1. YAZARLAR

  2. Fevzi Zülaloğlu

  3. Peygamberlere İman Bağlamında Nübüvvet ve Risalet -1

Peygamberlere İman Bağlamında Nübüvvet ve Risalet -1

Mayıs 1999A+A-

Giriş

Allah Nübüvvete Rehberlik Eder

İnsan için üç tür bilgi kaynağı vardır: 1- Kendisi, 2- Şeytan, 3- Allah. Kur'an'da insanın üreteceği bilginin itikada taalluk eden konularda tam bir itimat telkin etmesinin mümkün olmadığını Rabbimiz birçok ayette dile getirmiştir.

1- Beşeri Kaynaklı Bilgi: Bu tür bilginin iki sıfatı vardır: Zanni ve harsîdir. Beşer'in nevasından kaynaklanan, ayakları kaydıran, sağlam zemin vermeyen, şüphe ve tereddüde düşüren, göreceli bilgidir: "Onların çoğu sadece zanna uymaktadırlar. Oysa zan hiçbir şekilde hakkın yerini tutamaz. Gerçek şu ki, Allah onların yaptıklarını bütünüyle bilmektedir" (10/Yunus, 36).

Harsî bilgi ise zan'dan daha düşük derecede olan temelsiz, asılsız, saçma sapan, selim aklın kabul etmesi mümkün olmayan beşeri kaynaklı bilgidir. Beşeri ideolojiler, insan benliğindeki heva'dan ve tabiattan meşruiyetlerini elde etmek isterler:

"... Onlar ancak başkalarının zanlarına uyarlar ve kendileri hiçbir şey yapmayıp sadece tahmin (hars) yürütürler" (6/Enam, 116).

2- Şeytan Kaynaklı Bilgi: Vesvesedir. Şeytanın kötülüğe sevk eden çağrıları, içe doğuş/ilham şeklinde gerçekleşir. İnsan ve cin şeytanları, kalplerde doğurdukları ilhamlarla insan benliğindeki fücura seslenir, kötülüğü harekete geçirmek isterler.

3- Allah Kaynaklı Bilgi: Nebevi vahiydir. Şeytanın vesveselerinden ve nefsin zaaflarından beri olan tek bilgi kaynağı ilahi olandır. İlahi vahiy itikadi ve ameli alanda bizi zan'dan, hars'dan kurtaracaktır. Kesin bilginin tek kaynağı ilahi denetim altında cem edilmiş Kur'an'dır. İnsanoğluna doğru rehberlik edecek, hakka kılavuzlayacak başka bir bilgi kaynağı yoktur. Çünkü o yakin'dir. Kesinliği tartışmasızdır.

Şeytan'ın vesvese telkin eden çabası ve beşerin hevası; doğruluğun, dosdoğru yolda kalmanın teminatı olamazlar. İnsan idrakinin marifet yoluyla elde edemeyeceği itikad'a taalluk eden gaybın bilgisini ancak ilahi risaletle peygamberlerden öğrenebiliriz. Mesela, Allah'ın zâtı ve sıfatları, cennet, cehennem, ahiret, melekler vb. gaybi konular, insan yetenekleriyle bilgisine ulaşılamayacak konulardır.

İbadet, ahlak ve adıl bir hukuk sistemi konularında da nübüvvetle bize bildirilen Allah'ın rehberliğine ihtiyaç duyarız. İlahi kontrolden geçmiş iyi bir örnekliğe (üsvetü'l-hasene) ve şahitliğe (tevhidin yaşamsal tanıklığına) ihtiyaç duymaktayız. Cahil, bencil ve çokça zalimliğe meyilli olan insanoğlu bütün bu konularda ilahi rehberlik olmaksızın herkesin haklarını teminat altına alacak saf ve adil ilkeler ortaya koyamaz. Ayrıca Rabbani denetimden geçmiş Örnek bir şahitlik de; uygulanabilir, takip edilebilir bir model olarak nübüvvetle gösterilebilir.

A- KUR'AN'DA NÜBÜVVETLE İLGİLİ ANA TEMALAR

Nebi, rasul, vahiy, mucize vb. nübüvvetle ilgili ana temaları muradı ilahi'ye göre öğrenerek mevcut veya ortaya çıkması muhtemel karışıklıkları gidermek elzemdir. Çünkü itikada taalluk eden bu konuların tek kaynağı Kur'an'dır. Bu yüzden tek güvenilir kaynağımız olan Kur'an'a başvurarak nübüvvetle ilgili yakini bir yargıya ve anlayışa ulaşabiliriz. Böylece bu tür konular üzerinde yapılan vehim ve zanların hurafe ve harsların, spekülasyonların önüne geçmek, sağlam, muhkem ve sahih bir itikada ulaşmak mümkün olacaktır.

I- Nebi

N-B-E kök harflerinden türemiş bir isim olan nebi, "haber getiren" demektir, nebi'nin çoğulu 'nebiyyun' veya enbiya'dır. Nebi, çoğullarıyla beraber Kur'an'da 75 yerde geçmektedir. Masdarı nübüvvettir.

Nübüvvetin üzerinde gerçekleştiği kişi anlamına gelen nebi, Allah'ın insanlara iletmek istediği mesaj için seçtiği insan elçi demektir. Kısaca haberci anlamına gelen nebi, görünmez alemin yegâne sağlam, sahih bilgisini Allah'tan alarak insanlara iletir. Gaybın haberleri sadece ilahi vahyin elçileri olan nebilerden öğrenilebilir. Nebiler, hayatın bütün alanlarında geçerli olacak Allah'ın indirdiği hükümleri haber verirler.

II- Rasul

Rasul kelimesi R-S-L kök harflerinden türetilmiştir. Risl kelimesinin failidir. Risl ise kolaylık, yumuşaklık demektir. Aynı kök harflerden türetilmiş olan irsal kelimesi ise göndermek, yönelmek anlamlarına gelir. Kur'an'da yaklaşık 350 yerde geçen 'rasul' kelimesi kısaca "elçi" demektir.

Nebi, Kur'an'da sadece Allah'ın, insanlar içerisinden seçtiği elçiler için kullanılırken rasul aynı zamanda O'nun tarafından dünyaya aktarılan öğretiler bütününe, meleklere ve yaratıcının kudretinin şahitleri olan varlıklara izafeten de kullanılır.

Ragıp el-İsfehani'ye göre rasul, bazen yağmur ve rüzgar gibi şuursuz varlıklardan, bazen de melek ve insan gibi bilinçli varlıklardan olur. (Bkz. Ragıb el-İsfehani el-Müfredat, Sh. 284, Kahraman Yay. 1986, İst).

"Allah meleklerden elçiler (rasuller) seçer, insanlardan da" (22/Hacc, 75),

Rasul, Allah'ın insanlığa gönderdiği mesajları aşama aşama belli bir düzen içerisinde risalet görevini yerine getirenlerin ortak adıdır. Kısaca Kur'an'da rasul terimi insanlar ve meleklere nisbet edilmektedir. Fakat rasulle aynı kökten gelen 'irsal' (gönderme) eylemi diğer varlıkları da kuşatan bir kullanıma sahiptir.

İlahi risalet (elçilik) Kur'an'da insanları, melekleri ve birçok varlığı içine almaktadır. Bu bağlamda üç tür elçilik vardır: 1- Görünen varlıkların rasullüğü 2- Gaybi varlıkların rasüllüğü, 3- İnsanların rasullüğü.

