1. YAZARLAR

  2. Murat Koç

  3. PKK Şiddeti, Demokratik Özerklik ve Milliyetçiliğin Tırmanışı

PKK Şiddeti, Demokratik Özerklik ve Milliyetçiliğin Tırmanışı

Ağustos 2011A+A-


12 Haziran seçimlerinin ardından ortaya çıkan siyasi tablo, Kürt meselesinin çözümü konusunda umutları epey artırmıştı. AK Parti ve BDP’nin seçimde elde ettikleri büyük başarı, bu umudun kaynağını oluşturuyordu. Bununla beraber; Cumhuriyet tarihinde ilk defa iktidarda olan bir siyasi parti, Kürt meselesini devletin klasik inkârcı yaklaşımının dışına taşıyarak, tüm eksikliklerine rağmen bir açılım zeminine oturtma hamlesi gerçekleştirdi ve bu siyaset tarzı, 12 Haziran gecesi seçmenin yarısı tarafından kabul gördü. Esas itibariyle demokratik açılım denen süreç, toplumu, dokunulmaz bir tabu kılınan Kürt sorununun çözümü konusunda belli bir duyarlılık eşiğine yaklaştırmakla beraber, bu sorunun bir an evvel sonlanması için ortak bir toplumsal mutabakat zemininin de olgunlaşmasını sağlamıştı.

Ne var ki, özünde sistemli bir asimilasyon ve inkâr siyasetinin var ettiği ve on yılların bir ürünü olan bu sorun, tüm iyimser atmosfere rağmen yeniden kangrenleşme sürecine girdi. Seçimlerin hemen ardından YSK’nın Hatip Dicle’nin vekilliğini düşürmesiyle başlayan gergin süreç, Silvan’da pusuya düşürülerek öldürülen 13 asker ve sonrasında devam eden ölümlerle iyice içinden çıkılmaz bir hal aldı. Üstüne tek taraflı olarak ilan edilen Demokratik Özerklik de gelince, yıllardır bu kirli savaşın yorgunluğunu ve bitkinliğini her yönüyle hisseden, en ufak bir çözüm çabasına bile derin anlamlar yükleyen Kürt halkı nezdinde acaba yeniden 90’lı yılların başına mı dönülecek algısı ve korkusu canlanmaya başladı.

Silvan Saldırısı, Üretilen ve Dayatılan Öcalan Algısını Yerle Bir Etmiştir!

Silvan’da 14 Temmuz günü 13 askerin gündüz vakti pusuya düşürülerek öldürülmesi, Kürt sorununun muhatapları nezdinde artık birçok şeyin değiştiği bir kırılma noktası olarak okunmalıdır. Özellikle bu saldırıyla aynı güne denk gelen Demokratik Özerklik ilanı da bundan sonra devleti temsil eden siyasi irade ile Kürt Ulusal Hareketinin ciddi bir paradigma değişikliğine gideceklerinin miladı sayılabilir. Kürt sorunu ile ilgili bir şeylerin geride kaldığına inansak bile bu aşamada ne devletin tam anlamıyla güvenlik merkezli yaklaşımları terk ettiğini söyleyebiliriz ne de PKK’nin bir bütün olarak belli bir çözüm stratejisine sahip olduğunu iddia edebiliriz. İki tarafın da sorunu bütünüyle siyasi yollardan çözme iradesi sergileyecek olgunluğa henüz ulaşamamış olması, bugüne kadar kaydedilen ilerlemenin bir çırpıda silinip tekrar eski yaklaşımların devreye konacağı korkusunu hep diri tutmakta. Mesele çözüm yoluna girmiş görünse de tarafların silah ve şiddetin bir çözüm getirmeyeceği gerçeğini kavrayacak olgunluk düzeyine ulaşmadıkları, son süreçte bir kez daha ortaya çıkmıştır.

Silvan hadisesinin hangi koşullar altında gerçekleştiği, kimin haklı kimin haksız olduğu tartışmalarına girmek yerine; bundan sonra neler olacağını, bu olayın ardından devletin Kürt sorunu bağlamında ne tür yaklaşımlar ortaya koyacağını ve de özellikle Kürt Ulusal Hareketinin stratejisinin analiziyle birlikte bu hareketin süreci nereye ve neden taşımak istediğini masaya yatırmak en doğrusu olur.

Bu minvalde öncelikle Öcalan’ın kendi ifadesiyle 2007’den beri kendisiyle yürütülen ve kamuoyuna bir yönüyle mal olan müzakerelerin arka planından hareketle PKK’nin dönemsel ve taktiksel yaklaşımlarına değinmekle başlayalım. Tutuklandığı günden beri devletin güvenlik bürokrasisini yürüten birçok kişiyle İmralı’da görüşen Öcalan, yaşanan bu görüşmelerin 2007 yılına kadar olan bölümünün başarısızlıkla sonuçlandığını, bu tarihten itibaren yürütülen müzakerelerin ise giderek artan bir ciddiyetle belli bir seviyeye taşındığını defaatle vurgulamaktadır. Çözüm konusunda devletin bir irade ortaya koyduğunu ve muhatap olarak kendisine yöneldiğini belirten Öcalan, istisnasız tüm görüşme notlarında elindeki en önemli kozu yani Kürt Ulusal Hareketinin tüm kadrolarına tamamen hâkim oluşunu bir biçimde tekrarlama ihtiyacı hissetmektedir. Öcalan’ın silahlı kanat üzerinde etkin olduğu tahmin edilmekle birlikte bu etkinliğin boyutu ayrıntısıyla bilinmemektedir fakat bu hareketin siyasi bileşenlerinin kontrolünün tamamen Öcalan’ın elinde olduğu birçok defa müşahede edilmiştir. Silvan hadisesi sonrası tespitlerin büyük çoğunluğu da Öcalan’ın Kandil’e pek sirayet edemediği etrafında yoğunlaşmakta. Zira Silvan olayından bir hafta evvel Öcalan, devlet yetkilileriyle yaptığı görüşmelerin belli bir düzeye ulaştığını, belirlenen protokollerden en önemlisi olarak gördüğü bir “Barış Konseyi” kurulması konusunda ortak karar alındığını ve bu noktadan sonra “Devrimci Halk Savaşı”nın durdurulduğunu heyecanla deklare etmişken ve bu sürecin PKK’nin silahsızlandırılması ile tamamlanacağını belirtmişken, savaşın yeniden kızışması en fazla Öcalan’ın etkinliğinin tartışılmasına yol açtı. Yani son dönemde yaşanan olayların birçoğu, Öcalan’ın 9 Temmuz’da ifade ettiği ve uyardığı her şeyin aksi istikametinde seyretti.

Bugüne kadar Kürt sorununun çözümü konusunda tek etkili muhatabın Öcalan olduğu savı herkes tarafından neredeyse ortak bir kabulle karşılanmaktaydı. İmralı ile yapılan görüşmeler ile ilgili tek bilgi akışı da Öcalan’ın avukatları ile yaptığı görüşmeler sonrası basına yansıyanlarla sınırlıydı. Öcalan’ın etkinliği, devletle yaptığı müzakereler, sürecin ulaştığı nokta konusunda avukat görüşmelerindeki olumlu beyanlar bile çözüm taraftarı kesimlerin fazlasıyla umutlanmasına yetiyordu. Ama Silvan saldırısı, sadece oluşturulan Öcalan imajına ciddi bir darbe vurmakla kalmadı, sorunun çözümünü tek başına Öcalan’a yükleyen kesimleri de büyük bir şaşkınlığa sürükledi. Hatta öyle ki, Öcalan’ın etkinliğine inanarak, bürokratları üzerinden Öcalan’la müzakereleri ilerleten Başbakan bile bu konuda kendisine yöneltilen sorulara “İşlerine geldiğinde İmralı ile uyumlu davranıyorlar, işlerine gelmediğinde uyumsuz oluyorlar. Dağdakilerin isimlerini anmak istemiyorum, ama çift başlılık ortada. Dağda da çift başlılık var. Süreci haince işletiyorlar.” şeklinde cevap vererek yaşadığı şaşkınlık halini ortaya koydu.

Cemil Bayık, Duran Kalkan ve Mustafa Karasu çizgisi olarak bilinen ve “şahinler” olarak tanımlanan Kandil’deki bu ekip, uzun süredir Öcalan’ın cezaevi şartlarının onun gerçek bir önderlik ortaya koymasına engel olduğunu belirtmekteler. Bu durumu verdikleri demeçlerle somutlaştıran şahin kanadın stratejisi, silahlı mücadelenin daha da toplumsallaştırılması yönünde. Bu sayede geliştirilecek taktiksel hamlelerle Kürt toplumunu bütünüyle “Kürt ulusal bilinci”ne ulaştırarak ulusal mücadelenin başarıya ulaşacağına inanmaktalar. Bizzat Cemil Bayık, Öcalan’ın İmralı’da yaptığı görüşmeleri oyalama olarak tanımlayıp kayda değer bulmadığını belirtmiştir. Silahlı mücadelenin stratejisinin teorisyeni olarak bilinen Mustafa Karasu da Bayık’la aynı doğrultudaki tespitlerini daha ileri taşıyarak, Öcalan’ın bu şartlar altında pratik önderlik yapamayacağını çoğu defa yazdığı yazılarda ifade etmiştir.

Öcalan’ın görece dengeli yaklaşımının ve umutlu çıkışlarının bir anlam ifade etmediğine inanan Kandil’deki bu hâkim güç, şiddeti artırarak Öcalan ve Ankara arasında kurulan bağa büyük darbe vurmuştur. Anlaşılmaktadır ki bundan sonra, muhtemelen Öcalan’ın muhataplığı eskisi kadar ciddiye alınmayacaktır. Kandil, savaşı yeniden başlatma gerekçesi olarak bir türlü somutlaşmayan İmralı görüşmelerini gerekçe olarak öne sürmektedir. Oysa bu mesele tersinden de okunarak Kandil’in başka hesaplarla hareket ettiği söylenebilir. Şöyle ki; siyasi yollardan varılacak çözümün, Kandil’in uzun süreli çıkarlarına hizmet etmeyeceği ve bu nedenle inisiyatifi ele geçirmek için KCK üzerinden yaptığı baskılarla alelacele bir özerklik ilanıyla eş zamanlı çatışmaları artıran bir döneme girildiğinden de bahsedilebilir ki akla daha yatkın olan da budur.

Öcalan’ın İmralı’da izlediği siyasetle ters düşenler, Öcalan’ın Kandil üzerindeki etkinliğini bütünüyle sıfırlamaya çalışmaktalar. Silvan saldırısı sonrası basına düşen avukat görüşmelerinde Öcalan’ın söyledikleri dikkatle incelendiğinde, kendisinin de bunun farkında olduğu ve fakat bu kesimlerin şu anki gücünü pek iyi bilmediği için temkinli bir üslupla; “PKK'ye silahı ancak ben bıraktırabilirim!” diyerek Kandil üzerindeki tek hâkimiyetin hâlâ kendisinde meczolduğunun altını çizme gereği duyduğunu gözlemlemekteyiz. Öcalan’ın bu çabası işe yarar mı bilinmez ama bu saatten sonra hem devlet yetkilileri hem de kanlı bir dönemi başlatan Kandil yöneticileri, Öcalan’ı asıl muhatap olarak görmeyeceklerdir. Öcalan’ın halk arasında sembolleştirilmesine ve siyasi kesimle Öcalan’ın ilişkisinin sürmesine karışılmayıp; silahlı hareketin politikalarını Öcalan’ın belirlemesine onay verilmeyecektir. Öcalan’ın bunu engellemeye, hele cezaevi şartlarında bu gücü kırmaya dönük neler yapacağını hep birlikte izleyip göreceğiz. Belki o da buna razı edilecektir. Neler olacağını şimdiden kestirmek çok zor.

Tırmandırılacak Şiddet Dalgasıyla Hedeflenen, Etnik Çatışmanın Temellerini Atmaktır!

Başbakan’ın ifadesiyle “bir kırılma noktası” olan Silvan hadisesi, salt 13 askerin ölümü ve ardından yaşanan toplumsal duygusallığın yol açtığı geçici bir psikolojik gerilim olarak değerlendirilmemelidir. Aksine, son yıllarda başlatılan reform hamleleri paralelinde kronikleşen Kürt sorununu da müzakereyle ve siyasi yöntemlerle çözme iradesini merkeze alan devlet anlayışının gerileyeceği anlamına gelmektedir bu süreç. Saldırıdan sonra Erdoğan’ın “Artık bizden iyi niyet beklemesinler!” biçimindeki ifadeleri ve AK Parti, MHP ve CHP’nin birlikte hazırladıkları milliyetçilik kokan “milli mutabakat metni”, seçimlerden sonra oluşan barış havasını darmadağın etmiştir.

Ayrıca, “terörle mücadele”de yöntem değişikliğine gidilerek, 90’lı yıllarda bölgede bir yığın katliama ve acımasızlığa imza atan Özel Harekât Birliklerinin yeniden kurulacağı müjdelenmektedir! Devlet, kendisine yönelik açık bir savaş ilan edildiğine inanmakta ve yaklaşımının ana eksenini güvenlik merkezli olarak yeniden revize etmektedir. Her ne kadar, Başbakan Erdoğan “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi”nden geri dönülmeyeceğini belirtse de hükümetin genel tavrının açıkça değiştiğini gözleyebiliyoruz.

Bunu PKK de çok iyi bilmekte ve planlarını devletin göstereceği aşırı tepki üzerine bina etmekte. ‘Devrimci Halk Savaşı’nın 4. Dönemini fiilen başlatan Kandil ekibi, Bingazi vurgusu yaparak, sokakları Ortadoğu’daki gibi hareketlendirme hayali kurmakta. Dünyanın gözünün Türkiye’ye yönelmesini hedefleyen bu anlayışın mimarları, sokak sokak örgütlenip şiddeti toplumun tüm kılcallarına kadar akıtacaklarını haykırmaktalar. Böylece devleti kışkırtıp, sokaklarda katliamlara davet ederek, insanların ölümleri üzerinden yeniden palazlanmayı ve hegemonyalarını tesis edebileceklerini umuyorlar. Bölgede dökülecek kanlar, bugün itibariyle PKK’yi besleyecek tek kaynaktır. Buna umut bağlayanlar, bir halkın kurtuluşu için bedel ödediklerini iddia ederek, kendi halkını namluların önüne katliamlara sevk edecek kadar gaddarlaşabiliyorlar.

Diyarbakır’ın Bingazi olmasını hayal edenler, seçimlerle, siyasi yöntemlerle değil; ancak tırmanan bir savaş yoluyla yaygınlaşacak milliyetçi histerinin tüm Kürtleri kendi saflarına çekeceğine inanmaktalar. Bu milliyetçi dalganın sağlayacağı kitleselliğin kendilerini çok güçlü kılıp, bu sayede sorunun uluslararası kamuoyunun gündemine taşınacağının planları da yapılmakta. Ayrıca Batı illerinde yaşayan Kürtlerin karşıt milliyetçi dalganın baskılarına dayanamayarak Kürdistan’a döneceklerini de düşünmekteler. Bahsettiğimiz bu analizlerin tümü, Duran Kalkan’ın yakın zamanda verdiği bir söyleşide mevcut. Kalkan hiç çekinmeden özetle şu tespitleri ortaya koymakta: “Büyük halk kitlelerini sokaklara dökerek ve kollukla karşı karşıya getirerek çatıştırıp ciddi bir toplumsal öfkeyi beslemek. Bu travmanın bir Türk-Kürt çatışmasına yol açmasıyla Kürdistan’daki gerilimi ve tansiyonu hep diri tutmak. Çatışmaları dünya kamuoyunun gündemine taşıyarak, Ortadoğu’da olduğu gibi Türkiye’yi de masaya zorla oturtmak.” Kalkan’ın bahsettiği bu hesapların tutması iki şeye endeksli: Kürt milliyetçiliğini alabildiğine yaygınlaştırmak ve şiddeti dağla sınırlı tutmayıp tüm her yere yaymak…

1992 başında PKK aynı bu mantıkla ‘serhildan’ ilan edip Savaş Hükümeti ve Kürdistan Ulusal Meclisini kurmuştu. O dönem belli bölgeleri kurtarılmış bölge ilan eden PKK’nin bir özgüven dalgasıyla başlattığı bu hamle, Kürtleri JİTEM’le, Çiller-Ağar zulmüyle baş başa bırakmış; on binlerce faili meçhul, boşaltılan binlerce köy, tarifi imkânsız acılar ve sürgünler o dönemin ağır faturası olarak hafızalara kazınmıştı.

Bu defa yapılan hesabın ana gövdesini, ayrışma temelinde sürdürülecek Kürt-Türk etnik çatışması oluşturmakta. İstanbul Zeytinburnu’nda günlerce süren çatışma aslında bir provaydı. Eskişehir’de ve birçok ilde Kürt işçilere yönelen şiddet de benzer bir çatışmanın adım adım yayılacağının işaretlerine sahip. Zeytinburnu’ndaki olayların ardından görüşünü belirten Karayılan’ın açıklamaları, Kürtleri bu provokasyonların içine itmeyi amaçlar nitelikteydi. Karayılan, bu tarz yerlerde Kürtlerin kendi öz-savunmalarını derhal inşa etmelerini (yani Türklerle çatışmalarını) bunu yapamayacak durumda olanların da özerkliğin ilan edildiği bölgelere dönmelerini telkin etmekteydi. Temelde halklar arasında keskin bir kopuşun, nefret temelli bir ayrışmanın yaşanmasını arzulayan bu savaş lortları, sorunu çözmek için çabalamak bir yana Kürt meselesini daha da çıkmaza sokmak için özel gayret sarf etmekteler. Savaşın kendilerini var ettiğini bilen bu ölümcül mantığın mimarları, etnik çatışma başladıktan sonra bir daha asla bu kirli savaşın son bulmayacağını da çok iyi bilmektedirler. 30 yıldır devam eden bu savaş, toplum tarafından kanıksanmaya başlanarak, belli seviyelerde tutulduğu sürece kabul edilebilir sayılıyordu. Son dönemde iyice pekişen ve sorunun şiddetle çözülemeyeceğine olan toplumsal inanç da 30 yıllık çatışmaların galibinin olmayışı gerçeğine yaslanmaktaydı. Fakat savaşın tüm ülkeyi kaplaması anlamına gelecek olan etnik çatışma safhasında toplumların öfkesini hiçbir güç kontrol altında tutamayacaktır. Bunun örnekleri dünya tarihinin son 20 yıllık arşivinde bir utanç olarak kaydedilmektedir.

Kürtlere Danışılmadan İlan Edilen Özerklik, Totalitarizmdir!

Kirli ve kanlı hesapların ulu orta konuşulduğu, barış umutlarının hayal olduğu ve siyasi iklimin buz kestiği bu ortamda Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) almış olduğu Demokratik Özerklik kararı, Kürt sorununun geleceğini de bir bilinmeze sürüklemiştir. Ay sonunda toplanması planlanan DTK’nın acilen 11 Temmuz’da olağanüstü toplantıya çağrılması ve üç gün sonra bu kararı vermesi, aynı gün BDP ile AK Parti’nin boykot konusunda mutabakat için toplandığı da hesaba katıldığında oldukça manidardır. Üstelik bu karar Silvan saldırısından saatler sonra açıklanmıştır. Yani toplumsal hassasiyet hiçbir şekilde dikkate alınmamıştır.

Tek taraflı ilan edilen ve telaşla alınan bu karar, Kandil’in çizdiği yol haritasının önemli bir parçasını oluşturmakta. Yine Öcalan’ın yakın zamanda “Özerklik kararı bir iki yıl daha tartışılsın, tüm Türkiye’ye anlatılsın.” demesine rağmen, özerkliğin ilan edilişi, ilk etapta Öcalan’ın çabalarının bir sonuç vermeyeceği, bu işin ancak baskı ve zorla hallolacağı anlayışını yansıtmaktadır. Öyle ki, tenakuz gibi görünen bu durumu ne DTK yetkilileri ne de BDP’li vekiller açıklayabilmekteler. KCK tarafından kendilerine dayatılan bu kararı, DTK divanı sorgulamadan, hesap etmeden onaylayıp deklare ederek, işleyen planın sadece figüranı olduklarını bir kez daha göstermişlerdir.

İdari-siyasi yapıların ancak toplumsal bir konsensüsle değiştirilebileceği gerçeğini Kürt Ulusal Hareketi de çok iyi bilmektedir. Fakat özerklik dayatmasının arka planında, eş zamanlı olarak tırmandırılan şiddetin, hükümeti-devleti buna evet demeye zorlayacağına olan inanç yatmaktadır. Özerklik kararı ile Kürtlere “meşru bir statü” sağlandığı iddia edilerek, bu uğurda savaşılacağı ve tüm Kürtlerin özerklikle birlikte PKK’ye destek vereceği düşünülmektedir. KCK’nın 12 Haziran seçimlerinden evvel bu seçimi tüm Kürdistan’da Demokratik Özerkliğin oylanacağı bir seçim olarak sunması ve seçim sonuçlarının nispeten beklendiği gibi çıkmaması, bu işi oldu-bittiye getirerek gerçekleştirme yaklaşımını öne çıkartmıştır. Nitekim Kürdistan dediğimiz tarihsel ve coğrafi bölgede AK Parti birçok ilde BDP’ye fark atmış, BDP ise sınırlı sayıda bölgede öne çıkmıştır. Hayalini kurduğu iktidarı AK Parti’yle paylaşmak istemeyen Kürt Ulusal Hareketi, siyasal yollarla ve çabalarla iktidarını tesis edemeyeceğinin farkına vardığı an vakit kaybetmeden bu işi en iyi bildiği yolla yani şiddetle halletmeye yönelmiştir.

Bununla beraber halen hem DTK’nın hem de BDP’nin birçok yetkili ismi, özerkliğin ne olduğunu; ekonomik, siyasi, coğrafi, idari, askerî boyutlarının nasıl belirleneceğini bir türlü açıklayamamaktadırlar. Kendilerinin bile anlayamadığı bir “şey”i, Kürt halkına dayatmayı statü ve özgürlük olarak tarif etme konusunda ise çok mahirler! Kürtlerin nasıl yönetilecekleri ile ilgili kararı bizzat Kürtlerin kendileri vermeleri gerekir. Hatta Kürtlerin büyük çoğunluğu ayrılmayı istedikleri sürece, hoşumuza gitsin gitmesin bu konuda onları kimsenin zorlamaya ya da engellemeye hakkı yoktur. Kürt Ulusal Hareketine özerklik konusuyla ilgili sunduğumuz esas eleştiri; Kürt toplumuna bir formu ve zihniyeti dayatarak bunu zorla kabul etmelerini planlamalarıyla ilgilidir. Kendilerinin bile açıklamakta zorlandıkları özerkliği, Kürtlerin çoğunluğunun desteklediğini iddia etmek başlı başına totalitarizmdir. Bir halk adına bir konseyin karar alması bizlere Kemalist Cumhuriyet’in kuruluş mantığını ve tarihsel sürecini hatırlatmaktadır. Hoş, zaten BDP’nin kurmaylarından Bengi Yıldız da M. Kemal’in, Cumhuriyeti kurmadan evvel İsmet İnönü’ye “İsmet yarın cumhuriyeti ilan edeceğim!” demesinin özdeyişsel cazibesine kapılarak bunu hatırlatmaktadır. “Biz yaptık, oldu” mantalitesi, halka tepeden bakan elitist bir zihniyetin dışavurumudur. Kürt Ulusal Hareketinin de öteden beri sahip olduğu toplum perspektifi, Kemalist oligarklardan pek farklı değildir: Halk adına, halka rağmen…

Formunu ve sacayaklarını Öcalan’ın cezaevi şartlarında belirlediği, hayattan ve realiteden kopuk, içeriğinin zamanla KCK tarafından doldurulacağı tek taraflı özerklik projesinin şimdilik öne çıkan en önemli bileşeni “öz-savunma güçleri” olarak tarif edilen şehir milis yapılanmasıdır. Özerkliğin ilan edildiği toprakları korumak için organize olacak öz-savunma güçleri fikrinin sahipleri de çok iyi bilmektedirler ki, bu yöntemlerle yıllarca savaşsalar bile devleti yenmelerinin imkânı yoktur. Daha önce bahsettiğimiz gibi burada amaçlanan; Kürt ve Türk milliyetçiliklerini olabildiğine azdırmak, Batı illerinde yaşayan Kürtleri baskılar nedeniyle tersinden göçe zorlamak ve oluşacak kaotik ortam sayesinde meseleyi dünya gündemine taşımak… Son kertede, şimdilik kendilerine istedikleri düzeyde destek vermeyen Kürt halkının büyük ekseriyetini savaş sayesinde oluşacak travma yoluyla yanlarına çekebilmek de bir diğer hesaptır.

Son tahlilde; Kürt ulusalcılarının sorunun siyasi yollarla AK Parti hükümeti tarafından çözülmesini istemedikleri ayan beyan ortadadır. Kültürel soykırıma, toplu biçimde imhaya, sistematik tasfiyeye uğradıklarını belirten ve fakat bunun hiçbir argümanını ortaya koyamayan Kürt ulusalcıları, korkunç bir planı devreye sokarak siyasi çözüm yollarını tamamen tıkamayı ve şiddet dilinin hâkim olmasını arzulamaktadırlar. Bunun önüne geçilebilinir mi bilinmez ama şayet Kandil’deki kurmayların verdikleri beyanatlardaki hesaplar için harekete geçilirse ve özerklik konusunda toplumsal mutabakat yerine çatışmayı yeğleyen bir zihniyette ısrarcı olunursa; Kürt sorununun yakın vadede çözümü bir yana, düşük yoğunluklu olarak tarif edilen savaşın gerçek bir savaşa dönüşmesi uzak bir ihtimal olmayacaktır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR