1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. Seçim Sath-ı Mâilinin Ötesini Görebilmek

Seçim Sath-ı Mâilinin Ötesini Görebilmek

Mayıs 2023A+A-

İçinde bulunduğumuz toplumu kimlerin yöneteceğiyle ilgili bir seçim arifesindeyiz. Seçimlerle ilgili gündem yoğunlaşmasına “seçim sath-ı mâili” denilmektedir. “Seçim sath-ı mâili” ifadesi, herkesin seçim gündemiyle meşgul olmaya başladığı ve o gündemin dışına pek kolay çıkılamayacağı, farklı muhabbetlerin dönüp dolaşıp hep o düzeye inmesiyle ilgili bir eğilimi ifade etmektedir. Ya da lügat anlamıyla “yamaçtan aşağıya zorunlu seçim eğilimine girmek” manası da söz konusudur.

Aslında hayat tarzımızı belirleyen her karar aynı zamanda temel bir seçimdir. Eğitim alanıyla, ekonomik planlamalarla, sosyal çevre oluştururken, evlilikle veya hayatın başka alanlarıyla ilgili tercihlerimizde seçim; iyiler ile kötüler arasında hayatı şekillendiren iradeli bir tercihtir. Bu çerçevede tercihimizi kullanacağımız alanlar çok fazla çeşitleniyor görünse de aslında iki temel seçim alanımız mevcuttur: hak ve bâtıl. Birisi vahyin, tevhid ve adaletin aydınlattığı hidayet yoludur. Ötekisi sınırlı aklı ve nefsin fücurunu mutlaklaştıran beşerî ölçünün, şirkin ve zulmün oluşturduğu şeytani yoldur. Bu iki yolun kavşak noktasında şeytani vesvese ve yönlendirmeler söz konusu olsa da kararı son olarak insan vermektedir. Bu tercihi nedeniyle de insan, hem dünyada hem ahirette sorumludur.

Bizler, Türkiye’de yaşayan farklı etnik kategorilere sahip Müslümanlar, İslam ümmeti veya Osmanlılar vasfına sahip atalarımızın sahip çıktıkları “İslam nimeti”ni toplumsal ve siyasi olarak iyi kavrayamamaları veya giderek devraldıkları sahih ölçüleri ve örfü yitirmeleri sonucunda son üç asırda düşülen zilletin kötü mirasında gözlerimizi dünyaya açmışız.

Bugün fıtri hasletleri önemsemeyen veya İslami olmayan bir sistemin içinde bulunuyoruz. Bu sistemin temel karakteri ulusalcı, laik ve seküler etiketler taşımaktadır. 1923 Lozan Anlaşması’nda veya İngilizler için “Yakın Şark İşleri Konferansı”nda alınan açık ve gizli kararlardan sonra küresel egemenlerden onay alınarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti sistemi, hâkim Batı paradigmasının değerlerine öykünüp İslami olan ölçülerden bütünüyle sıyırılmaya çalışarak biçimlenmiştir. Pozitivist temelde biçimlendirilen ulusal, laik ve seküler bu sisteme, aslında kişi kültüne dayanan Atatürkçülük ideolojisiyle motivasyon kazandırılmaya gayret edilmektedir.

Türkiye’deki siyasi seçimler, mevcut sistem içinde yönetimi devralmakla ilgilidir. Gündeme gelen seçimlerde inisiyatif almaya çalışan kökten muhalif kişi ve çevreler de olabilmektedir. Türkiye’de yapılan siyasi/politik seçimler moderniteye ait olan dayatmalarla biçimlenmiş olan anayasanın belirlediği alanda ya da düzlemde kurulan sistem çerçevesinde veya zorunlu raylar üzerinde yapılmaktadır. Dolayısıyla hangi niyeti taşırsa taşısın sistem içinde yönetimi devralmak isteyen gruplar, sistemi kontrolü altında tutmaya çalışan iç ve dış vesayet güçlerinin teamülî veya yasal biçimlendirmelerine rıza gösterirler veya onları gözetirler. Örneğin TBMM’ye seçilen İslami veya Marksist ya da farklı ulusçuluk niyetleri taşıyan bir vekil, mevcut anayasa ve Atatürk ilkelerine göre tanzim edilmiş yemini tekrarlayarak işe başlamaktadır. Yani işaret ettiğimiz kimliklere sahip bir vekil politik resmî hayatına, kendi amaçları doğrultusunda takiyye yaparak ya da yalan söyleyerek işe başlamak zorunda kalmaktadır. Resmî ideolojinin söz konusu yeminini kabul etmeyenler ise tüm demokrasi ve eşitlik söylemlerine rağmen öteki kabul edilmektedirler.

Biz müminler, “Dinde zorlama yoktur.” ilahi hükmü gereği dışımızdakilere “Sizin dininiz size bizim dinimiz bize.” deme ilkesi ile davranan, toplumu hak ve adalet istikametinde ikna temelinde dönüştürmeyi önceleyen bir dünya görüşünün mensuplarıyız. Ancak Resulullah’ın (s) rehberliğinde yaşanmış ilk İslam toplumu örnekliğinden günümüze ya da tarihin yıpratan dehlizlerinden bugüne 14 asır geçmiştir. Elimizde mevsukiyeti korunmuş olarak bize kadar ulaşan hidayet kitabı Kur’an-ı Kerim ve aslı Kur’an’da olan, zamanı aşkın ve kesin olan Resulullah’ın sünneti ve uygulamaları vardır. Ayrıca ‘Asr-ı Saadet’ten itibaren yaşatılan ve İslami asıllarla uyumlu örfümüz ve şeâir-i diniyemiz bulunmaktadır. Tabiî ki tüm fıkhi, siyasi ve metodik değerlendirmelerimizde söz konusu bu temel ölçülerimizi rehber edinerek tarihî sürecimizle ve içinde yaşadığımız toplumsal yapıyla irtibatlı olarak nereden gelip nereye gittiğimizle ilgili bir ön muhasebe yapmamız ve tedricî olarak inzal olan vahyin ilgi alanlarıyla ilgili birikimimizin muhataplarını günümüz şartlarında yenilememiz gerekmektedir.

Bu bağlamda yaşadığımız toplumda yetimlere, öksüzlere ve kadınlara zulmedenlerin; teraziyi doğru tartmayanların, çalışanın hakkına tecavüz edenlerin, ekonomik gücüyle ululuk taslayanların, firavunun sihirbazları gibi “medyatik büyü”yü kullananların, tevhid dinini muhtevasından ayrıştırmak isteyenlerin veya ahirete inanmayanların hâkim durumda olduğunu biliyoruz.

Cahiliyeden Hicretin İmkânı

Asr-ı Nebi dönemindeki cahilî tutum ve kurumlarla, çağımızdaki küresel cahilî tutum ve kurumları tabiî ki mukayese etmeliyiz. Siret-i Resul döneminde İslami toplumsal bir yapı kurulurken; günümüzde ise çözülen ve şer’i hukuku uygulama anlamında yitirdiğimiz “hilafet”in kaybı sonrası ağır zaaflara duçar olan toplumsal yapımızı nasıl ıslah edip yeniden dirilteceğimiz üzerinde yoğunlaşıyoruz. “Hilafet”i 3 Mart 1924 tarihinde yitirmiş ve bütün İslam coğrafyasında bağımsızlığını kaybedip seküler ulus devletlerin tebaası konumuna düşmüş bulunan, dağılmış ümmetin yetimleri olarak yaşıyoruz. Ulus sınırlara bölünmüş coğrafyalarımızda ise Maide suresinde belirtilen “cahiliye hükmü/hukuku” karşımıza çıkmaktadır. Bu cahiliye hukuklarının hâkim olduğu ulusal sınırları ise pasaportsuz aşamayacağımız bir mağduriyeti yaşamaktayız.

Pasaportsuz hicret imkânının kolay kolay elde edilemediği bir kuşatma altındayız. Tebaalaştırıldığımız “ulusal vatan” parçaları dışında rahat nefes alacağımız müstakil toprak parçaları bulunmamaktadır.

Kendi ilmihalimizle irtibatlı ilgi alanlarımızı takip etmek ve tespitlerimizi vahyî ölçülerle değerlendirip sahih tavırlar geliştirmek mükellefiyetlerimizden birisi de seçim sath-ı mâili ile gündeme giren meseledir. İslam nizamı, İslam akidesi üzerinde inşa edilir. Bu nizamın dışında sergilenen seçimlere katılmayı cahilî sisteme entegre olmak şeklinde değerlendiren ve seçim konusundan uzak duran kişilerin İslami hissiyatlarını anlamamız mümkündür. Ancak giyim ve hayat telakkisiyle, akidevi alandaki zan ve vehimlerle, her türlü idraksiz asabiye ve cahilî hukukun kuşatıcılığı ile çok daha kesif olan ve küreselleşen cahiliyenin dayatmalarını yaşayan günümüz Müslümanları, cahilî ulusal sistemlerdeki tutsaklığımızı bugünkü imkânlarla nasıl aşabileceğimiz üzerinde fıkhetmelidirler. Bu fıkıh ve tertil eylemi efradını cami ağyarını mani bir tutarlılığa ve mümkünse şûrâ içtihadına dayanmalıdır.

Bunun için de öncelikle Siret-i Resul dönemi cahiliyesinin ifsad ve zulmünü çok daha aşan büyük bir karaltı, kuşatma ve tutsaklık altında bir var oluş imtihanı ile karşı karşıya olduğumuzu idrak edecek tutarlı bir tarih ve toplum değerlendirmesine sahip olmamız gerekiyor. Günümüz yerel ve küresel cahiliyesine karşı çözüm arayışımızda “hicret etme” yöneliminin bile önüne, aşılması için ancak Rabbimizin gaybi yardımına muhtaç olduğumuz barikatlar örülmüştür.

Nisa suresinde bildirildiği üzere nefislerine zalimlik eden kimseler “Biz zayıf bırakılmış/mustezaf kimseler idik.” deyince melekler onlara: “Hicret etmek için Allah’ın arzı geniş değil miydi?” derler. Ancak bugünkü modern ulus devletler çağında kurulu sisteme boyun eğmemek için hicret etmeye kalktığımızda “Hangi uygun bölgeye gidebiliriz?” sorusu gündeme gelir ki Afganistan, Trablusgarp, İdlib-Afrin, bilemedik dünkü İran ve bu bölgedekilerin de göç etmeyi tercih ettiği Türkiye ulusal sınırları dışında iç ve dış vesayetten kurtulmak isteyenler için daha uygun bir bölge gözükmüyor.

1964-1975 yılları arası Kral Faysal ve kadrosu Suudi Arabistan’ı vesayetten kurtarmaya çalışıyordu ki Seyyid Kutup Mısır ulus devletinde idam edilirken, tefsiri Riyad’da basılmış ve kardeşi de oraya iltica etmişti. Bugün ise Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti hükümetinin iktidar olduğu ve tüm zaaf ve uzlaşma süreçlerine rağmen Türkiye, iç ve dış vesayeti aşmaya çalışan ve halkının büyük kısmı Müslim olan ülkedir. Hicret için ehven gördüğümüz söz konusu bölgeler de ulusal sınırlarla kuşatılmıştır. Ayrıca Resulullah (s) dönemindeki cahilî örf ve kurumlara nispetle, ulus devletlerin anayasaları-kanunları ile gerçekleşen cahilî dayatmalar çok daha şiddetli ve örgütlüdür. Halkının çoğunluğu Müslüman olduğu için İslam coğrafyası da denilen bölgelerde tabiî ki yeniden inşa, varoluş ve ıslah faaliyeti içinde güçlenen bir gelenek süregelmektedir. Ancak coğrafyamızın bazı bölgelerinde İslam adına hukuki iyileştirmeler yapılsa da bu bölge ve ülkelerin hepsinin BM ile ilgili ve küresel cahiliyenin kuşatması altında olduğunu, Taliban’ın fiziki bağımsızlığını sağladığı Afganistan örneğinde de görmeliyiz.

Vahyî Çerçevede Stratejik Arayış

İnsanlığı karanlıktan hidayete çıkartmak üzere Rabbimiz tarafından indirildiği kesin olan ilahi vahiy, aynı zamanda insanın bireysel ve toplumsal ihtiyaçlarıyla da ilgilenir. Zorunlu ve tabiî bireysel ihtiyaçlarımız, bizi harekete geçiren en önemli amildir. Ancak Rabbimiz bu ihtiyaçlarımızın karşılanmasında yürünecek yol haritasının koordinatlarını vahyi ile göstermiş ve bu yürüyüşün örnekliğini vahyin yönlendirdiği Allah’ın elçileri yapmışlardır. Allah’ın Elçisi Muhammed’den (s) sonra toplumsal meselelerimizle ilgili “korku ve güvene dair bir haberi”, duyduğumuz veya yaşadığımız meseleyi Nisa suresinde gösterildiği üzere istinbat yapması yani çözüme kavuşturması için müminlerden olan “ulu’l-emr” heyetine götürmemiz gerekmektedir. Ancak epey bir zamandır kolektif işlerimizle ilgili Rabbimizin emrettiği ve kapsayıcı olması gereken böyle bir kurumdan mahrum bulunuyoruz. Herkes kendi istişâri inisiyatifi veya cemaatinin istişâri çabaları içinde yol almaya çalışıyor; bu nedenle gerek müştereklik gerektiren metodumuzla gerek sistem içi araçları kullanma ilmihalimizle ve gerek kurulu ulus sistemler içinde gündemimizi kuşatan seçim sath-ı mâili hakkında birlikte nasıl davranacağımızla ilgili problemlerimiz ümmet dayanışması içinde gereğince ve açık yüreklilikle müzakere edilemiyor.

Yerel ve küresel cahilî sistemi de ulus devlet sarmalını da uzun vadede nasıl aşacağımızla ilgili yeni içtihadi yöntemler üzerinde durmalı ve geleceğin muhtemel seyrine göre bugünkü adımlarımızın merdivenlerini oluşturmalıyız. Bu da mevcut cahilî sistemler içinde kimliğimizi açıkça ortaya koyup imanımızı ilan ederek, cahilî kimliklere yağcılık/müdahane yapmadan ve öz gücümüze dayanarak veya öz gücümüzü inşa ederek bu ehven bölgelerde varoluş, ıslah ve inşa mücadelemizi bazı sistem içi araçları da kullanarak geliştirmeliyiz. Ulu’l-emr müessesemizi kendine yeter hale getirinceye kadar sürekli fikrî ve fıkhi mutabakatlar aramanın çabası içinde olmalıyız. Açık kimlikli ve müdahanesiz tavrımızla sistem içi “uygun” araçları kullanmak, vahyî uygulamalar doğrultusunda resullerin gösterdiği örnekliklere dayanır. Tabiî ki bu örnekliklerle günümüz cahiliyesinin araçlarını nereye kadar ve nasıl kullanabileceğimizle ilgili tutarlı kıyaslar/analoji yapmaya ve bunlarla ilgili ciddi istişareler sonunda verilecek kararlara ihtiyacımız vardır.

Açık kimlikli ve sisteme angaje olmayan, egemen güç ve sultalara da eğilmeden, yağcılık yapmadan kararlı bir tavırla Resulullah’ın değerlendirdiği “davet” örfü, “ilaf” anlaşması, kimliksel hicretini gerçekleştiren ‘muslihun’un “Habeş Necaşi’sine iltica”sı, davet imkânı olarak cahiliyenin tesis ettiği “panayırlar”dan ve cahilî Mekke geleneğinin “himaye” statüsünden yararlanılması hep sistem içi araçları kullanma örnekleridir. Yusuf’un (a) melikin sağladığı yönetim yetkisi de sistem içi araçları kullanmak için açık İslami kimliğini örtmemek ve cahilî değerlerle uzlaşmamak fıkhi ölçü ve ilkelerine dayanmaktadır. Ama bu yetkinlik ve yeterlilikte olmak için dirençli ve donanımlı bir şahsiyete veya sosyal birliktelik olarak “öz güç” anlamında fikrî birikim ve fiziki bir yeterliliğe sahip olmak gereklidir. Sistem içi araçları kullanmak konusunda resullerin mücadelesinden öğrendiğimiz ilkeler hududullahı çiğnemek konusunda ruhsat oluşturmaz. Bizzat bahsettiğimiz donanıma sahip kişilerden oluşan ve işlerini şûrâ ile gerçekleştiren, Araf suresinde mükerreren belirtildiği üzere “hakka yönelten ve onunla adalet yapmaya çalışan bir ümmet” olmayı gerekli kılar.

Yerel ve küresel cahilî sisteme tutsaklığımız yaşamsal haklarımızdan vazgeçmemiz anlamına gelmemelidir. Tabiî ki bu haklarımızı gücümüz ve kullanabildiğimiz uygun imkânlar oranında elde etmeye çalışıyoruz ve çalışacağız. Dikkat edilmesi gereken, ekonomik-sosyal alanda olsun, hukuki-politik alanda olsun kullanacağımız araçların kimliğimiz üzerinde belirleyici olmamasıdır. Eğer bu araçları kullanabilmek uğruna İslami kimliğimizi saklıyor, Allah'ın ayetlerini gizliyor ve haksızlık karşısında susmayı yeğliyorsak bu araçların sahibi olan sistem bizi mekanizmasına katmayı başarıyor demektir. Sistem içi araçlar, sağlıklı bir beraberliğe dayanan sistem üstü bir karar mekanizması tarafından inisiyatif altına alınabildiği ölçüde değer taşırlar. Ayrıca İslami amacın evrenselliği ve sürekliliği, sistem içi araçların ise izafiliği ve geçiciliği unutulmamalıdır.

Şer’i hükümlerimizin yasaklandığı ve -bireysel çözümler dışında- daha uygun bir diyara da hicret etmemizin imkânsızlaştığı bir ortamda İslam’ı gereğince kavramak, yaşatmak, tebliğ edip ilk dönem Nasranîleri gibi güç ve nitelik kazanabilmemiz için lehimizde ve aleyhimizde olan ortamı ve süreçleri iyi tahlil edip değerlendirmemiz gerekmektedir. Yaşadığımız ulus sınırlar içinde Mümtehine suresinde belirtildiği gibi bize düşmanlık yapmayanlarla düşmanlık yapanları ayırt edecek bir seyir izlememiz ve kararlı bir tevhidî tavır kuşanmamız gerekmektedir. Rum suresinin girişindeki ilk dört ayete baktığımızda da tahkik ehli müfessirler bu kıssayı iki kötüden “daha ehven” veya “daha az zararlı” olanı seçmek şeklinde anlamışlardır. Osmanlı şeklî hilafet sistemi 1839 Tanzimat Fermanı’nın sekülerleştirici umdelerinden sonra gittikçe zaafa uğramış ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla başlatılan Batılılaşma akımının ilk temelleri sosyal ve idari yapıda oluşmaya başlamıştı. Toplumsal bazdaki bu çözülme süreci ve hukuk ekseninde Avrupalı kanunlara öykünme süreci karşısında Ahmet Cevdet Paşa ile birlikte on fıkıh bilgininin oluşturduğu Mecelle’de de “daha çok kötü”ye karşı “daha az kötü”nün tercih edileceği içtihadı usulleşmiştir.

Mecelle’nin 27. maddesine göre “Zarar-ı eşedd, zarar-ı ehaff ile izale olunur.” Yani Şiddetli zarar, hafif zararla yok edilir.” Kaynaklarda konuyla ilgi Mümtehine suresinin 8. ve 9. ayetlerinin İslam’ı tercih etmeyen Huzaa kabilesiyle ilgili olduğu kaydedilmekle beraber, her iki ayetin genellemeye müsait olduğu üzerinde durulur. Buna göre de müşrikler “muahid/anlaşmalı olanlar” ve “muharip olanlar” şeklinde ayrıştırılır. Yine Mecelle’nin 29. maddesine göre “Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.” Yani “İki şerden, daha hafifi seçilir.” denilen bu hüküm ancak ruhsat olarak zorunluluk haliyle ilgilidir ki İslami mücadele eksenini değil, daha dar ilmihalî konuları ilgilendirmelidir. Zorunluluk halinde hicret ruhsatından bahsedilmesini “ehven-i şerreyn” olarak değerlendirenler de olmuştur.

Müminlerin siyaset ekseni ise ideal ilkelere dayanır; politik değildir. Politik olmak pragmatizmi, ikiyüzlü tutumu bünyesinde taşır. İdeal siyaset ise Rabbimizin bizden beklediği “hakka yönelen ve onunla adalet yapan bir ümmet olmak” ibadetidir veya siyasetidir. İdeal siyaset, Arapça kök olarak “seyislik” kelimesiyle irtibatladır; kendi kimliğimizi ve tebliğimizi tutarlı olarak sevk ve idare edebilme sanatıdır. Mümin bir fert olarak hakikatin şahidi/şehidi ve topluluk olarak da hakikatin şühedası/yaşayan şehidleri olabilmemiz en önemli ve öncelikli siyasi hedefimiz olmalıdır.

“Şehid ve şüheda” olabilme çabalarımızı zorunlu olarak gerçekleştireceğimiz ulusal sınırlar içindeki ve reel-politik alandaki fıkhetme etkinliğimiz, politikacılarla bütünleşmek değil; dünden bugüne bize düşmanlık yapan ve yapmayan politikacıları ve politik çizgileri ayrıştırmak, düşmanlık yapan hatlarla asla dostluk kurmamaktır. Tabiî ki müminlere düşmanlık yapmayan kişi ve toplumsal objelere iyilik yapılabilir, adaletle davranılabilir.

Reel-politik literatürde “hakkın ve halkın rızası”nı özdeş gösteren söylemi dillendirenleri haklı çıkartacak açık bir nass yoktur. Reel-politik alanda her ne kadar İslami kimlikli bir mücadeleyi sürdürme amacını güdenler olsa da unutulmaması gereken husus zahirde resmî ideolojinin kurallarına ve resmî yemin dayatmasına kimlik olarak uyulma mecburiyetinin mevcudiyetidir. Bu alanda kazanabilmek veya iktidarda kalabilmek için “hakkın” değil “halkın” rızasını öne almak kaçınılmazdır. Haktan, adaletten, topluma hizmetten yana yapılan iyilikler ve vesayeti geriletmek için elde edilen imkânlar bu zaaflı tutum içinde söz konusu olabilmektedir.

Şunu da unutmayalım ki reel-politik alanda “kötü”nün “daha az kötü”sünü tercih ediyor olmak insana ve topluma hizmet şartlarının iyileştirilmesine; baskı, zulüm ve yasaklar sürecinin geriletilmesine; iç ve dış vesayet şartlarının hafifletilmesine; fikir ve inanç özgürlüklerinin iyileştirilmesine yönelik geçici tedbirlerdir ve bir merhaledir. Ama asla “daha az kötü”nün İslami olduğu yanılgısına düşülmemelidir. Ayrıca reel-politik alanda yer alan Müslümanlar da İslami mücadelenin deniz feneri gibi dalgalara direnen, sabit ve yol gösteren bağımsız-tevhidî kimliğimizi günübirlik politik hesaplarla sınamaya kalkmamalı; resmî ideoloji rayları üzerinde edindikleri mevki ve imkânları kaybetmemek için uzlaşmacı tutumlarını İslamilik söylemi adına idealize etmemeli ve bu tutumu mahallemizde yaygınlaştırmaya kalkışmamalıdırlar.

Yine reel-politik alandaki geçici tercihlerimiz dolayısıyla da sınanmamış kolay bir gelecek aldanışına duçar olunmamalı; ikbal veya koltuk beklentileri için iradeler sulandırılmamalıdır. Ayrıca sahici olmayan hamaset duygularına kapılmamak gerekir. Politik alanın cahilî cazibelerine veya hamasetine karşı da kimliğimizi koruyacak olan nefis ve irade terbiyemiz ve ulu’l-emr heyetimizi oluşturma ve İslam ümmetinin geleceğini inşa etme idealimiz olmalıdır.

Kazanılsa da Kaybedilse de…

Bugün bizler, varlığını beşerî ölçülere bağlayan cahilî bir sistemin tebaası konumuna düşürülmüş bulunuyoruz. Politik alanda değerlerimize açık düşmanlık etmeyen aktörleri önemsesek de onların da mevcut anayasal kurulu raylar üzerinde yürüdüğünü unutmamalıyız. Biz müminler cahilî şartlar içinde gerçekleştirilen seçim olayının “bir ölüm kalım meselesi” olmadığını iyi değerlendirmeli ve günübirlik gündemlerin debisi içinde asıl misyonumuzu kaybetmemeliyiz.

Seçimlerde “daha kötü”ye karşı önemsediklerimize destek vermemiz, mevcut politik hali kimlik olarak onayladığımız manasına gelmemektedir. Bu tutum bizatihi daha az tahripkâr olan imkânlara müsamaha ile baktığımız anlamına gelmelidir. Ancak bu süreç ideal siyaset açısından bir geçiş dönemidir. Diyelim ki genel siyasi seçim yarışını dünden bugünü değerlerimize muharip olanlar veya münafık aldatıcılar kazandı ve iktidardaki paylaşımlarını yaptı. Kemalist dinî inkılâplara ve 28 Şubat dayatmalarına nasıl teslim olmadıysak o zaman da yine teslim olmayan, şahitlik, adalet ve onur yürüyüşüne devam eden ve kimlik aşılayan medeni bir özgürleşme sürecinin tanıklığı söz konusu olacaktır.

“Toplumun hangi kesimi bu medeni yürüyüşü gerçekleştirecek?” denilirse Müddessir suresinde belirtilen toplumun kategorik tahlili ile yüzleşilir: “inananlar, Kitab Ehli, kalpleri hastalıklı olanlar ve kâfirler.” İnananlar tabiî ki Müslimlerdir. “Ama bugün için hangi Müslimler?” sorusunun cevabı ise Fatır suresinde açıklığa kavuşturulur: “Kendilerine kitap miras bırakılanların bir kısmı kendi nefislerine zulmedenlerdir, bir kısmı orta yolu tutanlardır, bir kısmı da sâbikundur.” Dolayısıyla sevaplarıyla, yanlışlarıyla Müslümanları homojen bir zümre olarak görmek yanlıştır. İslam tasavvuruna teslim olmak, onun güç olmasıyla anlam kazanabilir. Tevhid, adalet ve onur yürüyüşünü üstlenen öncüler ise sâbikundan olma yani hayırlarda yarışma azmini taşıyan ve inançlarından asla taviz vermeden mücadelelerini sürdüren Müslimlerdir.

Bizler vahyin evrensel mesajı ve cömertliği sayesinde her geçen gün biraz daha dirilmekteyiz. Kemalizm’in Kur’an’ı ve ezanı Türkçeleştirme, namazı sıralarda ve Türkçe olarak kıldırma plan ve tahrifatı; Osmanlı tarihini ve toplumsal bakiyesini tasfiye etme çabaları; öz-Türkçe devrimleri D. Mehmet Doğan’ın “1932 Dinî İnkılâp Yılı” adlı çalışmasında gösterdiği gibi başarıya uluşamamıştır. 1934 tarihli Soyadı Kanunu’na göre nüfus kâğıdı “Kamal Atatürk” ismiyle düzenlenen eski Mustafa Kemal’in yeni ismi bile kullanım imkânı bulamamıştır. Her geçen gün saçmalıkların sıvası dökülmektedir.

Tüm yasaklarla ve 1924’te kurulan Darülfünun İlahiyat Mektebi müfredatının saptırma ve yozlaştırmalarıyla dinî sahada yapılan tahribatlara rağmen Müslüman halkın İslam’ın nassları ile olan irtibatını kesemediler. 1950’lerde yeniden asli hüviyetine yönelme imkânı bulan camilerdeki gençlerden arınmış zayıf cemaatler yerine, bugünlere gelindiğinde geneli yüzde 50’nin üzerinde namaz kılan gençlerden oluşan daha bilinçli ve kalabalık cemaatlerin gelişimi söz konusudur. “Üniversiteye giden gâvurlaşır!” diyen 1950’li-1960’lı yılların anlayışından 28 Şubat 1997 askerî müdahalesi öncesi üniversitelerin büyük çoğunluğunda fikrî etkinlik ve hareketlilik alanlarını ele geçiren -hanımıyla erkeğiyle- Müslüman öğrencilerin inisiyatif sahibi olduğu günlere gelinmişti. Bu süreçte 100 bine yakın başörtülü öğrencinin okuma ve bilinçlenme sürecinin önüne barikatlar çekildi. İslami uyanışın üniversite açılımı 28 Şubat darbesiyle 16 yıl boyunca radikal bir şekilde engellenirken, Batılı paradigmanın ideolojilerine bağlı unsurların önü açıldı. Yükseköğrenimdeki İslami kimliğin güç kazanmasına ket vuran darbeci vesayet rejimine rağmen, artık üniversitelerde de camilerdeki gibi genç nüfus her geçen gün artış sağlamaktadır.

Kur’an’da işaret edilen ve hakikate tanıklık yapacak “şüheda” neslini oluşturma özlemini dile getiren Mehmet Akiflerin “Asım’ın Nesli”, Seyyid Kutupların “Kur’an Nesli”, Hayrettin Karamanların “Hizmet veya İmam Hatip Nesli”, Sezai Karakoçların “Diriliş Nesli” vurgularındaki beklentiler özgün olarak gittikçe ete kemiğe bürünmektedir. Reel-politik alanda AK Parti iktidarının hak ihlallerini engelleme çabasının da bu bağımsızlaşma sürecine katkısı oldukça önemli olmuştur.

Artık üzerinde yaşadığımız topraklar tamamen çorak değil. Tarihî süreç içinde yitirdiğimiz tevhidî bilinci yeniden kavrayabilecek bilinç düzeyine ve rüşt yaşına ulaşan kardeşlerimiz yetişmeye başladı. Birikim ve tecrübe sahibi müminler de yedi başak verecek tohumun oluşması, olgunlaşması ve tarlaya düşmesi süreciyle ilgili bir bilincin ve şahsiyet değerlerinin taşıyıcıları olabilmelidirler.

İslam ümmetini gerek zihinsel gerekse yapısal planda yeniden ihya edip güçlendirebilmek için Mekke dönemi şartlarını tekraren iyice tahkik edip değerlendirmek gerekir. Mekke şartlarında yaşanan zorluklar ve zorunluluklarla ilgili tahliller hiçbir zaman gündemden düşmemelidir. Kur’an bütünlüğünü gözetmekle beraber, hazırlık ve donanım dönemi olarak Mekke sürecini yenilemeye çalışmak, bu dönemi gizlilik ve inziva mantığı içinde algılayan sığ yaklaşımların aksine sabır, şahidlik, adanmışlık ve kararlılığı gerektiren, riski ve ağır bedelleri göze alan bir takvayı kuşanarak mücadele etmeyi icap ettirir. Zaten reel-politikada baskın kötüye karşı çıkanlar da adalet ve ehliyet eksenine hizalanan “Ömerler” arayışındadır. Mekke dönemi yeniden filiz verecek tohumun oluşumudur. Tohumsuz bir ekin tasavvuru düş kırıklıklarından; realitede sünnetullahı ve merhale sürecini gözetmeyen tüm iyi niyetli çabalar ise moral bozan hayalciliklerden kurtulamaz.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR