1. YAZARLAR

  2. Burhan Kavuncu

  3. Savunmalarımız Kimliğimizden Neşet Eder

Savunmalarımız Kimliğimizden Neşet Eder

Mart 1999A+A-

Bu Yazı Burhan Kavuncu'nun Beyoğlu 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nde David Levi Davası'nda Esas Hakkında yaptığı Savunmadır.

İddia makamı, bundan önceki celsede vermiş olduğu esas hakkında mütalaasında, "olay tutanağı, basında çıkan yazılar, kendi ikrarı ile yapılan bant çözümü tutanağı ve diğer dosya içeriğinden", müsnet suçu işlediğim kanaatine vardığını belirtmektedir.

Türk Ceza Kanunu'nun 159. Maddesi, soyut birtakım uygulamalara müsait bir mahiyet arzetmektedir. Aslında maddede açık bir şekilde, kurumlara yapılan hakaret cezalandırılmakta, kurumlar ile kişiler ayırdedilmekte ise de, kurum mensubu olan kişilerin birtakım davranış veya faaliyetlerine İlişkin eleştirilerin de, madde kapsamında mütalaa edilmesi ne yazık ki sık sık vuku bulmaktadır. Sayın savcının yaklaşımı da bu durumun yeni bir örneğidir.

159. maddenin tatbikinde dikkat gösterilmesi gereken ikinci husus, eleştiri ile hakaret arasındaki ayırım noktasındadır. Örnek olarak bizim davamıza konu olan olayda; bir görevli kişi çıkıp, ülkenin yasal hükümetine karşı "zor kullanma kararı aldıklarını" hem de başka bir ülkede uluslararası medya huzurunda ilan ediyor. Bu durumda bizim, bu kişi hakkında zorba ibaresini kullanmamız hakaret sayılmaması gereken bir eleştiri, hatta eleştiriden de öte, objektif bir durum tesbitinden ibarettir. Eleştiride çoğul bir dil kullanmış olmamız da, muhatabı resmi kurum/tüzel kişilik düzeyine çıkarmaz. Çünkü söz konusu kişi, bahsedilen konuşmasında "ben ve arkadaşlarım karar aldık..." diyerek birden fazla kişi olduklarını belirtmekte, böylece ordu içinde teşekkül etmiş yasadışı bir oluşumu haber vermektedir. Orgeneral Çevik Bir'in bu konuşmayı yaptığını ben mahkemenizdeki ilk savunmada da belirtmiştim. Mahkemeniz böyle bir konuşmanın varlığını araştırmaya gerek duymadı. Zaten adı geçen şahıs da bu konuşmasını hiçbir zaman inkar etmedi.

JİTEM, BÇG VE ORDU İÇİNDEKİ ÇETELEŞME

Yaşadığımız dönemde, Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde birtakım çete oluşumlarının varlığından, bazı grupların yargılanması sayesinde haberdar oluyoruz. Ancak bu çetelerin bazıları (Yüksekova çetesi, Söylemez çetesi gibi) yargılanırken, bazıları hakkında hiçbir işlem yapılmamaktadır. Orgeneral Veli Küçük çetesi, TBMM raporlarına yansıdığı halde hakkında hiçbir işlem yapılamamıştır. JİTEM isimli çetenin birçok ordu mensubunun öldürülmesine ve uyuşturucu madde kaçakçılığına karıştığı, yine TBMM tutanaklarında mevcuttur. (JİTEM'in kurucusu olduğu iddia edilen Binbaşı Cem Ersever'in öldürülmesi gibi). JİTEM'le ilgili olarak son aylara kadar "böyle bir örgüt yoktur" diyen ilgililer, şimdi alelacele bu örgütü yasallaştırma çabası içine girmişlerdir. Çünkü bazı resmi görevliler operasyon tutanaklarının altına "Jitem mensubu" gibi imzalar atacak kadar pervasız hareket etmektedir.

Daha önceki Jandarma Genel Komutanları Teoman Koman ve Burhanettin Bigalı, Jitem'in varlığını kesin bir dille reddediyorlardı. Hatta Teoman Koman'ın Jitem'le ilgili soruşturma başlattığı belirtiliyor. 21 Şubat 1977 tarihli Milliyet gazetesinde yer alan bir haberde Orgeneral Teoman Koman'ın "Jitem'in yasal bir teşkilat olmadığı, ancak bazı kişilerin girişimiyle böyle bir örgütlenmeye gidildiği, bu teşkilatla ilgili olaylara adları karışan general, subay ve astsubaylar hakkında idari ve adli soruşturma başlattığı" bildirilmektedir. Diğer taraftan, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nun gizli bir oturumunda Jitem bütçesinin görüşüldüğü, CHP Genel Sekreter Yardımcısı Sinan Yerlikaya tarafından iddia edilmiştir. (Cumhuriyet, 16 Şubat 1997) Jiitem'le alakalı yayınlanan haberlerden birkaç örneği heyetinizin dikkatine sunuyorum.

Bir takım çeteler yargılanırken bazılarının himaye görmesi, iktidarlar ve güçler dengesiyle ilgili olarak bazı dönemlerde mümkün olabilmektedir. Ancak, iktidardaki güçlerden bağımsız olarak adaleti arayan bir mahkemede, hakkında somut bilgiler olan birtakım suç örgütlerinin varlığı gözardı edilmemelidir.

Ordu içerisinde teşekkül ettiği sübut bulan yasadışı örgütlenmelerden bir diğeri de Batı Çalışma Grubu'dur. Devlet geleneğinde kurumlar ve görevleri yasalarla belirlenir. "Durumdan vazife çıkartmak" gibi bir iddia, ancak yasadışı bir davranışın paravanı olabilir. Batı Çalışma Grubu isimli örgütün varlığı ve yasallığı ile ilgili olarak İstanbul DGM'nin Başbakanlığa gönderdiği yazılara cevap verilmemiştir. Bu sebeple mahkeme, adı geçen kuruluş hakkında beyanda bulunan Yeniden Doğuş Partisi Genel Başkanı Hasan Celal Güzel hakkında beraat karan vermiştir. Sayın Hasan Celal Güzel, bir başka konuşmasında da "Kırk yıllık demokrasi havarisi kesilen Demirel, cuntacılara koltuk değneği görevi yapıyor. Bu ülkeyi bir avuç omuzu kalabalık, kendisini aydın zanneden cahiller mi yönetecek, sizler mi yöneteceksiniz ve Batı Çatışma Grubu'nda insanlar fişlenirken, bizim gibi düşünenlere zenci diyorlar, bunları meşru kabul eder miyim hiç?" dediği iddiasıyla Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanmıştı. Bu yargılamada "omuzu kalabalıklar" ifadesi tartışılmış, H.C. Güzel, "söylemiş olsam da ben bir siyasetçiyim, işimi yapıyorum" diyerek kendini savunmuştu. Mahkemenin savcısı saygıdeğer Mustafa Bayarslan, hukuka ciddi katkılar sağlayan mütalaasında şunları söylemişti: "...Modern çağın mühendislerinin bugün üzerinde ittifak edebileceği bir nokta şudur ki, toplumun demokratik ülkelerde hakim düşüncelerin yönlendirmesiyle, hakim düşüncelere kapılması durumunda, demokrasilerin diktatörlüğe dönüşeceği noktasıdır. Bunun engellenmesi de, düşünen kişilerin fikrini her halükarda söyleyebilme cesaretini gösterebilmeleriyle mümkündür". Hasan Celal Güzel'e bu davada beraat kararı verilmesi, fikir hürriyetinin bir mahkeme tarafından savunulmasıdır.

1960'lı yıllarda Talat Aydemir isimli yüksek rütbeli subayın çete kurarak iktidarı ele geçirmeye çalıştığı, darbe teşebbüsünün başarıya ulaşamaması sebebiyle yakalanarak yargılandığı ve idam edildiği bilinmektedir. Aynı yıllarda ordu içinde yine böyle birçok grup teşekkül ederek faaliyet göstermiş, bunların birçoğu tasfiye edilmişti. Türkiye, henüz darbe teşebbüsünde bulunanları yargılamak seviyesinden, darbe yapmış olanları yargılamak seviyesine gelememiştir. Halbuki Dünya, birkaç Afrika ülkesi ve Şili dışında darbe yapanları da yargılamaktadır. Yunanistan, Arjantin ve Kore bunun örnekleridir. Darbecilerin yargılanamaması, darbe dönemlerinin süreklilik kazandığının bir göstergesidir. Türkiye'de suç işleyen güçlüler suç işlemeye devam ederken, onları eleştirenler 159. maddeyi ihlal suçlamasıyla karşılaşıyorlar.

Mahkemenizin Batı Çalışma Grubu'nun yasallığı ile ilgili durum tesbitinde bulunmamış olması, yargılamanın eksik bir yönünü oluşturmamaktadır. Çünkü bu örgütün yasal olmadığı açıkça anlaşılmıştır. Aynı şekilde JİTEM isimli kuruluşun varlığı ve yasal durumu da araştırılmamıştır. Bunların "İsrail'deki katiller çetesinin uzantısı olmaktan başka bir anlam ifade etmediği" yönündeki sözlerimin hakaret teşkil edip etmediği en azından iddia makamının mütalaası nazarında muğlak durumdadır. İddia makamı, bu çetelerin varlığı, faaliyetleri hakkındaki bilgileri hiç tartışmadığı gibi, bunlarla ilgili söylenenlerin neden hakaret sayılacağına da hiç değinmemiştir. İddia makamının esas hakkındaki mütalaası hukuk ciddiyetinden yoksun bir metindir.

İSRAİL İLE GİRİLEN İLİŞKİLER VATANA İHANETTİR

"28 Şubat devam ediyor" mesajları, yasama ve yargı üzerinde yani halkın üzerinde askeri bir baskının kurulduğunu ve bu baskının devam ettiğini göstermektedir. Yargı, bu dönemde brifinglerle tehdit altına alındı, BÇG gibi oluşumların varlığını devam ettirdiği anlaşılıyor. Eski Başbakan her ne kadar "lüzumsuz, kaldırılması gerekir" gibi beyanlarda bulunmuş ise de buna güç yetirememiştir. Şimdi bu durumda, bu kuruluşun yasadışı bir çete olduğunu söyleyen ve bunların İsrail ile girmiş oldukları çıkar ilişkileri ve anlaşmalarının bir ihanet olduğunu açıklayan benim, yargılanmam ve beraat etmem, biraz fazla bir istek olabilir. Ancak İsrail ile girilen ilişki ve yapılan anlaşmaların sadece İslam'a ve dünya müslümanlarına değil bizatihi Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığına karşı da bir ihanet teşkil ettiği tezimi sürdürüyorum. Şöyle ki:

İsrail devleti adı altında kurulan işgal yönetimi, topraklarını Nil nehrinden Fırat'a kadar genişletmeyi, kendisine dini ve milli bir ideal olarak belirlemiştir, Türkiye yöneticilerinin en mahrem alanlarda işbirliği yaptığı İsrail, Türkiye topraklarının bir kısmı üzerinde talebi olduğunu kuruluş belgelerinde de dercetmiştir. "Vadedilmiş topraklar" anlamına gelen arz-i mev'ud hala resmi ağızlarda telaffuz edilmekte, hatta Türkiye'den giden bazı cahil devlet temsilcileri de yaptıkları konuşmalarda aynı ibareyi ne anlama geldiğini bilmeden tekrarlamaktadırlar. Türkiye'nin çıkarlarının işgalci İsrail'e nasıl peşkeş çekildiğine dair birkaç örnek yeterlidir: Sabah gazetesinin aktardığına göre, News Week dergisi "30 milyar dolarlık bir anlaşma çerçevesinde İsrail Türkiye'ye 2000 Merkava tankı satmak istiyor" haberini yazdı. News Week'e göre, "İsrail'in durdurulamaz dediği Merkava tanklarından 6 tanesini Hizbullah'ın nasıl imha ettiğinin görüntüleri yine Hizbullah tarafından yayınlanmış ve bu İsrail için utanç kaynağı olmuştur." '(10 Aralık 1977, Sabah)

"Türkiye'nin askeri donanımını yenileştirerek 150 milyar dolar kazanmayı planlayan İsrailli yetkililer, Ankara'nın savunma gereksinimlerini Yahudi devleti açısından "potansiyel bir altın madeni" olarak tanımlıyor". (10 Aralık 1997, Radikal gazetesi)

F-4 uçaklarının modernizasyonu ihalesini Fransızlar kazandığı halde, ihalesiz olarak İsrail'e 630 milyon dolar bedeliyle verildiği, buna rağmen İsrail'in 380 milyon dolar daha istediği, iflas eden İsrail askeri sanayiinin bu anlaşmalar sayesinde dirildiği, 28 Şubat sürecine ait skandallar olarak tarihe geçmiştir. Bütün İslam toplumlarına, Özellikle Nil-Fırat arasındaki topraklarda yaşayanlara düşmanlık politikasını sürdüren İsrail ile savaş uçaklarının modernizasyonu, İsrail pilotlarının Türkiye semalarında uçuş eğitimi, istihbarat alışverişi gibi konularda anlaşmalar yapılmakta, ortak askeri tatbikatlar devam ettirilmektedir. Bu girişimlerin tümü bu ülkeye ve müslüman halkımıza birer ihanettir. Bütün bunlardan sonra, vatanını ve halkını seven bir müslüman olarak benim bu kişilere vatan haini değil de vatansever mi demem gerekirdi? Bu ihanetleri yazan (hem de düzen yanlısı) gazete haberlerinden birkaç örneği mahkemenin bilgilerine sunuyorum.

Orgeneral Çevik Bir, sürekli siyasal alanda bulunarak bazı partilerin aleyhinde konuşmalar yapmakta, bazı düşünce akımları hakkında ağır eleştiri ve hakaretlerde bulunmaktadır. Siyasi alanda faaliyet gösteren bir asker kişinin, aynı alanda eleştirilerle karşılaştığında sürekli yargıya başvurup "orduya hakaret" davaları açması ilginç bir psikolojiyi yansıtıyor. Çevik Bir'in hakkında dava açtığı veya suç duyurusunda bulunduğu yazar ve politikacı sayısı zannediyorum 100'e yaklaşmıştır. Bu kişi siyasi faaliyet gösterdiği gibi, bulunduğu görev ve rütbeyle alakasız birçok konuya da müdahale etmektedir. Show TV'de Reha Muhtar'ın göreve getirilmesinden Beşiktaş'ta oynayacak futbolcuya kadar. Ordu'nun tüzel kişiliğini küçük düşüren, esasında bu gibi davranışlar olmak gerekir,

Netice olarak, 159. Maddede yazılı suçu işlemedim. Sorumsuz ve yasadışı davranışlarda bulunan görevliler hakkındaki beyanlarım, bu kişilerin şahıslarına yönelik bir eleştiri mahiyetindedir. Bir yazar olarak, fikirlerimi açıklama hakkımı kullandım. Beraatimi talep ediyorum.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR