1. YAZARLAR

  2. Ümit Mert

  3. Resmi Törenlere Katılmak Zulmü Kutsamaktır!

Resmi Törenlere Katılmak Zulmü Kutsamaktır!

Aralık 2008A+A-

Haksöz:Resmi tören dayatmasına karşı gerek  İslami kimliğimiz açısından gerekse açık bir insan hakkı ihlaline karşı geliştirilmesi gereken itiraz anlamında nasıl bir tavır ortaya konulmalıdır?

Türkiye’deki kurulu düzen toplumsal mutabakata değil, ne olduğuna esas olarak ordunun ya da ordu içinde bir çevrenin karar verdiği Kemalizm adlı resmi ideolojiye dayandırılıyor. Askeri ve sivil bürokrasinin dünya ve toplum sorunlarına bakışının 1930’lardaki resmini temsil eden Kemalizm, tek parti rejimini sürekli olarak meşrulaştırıcı ve kalıcı hale getirici öğelerden yoksun olduğu için; çok partili hayata geçişle birlikte demokrasi görünümü altında ‘yumuşak despotizm’ şeklinde yeniden yapılandırıldı. Buna rağmen, devlet-toplum ilişkisinde yaşanan gerilim noktalarından en önemli iki sebebi olarak; Comte’çu lâdini kutsallığa dayalı ‘Kabe Arab’ın olsun, bize Çankaya yeter’ anlayışı ve ‘devletin atasıyla bütünleşmiş millet olduğu’ şeklindeki laiklik ve milliyetçilik ilkeleri resmi ideolojinin ruhunu oluşturmaya devam etti. Modern ulus-devlet anlayışıyla birlikte ele alınması gereken Kemalizm; sorgulanamaz imtiyazlarla donatılan, bunlara dokunulduğunda kaos yaratmaktan çekinmeyen, kendini toplumun efendisi zanneden, meşrulaştırılması ve açıklanması güç ilişkilere dayandığı için ‘mitik bir örtü’ye her zaman ihtiyaç duydu. Hâlihazırda hiçbir kanuni dayanağı olmayan başörtüsü yasağı sanki ‘görünmeyen ilahların’ emri gibidir.

Resmi ideoloji bir taraftan bireysel ve toplumsal yaşamın en derinlerine kadar nüfuz ederek ifade ve örgütlenme özgürlüklerinin önünde duran ve insanların, toplumsal grupların siyasi niyetlerini açıkça ortaya koymalarını yasaklayan hukuki ve siyasi-ideolojik engellemelerde bulunurken, diğer taraftan siyasi talebe dönüşmedikçe toplumun nasıl düşündüğünü, nasıl inandığını, taleplerinin, ihtiyaçlarının neler olduğunu önemsemiyor. Yani ancak resmi ideolojinin sınırları dahilinde sakıncasız bir muhalefetin varlığına izin veriliyor. Ülkedeki en güvensiz ve huzursuz mercii olmasına rağmen toplumsal kesimler arasındaki güç ilişkilerinden, anlaşmazlıklardan, çatışmalardan kendi iktidar pozisyonunu haklılaştırarak onlardan rıza devşirmek üzere yararlanabiliyor. Hâl böyle olunca Kürt-Türk, Alevi-Sünni, dindar-laik, sağcı-solcu şeklindeki antagonist algıya hapsedilen toplumsal kesimler, mağduriyetlerinin sebebi olarak birbirlerini gördüler. Sorunları kronikleştiren, çözümsüzlüğü kalıcılaştıran bu algı, resmi ideolojinin yaşam kaynağı haline geldi. Buna bir de; hukuk devleti adına temel hakların yok edilmesi, insan hak ve özgürlüklerinin rafa kaldırılması, parlamentodaki grupların seçmenlerini değil, finansörlerini temsil eder duruma gelmesi; seçmenlerin, iktidara getirdiklerine ne için oy verdiklerini unutması, kendi seçtiği siyasetçi rüşvete, yolsuzluğa karıştığında Allah’a havale etmesi, sesinin en çok kendi seçtiği iktidar döneminde kesilmesi gibi birçok çöküntü emaresi ve devletlû olmanın cazibesi eklenince hak talepleri ‘kurumsal mutabakata’ daha doğrusu ‘resmi ideolojinin onayına’ bağlandı.

Tarihi bir gerçektir ki, nasıl iktidarı izin verdikleri değil izin vermedikleri iktidar yapıyorsa; insan da yaptıklarıyla değil, yapmadıklarıyla da hayat karşısında konumlanır. Kendisine yapılan zorbalığı görmeyen başkasının hakkını, hukukunu savunamaz. Bu çerçevede resmi törenleri boykot çağrısını; ağırlıksız, külfetsiz, içeriksiz, yüksüz bir varoluş adına kimliksiz yaşamaya razı olunmayacağının yaşamsal önemde bir göstergesi olarak düşünmek lazım. Resmi törenlere katılmak insanı ve insana dair olan her şeyi kendisinin tasarrufta bulunabileceği araçlar ve ganimetler olarak gören, gaspa, inkara ve zulme dayalı anlayışı kutsamak ve yüceltmektir. Kurbanlardan oluşan duyarsızlık sayesinde gerçekleşen bu davranış, Eski Mısır’da ve o zihniyeti örnek alan totaliter modern rejimlerde görülecek türdendir. Toplumdaki bütün çeşitliliğe, çoğulculuğa rağmen resmi törenlerdeki ‘üniformlaştırma/tektipleştirme’ anlayışı rejimin topluma biçtiği üniformanın göstergesidir. Kaldı ki tektipleştirmenin ve törenlerin okullarda başlaması, zaten eleştirel düşünme ve soyutlama yeteneğine dayalı bir eğitimin verilmemesinin bir parçası hatta bütünleyenidir. Dozajı değişmekle beraber törenlere katılım noktasında birtakım zorlamaların devreye sokulması bir haksız şiddet biçimidir ve insanların buna karşı direnme hakları vardır.

Ancak direnme hakkıyla birlikte gündeme gelen sivil itaatsizlik eylemi uygun bir yöntem olmayabilir. Birincisi; sivil itaatsizlik eyleminde var olan anayasal düzenin temel ilkelerine yönelik esastan bir itiraz olmaktan çok, bu ilkelerin çiğnenmesinden duyulan kaygıyı dile getirmek vardır. Oysa Türkiye’deki hak ihlallerinin kaynağında, resmi ideoloji ve bu ideolojinin taşıyıcısı olarak anayasal düzen vardır. İkincisi; sivil itaatsizlik çoğunluğa karşı bir çağrıdır. Oysa Türkiye’de farklı boyutlarda ve konularda da olsa rejimin ihlallerine muhatap olmuş hemen her kesimden bir çoğunluk vardır. Üçüncüsü; sivil itaatsizlik, sistemin geneline değil, tek tek haksızlıklara karşı yapılan ortak bir eylemdir. Yukarıda da belirtildiği gibi Türkiye’de, Kemalist rejimin devlet-toplum-birey algısındaki çarpıklıktan doğan bir sistem sorunu vardır. Son olarak, eylemin başından beri aleni olarak yapılması durumunda çeşitli manüplasyonlarla amacından saptırılması ve başarısız kılınması muhakkaktır.

Hiç kuşkusuz yapılacak çalışmaların birey ve toplum merkezli olması gerekiyor. İlk olarak; topluma eylem yetisi kazandırmak için farklı eğilimleri ortak bir hedefe yöneltmek üzere yoğunlaşılmalı. Bu çerçevede resmi ideolojinin mağdurları olan bütün kesimlerde hak talebinin ‘öteki’ye karşı olmadığı, ‘öteki’ye verilen hakların ‘bizden’ alınıp verilmediği, hakların kazanılarak çoğaldığı bilincini oluşturmalı. Yani Kürtlerin hakları Türklerin haklarını, Alevilerin hakları Sünnilerin, dindarların hakları laiklerin, gayri-müslimlerin hakları Müslümanların haklarını azaltmıyor. İkinci olarak; hukuki sorumluluktan farklı olarak kişisel ya da ahlaki sorumluluk sorunu, sadece rejimin inançlı savunucusu olmayanlar için vardır. Bu çerçevede, ehveni şer mantığıyla kötünün iyisini seçenlere kötülükten yana karar vermiş oldukları unutturulmamalıdır. Üçüncü olarak; resmi ideolojinin gizi, ayrıcalığı tartışılamazlığında, konuşulamamasındadır. Resmi ideolojiyi görünür kılacak, somutlaştıracak, hesap sorulur hale getirecek çalışmalar yapmalı ve var olan imkanlar sonuna kadar kullanılmalıdır. Dördüncüsü; direnme hakkı ve aykırı olmayı içerecek, yöneten-yönetilen ilişkisini ontolojik bağdan koparıp, sosyolojik düzeye çekerek eşitleyecek bir toplumsal sözleşme zemini oluşturmak gerekiyor. Bu sayede karşı çıkabileceğini bilen birey, karşı çıkmadığı zaman rıza gösterdiğini de bilecektir. Zaten aykırı olma, direnme hakkı yoksa bir seçim söz konusu değildir. Son olarak; “Sağ elime Güneş’i, sol elime Kamer’i verseniz davamdan vazgeçmem!” diyen bir kimliğe sahip çıkanlar; kullanılması istenmeyen özgürlükleri sınırsız kullanmaktan imtina etmemeliler. Belki de en etkili direniş yolu bu olacaktır. Zaman zaman yapılan ve çarpıcı haksızlıklara işaret eden sembolik eylemlerden farklı olarak, çökmekte olan sistemin alternatifi yaşayan özgürlükler olacaktır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR