1. YAZARLAR

  2. Musa Üzer

  3. Seçimler ve İran’ın Geleceği

Seçimler ve İran’ın Geleceği

Temmuz 2009A+A-

Renkli ve canlı geçen seçim kampanyasının ardından 12 Haziran’da gerçekleştirilen cumhurbaşkanlığı seçimleriyle İran farklı bir renge büründü. Siyasi analizlerin pek çoğu seçim kampanyaları, televizyon tartışmaları, söz düelloları, kadınların propaganda çalışmalarındaki aktif tutumlarının devrim tarihinde ilk defa görüldüğünü belirterek sonuçlar her ne olursa olsun seçime damga vuran unsurun bu durum olduğu kanaatindeydiler. Oysa 12 Haziran gecesi açıklanan seçim sonuçları “Bu daha ne ki?” der gibi asıl yeniliğin geriden geleceğini belirtti. 18 yaş üstü 46,2 milyon seçmenin bulunduğu seçimlerde 4 aday İran’ın 10. Cumhurbaşkanı olmak için kıyasıya yarıştı. Dört yıl önce yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Rafsancani'yi yarışta geri bırakarak ipi göğüsleyen Ahmedinejad muhafazakâr kesimin en güçlü adayı olarak seçime katıldı. Ayetullah Hamaney isim vermeden, Devrim Muhafızları, Besic ve 14 farklı muhafazakâr grup ise açıktan Ahmedinejad’ı destekledi. Devrim Muhafızları eski komutanı Muhsin Rızai de bu seçimlerde aday olmasına rağmen kendisine fazla şans tanınmıyordu ama nispi olarak muhafazakâr oyları böleceği öngörülüyordu.

Reformcu cephede ise adaylığını aylar öncesinden ortaya koyan ve bir önceki seçimde son ana kadar yarışı ikinci olarak sürdüren eski Meclis Başkanı Mehdi Kerrubi ismi dikkat çekiyordu. 2005 seçimlerinde birinci turda son ana kadar Rafsancani’nin ardından ikinci sırada olan Kerrubi, Ahmedinejad’ın hile yaparak, gece yarısı sandıklarda yapılan bir operasyonla ikinci tura katılmaya hak kazandığı iddiasını ısrarla gündemde tutmaya çalışmıştı. Onun içindir ki Kerrubi'ye yakın İtimad-ı Milli gazetesinin seçimden bir gün önce attığı manşet, “Bu gece uyumayacağız!” şeklinde idi. Reformcuların esas adayının kim olacağı konusu ise uzun tartışmalar neticesinde belli oldu. Önce eski Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi aday oldu. Fakat daha sonra Musevi’yi desteklemek amacıyla adaylığını geri çekti ki bu durum reformcu cephede ciddi hayal kırıklıkları ve tartışmalara yol açtı. Şüphesiz İran halkının Hatemi’yi tanımaları açısından bir sorun olmaması önemli bir avantajdı. Hatemi’nin adaylığını geri çekme konusunda baskı gruplarının ölüm tehdidinde bulunduğu iddiası da yine seçim öncesinde tartışılan konulardan biri idi. Nihayetinde her seçimde adaylığı gündeme gelen fakat bu seçime kadar bir türlü ikna edilemeyen Mir Hüseyin Musevi ise yoğun baskılar neticesinde bu defa aday oldu.

İlginç bir anekdot olarak İran siyasal yaşamında Mir Hüseyin Musevi’nin aday olduğunda kesin kazanacağı kanaatinin yaygın olduğunu aktarmak gerek. Başbakanlık yaptığı yılları görmeyen, bilmeyen genç nüfusun çoğunlukta olduğu İran’da Musevi isminin başarı ile eşdeğer kullanımı doğrusu reformcular açısından ciddi bir zaaftı. Hakeza Musevi dönemi değerlendirilirken objektif koşullar göz ardı edilerek abartılı bir şekilde başarılı yönetim fotoğrafı ortaya koymaları da yanlış idi. 1981–89 yılları arasında -ki bu dönem tam da Irak’la yapılan savaş yıllarına tekabül ediyor- başbakanlık yapan Musevi ekonomi politikalarında kupon uygulaması örneğinde olduğu gibi sosyal adaleti önceleyen icraatlarıyla hatırlanıyor. Öncelikle Musevi’nin başbakanlık yaptığı yılları değerlendirdiğimizde Irak’la yapılan savaş ve ülke üzerindeki uluslararası ambargodan dolayı farklı ekonomi politika tercihinin bulunmadığının altını çizmek gerekiyor. İkincisi de o dönemde İmam Humeyni’nin hayatta olması ve de Musevi’ye olan desteği onun iktidarını güçlü kılıyordu. Tabi Musevi’nin adaylığıyla ilgili reformcular arasında sert tartışmalar da yaşanmadı değil. Uzun yıllar kamuoyunun önünde aktif siyasetin içinde olmaması, yönetimde olduğu yıllarda ‘muhafazakâr-radikal’ siyaseti takip etmesi gibi noktalarda ciddi eleştirilerle karşılaştı. Abdülkerim Suruş, Abbas Abdi, Muhacerani, Cemile Kediver, Kerbaşçi, İmadeddin Baki, Ebtahi gibi önde gelen reformcular en temelde bu eleştirileri yaparak diğer aday Mehdi Kerrubi’yi desteklediler. Ama buna karşın Haşimi Rafsancani başta olmak üzere reformcu cephenin önemli figürleri, örgütleri, akademisyenler, İmam Humeyni’nin ailesi ve geçen seçimde boykot kararı alan gruplar Musevi’nin adaylığını desteklediler. Musevi’nin seçim öncesi ortaya koyduğu görüntü “muhafazakâr reformist”; yani geçmişinden dolayı muhafazakâr, geldiği yer ve tabanı açısından reformist izlenimi veriyordu. Musevi’nin son yirmi yılda aktif olarak siyaset sahnesinde bulunmaması ve genç neslin kendisini pek fazla tanımıyor olmasını aşmak için Hatemi birçok seçim mitinginde onun yanında bulundu.

Bir Seçim, Birçok Yenilik

Seçim kampanyası dönemi geçmiş seçimlerle kıyaslanmayacak ölçüde yoğun ve canlı geçti. Mitinglerde, propaganda çalışmalarında ülkenin tanınmış kadın şahsiyetleri aktif olarak yer aldı. Örneğin, Mir Hüseyin Musevi'nin eşi Dr. Zehra Rahneverd, İmam Humeyni'nin torunu Leyla Burucerdi, Mehdi Kerrubi'nin eşi Fatma Kerrubi ve yazar Cemile Kediver, Ahmedinejad'ın kardeşi Pervin Nejad, hükümet sözcüsünün eşi Fatma Recebi ile Muhsin Rızai'nin eşi, seçim kampanyasında ön sırada yer aldılar. Diğer bir yenilik ise adayların seçim çalışmalarında renkleri sembol olarak kullanmaları idi. Ahmedinejad İran bayrağının rengi olan kırmızı, beyaz, yeşili kullanırken, Kerrubi beyaz, Rızai ise mavi rengi kullandı. Ama asıl tartışmalara yol açan ise Musevi’nin kullandığı yeşil renk oldu. Yeşilin bir yanda İslam’ı çağrıştırması öte tarafta değişimin rengi haline gelmesi ilginçti. Doğrusu diğer üç aday da çalışmalarında renk olayından istifade etmelerine rağmen bu durum fazla dikkatleri çekmez iken Musevi taraftarları yeşili adeta bir değişimin simge rengi haline getirmeyi başardılar. Özellikle uluslararası medyanın seçim propagandası için kullanılan bir renk üzerinden karşı propaganda çabası içinde olması dikkatlerden kaçmadı. Nitekim bu duruma Musevi karşıtlarının tepkisi gecikmedi. Seçim gibi tarafsız kalması gereken yerlerde Devrim Muhafızları’nın hemen seçimlerden önce yayınladıkları e-muhtırayla Musevi taraftarlarına “Eğer bir kadife devrim yapma çabası içerisine girerseniz sizi ezeriz. Böyle bir hareketi yok ederiz.” tehdidinde bulunması sıkıntıların da habercisi oldu. Devrime bağlılığı en önemli kriter olarak belirleyen muhafazakârların kontrolündeki Şuray-ı Nigehban’ın ince eleğinden geçmiş adaylara daha sonra muhafazakâr grupların hemen zıdd-ı inkılâbi damgası vurması da açık bir çelişkiydi.

Son seçimlerde ortaya çıkan en önemli yenilik ise adayların televizyon tartışmaları idi. Her programda iki adayın tartıştığı bu oturumların toplumsal yapıda var olan bölünmenin yoğunlaşmasına katkıda bulunmakla beraber seçimlerin canlı ve katılımın da ciddi boyutlarda olmasına yol açtığı söylenebilir. Tabii bu televizyon tartışmalarında ortaya atılan iddialar ve karşılıklı suçlamalar Müslüman siyasetçi ahlakı açısından sıkıntı verici idi. Özellikle Ahmedinejad’ın televizyonda Musevi ile tartışma esnasında hızını alamayarak Rafsancani ile muhafazakârların önde gelenlerinden ve Hamaney'in danışmanı Natık Nuri'yi isim vererek oğullarıyla birlikte yolsuzluk yapmakla suçlaması, Musevi'nin eşi Zehra Rahneverd'in diplomasının sahte olduğunu iddia ederek ağır ithamlarda bulunması büyük tepki topladı. Bu bağlamda televizyondaki tartışma programları ses getirdiği oranda kriz de getirdi. Rafsancani, yalan söylediğini öne sürdüğü Ahmedinejad'ı engellemesi için Rehber Hamaney'e çağrıda bulundu. Hamaney’e gönderdiği mektupta Ahmedinejad'ın rakiplerine karşı dile getirdiği yolsuzluk iddialarının İran'da sosyal huzursuzluğa yol açabileceğini belirtti. Ahmedinejad aslında Rafsancani ve Natık Nuri gibi sistemin önemli unsurları hakkında yaklaşık 4 yıldır elinde dosyaların bulunduğunu iddia etmesine rağmen bunları bir türlü işleme sokmuyor. Bu durum da Ahmedinejad’ın niyetinin yolsuzlukla mücadele etmek olmadığı, olumsuz denilebilecek özelliklerinin başında gelen saldırgan üslubu ve polemiği seven tutumunun yansıması olarak değerlendiriliyor. Rafsancani ile ilgili bu noktada şöyle bir durum var: İran’da devrimin ilk yıllarından beri Rafsancani’nin serveti tartışma konusu, daha doğrusu dedikodu, suçlama konusu olmuştur. Dünün radikalleri olan bugünün reformcuları geçmişte bu iddiayı dillendirirken, bugün Ahmedinejad öncülüğündeki muhafazakâr kanat söz konusu iddiayı sık sık dile getiriyor. Hadisenin; devrimin başından beri Rafsancani’nin önemli olaylardaki etkin konumu ve nispeten kapalı toplumlarda bu tür iddialara teveccühün fazla olmasıyla alakalı olduğu ifade edilebilir. Rafsancani’nin ideolojik boyutu, hadiselere yaklaşımı, perspektifi tartışılabilir, benimsenmeyebilir ama serveti noktasındaki suçlamaların çok doğru olmadığı şeklindeki yaklaşımı önemsemek gerekiyor. Çünkü Rafsancani’nin zenginliği ta devrimden önceye dayanıyor. Büyük fıstık arazilerine sahip bir aileden geliyor. Üstelik devrim tarihini yakından inceleyenler Rafsancani’nin servetini Şah’a karşı verilen mücadelede kullanmaktan çekinmediğini, birçok defa baskıya, işkenceye maruz kaldığını, Ayetullah Humeyni’nin en yakınındaki birkaç isimden biri olduğunu görecektir. Öte yandan burada ilginç bir paradoks da var: Ahmedinejad kendinden önceki hükümetleri yolsuzlukla, 30 yıllık bürokrasiyi rantiyeci olmakla suçlayarak reformculardan bile çok daha fazla devrimin başarısızlığını anlatmış oluyor.

12 Haziran seçimlerinde katılımın yüksek olması durumunda -örneğin 27 milyon ve üstü olması halinde- hangi objektif kriterler ortaya konularak yapıldı bilemiyoruz ama Musevi’nin kazanacağı tahminleri yapılıyordu. Seçim kampanyalarında öne çıkan vurgular ise nükleer program konusunda Ahmedinejad’ın ortaya koyduğu üslup, ABD ile diyaloga sıcak bakılması, ekonomideki kötü gidiş, işsizlik, enflasyon, kadınların hükümet-yönetim mekanizmalarındaki rolünün artırılması, düşünce ve ifade özgürlüğünün desteklenmesi şeklinde sıralanabilir. Daha önceleri kimsenin telaffuz etmeye dahi cesaret edemediği ABD ile ilişkilerin propaganda malzemesi olarak kullanılması önümüzdeki dönem İran-ABD ilişkileri açısından önemli ipuçları veriyor. Yeri gelmiş iken ifade edelim: Musevi’nin daha ilk televizyon konuşmasında “Lübnan'dan (Hizbullah) önce İran halkı gelir.” diyerek milliyetçi siyasetin en önemli argümanlarından birini dillendirmesi dünün radikallerinin bugün geldiği yer açısından talihsizliktir. İran halkı arasında yaygın olan “Paralarımızı Hizbullah’a, Hamas’a veriyorlar!” abartılı yaklaşımına prim vermek inkılâbilik iddiasına kuşkuyla bakılmasına yol açıyor.

Açıklanan Sonuçlar ve Kafa Karıştıran İddialar

Seçim sonuçları açıklanmaya başlandığı ilk saatlerde Musevi, kameraların karşısına geçerek seçimi kazandığını ilan etti. Oysa kısa bir süre sonra İçişleri Bakanlığı yetkilileri rakamları açıkladığında Ahmedinejad’ın açık ara önde olduğu ortaya çıktı. Bu dakikadan itibaren iş değişmeye başladı. Musevi ve Kerrubi seçimlerde usulsüzlük ve hile yapıldığını, kendi sandık müşahitlerine zorluk çıkartıldığını, İran’da seçim sonuçlarının açıklanmasıyla birlikte cep telefonu sisteminin kilitlendiğini, internete erişimin kapandığını uluslararası medyaya duyurmaya başladılar. “Seçimi kim kazanırsa kazansın tarihe geçecek olan kampanyanın kendisi olacaktır!” iddiası, sonuçların açıklanmasıyla birlikte geçerliliğini yitirdi. Seçim sonuçları; seçmen sayısının fazla oluşu, katılımın yoğun olması, sayım işlemindeki teknik yetersizlik göz önünde bulundurulduğunda çok kısa denilebilecek bir zaman diliminde açıklandı. Seçimlere seçmen yeterliliğine sahip 46 milyon 200 bin kişiden 39 milyon 165 bin 191 seçmenin sandık başına gitmesiyle katılım yüzde 85 oranında gerçekleşti. Doğrusu seçimlere katılımın yüksek olması bekleniyordu ama bu kadar olacağı da beklenmiyordu. 2 Aralık 1979’da Anayasa’nın halkoyuna sunulduğu seçimlerdeki yüzde 98’lik katılım oranından sonraki en büyük rakam oldu. Adayların oy oranı rakamlara böyle yansıdı:

 Mahmud Ahmedinejad: 24 milyon 527 bin 516 oy (Yüzde 62.23)

 Mir Hüseyin Musevi: 13 milyon 216 bin 411 oy (Yüzde 33.70)

 Muhsin Rızai: 678 bin 240 oy (Yüzde 1.73)

 Mehdi Kerrubi: 333 bin 635 oy (Yüzde 0.80)

Geçersiz: 409 bin 379 oy (Yüzde 1.04)

 

İslam Devrimi Sonrası İran'da Cumhurbaşkanlığı Seçimlerine Katılım-Yüzde Oranı

Tarih

Seçmen Sayısı

Katılım

Yüzde

Kazanan

1980 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri

21 milyon

14 milyon

67

Beni Sadr

1982 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri

22 milyon

16 milyon

64

Ali Recai

1982 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri

22 milyon

16 milyon

74

Ali Hamaney

1986 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri

25 milyon

14 milyon

54

Ali Hamaney

1989 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri

30 milyon

16 milyon

54

Haşimi Rafsancani

1993 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri

33 milyon

17 milyon

50

Haşimi Rafsancani

1997 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri

36 milyon

29 milyon

79

Muhammed Hatemi

2001 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri

42 milyon

28 milyon

66

Muhammed Hatemi

2005 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri

47 milyon

29 milyon

61

Mahmud Ahmedinejad

Sonuçlar, İran’da bir adayın cumhurbaşkanlığı seçimini ikinci defa kazanma geleneğinin bu defa da bozulmadığını gösterdi. Seçim sonuçlarına kaybeden her üç aday da itiraz etmekte gecikmedi. Musevi “Bu, yalanın ve istibdadın hâkimiyetinden başka bir şey değil!” derken, Kerrubi sonuçları “hokkabazlık” olarak nitelendirip “Halkın seçime katılma heyecanı hükümet tarafından istismar edildi. Seçim sonuçları bayram olarak kutlanabilirdi, oysa mersiyeye çevrildi.” diyerek açıkça seçimlerde usulsüzlük ve hile yapıldığını belirtti. Bu itirazlarla eş zamanlı olarak “Ben Musevi Yazıyorum, Onlar Ahmedinejad Okuyorlar!” sloganıyla Tahran’da başlayan protesto gösterileri dalga dalga İran’ın birçok bölgesine yayıldı. Herkes bir iki gün içinde sona ereceğini beklerken özellikle Musevi, Kerrubi ve önde gelen diğer reformcuların geri adım atılmaması yönündeki çağrılarıyla gösteriler daha da büyüdü. Gösterilerin kitleselliği, göstericilerin kararlılığı, atılan sloganların içeriği birçok insanın aklına devrim öncesi 1978-79 yıllarını getirdi. Devrim öncesinde Şah’a karşı eylemlerde en ön saflarda yer alan reformcu liderler seçim sonuçlarına itiraz için gösterilerin yapılmasını istediler. Özellikle göstericilerin Musevi’nin seçim propagandasında kullandığı yeşil rengi sembol olarak kullanmaları Soros’un kadife devrimlerini çağrıştırdı. Eylemlerde İslami motifler kullanılması, protestocuların Ayetullah Humeyni'nin Şah'a karşı eylem biçimini canlandırıp her akşam evlerinin damına çıkıp tekbir getirmeleri ise hadiseleri izah etmekte güçlük çıkartan faktörlerden oldu.

Rehber Hamaney’in seçimlere katılımın %85 olmasını, Ahmedinejad'ın 24 milyon oy almasını, ilahi iradenin gerçekleştirmiş olduğu gerçek bir şenlik olarak niteleyip hakim olan yaratıcının lütuf ve rahmeti ve ayrıca ‘hayranlık uyandırıcı bir olay’ olarak değerlendirmesi; Ahmedinejad’ın düzenlediği basın toplantısında seçimlerin adil olduğunu tanımlaması; protestolarla dalga geçip, çıkan olayları bir futbol maçından sonra çıkan olaylara benzetmesi; zafer mitinginde de olayları “önemsiz” diye nitelemesi gösterilerin artmasından başka bir işe yaramadı. Hakeza Ahmedinejad televizyon konuşmasında yolsuzluklarla mücadele sözünün olduğunu, bu yolda kimseyle uzlaşmayıp kimseye acımayacağını, Rafsancani’yi kastederek devrimdeki geçmişlerini gündeme getirerek her haltı işleyebileceğini zannedenlerin yanılacağını, önemli olanın şimdi olduğunu ifade etmesi savaşın derinlerdeki boyutunu açıkça ortaya koyuyordu. Bu anlamda Ahmedinejad’ın vurguladığı kişilerin geçmişteki hali değil aslolanın şimdiki halleri olduğuna Talha ve Zübeyr örneğini vermesi de ilginç bir ruh hali olsa gerek. Önceleri Hz. Ali saflarında olan bu iki sahabe Cemel Savaşı sürecinde konum değiştiriyorlar. Bu durumu yaşanan olaylarda, siyasal çekişmelerde delil olarak getirmenin kime ne faydası var? Aynı örneği İran’da Ayetullah Hamaney’in bizzat kendisi de dillendirmişti.

15 Haziran’da ise Hamaney seçimlere hile karıştırıldığı iddiaları üzerine Şuray-ı Nigehban’a soruşturma emri verdi. Gösterilerde şiddet dozu arttı. Bu arada Tahran Üniversitesi örneğinde olduğu gibi “libas-e şahsi” denilen devrime bağlı sivil grupların saldırısına muhafazakârların kontrolündeki Meclis’in tepki göstermesi önemli idi. Neticede ülkede yeterli sayıda güvenlik kuvveti var iken bu tür grupların müdahalesi hadiseleri daha da büyütüyor. Önde gelen reformcu siyasetçi ve yazarlara gözaltı işleminin yapılması, iletişim kanallarının sağlıklı çalışmasına izin verilmemesi, özellikle reformcu medya üzerindeki baskılar neler olup bittiğinin anlaşılmasını güçleştirdi. Şayia, dedikodu, manipülasyon yoğun bir şekilde uygulandı. Göstericilerin SMS mesajları, twitter, facebook gibi sosyal iletişim ağı üzerinden örgütlenmeleri de ilginç bir durumdu. Aslında Musevi taraftarları, seçimlerden önce bir gösterileri engellendiğinde yine böyle harekete geçmiş ve Tahran’ın merkezinde 30 km’lik bir insan zinciri oluşturmuştu.

Ayetullah Hamaney’in Kıldırdığı Cuma Namazı ve Sarsıntı Geçiren Rehberlik

Önde gelen reformcuların ısrarlı uyarılarına rağmen gösterilerde birçok işyeri, kamu kurum ve kuruluşu tahrip edildi. En nihayetinde gösterilerin önünü kesmek için seçimlerden sonraki ilk Cuma namazını Ayetullah Hamaney’in kıldıracağı bildirildi. Gerçekten de 19 Haziran’daki Cuma namazında muazzam kalabalıklar toplandı. Hamaney, hutbesinde seçimlerde hile iddialarını reddederek gösterilere son verilmesini istedi, bundan sonra kan dökülürse göstericilerin sorumlu olduğunu belirtti ve ‘son sözü’ söylemiş oldu. Hutbede yabancı basını ve özellikle İngiltere’yi olayların sorumlusu olarak suçladı. Enteresan olan “şeytan-e bozorg” Amerika yerine “her taşın altında” İngiltere’nin isminin telaffuz edilmesiydi. Tahran’da ABD elçiliğinin bulunmaması, dikkatlerin İngiliz elçiliğine yönelmesine yol açıyor. ABD Başkanı Obama da ilk günlerde seçim sonrası protestolar hakkında değerlendirme yapmaz iken daha sonra İran yönetimini suçlayarak klasik politikalarında değişme olmadığını gösterdi. Hamaney, bu hutbede seçim sürecine de değinerek propaganda çalışmalarında adayların birbirleri hakkında suçlayıcı ifadelerde bulunmalarının yanlış olduğunu söyledi; 4 adayın da devrim çizgisinde ve yıllarca devlete ve devrime hizmetlerde bulunduklarının altını çizdi. Ama asıl çarpıcı olan açıkça isim vererek Rafsancani hakkında değerlendirmelerde bulunması idi. Aralarında görüş farklılığı olduğunu ama Rafsancani’nin malıyla, canıyla devrim için çalıştığını belirtti. Aslında bu konuşma sorunun önemli bir tarafını açık olarak ortaya koyuyordu. Çünkü Rafsancani en azından geçen seçimden beri Hamaney ile çelişki içerisinde. Hamaney’in Rehber olarak tayin edilmesinde en önemli rolü oynayan kadim dost, şimdi reformcu cephenin en önemli kişisi durumunda.

Ayetullah Hamaney’in konuşmasından sonra olayların duracağı beklentisi ne yazık ki gerçekleşmedi. Bu durum da Hamaney’in rehberliğinin darbe alması demektir. Hamaney’in kendisini ortaya atarak olayları durdurma çabası taktiksel olarak pek doğru olmasa gerekti. Çünkü neticede sorun adaylar arasında yaşanıyor, tepkiyi kendi üzerine çekecek yaklaşım, üstelik açıkça bir adayı destekleyen tutumlar, sorunu daha da derinleştirdi. Seçimleri denetlemekle ilgili Şuray-ı Nigehban resmi sonucu ilan etmeden Hamaney’in Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanlığını onaylaması da açık bir çelişkiydi. Yine Şuray-ı Nigehban usulsüzlük iddialarını araştırma emri vermesine rağmen Hamaney’in, sonucu beklemeden herhangi bir şaibenin olmadığı yönündeki açıklamaları üst üste yapılan yanlışlardan biri oldu. Yani bir taraftan emir verip soruşturma açılmasını istemek öte tarafta seçimlerin şaibesiz olduğu yönündeki kanaatinden sonra sözünün üstüne söz söylenmemesini beklemek ne kadar inandırıcı olabilirdi ki?

Olayların bu ‘son söz’den sonra duracağı beklentisi 1999’da reformculara ait gazetelerin kapatılmasından sonra çıkan öğrenci olaylarını anımsatmasından kaynaklanıyor. O zaman da gösteriler ancak Rehber Hamaney’in gövde gösterisi mahiyetindeki Cuma namazından sonra durdurulabilmişti. Ancak bu defa hem kitlesellik açısından durum farklı idi hem de özellikle Musevi, Kerrubi ve diğer reformcu önderlerin geri adım atılmaması yönündeki çağrılarından dolayı eylemlerin hemen bitmesi beklenmemeliydi. Özellikle de Hamaney’in otoritesinin meşruiyetinin sorgulanması açısından gösterilerin barışçıl bir şekilde kendileri açısından devam etmesi gerekiyordu.

Dışarıdan bakıldığında hakikaten anlaşılması güç bir süreç yaşanıyor. Bir seçim yaşanmış, büyük bir katılım olmuş ve çok büyük bir farkla adaylardan biri seçimi kazanmıştı. O halde neden bu kadar yaygara kopartıldı? Hile, şaibe, usulsüzlük iddiaları doğru muydu? Basit ama cevabı zor olan bir mantıkla %62’lik neticeye nasıl itiraz olabilirdi? Öte tarafta da her üç aday da sonuçlara itiraz ediyor. Bu durum sadece kendine aşırı güven, mutlak zafer inancının gerçekleşmemesi karşısında oluşan hayal kırıklıklarının neticesi miydi?

Şayia ve Dedikodudan Beslenen Bir Kültürün Y          ol Açtığı Sıkıntılar

Seçimlerde usulsüzlük meselesine değinmeden önce İran siyasal-toplumsal kültüründeki bazı olumsuz özelliklere değinmek gerekiyor. İslam Devrimi’ne kadarki süreçte muasır dönem İran siyasal yapısına hâkim olan baskı/despotizm ortaya şayia, dedikodu gibi objektif kriterlerden yeterince beslenemeyen toplumsal yapı ortaya çıkardı. Sisteme ve onun temsilcilerine karşı muhalefeti aleyhte fıkralar üreterek gerçekleştiren, sürekli olarak resmi görüş-gerçek görüş ikilemi yaşayan, bir saatte bir dedikoduyu bütün İran sathına yaymayı başaran (ki bugün kitle iletişim araçları sayesinde daha çabuk yayılıyor) bir toplumsal yapıdan bahsediyoruz. Devlet çok kolay bir şekilde bir adamın casus olduğuna dair sağlam deliller ortaya koyar ve diskalifiye eder. Topluma göre bir siyasetçi, yazar ya da gazeteci ‘eceliyle’ ölmez. Dönem imkânlarına göre ya zehirlenmiştir ya öldürülüp tuz gölüne atılmıştır ya da uçak kazası süsü verilerek öldürülmüştür. Hadiseleri izah ederken arka planında bu tür ‘kesin’ kanaatlere sahip toplumu ikna etmek elbette zordur. Hele bir de bu kanaatleri pekiştirici bazı durumlar gerçekleşmişse yapılabilecek pek bir şey yoktur. Örneğin Devrim Muhafızları ve Besic’in seçimler öncesinde her ne pahasına olursa olsun reformcu adayın kazanmasına müsaade etmeyecekleri şeklindeki bazı açıklamalar ya da seçimleri yapmak ve denetlemekle görevli Şuray-ı Nigehban ve İçişleri Bakanlığı’nın açıkça Ahmedinejad’ın tarafını tutması, Devlet İstatistik Kurumu ile Seçim Kurulu’nun yayınladığı seçmen sayısının birbirini tutmaması, sandık müşahitlerine birçok yerde izin verilmemesi, seçim akşamı cep telefonu sisteminin kapanması, yine aynı akşam özellikle reformculara yakın internet sitelerine erişimin engellenmesi, normalde önce şehir şehir sonuçlar verilir, ardından toplam bir sonuca gidilirken bu kez sonuçların kısa süre içinde toplu bir şekilde 5'er milyon aralıklarla verilmesi ve ilk bildirilen oy oranıyla son bildirilen oy oranlarındaki dengelerin hep aynı kalması, Ahmedinejad’ın dışındaki üç adayın da kendi bölgelerinde dahi fazla oy alamaması bu kanaatleri pekiştiren en önemli olaylar oldu. Seçimlerden sonra halkın şayiaya ne kadar itibar ettiğinin bir göstergesi de elden ele dolaşan bir mektup oldu. İran İçişleri Bakanı Sadık Mahsuli tarafından Ayetullah Hamaney'e gizlice gönderildiği iddia edilen mektupta Musevi'nin 13 milyondan daha fazla oy aldığı, ancak Hamaney'in emirleri doğrultusunda, seçimde üçüncü sırada gelen Ahmedinejad'ın galip ilan edileceği bilgisi yer almakta idi. Bu akıl ve mantıkdışı iddiaya da ciddi bir kesim maalesef itibar etti.

Devrimci Geçmiş ve Perspektife Sahip Olmayanlar Devrime Sadece Zarar Verir!

Açıkçası tarafların ortaya koyduğu deliller kafalarda soru işaretleri uyandırsa da sonuçları etkileyecek ya da bu kadar büyük farkın oluşmasını sağlayacak nitelikte değildir. Asıl sorun tarafların birbirlerine karşı duydukları aşırı güvensizliktir. Bir taraf diğerlerini görüş farklılıklarından dolayı hemen zıdd-ı inkılâbi, ajan olmakla suçlarken diğer taraf muhafazakârların toplumsal tabanının asla geniş olmadığı ya da İran toplumunun teveccühünü kazanamayacağı kanaatinde. Hadisenin zihinsel arka planla doğrudan ilişkili olduğu kanaatindeyiz. Örneğin muhafazakârların bir önceki cumhurbaşkanlığı seçiminde dile getirdikleri halkın oyu asıl mı tartışması doğrudan vakayı değerlendirirken zihinde bulundurulan kriter durumunda. Teorisyenliğini Ayetullah Misbah Yezdi gibi geçmişte Hüccetiye grubunda yer alan, devrimci geçmişi bulunmayan hatta Şah’a karşı mücadelede İmam Humeyni’ye destek vermemiş ve karşı çıkmış biri bugün devlet içinde büyük bir nüfuz elde etmiş durumda. Misbah Yezdi’nin dile getirdiği teze göre asıl olan “velayet-i fakih”tir, halkın oyu arızidir, sadece bir görüştür. Fakih-i mutlak isterse bu görüşü dikkate almaz. İslam’ın değerlerinin korunması adına gerekirse gayri meşru yollara teveccüh edilebileceği iddialarını dillendirmesi de muhalif kesimlerin büyük tepkisine yol açmıştı. Hatta bu tartışmalara en sonunda Rehber Hamaney de katılarak halkın oyunun asıl olduğunu net bir şekilde dile getirmişti. İşte İmam Humeyni’nin meşhur ifadesiyle “Dünün mürtecileri bugünün devrimcisi olmuş!” örneğinin somut temsilcilerinden Misbah Yezdi gibilerin devrime zararları yararlarından daha fazladır.

79 İslam Devrimi’nden bu yana tam 30 yıl geçti. Şia tarihi ve teolojisi incelendiğinde böyle bir devrimin ortaya çıkması çok büyük bir olaydır. Şia’nın teorik yapısı ve tarihsel sürecinin olumsuzlukları devrimci teori ve pratiklerle aşılmaya çalışıldı. Özellikle Şiilikte bir açılım ve İslam devletinin teorik imkânını sunması açısından ortaya atılan “velayet-i fakih” görüşünün bugün yaşanan sıkıntıların merkezini oluşturduğu kanaatindeyiz. İmam Humeyni’nin karizmatik kişiliği, geniş kesimlerin liderliğine olan mutlak inançları, meseleleri çözerken ortaya koyduğu kuşatıcılık, merhaleciliği büyük sorunların oluşmasını engelliyordu. Ama 1989’da vefatından sonra yerine gelen Ayetullah Hamaney için aynı şeyleri söylemek zor. Özellikle dünün radikalleri olan bugünün reformcularını ta başından itibaren kendinden uzak tutması, etrafında daha çok sağcı ya da gelenekçi olarak nitelendirilen insanları bulundurması, devrime yol açan fikri dinamizmi ihmal etmesi, Devrim ve Safevi Şiiliği arasında senteze yol açan kültürel formu teşvik etmesi, ülkede cereyan eden hadiselere çok sık müdahale etmesi liderliğinin olumsuz taraflarının örnekleri olarak verilebilir. Sistem içi çatışma 2005’te Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı olmasının ardından daha da derinleşmiş ve çok boyutlu hale gelmiştir. Sorunun sadece seçim sonuçlarıyla ilgisi olmadığı en temelde bir tür “velayet-i fakih vesayet” yapısıyla ilgili olduğu açıkça ortadadır. Yani hadise İslam Cumhuriyeti formunun açılımını yaparken ilişkiyi sorunlu tanımlamaktan kaynaklanıyor. Bir kere İslam ve cumhuriyet arasındaki ilişkinin nasıl tanımlandığı tamamlanmış bir süreç değildir. İran İslam Cumhuriyeti’nin halkın otoritesine dayanan cumhuriyetçi temeliyle velayet-i fakihte somutlaşan İslami temeli arasında zıtlaşma ya da bir gerilim söz konusu. Nitekim reformcu çevreler açık bir şekilde velayet-i fakihin cumhuriyetçilik üzerindeki baskısını reddediyorlar. Aynı şekilde bugün Rafsancani’nin Rehber Hamaney’in yetkilerini kısıtlayacak girişimler içerisinde bulunduğu iddiaları önemli. Onun için sadece özellikle ortalığı yakıp yıkan protesto gösterilerine katılanların profiline bakarak tahlillerde bulunmak çok doğru olmasa gerek.

Tepkiyi Fırsat Bilmek ya da Kurt Puslu Havayı Sever

Bu bağlamda protesto gösterilerini kimler örgütledi, kimler katıldı sorularının da cevaplandırılması gerekiyor. Öncelikle şiddetten uzak büyük gösterileri gerçekleştirenler sistem içinde değerlendirilmesi gereken reformcu gruplardır. Söz konusu gösterileri örgütleyebilecek tabanları, toplumsal meşruiyetleri bulunuyor. Elbette bu mahiyette gösterilere balıklama atlayacak, protestoları yolundan saptıracak Devrim karşıtı birçok hareket ya da unsur da bulunmakta. Başta Halkın Mücahitleri örgütü olmak üzere, Marksistler, milliyetçiler, milliyetçi muhafazakârlar, kontrolsüz lümpen gençler, İslam ve siyasetin ayrılmasını isteyen sistemle sorunu olan bazı gelenekçi gruplar olayların içerisinde aktif olarak yer alıp, kamu mallarına zarar veren, işyerlerini tahrip eden eylemleri gerçekleştirdiler. Bu çevrelerin yayın organlarına bakıldığında abartılı, gerçeklerle hiç örtüşmeyen, tamamen uydurma ama halkın sistemden nefret etmesini sağlayacak yoğun çabaların, haberlerin olduğu görülecektir. Sistem muhalifi unsurların bu şekilde ortaya çıkması en başta reformcuların işini zorlaştırdı. Bir yanda ısrarla sonuna kadar haklarının takipçisi olacakları ilanı, öte tarafta çözüm olarak ortaya koydukları kitle gösterilerinin rayından çıkarılması. Normal bir ülkeden bahsetmiyoruz; emperyal güçlerin yıllarca küçük bir gösteriyi dahi “Halk rejime karşı ayaklandı!” şeklinde verdiği, aynı zamanda şikâyeti olan toplumsal kesimlerin taleplerini ifade edebileceği kanalları devletin de doğru şekilde oluşturmadığı bir ülkeyi konuşuyoruz.

İran’ın devrim sonrası tarihine baktığımızda bu çapta büyük protesto gösterilerine ancak devrimin ilk yıllarında rastlamaktayız. Şimdiye kadar olan şey 1999’daki gibi üniversite merkezli gösteriler ya da lokal olarak bazı şehirlerde çeşitli nedenlerden dolayı ortaya çıkan tepkiler şeklinde idi. Onun içindir ki bu kapsam ve mahiyetteki gösterilerin önemsenmesi gerekiyor. Gösterilerin büyük oranda Tahran’da ve nispeten varlıklı ailelerin oturduğu yerlerde yapılmış olması hadiseyi önemsiz kılmıyor. Doğrudur, Tahran eşittir İran değildir, ama İran’ın da başkentidir. Rejim muhalifi çevrelerin Musevi’yi destekler görünerek protestolarda bulunmaları onu bir “durak” olarak değerlendirme isteklerinde yatıyor. Aynı taktik devrimden önce Ayetullah Humeyni için yapılmıştı. Şah’a karşı mücadelede komünist unsurlar dahi orak-çekiçli afişlerine İmam’ın resmini koyarak mücadelenin kitleselleşmesini ve toplumsal meşruiyeti sağlamaya çalıştılar. Devrimden sonra da “siyasetten anlamaz ihtiyarı” kolayca ekarte edeceklerini düşünmüşlerdi. Ama “devrimciye tere satılmaz” gerçeğinden hareketle bugün de bu taktiğin sökmeyeceğine inanıyoruz. İran’da yaşanan durumu bir 'devrim durumu' diye nitelemek ise çok hoş doğrusu! Pek devrimci Financial Times gazetesi ‘güvenlik güçlerinde bölünme’ ve ‘güçlü dış destek’ dışında ‘devrim durumu’nun tüm şartlarının bugünün İran'ında mevcut olduğunu yazabiliyor. Bu eksiklikler de tamamlanırsa en kısa zamanda bir devrim olacak yani!!! Marksist gelenekten gelenlerin İran’da objektif koşulların tahlili adı altında her şeyin devrime hazır olduğunu ifade etmeleri de görülmeye değer. Oysa görmek istemedikleri şey İran’da milyonların İslam Devrimi uğruna canlarını vermeye hazır olduğudur. Yoksa bu milyonlar halk değil mi?

İran'daki protestoların artmasında uluslararası basının rolü olduğu şeklindeki resmi açıklamalar ve bu hususta BBC, el-Arabiye, Alman ZDF televizyonu, Fransız Haber Ajansı AFP gibi basın yayın organlarına zorluk çıkartıldığı iddiası ise çok fazla doğru olmasa gerek. Yabancı basının rolünün fazlaca abartılması yerine hükümet İran’a ait televizyonların yayın politikalarını yeniden gözden geçirse daha doğru olur. Nasıl ki 1979’da insanlar yabancı radyoları dinliyorduysa, hatta İmam Humeyni’nin Paris’te yayınladığı mesajların BBC radyosu üzerinden halka ulaşmasından dolayı devrimi İngilizler yapmadıysa bugün de protestolara yabancı basının geniş yer vermesi olayları onların yaptığı anlamına gelmez. Talep, beklenti, haberleri sunarken dezenformasyon yapma ayrıdır, bizzat gösteri yapacak bir iradenin, kesimlerin varlığı ayrıdır. Halk BBC’den haber almayacak da nereden alacak? İran resmi kanalında gösterinin haberi olmadan sadece eleştirisi yayınlanıyor. Devlete ait televizyonların hiçbirisi Musevi, Kerrubi, Rızai’ye söz hakkı tanıyıp seçimlere ilişkin değerlendirmelerine yer vermiyor. Bu da insanların zihninde “bazı gerçeklerin” üstünün örtüldüğü kanaatinin oluşmasına yol açıyor.

Son tahlilde bütün iddialara rağmen %62 oy alan bir Ahmedinejad var karşımızda. Alınan oy bazılarına abartılı ya da inanılması güç gelebilir ama şunu da hatırlatmak da yarar var: Ahmedinejad’ın 2005 seçimlerinin ikinci turunda aldığı oy yüzdesi %61,7 idi. Bu açıdan bakıldığında sonuçların fazla şaşırtıcı olmaması gerekiyor. Üstelik muhaliflerinin bütün karşı çıkışlarına rağmen Ahmedinejad halkla kolay iletişim kurmayı gayet iyi becerebilen, son derece sade görünüm ve yaşayışa sahip, halkın içinden biri profilini doğru verebilen bir siyasetçi. Her ne kadar muhalifleri popülist bulsa da uyguladığı ekonomik politikalar da örneğin çalışanların ve emeklilerin maaşlarında iyileştirme, öğrencilere para yardımı, büyük sanayi tesislerin hisselerinin halka arzı, faizsiz uzun vadeli konut kredileri, sosyal güvenceden faydalananların sayısını artırma, halka patates dağıtma gibi uygulamalar halkın ikinci defa Ahmedinejad’a teveccühünü sağlamıştır. Bundan sonraki süreçte aldığı oy oranına rağmen Ahmedinejad’ın işinin zor olduğu kanaatindeyiz. Muhafazakârların çoğunlukta olduğu Meclis ile dahi ilişkilerde ciddi sıkıntılar yaşayacak. Nitekim Ahmedinejad’ın seçimlerden sonra milletvekilleri onuruna verdiği yemeğe Meclis’in yarısı katılmadı. Aynı şekilde hükümetin güven oylaması oturumlarının da sıkıntılı geçeceği kanaatindeyiz. Kendisini eleştiren kesimlere ilişkin kullandığı üsluba da Ahmedinejad’ın bunca olup bitenden sonra sorumluluklarının gereği olarak daha fazla dikkat etmesi bekleniyor.

Musevi’nin şahsında reformcu cephe de herhalde seçim denilen olayın, sonucu önceden kesin olarak belli olmayan yarış olduğunu öğrenmişlerdir. Toplumun “kalburüstü” kesimlerinin büyük çoğunluğunu arkaya almak aynı zamanda dezavantaj da olabilir. Musevi’nin “efsanevi” başbakanlık yıllarının zihinlerdeki çağrışımı fakirlerin, yoksulların gözetilmesi iken 12 Haziran seçim sürecinde daha çok üniversitelilerin, varlıklı kesimlerin, kültür sanat adamlarının özgürlük sorununu birincil mesele edinen bir görüntü vermek 70 milyonluk İran gerçeğiyle ne kadar örtüşebilir? Musevi’yi destekleyen kesimlerin dinamik unsurlar olması aynı zamanda seçimlerin kesin olarak kazanılacağı görüntüsünün verilmesine yol açan yanlışa da yol açmıştır. Seçim öncesi yapılan tahminler ve yönlendirme amaçlı çabaların oluşturduğu tablo Musevi’nin seçim sonuçlarını sağlıklı değerlendirmesini engelledi. Bu anlamda Türkiye’de 22 Temmuz 2007 seçimlerinden önce gerçekleştirilen Tandoğan, Çağlayan ve İzmir mitingleri ile seçim sonuçları arasındaki derin uçurumun bir benzerinin İran’da yaşandığı kanaatindeyiz.

12 Haziran seçimleri propaganda süreci, televizyon tartışmaları, devrimim ilk yıllarını hatırlatan kitlesel katılım örneklikleri, seçimlere yüksek katılım, seçim sonucu ve ardından çıkan protestolar ile şimdiden İran tarihinin en ilginç seçimi olarak kayıtlara geçti. Yaklaşık iki hafta dünya gündemini meşgul eden protesto gösterileri şu günler itibariyle neredeyse bitmiş durumda. Belki özel bazı günler ve olaylarda kısa süreli tepkiler olacaktır. Ama bu durum yine de Rehberliğin ve yönetimin halkın sorun olarak ortaya koyduğu şeylere sırt çevirmesi anlamına gelmemelidir. İtirazları olanları sistem içine çekme yerine baskı, şiddet vb yöntemlerle sistem dışına itmek makul politika olmasa gerek. Ayrıca statik ve durağan bir toplumun önünde bir engel olarak dinamik bir yapı için itiraz eden, eleştiren pratiklerden de istifade edilebilir. Bundan sonra kriz daha çok devlet içinde yani yönetim kademelerinde yaşanacaktır. Ahmedinejad’ın birinci dönemi bu anlamda tasfiyenin alt yapısını hazırlamaya dönük iken şimdi işin pratiğe dökülmesi ihtimali tepkilerle birlikte her ne kadar zayıflasa da 'kapatılmamış hesaplar'ın yeniden açıldığı süreçte taraflar pozisyonlarını korumak ve güçlendirmek için ellerinden geleni yapacaktır.

79’da gerçekleştirilen devrim tüm dünya Müslümanlarına İslam devleti örnekliği açısından umut aşılamıştı. Gelinen süreçte devrime gönülden bağlı milyonların varlığı İran’da sistemin sağlıklı işlediği anlamına gelmiyor. Modern dünyada İslami devletin nasıl olacağı; yasama, yürütme, yargı organlarının birbirleri ile ilişkisi; devletin bireylerin hayatına ve muhaliflere müdahalesi; düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün sınırları gibi tamamlanmamış önemli konular bulunmakta. Bir imkân olarak İran İslam Cumhuriyeti, bu sorunların tartışılması ve çözümü noktasında açısından laboratuar özelliğini hâlâ korumaktadır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR