağdaş müstekbirlere karşı direnişimizi her alanda sürdürebilme bilincimizdir.