Türkiye’de siyasetin vazgeçilmez retoriklerinden olan “Bu seçimler çok önemli!” sözü, AK Partili yıllarda 2007’den itibaren özellikle de 2010 sonrası seçimleri için çok daha fazla kullanılmaya başlandı. Seküler kimlik ve milliyetçi patlamanın yaşandığı 7 Haziran ve akabinde bu süreci kısmen telafi eden 1 Kasım 2015 seçimleri, 16 Nisan 2017’deki referandum ve 2018 genel seçimleri önem kelimesinin yanına kritik kavramının da eklenmesini beraberinde getirdi. Hoş, vakıa da siyasal-sosyal açıdan hem önemi hem de kritiği doğrular nitelikte. Nitekim Türkiye’deki siyasi tarih bakımından sembolik anlamı bulunan 14 Mayıs’taki seçimler de bu gerçeklik çerçevesinde yapılacak. Seçimlerin siyasal-sosyal sonuçları içeride, dışarıda en genelde Müslümanları doğrudan ilgilendirmekte. Hakeza seçimlerin bir başka sonucu ise ideolojik-politik dolayısıyla kimlik düzlemindeki yansımalarıdır.
Modern bir gerçeklik mahiyetindeki siyasal yapının temel unsuru olarak inşa edilmiş seçim olayına günümüz Müslümanının hangi usul ya da perspektifle bakması gerektiğiyle ilgili ciddi zaafın olduğunu en başta ifade etmekte fayda var. Örneğin liberal, sol ya da milliyetçi paradigma ile siyaset bilimi arasındaki ilişki gibi Müslümanların sahip olması gereken kimlik düzleminde çerçevesi çizilmiş bir usulleri bulunmamakta. ‘Devrimci’, ‘radikal’ vb. sıfatlar etrafında örülmeye çalışılan perspektif de bunu yansıtmaktan uzak olduğu gibi ‘hilafet’ ya da ‘tevhidi’ söylemler de benzer özellik taşımakta. Öykünmeci, gerçeklikten uzak, toplumsal ıslah, değişim, dönüşüm dinamikleriyle bağı zayıf, modern devlet, siyasal olay takip ve bilgisi daha da zayıf hâli pürmelal geçmişe göre iyileşmeler gösterse de hâlâ ciddi bir problem olarak önümüzde durmakta.
Hırs ve Öfke ile Belirlenen Yeni Güzergâhlar
14 Mayıs seçimlerini farklı kılan en önemli husus ise dindar camia içinden bazı parti ve şahısların CHP ve onun liderini iktidara getirme çabasıdır. Hemen belirtmek gerekirse herhangi bir parti ya da liderden söz etmiyoruz. Laik-Kemalist sistemin kurucu ve korucu partisinden bahsediyoruz. O hâlde şunu sorarak ilerleyelim: Bir zamanlar gerek siyasi gerekse bürokratik bakımdan AK Parti hükûmetlerinde görev üstlenen bu insanları yahut onun karşısında konumlanan 1996’daki kısmi hükûmet tecrübesine atıf yapmanın ötesinde bir teklifi bulunmayan milli görüşün yaşlılar kulübünü andıran partisini aynı zeminde buluşturarak karşı tarafa iten temel dinamik ne? Bunun kısa ve tek cevabı var: Erdoğan’ı devirmek. Sorarak ilerlemeye devam edelim: Büyük bir kısmı propaganda, az bir kısmı ise bir gerçeklik olarak önümüzde duran tablo nasıl meydana geldi, haklı gerekçeler var mı, yaptıkları işin nasıl algılandığına dair kaygıları var mı?
Açıkçası Erdoğan nefreti bahsettiğimiz huzursuz muhaliflerin genelinde söz konusu muhasebeyi yapmalarına engel teşkil ediyor. Öfke, hırs, hınç, kibir ve kin temelinde yapılandırılmış fakat liyakat kisvesine büründürülmüş siyasal duruşu meşrulaştırmak için teorik, pratik farklı birçok gerekçe de öne çıkarılmıyor değil. 20 yıllık iktidar yıpranmışlığı ve özellikle de 15 Temmuz sonrasındaki hukuksuzluklar, ekonomideki, günlük hayattaki yaşanan olumsuzluklar ve de 16 Nisan referandumu ile hayata geçirilen cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemine dönük tenkitler bu bağlamda öne çıkmakta. Lakin bütün gerekçeler bu unsurların katkısıyla Erdoğan’ın devrilecek olma ihtimalinin içeride, dışarıda en genelde ümmet-i Muhammed nezdinde müsebbiplerin tavrının ‘ihanet’ şeklinde algılandığı gerçeğini değiştirmiyor.
Genel anlamda dindar çevreler haksızlıklar ve usulsüzlükler düzleminde ortaya çıkan görüntülerden rahatsızlıklarını gündeme taşıma noktasında zayıf olsalar da dar mahfillerde herkes tepkisini ortaya koymakta. Söylentiler bir yana herkes her şeyin farkında. Peki, nasıl oluyor da hâlâ iktidarı destekliyorlar ve iktidarın değişme ihtimalinden derin endişe duyuyorlar?
Bunun temel sebebini Osmanlı’nın çöküş sürecinden bugüne, örneğin 200 yıllık siyasi tarih göz önüne alındığında, muhafazakârların çok sevdiği ‘ulu hakan’ da dâhil olmak üzere, dinî aidiyet ve bunu hayatına yansıtma, siyasal-sosyal iktidar politikalarına referans kılma noktasında öncekilerden fersah fersah önde karizmatik bir liderliğin varlığında aramak mantıklı olur. Erdoğan’ın hassasiyetle bunun kavgasını vermesi kendisine bakış açısını da çok farklı kılmakta. Müslümanların içeride, dışarıda birkaç asırlık yaşadığı derin travmaları göz önünde bulundurmadan yapılacak siyasi tahliller ve akabinde ortaya konan tavırlar onun için ofsayta düşmekte.
Çürümüş Olan Gerçekte Ne?
Muhalefet bloğuna geçenlerin gerekçeler faslına geldiğimizde dile getirilen ilk madde felaket bir Türkiye tablosudur. Çürümüş, bitmiş, yanmış, iflas etmiş bir ülkeyi kurtarmak için “Yetişin ey ehli vatan!” nidasıyla baş kurtarıcı CHP rehberliğinde halaskâr-ı vatan kuvvetlerine yazılmış durumdalar. Ekonomi desen memleket yetmiş sente muhtaç, hukuk dersen 12 Eylül darbesi günlerinden bile kötü, yolsuzluk ise rüşvet vermeden selam dahi almıyorlar. Oysa bıkmadan, usanmadan Tevfik Fikret’in “Han-ı Yağma” şiirini hatırlatırcasına çizilen bu tablo gerçeği yansıtmadığı için inandırıcı olmamakta. Sorunları, hataları, haksızlık ve yolsuzluklar çerçevesinde birtakım uygulamaları gündeme getirip itiraz etmek gereklidir ve ayrıdır fakat inandırıcılığı ortadan kaldıracak yanlış söylem ve duruşlara girmek bambaşka bir şeydir.
Örneğin, Haksöz, 15 Temmuz darbesinin ilk günlerinden itibaren gündem sayfasında, siyasi analiz/yorum yazılarında ve haber sitesinde ısrarlı haberleriyle Fethullahçılarla mücadele adı altında yapılan yanlışlıklara, haksızlık ve hukuksuzluklara sürekli dikkat çekti. Ama önemli olan şu ki bunu darbe ve son kertede yanlış siyasal mücadele yürüten bir örgüt gerçeğini ıskalamadan yapmaya çalıştı.
Haksızlık ve zulüm söz konusu olduğunda yapanın kim olduğuna bakmadan yapılanın zulüm olduğunu söylemek gerekiyor. Bu olgunun farklı siyasal zeminlere taşınması ise zulüm gerçeğinden başka bir duruma işaret etmekte. Özellikle müntesiplerinin neler yaşadığı çok da fazla umurlarında olmadan, insafsız bir şekilde sadece örgütsel tavra kilitlenen Fethullahçılar olayında bu durumu görmek mümkün. Açık darbe gerçeğini bile insanların aklıyla alay edercesine inkâr eden, örgütsel kadroları ve yazarları eliyle sistematik olarak olayları çarpıtan, açık bir şekilde yalan söyleyen, her türlü düşman unsurla rahat bir şekilde ittifak kuran ve zahiren onlar gibi olan örgütsel gerçeklik daha bir dikkatli olmayı gerektiriyor.
Herkesin bildiği 7 Şubat tarihli MİT operasyonu, 17-25 Aralık, Gezi, MİT tırları olaylarıyla 15 Temmuz darbe girişimi hadiseleri başta olmak üzere sürecin sağlıksız yürümesinde etkili olan unsurları görmeden tek boyutlu değerlendirme yapmak vakayı doğru analiz imkânı vermemekte. Nitekim Kitab-ı Kerim mümin feraset ve basiretini inşa ederken bu durumu bizlere “Fitne kıtalden beterdir!” uyarısı çerçevesinde bildirmektedir.
Yeni Kimlik: Kimliksizlik
Erdoğan ve AK Parti iktidarından rahatsız olan dindar camia orjinli muhalif unsurların bir kısmı bağımsız bir duruşla hani o çok sevilen tabirle ‘üçüncü yol’u açacak bir perspektifle siyaset yapmayı tercih etmediler. İktidara gelip gelmeme meselesinden ayrı olarak, itiraz ve muhalefet kadar ahlaki, siyasi ve ilkesel meşruiyete de önem vererek bir örneklik ortaya koymak yerine Türkiye’de sıklıkla karşılaştığımız oportünist tavra sarılarak ‘büyük alternatif’ CHP’nin arkasında hizalandılar. İhtimal seçenekleri arasında yer alan CHP iktidarından geride kalmamayı ‘mantıklı’ bir yol olarak görmenin arkasındaki temel dinamiğin; hırs, makam ve iktidar tutkusu olduğunu da görmek istemediler. Seçilen yeni yol ve yoldaşların gayrimeşruluğunu belirleyen “kimlik, ideolojik duruş, tarihsel süreç, yaşanmışlık” ise takılıp kalınan, bagaj malzemesi kısacası ayak bağları hatta ‘yanlış bilinç’ olarak nitelendi bu çevre tarafından.
Kılıçdaroğlu ve CHP iktidarını bir Müslümanın desteklemesini sağlamak için hadiseyi dinî ya da ideolojik çerçevede değerlendirmemek gerektiği noktasındaki gayretleri, bunları açık açık yazmaları sapmanın boyutunu göstermesi açısından önemli. Mevcut iktidarın oluşturduğu düzlemi ‘anormal’ olarak tanımlayıp bunu kırılması gereken bir buzdağı mahiyetinde gören; akabinde gelecek Kılıçdaroğlu ve CHP iktidarında ise normalleşme ve istikrarın sağlanacağını iddia eden zihnin hassasiyet ve önceliklerinde sapma meydana gelmiş demektir. Yerel iktidar boyutunu da aşkın olan içinde yaşadığımız hegemonik sürecin dayattığı söylemlere teslim olmuş bir şekilde kimlik ve ilkelerle bağlantılı bir kısım hassasiyetlerden bahsedenlere ‘zamanın ruhu’nun tercih edilmesi önerilmekte. Modern paradigmanın hâkim olduğu süreçten itibaren sihirli formül işlemekte. Müslümanlar değişmesi gereken ve zamanın ruhuna kendilerini teslim etmeleri gerekenler olarak görüldü hep.
Romantik Herder’in tanımladığı zamanın ruhu kavramı; bir döneme hâkim olan düşünme ve hissetme tarzını, zihniyetini anlatırken kolektif şuura ve şuur dışına yayılabilen bir ruhsal iklime işaret eder. Zamanın mahiyetini tayin eden bir tinsel gücün varlığı anlamında ‘zeitgeist’… Ama Herder der ki: “Bilgenin itinalı emin eli, doğru zamanlamayla zamanın ruhuna yön verebilir ama ilke olarak ona teslim olmalıdır.”
Müslüman ‘Zamanın Ruhuna’ Teslim Olan Değil İsyan Edendir!
Oysa İslam’ın, nübüvvet çizgisinin tarihi zamanın ruhuna ters bakmanın geleneğidir. Zamanın ruhuna değil zamanın da sahibi olan Kudret-i İlahiye’ye sadakatle hayatı anlamlandırırken zaman mefhumu da içinde bir güç, ruh taşıma özelliğinden yalıtılarak asli yerine konulur.
Özünde dünyevileşme, konformizm içeren zamanın ruhu kavramına esaslı müdahaleyi yapan Hegel ise diyalektik mantığa zaman boyutunu katarak zeitgeist ile tarihi görünmez bir ruhun inşa ettiğini savundu. Ve ondan sonra siyasetçiler, sosyal bilimciler, aydın tabakası vs. neredeyse herkes bu kavramın büyülü ve çekici dünyasına atıfta bulunmaya başladı. Ona karşı gelmek aynı zamanda ‘akıldışı’ bir tutum olarak tanımlanırken onun karşısında akan suların durduğu belirtilir. Felsefi arka plandan beslenen bir kavram olmasına rağmen siyaset bağlamında epey kullanışlı bir aparat olan zamanın ruhu; karşısındaki kişideki yerleşik inanç, kimlik, bilgi ve düşünce atmosferini gayrimeşru ilan ederek ‘yeni bir ortamın’, düzlemin varlığına duyulması gereken inanç ve bu teslimiyetin bizatihi kendisinin meşru olduğunu vazeder.
Gerçeklikler dünyasında kendisine korunaklı bir yer bulmaya çalışan kişi zamanın ruhuna göre şekillenmiş paradigmanın zihinsel, mantıksal düzeneklerinin nasıl inşa edildiğine takılmadan hazır bir şekilde kendini ikna edilmiş bulur. Dahası bu paradigmanın dünyasında nefes alabilmesi için teslim olması gerekir. Bilgi sistematiği ve zihin dünyası bu dünyaya uygun bir şekilde yeniden yapılanırken siyasal-sosyal-kültürel düzlemin akışı sorgulamaya ihtiyaç duyulmaksızın makul bir süreç olarak kabul edilir. Çağlara hükmeden bir mutlak ruh-geist olduğunu söyleyen Hegel, kurduğu tin-tarih ilişkisi ve diyalektik sistemindeki bütünsellik düşüncesiyle birlikte egemen ruhun her yerde görülebileceğini, bu ruhun her tarihsel dönüşüm noktasında, bir kişide cismanileştiğini söyler. Bu bir zaman İsa, bir zaman Platon, bir zaman Aristo ve bir zaman da Sezar sonrasında Napolyon olur ve en sonunda da Hegel’in kendisidir artık. Ona göre “Yüksek geneli kavrayan, onu kendilerine amaç yapan, tinin daha yüksek kavramına karşılık gelen ereği gerçekleştirenler dünya tarihindeki büyük adamlardır.”
Post-modern süreçle birlikte bu ‘kahramanlar’ merkezli açıklama biçimi büyük eleştiriler alarak kimlik, kültür, özgürlük, ahlak, adalet, tarih düzlemi güya belirsiz, soft, melez, akışkan, kimliksiz, ideolojisiz bir şekilde yeniden tanımlanıyor, tanzim ediliyor. Ve tam bir entelektüel kolpacılıkla âdeta fabrika üretimi giysi standardı gibi ‘y kuşağı’, modası geçtiğinde ‘z kuşağı’ etiketleriyle “Gençlik sizin gibi düşünmüyor!” “Artık bu düşüncelere inanmıyor!” mottolarıyla kafa kola alınır. Vurgulamaya çalıştığımız noktalar Türkiye’de hem iktidardakiler için geçerli hem de muhalefet için. Ama Millet İttifakı olarak isimlendirilen blok daha bir iştiyak ve bilinç içerisinde bu olumsuz süreci taşımaya çalışmakta elbette. Dindarları Kılıçdaroğlu ve CHP’ye oy vermeye ikna ederken kullandıkları temel paradigma bu eksene dayanmakta. Post-modern sorumsuzluk, vurdumduymazlık, gevşeklik, umursamazlıkla siyasetin din değil uzlaşı ve çözüm arayışı alanı olduğu iddia edilir.
Siyasal Kolpaçinolar Bekri Mustafa’ya Rahmet Okutup İmam Olurken
Oysa bir Müslümanın dinden bağımsız hiçbir ‘alan’ın olmayacağı gerçeğini içselleştirmiş olduğu noktadan üç günlük dünya zevkleri için vazgeçmesi üzüntü vericidir. Tam anlamıyla mistifikasyon yöntemiyle dindarların hassasiyetleri aşağılanarak “ideolojik ya da dinî-itikadi zannedilen pek çok tercihin aslında ezberleri, önyargıları, kaçışları, konforları, tutarsızlıkları ve sürüden kopma korkusunu içinde barındırdığı” iddia edilir. Soğuk Savaş dönemi milliyetçilerinin liberal diskuru keşfedenlerinin ve İslami hareketler konusunda daima eleştirel olanların niçin kararsız mecralarının akil adamı olduğunu bu çerçevede tekrar düşünmekte fayda var. Hâlbuki ideolojisiz, renksiz, kimliksiz, önyargısız, nötr, değerden bağımsız ama kendinden menkul erdemli, hoş, güzel vasatın bizatihi kendisi aldatıcıdır, ideolojiktir, kimlikseldir, ideoloji yüklüdür. Nitekim sol teorisyenlerin inşa etmeye çalıştığı iktidar olmadan dünyayı değiştirmek, medenileşme stratejileri, çokluk yahut müşterekleşme kavramlarının önümüze getirdiği birliktelik biçimi Gezi Parkı olaylarında bizlere sunulanlardan pek farklı değildir. Dolayısıyla Müslüman açısından önemli olan herhalde kendisini karşılayanın ne olduğuna dikkat kesilmektir, ona uymak değil.
Şu itiraz yapılabilir: İktidarın yanlışlıklarını görüyorsunuz ve bunu ifade ediyorsunuz; peki o hâlde Erdoğan’ın iktidarının devamını istemek adaletsizlik, yolsuzluk ya da yozlaşmaya evet anlamına gelmiyor mu? Dolayısıyla değişmesinden başka çare yok! Oysa böylesi bir itirazın haklılığı ancak bütünsellik çerçevesinde anlamlıdır. Başka bir ifadeyle, yollanması düşünülenle gelecek olan birlikte ele alındığında doğru olabilir. Erdoğan ve AK Parti gidecek, Kılıçdaroğlu ve CHP gelecek. Peki, giden yanlışın yerine gelecek olan doğru mu? Asla!
Hemen burada başka itirazlar devreye sokuluyor, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız dinamikler altında. Deniliyor ki biri fiilî, diğeri muhayyel. Diğer deyişle Kılıçdaroğlu ve CHP denenmemiş. Doğrusu şahane bir mistifikasyon örneği! Her anlamda resmî ideolojiyi, sistemi, bütün değerlerini cansiperane savunan parti ve liderini muhayyel sunma kurnazlığı. Hele bu parti ve kadrolarının hak ve adalet, dürüstlük konularında olumlu bir yönetim ortaya koyacaklarını iddia etmek yok mu? Hiçbir şeye bakmadan sadece iktidara gelme arzusuna, yalan olduğu açık olan vaatler üzerinden gerçekleştirilen seçim kampanyasına bakmak yeterli. Ya da herhangi bir CHP’li belediyeye uğramanız ve tarifeleri belli rüşvet miktarlarını öğrenmeniz mümkün. Nasıl ki Erdoğan ve AK Parti iktidarının olumlulukları yanında yapılan yanlışlıklarını görebiliyorsak ve bu gerçeklik içerisinde siyasal tutum belirleniyorsa aynı tavrı karşıdan da beklememiz gerekiyor. İktidarın yanlışlıkları karşısında Kılıçdaroğlu ve CHP’nin olumsuz durumunu gizleyerek tersini yansıtmak inandırıcı değildir.
Onun içindir ki Kılıçdaroğlu ve CHP’yi ilkesel ve kimlik temelinden başlayarak değerlendirenleri ‘kimlikçi’ diye yaftalamak problemli bir zihnin ürettiği söylemlerdir. Hakkı, adaleti hukuku dile getirme, ikame etme bağlamında yapılması gereken, ed-Din’in hiçbir egemen yapıya ve kültüre eyvallah etmeyen sarih çağrılarını yalın şekilde ortaya koymak; aynı zamanda bunun ne, nerede, kiminle, kime karşı, nasıl, ne şekilde, niçin yapıldığını da birlikte ele almaktır.
Özellikle Davutoğlu’nun propagandasında karşımıza çıkan ‘yapabilme azmi, takati, özgüven eksikliğinin’ tek problem olduğu ve ‘başkalarıyla geliştirilebilecek ilişkilere, hukuka, tanış olma güdüsüne bir karşı koyuş sergilemenin yanlış olduğu, kendinden olmayanlardan komplekssizce istifade edilmesi gerektiği’ gibi söylemler pratikte birçok yanlışa imza atmış abartılı özgüven ve kibrin yansımasından başka bir anlama gelmiyor maalesef. Kimlik meselesinin yeniden tanımlanarak onun evrensel normların üstünde olmadığı beyanı bizatihi evrensel ilkelerin kendisini kimlik edinmeyi salık vermektedir. Millet İttifakındaki dindar unsurlar post-modern hegemonik sürecin kabullerini evrensel algılamakta ve dolayısıyla kimlik edinmektedirler ki bu da en az siyasal tercihler kadar problemli bir durum.
Sol Kültür, Örgütlenme ve Mücadeleyi Tanımayanların Toz Pembe Hayalleri
Kılıçdaroğlu, sistemini ve kadrolarını umut ışıklarıyla dolu görmek nasıl söz konusu olabilir? Deniliyor ki Kılıçdaroğlu yansıtıldığı gibi ülkeyi tek başına yönetmeyecek. Zaten en büyük sorun da bu ya! Arkasında ve yanında çok ama çok güçlü dinamik ve tecrübeli, örgütlü sol, laik, Kemalist kadrolar, örgütler ve Sözcü, Bir Gün, Cumhuriyet, Yeniçağ, Halk TV gibi mahfillerden beslenen hınçlı yığınlar var. Masada var olduğu iddia edilen muhafazakâr partilerin ise içi kof kibirleri bu cenahın hareket kapasitesini anlamalarına engel teşkil ediyor. Siyasal-sosyal olanın ikamesi ve kültürünün inşası, derinleşmesi, toplumsallaşması, yayılması konusunda fersah fersah önde olan bu tecrübeli aparatlar devasa iktidar aygıtının yardımıyla hayatın dinden arındırılmış, seküler inşası konusunda az zamanda çok büyük işler yaparlar.
Mesele sadece “İmam-hatipler kapanacak mı; başörtüsü yasaklanacak mı?” boyutuna sığdırılmayacak büyüklükte bir durum arz ediyor. Onun için tam bir sorumsuzluk ve vicdansızlık yansıması olarak bütün bir toplumun gâvurlaşma sürecine onay vermek olacak iş değil. 20 yıllık iktidar sürecine ve Erdoğan gibi güçlü bir lidere rağmen toplumdaki İslamlaşma noktasında yaşanan problemler ortada. Küresel ölçekte içinde yaşadığımız dünyanın, hegemonik sürecin güçlü akıntısı karşısında iktidar bu olumsuzlukları kısmen azaltmış iken tersi durumun ifsadın yayılım hızını artıracağı açık değil mi?
Deprem tartışmalarında dahi laik, Kemalist ve sol kesimler dünyada hiçbir itibarı ve geçerliliği kalmamış ilkel pozitivist, kutsal inek bilimci retorikle hareket ettiler. Müslümanları ve inandıklarını tahkir ederken kadir-i mutlak olan Rabbu’l-Âlemin’in varlık âlemine müdahalesini içeren kader perspektifine saldırıları bile Kılıçdaroğlu ve CHP’nin ellerine fırsat geçtiğinde bireysel ve toplumsal ifsadın derinliğini göstermesi açısından önemlidir.
Bitmeyen M. Kemal Askerliğine Dindarların Celbi
Millet İttifakındaki dindar unsurlar öncelikli meselelerinin bireysel açıdan Kılıçdaroğlu ile sınırlı olmadığını bilakis oradaki kadro ve sistemsel değişimin umudunu taşıdıklarını, aksi durumda hep birlikte onlara karşı mücadele vereceklerini iddia ediyorlar. O hâlde sormak gerekmez mi: Kimle, neyin mücadelesi? Sistem meselesinde bile çarpık bakış var. Erdoğan’ı değişmesi gereken bir sistem olarak gören Millet İttifakı yine el çabukluğu marifetiyle yüz yıllık Kemalist sistemi hepimizin ortak paydası hâline getiriyor. Oy oranı ittifak içindeki diğer muhafazakâr unsurlardan fazla olan İYİ Parti’nin bile son tahlilde CHP’ye teslim olması diğer partilerin ittifak içi denklemde çok etkili olamayacağını gösteren bir gelişmeydi.
Güya ‘tek adam’ yönetimine karşı çıkanlar, ‘demokrasi yüzyılını’ başlatacak Kılıçdaroğlu’nun adaylığı ilan edilirken Saadet Partisi binasına dev M. Kemal posteri asarak (ilk defa) gerçekte neye, kime karşı ve kimden yana olduklarını gösterdiler. Parti binası önünde atılan “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” sloganı da ham hayaller görenleri uyandırmaya yetmedi ne yazık ki! Uyku hâlinden daha kötüsü ise “Ne kadar da güzel ve anlamlı bir sloganmış!” hâletiruhiyesine girmektir. Sonuçta insanoğlu yaşadığı ortam, girdiği ilişkiler, benimsediği söylem, kullandığı dil, beslendiği kaynaklar neticesinde çoğu zaman farkında olmadan ya da iç çatışma yaşamamak için yeni duruma uyum sağlamakta.
Kılıçdaroğlu ve CHP iktidarının riskleri karşısında, hoş bir latife olarak Saadet, DEVA ve Gelecek’in âdeta yeni seküler kutsal kitap payesi verdikleri ‘Ortak Mutabakat Metni’ne yükledikleri derin anlamlar ise tek atımlık barut mesabesindeki avuntulardır. Nitekim seçim sürecinde teklif ettikleri güçlendirilmiş parlamenter sistemi hiçbir surette telaffuz etmemeleri, vaat yarışında Erdoğan’ı çokça eleştirdikleri popülizme yönelmeleri bunun iki önemli göstergesidir. Millet İttifakındaki muhafazakâr unsurların ortak mutabakat metnine yükledikleri anlam gerçeklikten kopukluğun bir başka tezahürü. Zira bu metin sadece hukuki bağlayıcılıktan yoksun değil aynı zamanda vaat içeren sözlerin güncel siyasette hemen hemen hiçbir değerinin olmadığının üstünü örtüyor. Aynı şekilde Erdoğan döneminde elde edilen Müslümanların kazanımlarının kaybedilmesiyle ilgili kendilerinin oradaki varlıklarını teminat olarak göstermeleri aslında zımnen CHP/Kılıçdaroğlu iktidarında Müslümanların kazanımlarının tehlikeye gireceğini kabul etmeleri anlamına geliyor. Diğer bir deyişle normalde öyle ama biz olduğumuz için bu gerçekleşmeyecek demiş oluyorlar.
CHP’nin kanatları altına giren siyasal aktörlerin en çok istedikleri şey benzer bir tablonun Cumhur İttifakı tarafında da yaşanmasıydı. Hatta bu psikolojiyle köpürtmeye çalıştıkları Perinçek olayı da AK Parti’nin randevu vermemesiyle kadük kaldı. Telaş içerisinde sakın bizim dükkâna taş atmayın aynısı sizde de var. Uzun bir dönem sistem tahlili olarak yönetim düzleminde gerçeklikten uzak bir şekilde -bunu doğrulayan veriler olmamasına rağmen- ‘Erdoğan-Perinçek ittifakı’ retoriğini kullandılar. Sadece iktidar medyasının bir kısmının rezilce ve ahlaksızca Perinçek ve adamlarını ekranlara çıkarma yarışı hariç. Diyelim ki dedikleri gibi Perinçek denilen iğrenç figürle AK Parti ittifak yapsaydı yine Millet İttifakındaki durumla aynı olmayacaktı. Çünkü orada muhafazakâr unsurlar Kılıçdaroğlu ve CHP’yi iktidar yapmaya çalışıyorlar, karar verici pozisyona getirmeye çalışıyorlar burada ise Erdoğan iktidarı söz konusu.
İklim Bozukluğunun Yansıması Kutupların Erimesi
Erdoğan’a yönelik sistematik itirazlardan biri de onun toplumu ayrıştıran bir dile sahip olduğudur. Toplumsal ayrışmalara yol açmakla kalmayan bu dilin hem kutuplaşmayı artırdığı hem de memlekette gerilime yol açtığı için toplumun tüm kesimlerine zarar verdiği vurgulanıyor. Kemalist ve sol kesimlerin bilinçli bir propaganda ile ikame ettikleri siyasal dilin zaman zaman dindar ağızlara da pelesenk olması çok ilginç. Gerçekte kutuplaştırıcı dil eleştirisi aynı zamanda iktidarı sahip olduğu değerler istikametinde icraat ortaya koymasını engellemeye çalışmak içindir. “Zamanın ruhuna uygun” bir kalıp ile ifade edersek “Kendin gibi olma, benim gibi ol!” denilmekte aslında. Kendin olmanı sağlayan her adım seni benden ayrıştırıyor deniliyor.
Oysa niçin laik, Kemalist, sol kimlik ve kültür asıl olsun, herkesin elbisesi olsun ki? Eğer Erdoğan, inancının gereği adımlar atmasaydı ve bunun için çatışmasaydı problem de olmayacaktı. Erdoğan’ın dilini eleştirenler CHP cephesindeki medyanın, aktörlerin hem tipik laik hem de post-modern sarkastik dilin açtığı yaraya hiç bakmıyorlar. Sadece Meral Akşener’in masadan kalkması sürecinde seküler çevrelerin dilinin ne kadar edep yoksunu olduğuna bakmaları bile ‘dil’ olayındaki asıl odaklanılması gereken noktaları göstermek açısından önemli.
Mevcut iktidarın devamını istemek adaletsizlik, yolsuzluk ya da yozlaşmaya evet anlamına gelmediği gibi seçime katılmamak da bunlara karşı olmak anlamına gelmemekte tek başına. Üstelik modern siyasetin temel unsurlarından olan seçimlere katılmamak da sistemin işleyişine dolaylı etki eden bir tavırdır. Nitekim bu, adaylardan herhangi birinin oyunun hesaplanmasında matematiksel denklemde yer almasını sağlayan bir tutum.
Aklı ve Vicdanları Örten Hırs ve Kibrin Vebalini Kim Yüklenecek?
Kılıçdaroğlu ve CHP iktidarıyla karşılaşılacak riskler meselesinde hayatın sekülarizasyonu tehdidinden sonra en büyük tehlike Türkiye’ye gelmek zorunda kalan muhacirlerin durumudur. Suriye’den Mısır’a, Filistin’den Bangladeş’e, Özbekistan’dan Yemen’e milyonlarca Müslüman burayı emin belde bildiği için geldi ve yerleşmek zorunda kaldı. Laik-Kemalizm’in Müslümanları dışlayan politik çizgisinden ümmeti kucaklayan iktidar sürecine evirilişi az buz bir değişim değildir. Şimdi ilk günden itibaren Erdoğan’ın bu duruşuna karşıt söylem geliştiren Kılıçdaroğlu’nun iktidara gelme ihtimali bu insanları ciddi şekilde tedirgin etmekte. Milyonlarca Suriyeli mazlumu, binlerce İhvan-ı Müslimin üyesini, ölüm ve işkence tehdidinden dolayı buraya gelen farklı İslami hareketlerden pek çok insanı ilk fırsatta geri göndermekten bahsediyor ‘sistemik’ hak ve adalet inşasını gerçekleştirecek Kılıçdaroğlu ve şürekâsı. Sormak gerekmez mi: Bu nasıl bir adalet? Bu ne bencil ve çarpık bakış açısı? Kendi yaşadıklarını biricik görüp kardeşlerinin öldürülecek olmasına sebebiyet verecek süreçlere katkıda bulunmak nasıl bir hırsın ürünü?
Güya Millet İttifakı masası etrafında hukuk ve özgürlüklerden yana baskın bir yapı mevcutmuş ve öyle bir sinerji oluşturulmuş ki masada hiçbir lider asla rövanşist bir sürece izin vermezmiş! Muhacirlerin karşı karşıya kalacağı muamele ‘rövanşın’ kapsamına bile girmemekte. Kılıçdaroğlu ve Akşener’in her fırsatta muhacir karşıtı duruşu; güya sistemik yeni inşa iddiasının içinin ne kadar boş olduğunu bırakın açık bir düşmanlık olduğunu göstermekte. Sosyalist Enternasyonal’e üye ırkçı ve faşist CHP ve onun lideri ilk günden itibaren genelde ümmetin değişik yerlerinden gelmek zorunda kalan muhacirler -özelde ise Suriyeli muhacirler- aleyhine söylem ve eylemlerde bulundular. Resmî ideolojinin Müslüman halklara düşman ‘Atatürk milliyetçiliği’ ideolojisi temelinde toplumu kışkırtmak için ellerinden geleni yaptılar ve genel anlamda başarılı da oldular.
İçerideki muhacirlerle birlikte dünyanın birçok noktasındaki İslami hareketin, zor şartlarda mücadele veren mazlumun, mücahidin Türkiye’deki seçimleri en az buradaki insanlar kadar yakından takip edip Erdoğan’ın kaybetmesi karşısında endişelenmesi nasıl umurumuzda olmaz? Bu kadar egosantrik bakışın meşruiyeti nereden geliyor acaba? Zihninizdeki Erdoğan kadar ümmet-i Muhammed’in zihnindeki Erdoğan fotoğrafının hiç mi önemi yok? Onun kaybı kimin hanesine yazılacak ya da kim kendi hanesinde bir kayıp olarak değerlendirip yıkılacak? Bu nasıl hesaba katılmaz? ‘Sistemik yozlaşmadan’ bahsedenlerin CHP’nin ümmete düşmanlık tarihinin sistematik hâlini; dahası köpürttüğü küresel İslam düşmanlığının tezahürü ırkçılığı görmek istememesi de ayrı bir sorun. Çürümüşlük, yozlaşma, ahlaki ve insani değerlerle bu laik-Kemalist sistem arasında bir korelasyon kurmayı akıllarına dahi getirmek istemiyorlar.
Bugünkü Tablonun Asıl Faili Kim?
Bugün eleştirdiğimiz milliyetçi söylemlerden uzak bir şekilde laik-Kemalist, ulusçu sistemin ortaya çıkardığı Kürt sorununu çözmek için Erdoğan tarafından Cumhuriyet tarihinin en önemli açılımı yapılmadı mı? Ya da sistemin Dersim katliamı örneğinde olduğu gibi gözden çıkardığı Alevilerle ilgili ciddi adımlar atılmadı mı? 2009 yılından itibaren yedi çalıştay ve çeşitli toplantılar düzenlendi ki bu çalışmalar o güne kadar devlet tarafından konu hakkında yapılan çalışmaların en kapsamlısı oldu. İlk defa bir hükûmet Alevilerin sorun ve talepleri kapsamında adımlar atılması yönünde bir irade ortaya koydu ve adımlar attı. Kimi ricatlar içerse de devlet nezdinde meydana getirdiği dönüşümler yabana atılamayacak kadar fazladır.
Sırf bütün bu adımları atan siyasi liderin dinî kimliğinden dolayı PKK, CHP, Aleviler ve sol siyasal unsurlar asla olumlu yaklaşıp süreci geliştirmediler. Olanı sabote edenler akla hayale gelmedik gerekçeler, muhayyel söylemler geliştirdiler. Paradoksal durum ve mantıksal çelişki burada da karşımıza çıkmakta. Erdoğan iktidarının reform yıllarının eskide kaldığını söyleyerek karşı safa geçenler bu olumlu süreci baltalayan, reform politikalarına karşı çıkan laik, Kemalist, sol, mezhepçi, ulusalcı, Kürtçü bütün unsurlarla ittifak yaparak özgürlükçü, reformcu vaatlerde bulunmaktalar.
Vakıaya Bir Kez Daha Esastan Bakmanın Zorunluluğu
Müslümanların siyasal metodolojileri hiyerarşik olarak ‘ed-Din, Müslümanlar, insanlar’ düzlemi göz önünde bulundurularak belirlenir. Bu üç unsur birbiriyle çatışmaz çoğu zaman. Ama ölçü kayması yaşanmaması için hiyerarşiye dikkat edilmesi gerekiyor. Örneğin siyasal-sosyal olay ve olguya yaklaşımda önce genel insan kümesini başa aldığımızda ‘evrensel değerlere uyum’ adı altında modern, post-modern süreçlerle uyum yaşanır. Ve liberal, sol, milliyetçi öykünme örnekleriyle dolu gerçeklik karşımıza çıkar. Binanın katları birbirleriyle uyumludur ama üst kattan başlayarak inşaat yapılmaz. Dolayısıyla siyasal olay-olgu değerlendirilirken ed-Din, Müslümanlar, insanlar düzlemi aynı zamanda hiyerarşik inşayı bize göstermekte.
Modern siyaset teorisinin doğasına ilişkin Carl Schmitt’in ortaya koyduğu dost-düşman ayrımı ve Chantal Moffeu’nun tezi ise hasım (dolayısıyla bu tarafı hısım) ayrımına dayanmakta. Siyasal-sosyal olayı dinamik ve her evresi yeniden ele alınmayı gerektirecek değişkenlik, devingenlik içermekte. Bu bağlamda siyasal olayın düzlemini ele almada tercih ettiğimiz ‘leh-aleyh ilişkisi’ bu açıdan kişileri aşkın bir şekilde önce olgunun kendisine bakma fırsatı sunmakta. Her siyasal olay iç tabiatında ed-Din, Müslümanlar, insanlar bağlamında leh-aleyh durumu içermekte. Zaten İslam fıkhının ana umdesi olan maslahat kavramı da bu bağlama yakın. Biz geniş İslam ailesinin bir parçasıyız. Maslahat kavramı temelinde ed-Din’in hukuku, ümmet-i Muhammed’in maslahatı ve insanların hayrı perspektifinde bakıldığında 14 Mayıs seçimlerine yaklaşımda üç unsurda da Kılıçdaroğlu ve CHP’nin lehte olduğunu söylemek hem akla hem vicdana aykırıdır.
Kemalizm’in pragmatist karakteri, her kalıba uyma özelliği gösteren yapısı bugün hegemonik sürecin paradigmasıyla uyumlu bir şekilde seküler temelde yapılanmış özgürlük perspektifini popülizmle harmanlayarak seçim vaadi diye sunmakta. Neticede resmî ideolojiyi yeniden tahkim etme fırsatı yakalamak için bunu yapıyor. Dolayısıyla devlet imkânlarını, dev bürokrasiyi, devasa sermayeyi, eğitim ve kültürel araçları doğrudan kontrol ederek Türkiye toplumunun sekülerleşme, gâvurlaşma hızını olağanüstü derecede artıracak iktidar süreçlerine katkıda bulunmak başlı başına zulümdür.