Seni İdam Edeceğim
Çoğunuz Aksaray'ı bilirsiniz. Havasını, insanını, her adım başı yer alan ve birbiriyle yarışan seyyar satıcıları.
Neden bilmem ama boğucu bir havası var Aksaray'ın. Belki de beni en çok boğan yönü art arda sıralanmış olan birahanelerin ve çok farklı tipte insanların var oluşuydu. Sanki başka bir şehirde, başka bir mekanda yaşadığımın vehmine kapılıyordum burada.
Bugün nisan ayının ikinci günü. Bahara inat sanki hiç yaz gelmeyecekmiş gibi hava oldukça soğuk ve yağmurlu. Sabah gözlerimi açtığımda kim bilir bugün ne gibi pürüzlerle karşılaşacağım diye söylendim kendi kendime. Sonra işe gitmek üzere evden çıktım. Otobüse bindiğimde güzel bir sürprizle karşılaştım. Biletlere zam gelmiş. Ne ala... Ekonomisi alt üst olmuş bir ülkede bundan başka bir şey beklemek de doğru olmazdı zaten.
Saat öğlen civarı hava biraz daha yumuşamıştı sanki. Bunu fırsat bilip dışarıdaki işlerimi yapmaya niyetlendim. Ve böylece dışarı çıktım. Çok fazla ilerlememiştim ki alt geçidin önünde birikmiş bağrışan insan yığınıyla karşılaştım. Altmış yaşlarında bir amca elinden "ekmek teknesi" alındığı için çaresizlik içinde ağlıyordu. Zabıtanın geldiğini görmüşse de, yaşlı adımları kaçıramamış onu. "Ne yapayım" diyordu, "başka nasıl ekmek kazanayım."
Kalabalık içinden cılız da olsa bazı sesler yükseliyor; "yazık değil mi adama", "gücünüz başkasına yetmiyor değil mi?" diye zabıtaya çıkışıyorlardı.
Zabıta ne yapsın ki, o da emir kuluydu.(!)
Bedenini duvara dayadı, ekmek teknesini alıp götüren zabıta arabasının ardından baka kaldı, yaşlı gözleriyle atmışlık amca.
Sattığı selpak mendilleriyle geçindirdiği dokuz nüfus bekliyordu evde onu. Şimdi ne diyecekti, ne anlatacaktı onlara. Başını okşarken dört yaşında ki yetim torununa, 'elimi sana boş getirdim' mi diyecekti? Bugün eve ekmek almadan mı gidecekti?
O an içimde sanki cam kırıkları dolaşıyordu. Ne biçim ülke burası dedim. Ne biçim ülke. Doğrularla yanlışların daima yer değiştirdiği, adaletin hukuksuz yargıda yargıladığı bir ülke işte. Kimileri gözler önünde her türlü ahlaksızlığı, hırsızlığı yapıp sefa sürerken, kimileri nasır tutmuş elleriyle, yaş dolmuş gözleriyle, satmaya çalıştığı birkaç mendiliyle beraber bu hayatın çilesine katlanıyor ve yaşam mücadelesi veriyordu. Gücü yeten gücü yettiği kişinin sırtına binmeyi şeref sayıyordu. Çünkü bu ülkede işler hep böyle yol alıyordu.
Geçenlerde halamın tavsiyesi üzerine bir kitap okudum. Kitapta ilginç, ilginç olduğu kadar da yaşadığımız ülkenin durumunu gözler önüne seren birkaç paragrafla karşılaştım.
Şehrin birinde bir adam öldürülür. Ve bu olay üzerine bir kişi tutuklanır.
- Cinayeti sen mi işledin, diye sorulur.
- Hayır, der adam.
- Cinayeti işleme amacın neydi? Çabuk söyle, denir adama.
Zavallı adam cinayeti kendisinin işlemediğini anlatmaya çalışır. Ben öldürmedim dedikçe adama elektrik şoku verilir. Ve şoklara dayanamayan adam en sonunda cinayeti kendisinin işlediğine dair ikna edilir. Bunun üzerine görevliler cinayeti ne ile işlediğini sorarlar.
Adam:
- - Keser ile öldürdüm, der.
- - Hayır, der görevliler ve adama elektrik verirler.
- - Balta ile, der bu sefer adam; yine şoku yer.
En sonunda işkenceye dayanamayan adam:
- Allah aşkına neyle öldürmem gerekiyorsa onu söyleyin de, ben size onun ismini söyleyeyim, der.
Ve neyle öldürmesi gerektiği adama söylenir. Ama elektrik şoku yine bitmez. Bunun üzerine sen bizim zorumuzla bunları söyledin deyip daha çok işkence edilmeye başlanır ve buna benzer gelişmelerle en sonunda adamın idamına karar verilir. Adam tam idam sehpasındayken gerçek suçlu yakalanır. Yargıca gerçek suçlunun yakalandığı ve bu adamın artık serbest bırakılabileceği söylenir. Yargıç ise hiç düşünmeden:
- Hayır, der. Hayır, suçu önce bu adam itiraf ettiği için önce bunu aşmalıyız. Ve böylece adam suçsuz yere yargıcın kurbanı olur.
Evet böyle işte...
Ekmek teknenizin elinizden ne zaman, kimler tarafından alınacağı ve neden, hangi güç doğrultusunda keyfi kararlar sonucu idam edileceğinizin belli olmadığı bir ülke işte...
Ancak bu ülkenin çimenleri de var; çiçekleri, ağaçları, dağları... Doğduğumuz, büyüdüğümüz köyleri, mahalleleri, yakınlarımızın gömülü olduğu selvi boylu mezarları.
Peki doğduğum yer mi önemli, doyduğum yer mi? Niçin bu ikilem? Atmıştık amcanın gözyaşına ortak olacak, kırılganlıklarıma moral, inançlarıma azim katacak, saflarımıza omuz verecek insanlarla olduğum ve çoğalabildiğim ve insanlığımı kavrayabildiğim yerler daha mı az önemli? Yaşam doymak mı? Doymak, yaşamak mı?
Yaşadığımız ülke zorluklar ve çelişkiler panayırı. Ancak, çelişkiler gözümüze batmadan zulmü anlatmanın imkanları ne kadar imkanlı? Zorluklara direnmeden akabeleri aşmak kolay mı? Bir Ebu Bekir olmak, bir Ömer kılınmak, bir Sümeyye olmak ve bir Hatice'yi yaşamak kolay mı?
- Şeytana Hayır
- Yoksullaşan Halk, Azgınlaşan Dikta ve Sistemin Derin Krizi
- Kriz Dersleri
- Kriz Ekonomisinde Çöküş ve Sahte Umutlar
- Yeni Bir Adamla Birlikte Yeni Umutlar
- Her Krize Bir Derviş
- IMF Politikaları, Türkiye'yi Bir Kez Daha İflas Ettirdi
- Bugünkü Bunalımın Sorumlusu Kim?
- Kürt Sorununda Yeni Strateji ve Newruz
- “İslamcılık” ve Safların Farklılığı -2
- Ahireti Tercih Etmek Dünyayı Terk Etmeyi Gerektirir mi?
- Kur’an’ın Anlaşılması ve Batı Dillerine Çevirisi
- Meşhur Politik Sezgileri Turabi'yi Hapse Düşürdü
- BOSNA’nın Hâli Nicedir?
- Kemalistler Yeni Rol Arayışında
- Amin Maalouf ve “Ölümcül Kimlikler”i
- Osmanlı Gayr-i Müslimlerinin Romanı -2
- Dilemma
- Seni İdam Edeceğim
- Çuvala Sığdırılamayan Susurluk
- Sadece Atlar mı Sarhoş?
- Çık Git
- Zindan Mektupları -6
- Hem Dersini Bilmiyor Hem de Şişman Herkesten