1- Görünen varlıkların Rasüllüğü

Yarattıklarına zâtı ile tenezzül etmekten müstağni olan Allah, iradesini gerçekleştirirken elçiler kullanır. Kainatı, Rabbimiz kendi koyduğu yasalarla yönetmektedir. Fakat şu unutulmamalıdır ki yasalar Allah'ın boyunduruğu altındadır. Allah'ın kendi koyduğu yasalara mecbur olması, onların zoru altında bulunması düşünülemez. Bu yüzden kainatta ne determinizm ne de indeterminizm hakimdir. Kainat Allah'ın emri ve izni ile işlemektedir.

Yarattıklarını adaletli bir şekilde dilediği gibi yöneten Rabbimizin yasalarına elçilik etmek iki şekilde olabilir a) Genel yasaların elçiliği b) Özel yasaların elçiliği.

a) Genel Yasaların Elçiliği: Yüce Allah, fiziksel alem üzerindeki tasarruflarım varlıkların elçiliği ile yürütmektedir. Allah'ın kainat üzerindeki tasarruflarına insan dışındaki görünür varlıklar kendiliğinden, isteyerek içgüdüsel olarak elçilik yapmaktadırlar. Fussilet sûresinde ifade edildiği gibi:

"Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve yeryüzüne 'isteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin' dedi. 'İsteyerek geldik' dediler" (41/Fussilet, 11).

Örneğin rüzgarların; bitkiler, çiçekler üzerinde yaptığı dölleme görevi Kur'an'da bir irsal (elçilik) eylemi olarak nitelendirilmektedir. Furkan sûresinde belirtildiği gibi:

"Rüzgarları rahmetinin önünde müjdeci gönderen (ersele) O'dur. Ölü bir yeri diriltmek ve yarattığımız nice hayvan ve insanları sulamak için gökten tertemiz su indirimsizdir (enzelna)" (25/Furkan, 48).

b) Özel Yasaların Rasüllüğü: Yüce Allah fiziksel alemle ilgili koyduğu yasalara zaman zaman müdahale eder. İstisnai değişiklikler yapar. Rabbimiz yarattığı varlıkların özüne, onların işleyiş kurallarını da koymuştur. Konulan bu kurallar da Allah'tan bağımsız değildir. Onlara zaman zaman istisnai müdahaleler yaparak geçici bir süre askıya alabilir. Böylece genel yasalar o âna özgü geçici özel yasalarla ilahi kudretin emri ve boyunduruğu altında olduğunun tanıklığım yaparlar.

Özel (istisnai) yasalar da iki niteliklidir: aa) Nimetlendirmeye matuf olanlar bb) Cezalandırmaya matuf olanlar. Başka bir deyişle nimetlendirmek için elçilik, azap için elçilik

aa- Nimetlendirmek İçin Elçilik: Yaratılan bütün varlıklar Allah'ın ayeti ve tanığıdırlar. İlahi buyruktan çıkan soyut varlıklara şeytan, somut varlıklara da bazı insanlar örnek olarak verilebilir. İlahi buyruk ile varoluş gayelerini eksiksiz yerine getiren su, ateş, toprak gibi varlıkların özünde gerçekleşen olaylar ve olgular da kendinden menkul, başına buyruk olarak değil belli bir kader (ölçü) ile meydana gelir, örneğin ateşin belirgin vasfı yakmaktır. Herhangi bir ilahi müdahale ile karşılaşmadığı sürece ateş bu özelliğini icra eder. Fakat Yaratıcı ona izin verdiğinde yakıcı ateş dağları, buz dağlarına, serin sulara dönüşebilir. Varlıklar, bağlı oldukları İlahi kudret makamından alacakları emir ve izinlerle hareket ederler.

Bilindiği gibi ateş, yakma vasfından Hz. İbrahim karşısında kısa bir müddet soyutlanmıştır. İşte ateş böyle bir durumda yakarken olduğu gibi, yaratıcısının "yakma!" serin olma emrine elçilik (rasullük) etmektedir: "Biz ey ateş! 'İbrahim'e karşı serin ve zararsız ol' dedik" (21/Enbiya, 69).

bb- İlahi Azap İçin Elçilik: Helaki hak eden toplumlara Allah'ın takdir ettiği dünyevi azaplar vardır. Bu cezalandırmalara elçilik edenler de çeşitli varlıklardır. Örneğin, yok eden fırtınalar, mahveden çığlıklar, yıldırımlar, şimşekler, ateşten dalgalar, kıpkızıl dumanlar, öldüren taşlar, tufan, çekirge sağnağı vs. Bu varlıkların eylemleri için Kur'an'da Rabbimiz R-S-L kök harflerinden türeyen kelimeler kullanmıştır.

"Gök gürlemesi O'nun sınırsız kudret ve yüceliğini övgü (hamd) ile anmakta, melekler de korku ve sakınma içinde bunu yapmaktalar ve O, yıldırımları gönderip (yürsilu) onlarla dilediğini çarpmaktadır..." (13/Rad, 13).

"Yoksa sizi tekrar denize döndürüp, üzerinize ortalığı yıkan bir fırtına gönderip (yürsilu) inkarlarınızdan ötürü sizi suda boğmasından güvende misiniz? O zaman bize soru soracak bir yardımcı da bulamazsınız" (17/İsra, 69),

"Rezillik azabını onlara dünya hayatında tattırmak için uğursuz günlerde üzerlerine dondurucu bir kasırga gönderdik (erselna). Ahiret azabı ise daha çok alçaltıcıdır ve onlar yardım da görmezler" (41/Fussilet, 16; ayrıca bkz. 19/83; 31/33, 41; 54/19,55/35).

2- Gaybi Varlıkların Rasullüğü

Görünmeyen varlıklardan olan melekler, Allah'ın çeşitli emirlerini kevnî ve gaybi alemde yerine getirerek O'na elçilik (rasullük) ederler. Bu tür elçiliği de görevin niteliği bakımından ikiye ayırabiliriz: a) Nimetlendirmek için Elçilik b) İlahi Azab İçin Elçilik.

a- Nimet İçin Elçilik: Allah'ın rahmet, bereket ve kudretini kainat üzerinde estirmek veya Allah yolunda cihad edenlere O'nun yollarını kolaylaştırmak, kalplere huzur ve dinginlik sağlamak, İslami mücadele esnasında mü'minleri desteklemek, salih eylemlerinin bereketini kat kat çoğaltmak, samimiyeti, tevhid ekseninden sapmamayı ödüllendirmek gibi görevleri icra ederler. Yüce Rabbimiz bu melek elçiler aracılığıyla istikamet üzere olan müslümanları "kıyam halinde olmak kaydıyla" gaybi yardımlarla güçlendirir destekler, yardım eder.

"Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini anın, üzerinize ordular gelmişti. Biz de onların üzerine rüzgar ve görmediğiniz (gaybi) ordular göndermiştik (erselna). Allah yaptıklarınızı görüyordu" (33/Ahzab, 9; ayrıca bkz. 27/63; 30/46 vd).

Vahiy bir nimettir. Cebrail (a) ise insanlarla Allah arasında vahiy nimeti için elçilik (rasullük) eder. Vahiy meleği Cibril'in getirdiği vahiy nimeti sayesinde küfrün karanlığından kurtulup imanın aydınlığına varmaktayız. Kalplerimizi tezkiye etmekte, uzlaştırmakta suni ve sanal çekişmelerle varoluş gayemizi dünya ekseninde gerçekleştirirken boşuna zaman kaybetmekten kurtulmaktayız.

"De ki: 'Kur'an'ı Ruhu'l-Kuds (Cebrail) Rabbinin katından insanların inançlarını pekiştirmek, müslümanlara doğruluk rehberi ve müjde olmak üzere hak (gerçek) ile indirmiştir" (16/Nahl, 102; ayrıca bkz. 2/97/16/2; 26/193 vd).

Cebrail (a), Rabbimizin insanlara yol göstermek, hakka kılavuzlamak için takdir ettiği nübüvvet müessesesinin doğruca işlemesi için görevlendirilmiş meleğidir. Kur'an'da Ruh, Ruhu'l-Emin Ruhu'l-Kuds, Cibril ve Rasul isimleriyle anılmaktadır. O Kur'an nimetinin elçisidir. (Bkz. 2/211, 231; 3/103; 5/7; 16/83; 42/52; 91/11 vd.).

Cibril, Allah'ın izni ile İsa Peygamberin varlık sahnesine çıkması için de görev almıştır. Bu da nimetin elçiliği diye nitelendirilebilecek bir durumdur.

"(Cebrail): 'Ben yalnızca Rabbinin bir elçisiyim (rasulüyüm) dedi. (O Rab ki) 'Sana tertemiz bir oğul armağan edeceğim' diyor". (19/Meryem, 19).

b- Helak İçin Elçilik: Yüce Allah kendisine ve seçtiği şerefli elçilerine, ayetlerine karşı tuğyan ile (taşkınlıkla) karşılık verenlere daha dünyada iken gerekli cezalardan bir kısmını tattırır. Rabbani takdiri yerine getirecek meleklerden elçiler seçen Allah Teala, helaki hak eden topluma dünyada azab ederek ibret almak isteyenlere kudretinin sonuçlarına tanıklık edecek ayetler gösterir.

Konu ile ilgili Lut peygamberin toplumu örnek verilebilir. Lut peygamberin toplumunun görevlendirilmiş melek rasuller tarafından nasıl yok edildiğini Kur'an'dan takip edelim:

"Elçilerimiz (melek rasullerimiz) Lut'a gelince, onun üzerine fenalık geldi, çok sıkıldı. 'Bu çetin bir gündür' dedi" (11/Hud, 77).

"Ey Lut! Biz Rabbinin elçileriyiz (rasulleriyiz) onlar sana ilişemeyecekler. Geceleyin bir ara, ailenle beraber yola çık. Aranızdan kimse arkasına bakmasın. Çünkü bil ki, onların başına gelecek olan karının da başına gelecek. Onlar için belirlenmiş vakit tam da bu sabah. Sabah da zaten yaklaşmadı mı?" (11/Hud, 81).

3- İnsan Rasuller

Yüce Allah'ın güvenilir Elçi Cibril ile gönderdiği vahyin tebliğini insanlar arasında seçilmiş rasuller yapar. Bu, Allah'ın değişmez yasasıdır (sünnetidir). Her varlık türüne kendi cinsinden peygamber göndermek sünnetullahtır. İnsanlara da kendi türlerinden eli gönderilmiştir.

"De ki eğer yeryüzünde yürüyen ve nimetlerimizden istifade edenler melekler olsaydı, biz onlara elçi (rasul) olarak gökten melek indirirdik" (17/İsra, 95).

Rasul kelimesi lügat anlamı itibariyle vahyin elçiliğini yapan herkese teşmil edilebilir. Fakat kavramsal olarak Rasul, Allah ile insanlar arasında risalet görevini yerine getiren insan nebiler ile, bu görevi Allah ile nebiler arasında yerine getiren vahiy meleği Cebrail'e denilebilir. Farsça ibaresi ile "peygamber" nitelemesi bütün insan elçilerin ortak adı olarak Türkçe'de kullanılmaktadır.

B- NEBİ İLE RASUL ARASINDA FARK VAR MIDIR?

Tarih boyunca 'nebi' ile 'rasul' arasında fark olup olmadığı çeşitli mezhepler tarafından tartışılagelmiştir. Fakat biz bu tartışmalara genişçe yer vermeyeceğiz. Bazı Ehl-i Sünnet kelamcılarının görüşünü ve Edip Yüksel'in medyatikleştirdiği modern bir yaklaşımı aktarıp ikisini ide değerlendirerek ilahi rızaya ve murad-ı İlahiye uygun olan Kur'anî anlamı arayacağız.

1- Ehl-i Sünnet Kelamcılarının Görüşü: Ehli Sünnet'in yüzyıllardır tekrarlanagelen, akaid ve kelam kitaplarına yansıyan ve İlahiyat fakültelerinin müfredatında resmi görüş olarak aktarılagelen konuyla ilgili nazariyesini şöylece özetlemek mümkündür:

"Rasul, yeni bir öğreti ya da şeriat vazeden, vahyi mesaj getiren kişilere denir. Nebi ise Allah'ın mevcut bir şeriata, önceki peygamberlerinkine uymakla görevlendirdiği kimsedir". Yani rasul yeni bir şeriat getirmekte nebi ise getirmemektedir.

Buna göre "her rasul aynı zamanda nebidir. Ama her nebi rasul değildir". Bunun değerlendirmesini daha ilerideki başlıklara bırakıp, şimdi E. Yüksel'in dillendirdiği teoriyi aktararak bir karşılaştırma yapmaya çalışalım.

2- Nübüvvet Konusunda Modern Sapmalar: Nebi'nin kitap verilenlere, Rasul'ün ise bu mesajı taşıyanlara verilen kavramsal isimlendirmeler olduğu dolayısıyla Kur'an'ın mesajını taşıyan herkesin Hz. Muhammed gibi bir rasul olduğu iddiası yeni değildir. Bu iddiayı taşıyanlar Hz. Muhammed sünnetini, şahitliğini, örnekliğini küçümseyenler tarafından dile getirilmektedir.

Kökü Hindistan'da Sör Seyyid Ahmed'in başını çektiği modernist İngiliz projesine dayanan bu yaklaşım, Türkiye'de 197O'li yıllardan sonra yaygınlaşmaya başlayan Kur'an çalışmalarına katılmış ve "mealci" diye nitelenen bazı aceleci ve sathi düşünen kimselerce tekrar gündemleştirilmeye çalışılmıştır.

Her ne kadar "mealci" yaklaşım, Kur'an'a kendisini nispet etse de Rasul'e ve onun örnekliğine ilişkin itaatle ilgili ayetleri ya görmezden gelmiş ya da yanlış bir şekilde yorumlamıştır. Bu anlayış temel bir yanlışlık içermekteydi. Fakat bu yanlış, süreç içinde konuyu Kur'an bütünlüğü içinde doğru kavrayanların ikazlarıyla büyük ölçüde aşılmıştır.

Ancak, muharref geleneğin cifr ve ebcedci hurufiliğinden, Bahailerin din haline getirdiği 19. modern hurufiliğe geçiş yapan Edip Yüksel, maalesef medyatik olmanın dayanılmaz çekiciliğine kapılarak, Amerika'yı yeniden keşfeder gibi bu yanlış telakkiyi Türkiye'de yeniden gündemleştirmeye çalışmıştır.

Kur'an'ı, lugatlann bütünlük kaygısı taşımayan parçacı, atomik yapısından anlamaya çalışanlar Nebi'ye 'haberci', Rasul'e de 'elçi' demekle yetinmektedirler. İlahi mesajın bütünlüğü içinde kavranabilecek ıstılahi anlamı gözardı etmektedirler.

Bu modern yaklaşımı E. Yüksel şöyle formüle etmiştir: 'Her nebi aynı zamanda rasuldür. Fakat her rasul nebi değildir. Dikkat edilirse Yüksel Ehli Sünnet kelamcılarının geleneksel resmi görüşünü tersine çevirmektedir. Ona göre nebi, hem kendinden önceki kitapları doğrulayıcı, hem de aldığı yeni kitabı insanlara ulaşanadır. Başka bir ifadeyle, her kitap verilen nebi bir elçidir (rasuldür). Fakat her elçiye kitap verilmemiştir.

Kur'an'dan ayetlerle görüşünü desteklemeye çalışan Yüksel'in çabaları, Hatemü'l-Enbiya sınırını delemediği için, son peygamberden sonra bir rasulün geleceğini ispatlayabilmek şeklindedir.

E. Yüksel'e göre gelenekçiler beklenen rasülü mehdi veya mehdi rasul, ya da İsa peygamber ile değiştirmek suretiyle büyük bir hata işlemişlerdir. Oysa birçok rasul (Reşad Halife gibi) gelecektir.

Yüksel'in modern hurafeleri ve hezeyanları bununla da bitmiyor. Son peygamber Hz. Muhammed'den sonra geleceğini vehmetiği rasulün (Ör. Reşad Halife) görevlerini belirleyerek şöyle izah etmeye çalışıyor:

"Bu elçi, tüm dinleri reforme edip, İslam adı altında birleştirecek. Geçmiş elçilerin mucizeleri zaman ve mekanla sınırlı olmasına rağmen, misak'ın elçisini destekleyen mucize (19 safsatası (F.Z)) süreklidir. Reşad Halife, Kur'an'da Al-i İmran, 3/81'de vaadedilen elçidir. Görevi, önceden gelen mesajları kesin kanıtlarla desteklemek ve onları orijinal hallerine dönüştürmektir. (Tevbe sûresinin son iki ayetini iptal ederek F.Z)". (Bkz. E. Yüksel, Notlar, Misak'ın Elçisi bölümü).

Reşad Halife Müseylemesine ve kendisinin rasullüğüne Edip Yüksel Tevrat ve İncil'den de delilleri bulduğunu iddia ediyor. (Bkz. Tevrat, Malaki, 3/1-3; İncil, Matta 24/27).

Görüldüğü gibi E. Yüksel'in modern hurafesi temelleri çok eskilere, Peygamberimiz ve ondan önceki dönemlere dayanan yalancı peygamberlikle ilgilidir. Bunu, nebi ve rasul kavramlarına gelenekten farklı bir tanım getirerek yapmaktadır.

3- Nebi İle Rasul Arasında Nitel Fark Yoktur

Kelimenin kök anlamı ve kavramsal Kur'anî anlamı dikkate alındığında Nebi, peygamberlerin haber alma, vahyi mesaj alma vasıflarına işaret etmektedir. Rasul ise alınan mesajın elçiliğini yapma, tebliğ etme, aktarma, şahitlik yapma sıfatlarını bünyesinde toplayan bir tanımlamadır. Tıpkı adaletli davranmayı ve takvalı olmayı şahsında birleştiren mü'min gibi. Niteliksel olarak nasıl mü'minle müslim arasında fark yoksa, nebi ile rasul arasında da aynı bağlamda fark yoktur. Nasıl bir mü'minin aynı anda adil ve muttaki olması çelişki arzetmiyorsa, bir peygamberin de aynı zamanda nebi ve rasul olması tenakuz teşkil etmez. Farklı kelimelerin kullanılması kemiyetle ilgilidir, keyfiyetle değil.

Nebi ve rasul arasındaki fark, sadece kelime anlamları itibariyledir. Yoksa şeriat alıp almamak, vahiy alıp almamak, kitap indirilmiş olup olmamak bakımından aralarında niteliksel anlam farkı yoktur. Geleneksel bazı iddialara göre Hz. İsmail gibi Peygamberler sadece 'nebi'dir. Kendinden önceki Rasul'ü (babasını) tekrar eder. Oysa Kur'an'da Hz. İsmail için hem rasul hem de nebi sıfatları birlikte kullanılmaktadır:

"Kitapta (Kur'an'da) İsmail'i de an. Çünkü o " sözünde duran elçi (rasul) bir haberci idi (nebi)" (19/Meryem, 54).

Geleneksel görüşün nebiyi önceki peygamberin ve kitabın mukallidi durumuna indirgemesi çok yanlıştır, çünkü birçok ayette nebilere kitap nispet edilmiştir: "Allah nebilerden şöyle söz almıştı: 'Bakın size kitap ve hikmet verdim. Şimdi yanınızda bulunanı doğrulayıcı bir rasul geldiğinde, ona mutlaka yardım edeceksiniz, bunu kabul ettiniz mi ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı demişti. Kabul ettik dediler. O halde şahit olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım dedi" (3/Ali İmran, 81; ayrıca bkz. 2/247, 248; 5/44; 19/56; 33/40; 87/19).

Bu ayetten kesin olarak anlaşılmaktadır ki, nebi kitap ve şeriat almayan biri değildir. Ahzab sûresi 7. ayet de kendilerine kitap verildiği muhkem olarak Kur'an'da anlatılan peygamberleri nebi olarak vasfetmektedir:

"Nebilerden söz almıştık. Senden, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan, Meryemoğlu İsa'dan sağlam bir misak (söz) almışızdır".

Geleneksel yaklaşım, yukarıdaki ayetlerle tenakuz içerisindedir. E. Yüksel'in modern tahrif çabalan ise boşunadır. Çünkü Kur'an, sakınan ve gerçekten Allah'ın dinine teslim olanlar için yeterli bir kitaptır. Kur'an'a muttaki bir öğrenci gibi yaklaşıldığında çelişkili sonuçlar çıkarılması imkansızdır.

Yüksel'in en büyük çelişkisi, Ahzab sûresi 40. ayette hatemü'l-enbiya ibaresiyle birlikte hatemü'r-rasul ibaresini aramaktır. Oysa Kur'an nebi ve rasul arasında kitap alıp almamak açısından bir ayarını yapmamaktadır.

Nebilere kitap (şeriat) verildiğine yukarıda alıntıladığımız ayette işaret etmiştik. Şimdi de Edip Yüksel'in rasul kavramını tahrif çabalarına Hadid sûresi 25. ayetiyle cevap verelim: "Andolsun biz resullerimizi açık delillerle gönderdik ve onlarla beraber Kitab'ı, mizan'i indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler..."

Görüldüğü gibi ayet-i kerimede rasul kavramına kitap nispet edilmiştir. Bu da göstermektedir ki, Kur'an'da nebi ile rasul arasında kavramsal, niteliksel fark gözetilmemektedir.

Peygamberlerin genel Kur'anî ismi 'nebi'dir. Rasul; tebliğle, görevin icrasıyla ilgili bir kavramdır:

"Öncekilere nice nebiler göndermişizdir (erselna)" (43/Zuhruf, 6-8; ayrıca bkz. 2/213).

Hz. Harun, kardeşi Musa (a)'nın yardımcısı olarak görevlendirildiği halde Rabbimiz nübüvvet ve risaleti onun şahsında ayırmamıştır. Harun peygamberin nebiliğine işaret eden ayetler için bkz. (4/Nisa, 163; 6/Enam, 84; 19/Meryem, 53; 21/Enbiya, 48;) Ayrıca nübüvvetin elçiliğini yapma görevi ile yüklendiğini anlatan ayetler için bkz: (26/Şu-ara, 13;2S/Kasas, 34).

Hz. Muhammed'e gelinceye kadar bütün peygamberler hem kendileri vahiy almışlar, hem de önceki kitapları tasdik etmişlerdir. Ayrıca kendilerinden sonra gelecek peygamberleri insanlara müjdelemişlerdi. Muhammed peygamberle nübüvvet halkası tamamlandığı için daha sonra gelecek bir elçiyi müjdelemek söz konusu değildir.

"Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değil, Allah'ın rasulü ve nebilerin sonuncusudur (hatemü'l-eniya) Allah her şeyi bilendir" (33/Ahzab, 40).

Görüldüğü gibi, Hz. Muhammed için bu ayette hem rasul, hem de nebi sıfatları kullanılmaktadır. Bu durumda Hatemiyyetin nebilik için söz konusu olduğunu rasullük için sözkonusu olmadığını iddia etmek, hastalıklı kalplere sahip olanların bir tahrif çabasından ibarettir.

Her Nebi Rasul, Her Rasul Nebidir

Geleneksel bazı yaklaşımlarda ve çağdaş tahrif çabalarında iddia edildiği gibi Kur'an nebi ile rasul arasında bir ayırım gözetmemektedir. Ayrıca, Kur'an'ın 'şu peygamberler nebi, şunlar da rasuldür' diye bir beyanı yoktur.

Buraya kadar yaptığımız araştırmanın sonuçlarına dayanak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Nebi, peygamberlerin Allah'tan vahiy alma, haber alma yönünün, rasul ise alınan vahyin elçiliğini yapma, tebliğ ve şahitliği ifade eden kavramlardır.

Her peygamber vahiy almıştır (nübüvvet-nebi) ve aldığı vahyi tebliğ etmiştir (risalet-rasul). Bu iki vasfı bünyesinde bulundurmayan birine de peygamber denemez. Yani kalbine indirilen vahyin elçiliğini (rasullüğünü), insanlara iletimini üstlenmeyen birine nebi denemeyeceği gibi ilahi vahiy almayan (nebi olmayan) birine de kavramsal olarak rasul denemez.

Hz. Muhammed'den sonra bir insan kavramsal anlamda ister rasul, isterse nebi olduğunu iddia etsin yalancı peygamberdir. Siyerdeki adıyla Müseylemetü'l-Kezzab'dır. (Bkz. 33/Ahzab, 40). Çünkü Nebi de rasul de ıstılahi açıdan peygamberliğe delalet eder. Başka bir ifade ile nebi, haber almaya, Allah'tan gelen ilahi bilirime, rasul ise vahyin elçiliğine, tebliğine işaret etmektedir. Özcesi her nebi rasul, her rasul de nebidir.

Hatemiyet Kur'anî bir İtikaddır

"Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın elçisi (rasulü) ve bütün peygamberlerin (nebilerin) sonuncusudur ve Allah herşeyi hakkıyla bilendir" (33/Ahzab, 40).

Hatem terimi bir şeyin sonu, sonucu anlamındaki hitam ile eş anlamlıdır. Hatem, mühür demektir. Mühür nasıl bir dokümanın sonucunu, sonlandığını, onaylandığını gösteriyorsa Muhammed peygamber de nübüvvetin hatemidir. Bu yönüyle Hz. Muhammed ve ona indirilen Kur'an bütün ilahi vahiylerin sonu ve özü olması bakımından nübüvvetin mührüdür.

Allah Teala tarihi süreç içerisinde gaybın bilgisinden insanların hidayet için ihtiyacı kadarını dilediği rasullerine vahiy yoluyla bildirmiştir: "... Allah sizi gayba muttali kılacak değildir. Bunun için Allah elçileri arasından dilediğini seçer..." (3/Ali İmran 179).

Peygamber olmadığı halde kendisinin Allah ile irtibatlı, iletişimli olduğu, vahiy aldığı, levh-i mahfuzdan kendisine irfani bilgi indirildiği iddiasında olan yalancı Müseylemeler hep varolagelmiştir. Sahte peygamberlik kurumu Rasulullah'ın "hatemü'l-enbiya" olduğu muhkem nassına rağmen işletilmiştir.

Kur'an'ın mesajına fitnelerini dahil edemeyen kalbi hastalıklı bazı mistikler, ona nazire olarak "velayet vahyi, hatemü'l-evliya" gibi ilahi vahye muhalif, hevaya uygun bilgi çeşitleri ve marifet yolları(!) oluşturmuşlardır.

Bu küfür çığrı en çok da kendisini Allah katında öncelikli vehmeden vahdet-i vücutçu, işrakçı, keşifçi, irfancılar tarafından ilahi vahye ve nübüvvete alternatif olarak ileri sürülmüş, savunulmuş, büyütülmüştür. Gaybi alana dair iddialı, patavatsız, körükörüne, delilsiz olarak ileri sürülen teorilerle Yüce Allah'ın gayba ait yasağını delmeye çalışmışlardır. Böyle kimselere İsra sûresi 36. ayetle cevap vermek gerekir: "Bilmediğin şeyin ardına düşme. Çünkü işitme duyusu, görme duyusu ve kalp bunların hepsi bundan (hesap gününde) sorguya çekilecektir" (17/İsra, 36).

Yanlış din tezahürü olarak Allah'tan, peygamber olmadıkları halde gaybi bilgi elde ettiklerini savunanların amacı tartışılmaz yüksek statüler, dokunulmaz otoriteler elde etmektir. Çünkü onlar, ne kadar gaybi, gizemli, ulaşılmaz, esrarengiz bilgiye sahip olduklarını yayabilirlerse halk yığınları üzerindeki baskı güçleri o kadar artmaktadır. Böyleleri aslında Allah ile insanlar arasında duran engelleyici putlar olarak, saf tevhidin yegane kaynağı olan nübüvvetin önünü kapatmaktadırlar.

Hatemü'l-Evliya Hurafesi

Hatemü'l-enbiya muhkem nassı karşısında elleri bağlanan kalbi hastalıklı bazı müşrikler velayet (velilik) vahyi diye bir bid'atin ardına düşmüşlerdir. Bu bid'atin ardına düşen çok cüretli, iddialar da ortaya atmışlardır. Mesnevi'deki şu ibareyi aklın izanın kabul etmesi mümkün değildir:

"Her veli ve bilhaa Bediü'z-zaman (zamanın sahibi) olan kutup nübüweti-i ta'rifiyye ile peygamberdir. Fakat Hz. Muhammed'e hürmet ve şeriat edebine riayet bakımından peygamberim diye meydana çıkmaz" (Bkz. Mesnevi, Mevlana C. Rûmi, IV. cilt, 1851-1884 beyitler arası, 1956, İst).

Bu harsi çıkarımların, hurafelerin sahipleri, velayet vahyi olan velinin nebiden üstün olduğu zannını akide haline getirmeye çalışmışlardır. Güya keşf ve işrak yoluyla bilgi elde eden veli, belli bir çaba sarfetmekte, yorulmaktadır. Peygamberse hazır bir şekilde, vahiy meleğinin yardımı ile bilgilendirilmektedir!

"Hatemü'l-enbiya" muhkem nassına itibar etmeyip ona nazire yaparak "hatemü'l-evliya" teorisini ortaya atan tasavvufçuların en meşhurları tıpkı Hz. Muhammed'in son peygamber olması gibi kendilerinin de velayet vahyi alan son veli olduklarını savunmuşlardır, Bunun tipik bir örneği vahdet-i vücudun ideologu olan Muhyiddin îbn Arabi'dir. Günümüzde kendi üstadlarının velayet vahyi aldığını delillendirmek isteyen bazı aklı evveller de İbn Arabi'ye toz kondurmak istememektedirler. Oysa İbn Arabi, kendisinin "hatemü'l-evliya" olduğunu söylemektedir. Buna göre ondan sonra veli gelmeyecektir. Arabi'den sonra gelip "velayet" iddiasında bulunanlar ona göre de yalancı olmaktadırlar (Bkz. Fususu'l-Hikem, I. Cilt, sh. 62; 1987, İst).

Mistik hezeyanları ile zahiri aşma çabasına giren bazı sufilerin batini sapkınlıkları affedilmez ölçüsüzlükler şeklinde yazdıkları kitaplarda belgeli olarak karşımıza çıkmaktadır. Mesela, Mesnevi, Fusûsu'l-Hikem ve Risale-i Nûr için ileri sürülen şu sıfatlar, onların Kur'an'a alternatif oluşturma çabalarını nasıl da su yüzüne çıkarmaktadır:

"Şanları yüce, özleri hayırlı katiplerin elleriyle yazılmış, temiz kişilerden başkasının dokunmasına müsaade etmeyen alemlerin rabbinden inme, ne yıldız bilgisi, ne remil, ne rüya..."

(Bkz. 1- Fusûsu'l-Hikem, M. İbn. Arabi, Mukaddime, s. 3-5, 1987, İst, 2- Mesnevi, Mevlana C. Rûmi, I. Cilt, İlk sahifelerdeki dibace, IV. cilt, sh. 325-327, 1956 İst., 3- Bediüzzaman Cevap Veriyor, Said Nursî, s. 123, 1960, Ank; Sikke-i Tasdik-i Gaybî, S. Nursî.s. 224, 1958, İst).

Görülüyor ki, kendi elleriyle yazdıkları kitaplarını Kur'an'ın sıfatları ile tavsif etmiş, gaybdan haber aldıkları iddiasında bulunmuşlardır.

Tarih boyunca yapıldığı gibi günümüzde de Kur'an'a ait muhkem nassları tahrif ederek Allah'ın kapattığı, mühürlediği nübüvvet kapılarını zorlayan, müteşabih ayetlerden fitne çıkarmak için yorumlar çıkaran, hevaya dayanarak kalplerde kuşku rüzgarları estirmek isteyen çağdaş (!) Müslemetü'l-Kezzab'larda çıkmaktadır. Buna bir örneği 19 hurûfiliğini din haline getiren, bu yüzden Amerika'da öldürülen Reşad Halife'dir. Şimdilerde onun fitnesini, müridi Edip Yüksel yaymaktadır. Diğeri de Türkiye'de yaşayan İskender Evrenesoğlu'dur.

İskender Evrenesoğlu adlı çağdaş Müseyleme tebliğ ettiği Risalet Nurları adlı 1972 yılından 1982 yılına kadar on yıl içinde indirildiğini iddia ettiği kitabındaki bazı hezeyanlarını burada ibret örnekleri olarak anmakta yarar vardır:

"... Kur'an-ı Kerim'den sonra dünyaya indirmekte olduğumuz ilk kitaptır" (s. 1).

"... Onlara birliği ve beraberliği müjdele. Onlara, aralarındaki anlaşmazlıkları halletmelerini söyle. Hepsi ile ayrı ayrı toplantı tertip et. Sonra Demirel, Erbakan,.Türkeş, Feyzioğlu kullarımızla toplan... Erbakan da ittiba edecek" (s. 2, Anlaşmazlık sûresi).

"Bugün öğleden sonra sanayi Bakanlığına git. Soner'in sağ tarafında sana yardımcı kıldıklarımızdan birini göreceksin. Ona bu son satırları göster. Sana biat edecek. Seni irşad ile görevlendirdik..." (Mehdi sûresi, s. 11).

"... Sen teslim olmuş kamil bir salih kulsun. Şeyhu'l-Ekbersin..." (Namaz sûresi s. 19).

"Sen namaz kılarken çok kere seccadenin ve çevresinin renklerinin değiştiğini gördün. Proton yapısındaki kırmızı yeşil görünür. Sarı ise mavi görünür. İşte bu gayb alemidir. İstediğin zaman sana gösterdiğimiz gayb alemi proton yapısındadır", (s. 56),

"Evet şeytan senin voltajına dayanamaz. Dalga uzunluğu konusunu tekrar yazdıracağız..." (s. 62).

İtikadının temellerini Kur'anî kurmayanlar, zihni ve aklı karışık olanlar doğal olarak bu hezeyanlar karşısında teslim bayrağını çekmektedirler.

Kur'an'ın muhkem (açık, anlaşılır) hükümleriyle yetinmeyenler haktan uzaklaşıp vehim ve kuruntularının tutsağı olmaya başlarlar. Batınî ve zanni vesveseler insanı yakın (kesin) olanın karşısında köreltir. Bu ise Rabbimizin bize elçileriyle ilettiği sahih bilgi nimetinin bulanmasına ve giderek yitirilmesine yol açar.

Temelsiz yargılar, dayanaksız, vâkıasız kuruntuya dayanan tartışmalar tevhidi zindeliğin kaybolmasına Kur'an'ın terk edilmesine yol açar (Bkz. 25/30. ayet). Böylece ilahi kaynaklı selim itikadın yerini, aslı astarı olmayan fikir teraneleri, düşünce taslakları alır.

Bizim yaratılış gayemizi gerçekleştirmek için yaratıldığımız imtihan alanımız olan dünyadan uzaklaşmamıza yol açan mistik vesveselerin kucağına iletilebilecek olan düşünce ve tavırlara karşı net bir duruş almamız şarttır.

Ledün İlmi Sufîlerin Tekelinde Değildir

Hatemü'l-Enbiya zırhını delme gayretlerinden biri de "ledün" kelimesinin istismarı ile yapılmak istenmiştir.Mutasavvıflar birçok Kur'an kelimesini kendilerine özgü hale getirerek yer yer tahrif ederek serbestçe, hatta keyfi olarak kullanmışlardır. Ledün kelimesi de bunlardan biridir. Bu kelimeyi istismar ederek Allah Teala ile iletişimli oldukları imajını vermeye çalışmaktadırlar.

Birçok felsefi, tasavvuf ekolü Allah ile marifet iletişimi kurduklarını iddia ederler. Allah Teala Hz. Musa gibi seçilmiş bir elçi ile bile perde arkasından konuştuğu halde, direkt iletişim hiçbir peygamberle vaki olmadığı halde bazı tasavvufçular direkt iletişimi savunmuşlardır. Doğrudan doğruya Allah'tan aldıklarını iddia ettikleri marifet bilgisinin iletişimi, aşıkla maşukun sevgi esnasında bir tek şahıs olmasına benzetilmiştir.

İbn Teymiyye böyle kimselerden cuhhalü'l-felasife (filozofların cahilleri) diye söz eder. İşte bu cahil filozoflar Kur'an'da geçen ledün kelimesinin arkasına sığınarak, bunu yeni bir bilgi çeşidi diye sunmak istemektedirler.

Peki durum onların iddia ettikleri şekilde midir? Tabii ki değil. Hakikatin ortaya çıkması için kelimenin Kur'an'daki bağlamına bakmak yeterli olacaktır. "Ledün" Arapça'da taraf, yan, kat anlamlarına gelir.

Kehf sûresi 60-70. ayetler arasında anlatılan "salih kul" kıssasında geçen "ledün ilmi" ifadesi sadece seçilmiş elçilere verilen gaybın bilgisidir. Çünkü kıssada anlatılan salih kul gayba ait haberler vermektedir. İlim ve rahmet, sıfatlarına haiz olan ledün ilmi, vahyin vasıflarını taşımaktadır. Al-i İmran sûresi 179. ayete göre Allah; dilediği, seçtiği rasullerinden (elçilerinden) başkasına gaybın haberlerini vermez. O halde kıssada anlatılan salih kişi zamandan, mekandan münezzeh mitolojik bir karakter (Hızır) değil, Allah'ın elçisidir.

Hem sünnetullahta, bir insanın sınırları zorlayacak derecede bir ömre sahip olması sözkonusu değildir. Kur'an'da en uzun ömürlü olarak Hz. Nuh anlatılmıştır. O dahi eceli gelince Rabbi'ne dönmüştür. Ayrıca Enbiya sûresi 34. ayettede Hz. Muhammed'den önce kimsenin ölümsüz kılınmadığı açıkça beyan edilmektedir:

"Senden önce hiçbir insana ebedi yaşama (olanağı) vermedik. Şimdi sen ölürsen onlar ebedi mi kalacaklar?"

Hz. Musa'nın peygamber olarak eğitiminde Allah Teala tarafından görevlendirilen salih kula tasavvufçular olmadık anlamlar yüklemişlerdir. Onlara göre bu kul, ledün ilmine sahip bir velidir. İddiaya göre, bu veli ve sahip olduğu mistik tecrübeleri, marifet bilgisini simgeleyen ledün ilmi, nübüvvetten ve nebilerden daha üstündür.

Buna göre ledün ilmi, gaybi bilgi sağlamakta, sadece velilere nasip olmakta (!) peygamberlere lütf edilmemekte onlardan esirgenmektedir. Bu kimseler, fena fillah aşamasındaki sûfilerin gayretleriyle, bileklerinin hakkıyla ve alınteri ile elde ettiklerini ileri sürdükleri işraki bilginin, Kur'an'dan karşılığını buldukları vehmine kapılarak mağribî durumuna düşmektedirler.

Bu yorumla "salih kul" kıssasını ele alanlar, velileri (!) peygamberlere önderlik eden, mistik, metafizik tecrübeleri ile onlardan üstün olan, irşad görevlileri gibi takdim etmektedirler. Oysa "ledün" Allah katından anlamına gelen ve sadece seçilmiş elçilere verilen ilahi kaynaklı bilgiye işaret etmek için kullanılmış bir kelimedir.

C- NÜBÜVVETİN TEMEL BİLGİ KAYNAĞI: VAHİYDİR

Hayatın çeşitli toplumsal yaşam tarzlarıyla süregidiyor olması, temyiz yaşına girerken bütün insanların kafasını karıştıracak niteliktedir. Fakat fıtratımıza yerleştirilen takva yeteneği ve Kur'an vahyi ile çok merhametli olan Rabbimizin bize yol göstermesi, akıl azmasının, bilinç tutulmasının önüne geçecek tek yoldur.

Toplumsal alanda yer alan birçok değer yargısı arasında hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğunu, ancak rehberlik ve kılavuzluk yapmak lütfunu Kur'an ile bize bağışlayan Rabbimizden öğrenebiliriz. Hayatın çeşitli değer yargıları arasında dalalete (şaşkınlığa) düşen insanı ancak ve ancak yaratıcımızın indirdiği vahyi bildirim düze çıkarabilir.

İlahi vahyin işlev ve amacı, insanla kendisi, kendisi ile yaratıcısı, kendisi ile diğer insanlar, toplumla evren arasında kurulacak sağlıklı, doğru ilişkiyi göstermektir. Bunlar arasında akıl tutulmasına yol açmadan kesin, tutarlı, doğru ilişkiyi kurmak, Furkan olarak kitabı bize indiren Rabbimizin arındırmasına kalbimizi açarak mümkün olabilir.

Çünkü insanoğlu doğduğu ve yaşadığı çevreden etkilenir. Neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda şaşkınlığa düşer. Doğruya yönelik gösterdiği çabalar da çelişkilerden, darmadağınıklıktan kurtulamaz. Aşağıdaki ayetlerde belirtildiği gibi:

"Sizin çalışmanız çeşit çeşittir" (92/Leyl, 4).

"Seni şaşırmış bulup doğru yola itmedi mi?" (93/Duha, 7).

Bu şaşkınlıktan ve çelişkiden biz ancak yaratıcımızın yapacağı rehberlikle kurtulabiliriz. Bu rehberlik ise, Rabbimizin, zatı ile yeryüzüne tenezzülü imkansız olduğuna göre mesajını tenzili ile mümkündür.

Bilginin Değeri Açısından Vahiy

Kur'an'da Rabbimiz, bilginin sınırlarını, varlığın zâtı, eseri ve gaybın bilgisi olan vahiy ile kayıtlamıştır. Nebevi vahiy; Kur'an'da, yakin, el-ilim (kesin bilgi) olarak tavsif edilmiş, benzerini getiremeyecekleri konusunda insanlara meydan okunmuştur.

Kur'an'da ve önceki kitaplarda Rabbimizin indirdiği vahiy olağanüstüdür, insanlar ve cinler bütün yeteneklerini ortaya koysalar da iç tutarlılığı, belâğati ve mesajı açısından İlahi vahyin özgün bir benzerini ortaya koyamazlar. (Bkz. 17/88; 11/13-14; 2/23-24).

Kur'an'da ilim, bir şeyin gerçekliğini kesin tanımlarla ortaya koyan, şüphe ve tereddüde düşürmeyen bilgi anlamındadır. Nebevi vahyin sıfatlarından biri de ilimdir. (Bkz. 2/120, 145; 6/148; 13/37; 42/14 vd).

Yakin kavramı da nebevi vahyin her türlü zan-dan uzak olduğunu, tereddüdlerden arındırılmışlığını ifade eder (Bkz. 69/51).

İtikada taalluk eden bir konuda bilginin değerini; onun ilmî, yakînî olup olmaması tayin eder. Rabbimiz Hud sûresinde ilimsiz isteklerde bulunanları, ilimsiz olarak inançlarının temellerini çürük yapanları "cahiller" diye nitelendirmektedir: "... Bilmediğin bir şeyi benden isteme sana cahillerden olmamanı öğütlerim" (11/Hud, 46; ayrıca bkz. 17/30).

Sağlam bir itikad ve akide oluşturmak, bununla hayata yön vermek, doğru bir istikamet tutturarak yaşamak ancak ilahi vahyin ışığında mümkündür. Çünkü insanların ortaya attıkları ideolojiler, sistemler, düzenler; zan ve hars keyfiyetinden asla kurtulamazlar. Keyfi davranış kuralları, uydurulmuş öğretiler, yalan yanlış hurafeler nebevi vahiy karşısında dayanamaz.

Oysa insanların çoğunluğu, doğru zannettikleri öğretiler peşinde koşar, başkalarını da kendileri gibi harsın peşinde ateşe sürüklerler.

"Şimdi, eğer yeryüzünde yaşamakta olanların çoğuna uyacak olursan seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak başkalarının zanlarına uyarlar ve kendileri hiçbir şey yapmayıp sadece hars (temelsiz asılsız tahminler) yürütürler" (6/Enam, 116).

a- Heva'nın Tuzakları: İlahi vahiy yerine bilgi kaynağı olarak hevayı önceleyenler, Allah'ın arındırmasına kalplerini açık tutmayanlardır. Nübüvvet vahyi ile kalpleri tezkiye eden Allah'ın rehberliğine karşı benliğin kötü tutkularının merkezi olan fücuru tercih edenler için iki bilgi kaynağı vardır: Birincisi gururlu, kibirli, müstağni benlik. İkincisi, tabiat.

Oysa bu bilgi alanları vehim, zan ve hars sıfatlı olan, insanı hakka, selamete ulaştırmayacak olan veriler sunarlar. Mesela, insan toplumlarında hak ile batıl içice yaşamakta, tevhid ile şirk arasında ayırdedici sınırlar bulunmamaktadır. Doğru ile yanlış birlikte yaşamaktadır.

Toplumsal alanda ilahi yol göstericilik, yani nübüvvet vahyi olmaksızın aklı karışacak olan insanoğlu, tabiatta da zulüm ile adaleti tefrik edecek kabiliyete sahip değildir. Çünkü çatışma ve uyum, kavga, haksızlık ve dayanışma içice yaşamaktadır,

Tabiattan ideoloji çıkaran sosyalizm ve faşizm birbirine zıt olmalarına rağmen aynı teori ile "doğal seleksiyon" ile temellerini kurmaktadırlar. Bu da göstermektedir ki tabiat ve toplumda yapılan gözlemler çelişkisiz bilgiler vermezler.

Hidayete ulaşmak için bu bilgi alanlarında nebevi vahyin furkan özelliği ile seçme ve ayırma yapmak gerekir. Aksi takdirde niteliksel olarak bitkisel, hayvansal düzlemde varolan yaşantıların da altına iner, akılsız, beyinsiz cahillerden olmakla suçlanırız (Bkz. 95/5).

Ayrıca insanın sınırlı yetenekleri hayatın amacını kavramaya yetmez. Hele de idrak alanımızın dışında kalan ve insanın merakını, öğrenme arzusunu asla yenemediği gayb hakkında keşf, işrak, sezgi gibi suni yollar, hakikate ulaşma ve onu kavrama imkanlarını asla veremezler. Çünkü gaybı Allah'tan başkası bilemez.

"De ki: 'Göklerde ve yerde Allah'tan başka kimse gaybı bilmez. Ne zaman dirileceklerini de bilemezler" (27/Neml, 65).

Gaybın bilgisi de keşf, işrak, sezgi, heva ve vesvese ile değil ancak Allah'ın seçtiği elçilerden vahiy yoluyla öğrenilebilir (Bkz. 3/179).

Allah'ın uyarılarını, öğütlerini, buyruklarını dikkate almayanlar, gayba taş atarak haddi aşan ölçüsüzlüklerle insanlığı ve İslam ümmetini asli görevlerimizle ilgili karşılıkları olmayan tartışmalarla oyalamaktadırlar. Bu da varoluş gayesiyle ilgili sorumlulukların unutulmasına yol açmaktadır.

İlk insandan günümüze kadar süregelen tevhid-şirk mücadelesinde nebevi vahiy, hayatın doğru yönünü ve doğru amacını belirlemiştir.

Ne var ki zaman zaman nebevi vahiy, tevhidi bilincin zayıflamasıyla doğru orantılı olarak kavramlarında ve muhtevasında bir bozulmaya uğratılmak istenmiştir.

İlahi mesajı saptırma ve içeriğini boşaltma çabalarının en önemli nedeni sorumsuzluk ve aymazlıklara, menfaatlere meşru bir temel bulma kaygısıdır. Nebevi vahye karşı çıkanlar bile, insan fıtratındaki tevhide (takvaya) olan eğilimi yenemedikleri, ayrıca gaybi bilginin sağladığı avantajları çok iyi bildikleri için onlardan yararlanmak istemişlerdir. Kendi çıkarları için insanlar üzerinde hükümranlık kurmak için insanın bilinmeyene olan ilgisini kullanan bu tür kimselere karşı gerekli cevapları vermek için Allah'ın öğrettikleri ile kalbimizi hazırlamalıyız.

b- Vesvesenin Tuzakları: Hevanın fücura olan eğilimlerinden etkilenen, şuurunu şeytanın vesveselerine açan insanlara, hem modern zamanlarda hem de eski zamanlarda rastlamak mümkündür. Örneğin Mekke müşriklerinin hayatında kahin ve şairler önemli bir yer tutmaktaydılar.

Kahin ve şairler gaybi bilgiler edindikleri iddiasıyla toplum üzerinde esrarengiz bir sır perdesi oluşturarak günümüzdeki basın ve medya gibi kitlelerin nabzını ele geçirerek egemenler nazarında bir yer edinmişlerdir.

Kur'an'da Yüce Rabbimiz, kahin ve şairlerin edindikleri bilgileri cinlere ve şeytanlara dayandırmalarının ölçüsüzlüğünü vurgulamıştır. Çünkü cin ve şeytanların gaybın bilgisine muttali olmaları imkansızdır. Bu durumda onlar kendi hevalarını, boş kuruntularını tebliğ etmektedirler. Çünkü Allah'ın bilgi hazineleri güvenilir muhafızlarla korunmaktadır. Cin sûresinde cinlerin dilinden aktarıldığı belirtildiği gibi:

"Biz göğe dokunduk. Onu kuvvetli bekçilerle ve alevlerle doldurulmuş bulduk ve biz onun dinlemeğe mahsus olan oturma yerlerinde otururduk. Artık şimdi kim dinlemek istese, kendisini gözetleyen bir alev parçası bulur. Bilmiyoruz, yeryüzündekilere kötülük mü istendi yoksa Rabbleri onlara bir hayır mı diledi" (72/Cin, 8-10).

Şeytanlar gayb bilgisinden uzak tutulmuşlardır.

"O'nu şeytanlar indirmedi. Bu onlara yaraşmaz ve zaten yapamazlar da. Çünkü onlar, işitmekten uzaklaştırılmışlardır." (26/Şuara, 210-212).

Kur'an'ın gayb hakkındaki bildirimi böyle iken, tarihte ve günümüzde bazı kişilerin nebevi vahiy almadıkları halde gaybi haber üretmesi, olsa olsa kendi nevalarını toplum üzerinde tutmaya, egemenlik oluşturmaya yönelik çabalardır. Bu sapmanın İslam tarihindeki temsili ismi ise, Müseylemetü'l-Kezzab'tır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR