Uzatmalı esaret nihayet geçtiğimiz ay son buldu ve 12 Eylül tarihinde Metin, Mustafa ve Hasip kardeşlerimizle yeniden bir araya gelebilmenin sevincini yaşadık. Tam 15 ay süren bir ayrılıktan sonra 3 kardeşimizi sağlıklı ve moralli bir biçimde yeniden aramızda görmekten dolayı Rabbimize hamd ediyoruz.
Bir yılı aşan tutukluluk sürecini kardeşlerimiz kendi zaviyelerinden, yaşadıkları gelişmeler boyutuyla aktaracaklar elbette. Haksöz'ün bu sayısında yayınladığımız röportajın bu 3 kardeşimizle ilgili merak edilen, öğrenilmek istenen konulara ışık tutacağını sanıyoruz. Bununla birlikte sözkonusu sürecin bir de bizlerin penceresinden, dışarıdakiler açısından genel bir değerlendirmesinin yapılmasının faydalı olacağına inanıyoruz.
Sıkıntılı Bir Süreç
1 Haziran 2006 tarihinde Metin Demir'in Zaho sınır kapısında gözaltına alındığı bilgisi ulaştığında önce sıradan bir yanlışlık olduğunu düşünmüştük. Metin ile birlikte yola çıkan Mustafa ve Çelebi arkadaşlarımızla telefon temasıyla gelişmeleri izlemeye çalışırken ilk başlarda Kürt Federe Yönetimi'nin sistemi tam oturtamamış olmasından kaynaklanan bürokratik bir yanlışlıkla karşı karşıya olduğumuz tahmininde bulunuyorduk. Bu sırada gerek bölgede bulunan iki arkadaşımızın temasları vasıtasıyla, gerekse de burada KDP yönetimi nezdinde "itibar" sahibi olduğunu sandığımız çeşitli kişileri devreye sokarak Metin'in serbest bırakılmasını sağlamaya çalıştık. Gayrı resmi olarak büyütülecek bir durumun söz konusu olmadığı, "tahkikat" tamamlanır tamamlanmaz arkadaşımızın bırakılacağından kuşku duymamamız gerektiği söyleniyordu. Bu aşamada serbest bırakılması için aracılık eden kişilerin işini zorlaştırabileceği kaygısıyla Metin'in sınırda alıkonulduğu bilgisini gündemleştirmekten de kaçındık. Sustuk.
Suskunluğumuz, ta ki Metin'in gözaltına alındığını bizzat gözleriyle görmüş iki arkadaşımızın açık beyanlarına rağmen Duhok Emniyet Müdürlüğü yetkililerinin Metin Demir'in ellerinde olduğunu inkar etmelerine kadar sürdü. Korkmaya başlamıştık. Metin'in gözaltında kaybedilmesi ya da Amerikalılara teslim edilerek Guantanamo hukuksuzluğuna maruz kalması ihtimalinden ciddi biçimde endişe duyuyorduk. Riski azaltmak amacıyla konuyu kamuoyu gündemine taşımaya karar verdik. Metin'in gözaltına alınışının 7. gününde bir basın bildirisi ile ilgilileri harekete geçmeye çağırdık.
Bu sırada bir yandan KDP çevreleri üzerinde etkili olabileceğini düşündüğümüz çeşitli kişiler aracılığıyla sorunu çözmeye çalışırken, bir yandan da Dışişleri Bakanlığı'nı Kürt Federe Bölgesi yöneticileriyle irtibata geçmeye çağırdık. Aynı dönemde Ankara'daki KDP Temsilciliği'ne İLKAV ve diğer kardeş kuruluşların oluşturduğu bir heyetle ziyarette bulunduk. Ziyareti gerçekleştiren dostlarımız KDP temsilcisine ortada açık bir hukuksuzluk olduğunu, bu olumsuzluğun bir an önce giderilmesi gerektiğini bildirdiler. Ayrıca Türkiye kamuoyunda Kuzey Irak konulu hassasiyeti hatırlatarak, bu olguya katkıda bulunmayı asla istemediğimizi, bölge halkları arasında ırkçılık ve düşmanlık içeren propagandalara malzeme teşkil etmemek için konuyu gündemleştirmekten bile kaçındığımızı, sorunun bir an önce giderilmesinin kendilerinin de hayrına olacağını ifade ettiler.
Ne var ki, süreç umduğumuzdan aksi yönde gelişti ve Metin'in serbest bırakılması için bölgede bazı isimlerle görüşmek için tekrardan Kürdistan'a geçen Mustafa ve Hasip kardeşlerimiz de tutuklandılar. Aracılara yine merak edecek bir şey olmadığı, bu iki arkadaşın da bir yanlış anlama neticesinde "misafir" edildikleri söylendi. Mahiyetini bilemediğimiz ama giderek çetrefilleşen bir durum söz konusuydu.
Bu aşamadan itibaren arkadaşlarımızın yaşadığı mağduriyeti daha yoğun biçimde gündeme taşımaya karar verdik. Sonraki süreçte çeşitli etkinlikler organize ederek yaşanan hukuksuzluğu telin etmek için basın açıklamaları yaptık. Aynı şekilde irtibat içinde olduğumuz çeşitli kuruluşların farklı gündemlerle gerçekleştirdikleri eylem ve etkinliklerde de konuya dikkat çekildi. Van'dan İzmir'e, Sakarya'dan, Antalya'ya kadar pek çok ilde kardeşlerimiz Metin, Mustafa ve Hasip'in şahsında Müslümanlar arası dayanışma sorumluluğuna sahip çıktıklarını vurguladılar.
Arkadaşlarımızın hiçbir suçlama olmaksızın gözaltına alınmaları, mahkemeye çıkarılmamaları, hangi koşullarda tutulduklarını bilemeyişimiz tedirginliğimizi artırıyordu. Bu arada arkadaşlarımız hakkında gayrı resmi olarak çeşitli suç isnadlarının serdedildiğini duyuyorduk. Bunlar çoğunlukla birbiriyle çelişen, yekdiğerini nakzeden türden suç isnadlarıydı. Ama yine de içerdiği ağır iddialar ciddi biçimde endişelenmemize neden oluyordu.
Durumun vahametini ortaya koyan bir gösterge de Mustafa ve Hasip ile birlikte 2 kişinin daha gözaltına alınmalarıydı. Hiçbir bağlantıları, suçlanmalarını gerektirecek en küçük bir şüpheli konumları olmamasına rağmen Diyarbakırlı bir işadamı olan Mehmet Zahit Platin'in ve Erbilli bir taksi sürücüsünün de arkadaşlarımızla birlikte aylarca zindana tıkılmaları bölgede hukuksuzluk ve paranoya halinin hangi boyutlarda seyrettiğine ilişkin bir fikir vermekteydi. Irak Kürdistanı'nda müteahhitlik yapmakta olan Zahit Platin hemşehrisi iki kişiyle birlikte Türkiye'ye dönmek "suç"undan dolayı tam 15 ay zindanda kaldı. Suçu bu kişileri sınıra kadar arabasıyla götürmek olan taksicinin masumiyetini ispatlaması ise ancak dört buçuk ayda gerçekleşecekti.
Rehine Muamelesi
Yaşanan hukuksuzluğu gündemleştirmeye yönelik çabalarımız sürdü ama konunun nevi şahsına münhasır niteliği yüzünden sonuç elde etmek mümkün olamadı. KDP ile irtibatı bulunan kişilerin pek çoğu "siyasi" nitelikli konularda özel hukuklarının bir işe yaramadığını itiraf ederken, bu arada bize sabretmeyi, acele etmemeyi ve Kürt yönetimini kızdıracak söz ve eylemlerde bulunmamayı telkin etmekten de geri kalmıyorlardı. Konuyla ilgili medyaya yansıyan sözlerimizin, eylemlerimizin, hatta dergimizin web sayfasına yazılan yorumların dahi karşı taraf nezdinde arkadaşlarımız aleyhine algılanabileceği kimi zaman münasip bir lisanla, bazense açıkça tehditkar bir üslupla hatırlatılıyordu.
Çarpıcı bir durumla karşı karşıyaydık. Arkadaşlarımızın suçlanmasını gerektirecek herhangi bir durum yoktu ama bizim tutumumuz böyle bir sonuç doğurabilirdi! Söylenenlerden adeta arkadaşlarımızın rehine muamelesi gördükleri kanaatine ulaşmıştık. Bu uyarıların gerçeği ne ölçüde yansıttığını bilememekle beraber iletilenlerden tam bir hukuksuzluk ve ilkellikle yüz yüze olunduğu sonucunu çıkartmak yanlış sayılmazdı.
Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla gerçekleştirilmek istenen çabalar TC ile Kürdistan bölge yönetimi arasındaki soğukluk dolayısıyla uzadı da uzadı. Dışişleri nezdinde devreye giren bazı isimlerin konuya sıcak yaklaşımları ve İslami bir hassasiyetle sorunu sahiplenip çaba sarfetmelerine rağmen arkadaşlarımızın mağduriyeti bürokrasi koridorlarının ses geçirmeyen duvarlarını bir türlü aşamadı. Dışişleri bürokratları sorunu yazışmalar yoluyla ve gayet "soğukkanlı" bir tarzda takip etmeyi sürdürdüler. Daha ilk ay içinde gündeme gelen Erbil'e resmi bir heyet gönderme kararı bir türlü fiiliyata aktarılamadı. "Kuzey Irak" konusu TC dış siyaseti açısından son derece hassas ve üstelik Genelkurmay'ın ve medyanın da yakın takibindeki bir konuydu. Öte yandan mağdur olan kişilerin Özgür-Der gibi İslami kimlikli bir kuruluş mensupları olmalarının, dolayısıyla TC devleti nezdinde "şüpheli" bir konum arzetmelerinin de sorunun çözümü noktasında istenilen düzey ve yoğunlukta bir çaba ortaya konulmamasında etkili olduğu söylenebilir.
Buna karşın yakın çevremizde 3 kardeşimizle ilgili olarak dayanışma duygusunun güçlü bir biçimde tezahür ettiğini müşahede ettik. Bu itibarla her ne kadar üzülmemize, canımızın sıkılmasına neden olsa da yaşananların aynı zamanda kardeşlik bilincimizin pekişmesine vesile olduğunu da hatırlatmak uygun olacaktır. Yine bu vesileyle arkadaşlarımızın serbest bırakılmaları için yoğun çaba sarfeden, mesaisinin önemli bir bölümünü bu işe ayıran Haşim Haşimi'ye gayretlerinden ötürü ayrıca teşekkürlerimizi ve minnettarlığımızı ifade etmek isteriz.
Kabul etmek gerekir ki, "İslami" basının ve gönüllü kuruluşların sınırlı bir ilgi gösterdiği soruna ilişkin olarak etkili bir kampanya yürütemedik. Bilinen bir husus olarak, Müslümanlar sözkonusu olduğunda insan hakları ihlallerinin medyada o kadar da ilgi uyandırmadığı gerçeği bir kere daha görülüyordu. Bununla birlikte gerek konunun farklı boyutlarda istismar edilebileceği ve TC siyasetine malzeme teşkil edebileceği endişesi ve gerekse de arkadaşlarımızı tutsak eden zihniyetin hukuk tanımazlığı çabalarımızı ister istemez düşük yoğunluklu tutmamızı da getiriyordu.
Zulmün Sözcülüğüne Soyunmak
Öte yandan dikkat çekici bir gelişme de KDP ve Barzani sempatizanı bazı kişi ve çevrelerin yaşadığımız bu sorun karşısında takındıkları çirkin tutum oldu. Neredeyse mağdur edilmeleri dolayısıyla gündem oluşturdukları için arkadaşlarımız adına özür dilememiz beklenir oldu! Ne olursa olsun durumdan şikayet etmemeli, Barzani Hazretlerinin hakkımızda vereceği hükmü gönül rahatlığıyla kabullenmeliydik!
Önce arkadaşlarımızın akibetine ilişkin olarak endişe ettiğimiz ve dolayısıyla "Barzani'nin adaleti"ne güvenmediğimiz için yanlış yapmıştık. Bilahare durumdan şikayet etmeye başlayarak Kürt devleti aleyhine propaganda suçuna iştirak etmekten dolayı suç işlemiştik. Ve devamında ise zaten arkadaşlarımız hakkında ajanlıktan teröristliğe kadar bir dizi suçlama ortalığa saçıldı. Kürt otoritesinin yanlış yapması beklenemeyeceğine göre, masum olduğunu iddia eden 3 kişinin yalan söylediği sonucuna varmak elbette Kürdistan'ın âli menfaatlerine daha uygundu!
Bu süreçte sadece Irak Kürdistanı'nda tutsak edilen 3 arkadaşımızla sınırlı kalmayan, Özgür-Der'in kurumsal kimliğini de hedef alan bir iftira kampanyasına da şahit olduk. Özgür-Der'in anti-emperyalist kimliği bu müfterilerce Kürt halkının özgürlüğüne karşıtlık şeklinde sunuldu. Aynı şekilde TC sistemine ve ideolojisine açık ve net bir muhalif tavrı yıllardır herkesin görebileceği tarzda seslendiren, gösteren Özgür-Der Türk devletine hizmet etmekle itham edildi.
Oysa her vesileyle Kürt halkının zulme maruz kalmış bir halk olduğunu ve özgürlüğü önünde engel oluşturan her türlü ırkçı, asimilasyoncu, tahakkümcü dayatmalara karşı olduğumuzu vurgulamıştık. Aynı şekilde her halkın kendi geleceği hakkında karar verme hakkı bulunması gerektiğini defalarca dile getirmiştik. Ne var ki, gerek Kürt halkının, gerekse de Ortadoğu'nun diğer halklarının, ulusal devletler oluşturmak suretiyle özgürleşemeyeceğine inandığımızı da sürekli hatırlatmıştık. Ortadoğu'da çözümün dayatma olmaksızın, gönüllülük esasıyla bir araya gelmekten geçtiğine inanıyoruz. Müslüman halkların ulus devletler hapishanesine mahkum olmadığını, adalet ve kardeşlik temelinde bir büyük birlik oluşturmaları gerektiğini savunuyoruz. Her ne kadar bugünden bakıldığında ütopik görünse de Ümmet kimliğini öne çıkartan çözümü zorlamanın hem hayırlı bir uğraş, hem de ulusalcılık temelinde bölünme ve ayrışmalarla ortaya çıkan ağır maliyete nazaran çok daha kolay olacağını savunuyoruz.
Ne yazık ki, Ortadoğu'da yüz yüze olduğumuz siyasal sorunlara İslam kardeşliği ve adalet ekseninde değil de, milliyetçiliğin dar penceresinden bakmaya şartlanmış bir kafa yapısının bu yaklaşımımızı anlaması mümkün değildi. Bu noktada Barzani'nin temsil ettiği ulusal kimliğin ve emperyalist işgalcilerle işbirliğinin reddini bu zihniyet mensupları büyük bir çarpıtmayla Kürt halkının haklı davasının inkarı şeklinde sunmaktan çekinmediler. Dolayısıyla böylesi büyük bir haksızlığın savunucusu olan bir çizginin takipçileri, temsilcileri olmaları hasebiyle bu 3 arkadaşımızın maruz kaldıkları olumsuz duruma gerekçe bulmakta pek de zorlanmadılar.
Sayıları ve etkileri çok az da olsa "Müslümanım" diyen birilerinin adeta koşulsuz bir teslimiyetle arkadaşlarımızın mağduriyetini kamufle etmeye ve zulmü meşrulaştırmaya yönelik bu tarz çabalar içerisine girmeleri çarpıcıydı. "Zor zahmet bir devletimiz oldu, ne pahasına olursa olsun onu korumalı, yıpratılmasına yönelik tutumlara karşı tavır almalıyız" mantığına dayanan bu yaklaşım aslında yabancısı olduğumuz bir tutum değildi. On yıllardır "son bağımsız Türk devleti"ni koruma ve kollama adına her türlü baskıyı, zulmü, gerektiğinde işkenceyi, katliamı meşru gören zihniyetin bir benzeriydi söz konusu olan. Ve aynı sefil mantığın bir uzantısıydı. Zulmü ve haksızlığı görmezden gelen, reddedilemeyecek boyuta geldiğinde ise "münferit vakalar" şeklinde geçiştiren bu mantık özünde milliyetçiliğin körleştirici, dumura uğratıcı niteliğini bir kere daha gözler önüne seriyordu.
İşbirlikçilik En Koyu Köleliktir!
Tutsaklıkları süresince arkadaşlarımızın bizzat yaşadıkları ve aynı cezaevlerinde başka Müslümanların maruz kaldıkları zalimliklere ilişkin şahitlikleri görmezden gelinebilecek şeyler değildir. Üstelik bu zulümler on yıllarca her türlü ırkçı, faşizan zulümlere maruz kalmış bir halkın temsilcisi olma iddiasındaki güçlerce işleniyorsa ortada çok daha vahim bir durum var demektir. Durumu Hasip Yokuş kardeşimizin "Azad Kürdistan'ın öncelikle zalim yöneticilerinden azad edilmeye ihtiyacı var" şeklindeki ifadesinin gayet net biçimde özetlediğini düşünüyoruz.
Şüphesiz Irak Kürdistanı'nın iddia edildiği gibi bir azadlık bölgesi olmadığını yeni öğrenmedik. Dolayısıyla konuyu "işkence yaygın mı, münferid mi" bazında tartışmanın da bir yararı yok aslında. Bizzat yaşadığımız, taraf olduğumuz bir zulmün yukarıda değinilen biçimde meşrulaştırılmaya çalışılmasının asap bozucu bir niteliği var elbette. Ama şunun net biçimde anlaşılması gerekir ki, sorun Irak Kürdistanı'nda inşa edilen sistemin zulme yatkınlığı, insan hakları ihlallerini sistematik hale getirmesi ve hukuksuzluğu içselleştirmesinden kaynaklanmıyor. Sorunun özünde işbirlikçilik yatmakta. Emperyalizmin taşeronluğunun benimsenmesidir asıl sorun. Bu tarz bir çizgiyi benimseyen bir oluşumun zulmetmesinden, vahşileşmesinden daha doğal bir şey olamaz.
Bu yüzden bizim itirazımız 3 arkadaşımızın ve de sayısız Müslümanın baskı, işkence, zulüm görmesi temelinde şekillenmemektedir. Bu olgu olsa olsa işbirlikçilerin kaçınılmaz kimliğinin ve icraatlarının bir kere daha gözler önüne serilmesi, teyidi sayılabilir. Amerikan işgal kuvvetleriyle birlikte İslami güçlere karşı savaşan, kanlı operasyonlara girişen, katliamlara katılan ve bu temelde bir ulusal devlet inşasına girişen bir gücün, zihniyetin, oluşumun zaten tepeden tırnağa zulme batmış olduğu tartışma götürmez.
Emperyalizmin yedeğinde Müslüman halklar üzerinde otorite tesisine yönelen Batıcı, laik, milliyetçi kadroların ne bölge halklarına ne de insanlığa sunabilecekleri bir şey yoktur. Yaşadığımız ülkede on yıllardır İslami kimliği bastırmaya ve Müslümanları dönüştürmeye yönelik olarak uygulanan sistematik baskı ve zulüm politikaları tahakküm ettikleri halka sözde azaldık vaad eden işbirlikçi kadroların yapıp edeceklerinin yol haritası olarak okunmalıdır. Hedef ifsaddan, pislikten hep birlikte kurtulmaya çalışmak, Rabbimizin bizler için seçip beğendiği kimliğe sımsıkı sarılmak olmalıdır. Birileri illa "biz de biraz kirlenelim, bizim de kendi adımıza ifsad kurumlarımız ve mekanizmalarımız olsun" diye ısrar edecekse onlara da ateş azabını hatırlatmaktan başka bize düşen bir sorumluluk yoktur.