Osmanoğulları’ndan 75. Yıla Kırılma mı, Süreklilik mi?
Kemalist Rejimin Dinamiklerini Anlamanın Yolu Osmanoğulları'na Bakmaktan Geçer
Türkiye Cumhuriyeti devletinin, bugünlere uzanan resmi-ideolojik tercihlerini kavramak, Osmanlı devletinin son yüzyılının, hatta belki de "bin yıllık tarih"in devre dışı bırakıldığı bir çerçevede mümkün değildir. O derece uzağa gitmesek de, Osmanlının son dönem tercihlerini irdelemek/çözümlemek/tahlil etmek, bir bakıma yeni Türk devletinin bugünlere uzanan tercihlerini, yapıp-etmelerini kavramakla eşdeğer bir muhtevayı içermektedir. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti devletinin kadroları, kurumları, toplumsal ve bürokratik katmanları ile Osmanlının bir devamı niteliğini haiz olduğunu tespit etmek, malumu ilam etmekle eşdeğer olmakla birlikte, Osmanoğulları ile İttihatçıların halefleri arasındaki kesişmeler, uzun uzadıya tahliller isteyen bir araştırma konusudur. Bundaki amaç, 28 Şubat'a değin uzanan süreçteki 75 yıllık bir takım çatışmaların, aslında 'devlet' ve 'devlete endeksli' tartışmaların odağında bulunduğunu göstermektir. Bugün olduğu gibi o dönemde de "devlet" merkezli polemikler, "insan" ve "toplum"u merkeze alan "sahih bir dünya görüşü" tartışmalarını hep gölgede bırakmış, hatta tartışma kapsamına bile almamıştır. Namık Kemal'in "devletin nasıl kurtarılacağını bir araptan mı öğreneceğiz!" şeklindeki, Tunuslu Hayrettin Paşa'yı aşağılamasında ifadesini bulan geleneğin sürekliliği, bugünlere kadar devam etmiştir. İster aydınlanmanın etkisiyle "milliyetçi-vatancı" unsurlar etrafında, ister dönemin şartları gereği "pozitivist etkiler" aracılığıyla, isterse de mevcudu koruma/muhafaza etme dürtüsüyle yapılsın, tüm tartışmalar -moda tabirle-toplum mühendisliğinden de öte, "devlet" ve onun hayat damarlarını irdeleme/tespit etme adına gerçekleştirilmiştir. Geçmiş, uzak ya da yakın tarihi sahiplenme ve ona olan vefa borcu hissiyle gerek sol, gerek sağ, gerek kemalist, gerekse de muhafazakar kesimler hep aynı dürtüyü rehber edinmişlerdir. Bu gelenek, sürekliliğini hep koruyagelmiştir. Ondokuzuncu yüzyıl -payitahta bağlı ya da muhalif- Osmanlı aydınlarının batıdan esen fırtınaların etkisiyle tartışmaya açtıkları konular; Yusuf Akçura'nın "Osmanlıcılık-Panislamizm-Pantürkizm" görüşleri etrafında kaleme aldığı "Üç Tarz-ı Siyaset"i; Ziya Gökalp'in "Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak" üzerine görüşleri; Kemal Tahir ve benzerlerinin "doğu-batı çatışması" etrafında şekillenen tezleri; Hikmet Kıvılcımlı-Nazım Hikmet gibilerinin devlet-tarih-yerlilik adına savunuları; Nurettin Topçu ve bugüne uzanan devamcılarının 'tek parti dönemi devlet-millet anlayışı'na karşı geliştirdikleri, "Anadolucu milliyetçilik"in alt başlıkları olan "devlet, millet, milliyetçilik, tarih, vatan, din" üzerine giriştikleri yoğun çaba, kendisini hep sınırlar ve coğrafyalarla(toprak) tanımlamak zorunda hissetmiş, her zaman güçlü bir devlete ihtiyaç duymuştur. Bu devlet olmadan, bu devlet adına ortaya sürülen politikalara hayatiyet kazandırılmadan, söylenecek-konuşulacak-tartışılacak ve dahi savunulacak şeylerin kıymeti harbiyesi havanda su dövmekle eşdeğerdir.
İttihatçılar ve onların artıkları, Osmanoğulları'ndan sonra bu konuda ilk sırayı almaktadırlar. Anadolu'dan beslendiklerini iddia eden "muhalif duruş sahipleri" ile onlar arasındaki yegane fark, iktidarın hangi eller ve kadrolarda toplandığı ile alakalıdır. Buna teşne olan tartışmalar ise ancak "devlet-i ebed müddet" üst başlığı altında yapıldığı zaman bir anlama kavuşmaktadır. Üretilen ütopyalar ya da tezler daha alt başlıklarda yer almaktadırlar. Osmanoğulları'ndan başlamak üzere, tüm bu kesimlerle alakalı yapılacak olan tespitler, kesişme ve ayrışma noktalarını gösterme ve bugünkü saflaşmaları açıklama açısından önem arzetmektedir.
Osmanoğulları'nın ve Osmanlı Aydın-Bürokratının Son Yüzyılını Anlamak
Altı yüzyıl boyunca dünya coğrafyasında hüküm sürmüş ve bu hükümranlığın yarısından fazla bir zaman diliminde, dünya coğrafyasına şekil verme ve hükmetme gücünü kendinde bulmuş bir imparatorluğun son dönemleri, hem siyasası, hem ekonomisi, hem de toplumsal/kültürel birikimi açısından tam bir fecaat dönemini yansıtmaktadır. Osmanlı İmparatorluğunun, yirminci yüzyılın başında, elinde kalan tek koz -ittihatçıların bir tercihi olarak- Almanya ile birlikte giriştikleri Turancılık macerasıdır. Diğer bir deyişle "Enverizm", hasta adamın yatağından doğrularak, akrabalarının kiracı olarak bulunduğu arazilerde -hukuki tabirle- "malik sıfatı ile zilyetlik hakkı" iddiasında bulunması, hiç olmazsa hayatının bu son kertesinde, diğer coğrafyalarda kaybettiği mülklerin acısını buralardan çıkarmak istemesidir. Bu girişimleri ters tepince, Milli Misak bahçesine razı olmak durumunda kalınmıştır.
Ancak bu razı oluş durumu gerçekleşene kadarki son yüzyıl, hiç de türedi olmayan pozitivist-laik kadroların, sadece günah keçisi ilan edilen Aydınlanma ve 1789 sonrasının ürünü olmadıkları, hayat buldukları kanalların bizatihi devlet eliyle nasıl canlandırıldığı ve yaşatıldığının bir göstergesi olacaktır. Kemalist kadroların İttihatçılardan devraldıkları bir "gelenek" olduğu gibi; İttihatçıların da sadece önce Fransız, ardından Alman yoldaşlarından değil, bizatihi Osmanoğulları ve onların güttükleri politikalardan aldıkları ilham, "devlet-i âli" etrafında yapılan spekülasyonların kesiştikleri noktaları göstermesi açısından ibret vericidir. İttihatçılar, Osmanoğulları'na muhalif bir duruşu ifade etseler de, aslında onların yenilgilerinin türevidirler; hırsları, arzuları, politikaları, devlet-i âli'nin çıkarlarının devamı için olup, politikalarının Almanlarla giriştikleri işbirliğinde iflas etmiş olması bu gerçeği ortadan kaldırmaz; bilakis teyid eder.
Osmanoğulları'ndan itibaren, Enverizm'e, Cumhuriyetin kuruluşuna, oradan DP'li çok partili yıllara ve ardından 28 Şubat'a uzanan süreç, aslında bir kapitalistleşme/globalizasyon sürecidir. Bazıları bunu, sömürgeleşme süreci olarak da tanımlamaktadırlar. Bu entegrasyon, aynı zamanda şu veya bu şekilde batıya yönelmiş kadroların kendi aralarındaki yarışı da ifade eder. Ancak önemli olan, Osmanlının son asrından 28 Şubat'a, kopuşların değil, sürekliliğin varolduğunun kavranmasıdır. Tevhidi bilinç sahipleri, sunulan tüm çözüm reçetelerini "bizim tarihimiz" bağlamında değil, bu düzlemde değerlendirmek durumundadırlar. "Onlar gelip geçmiş birer ümmettirler" ve bugün bizim aradığımız şeyi, son iki yüzyıl bağlamında arayıp aramadıkları şüphelidir. Bu şüpheli duruma rağmen müslümanlar da, arandığı söylenen çözüm önerilerinin kutsallığı, mistikliği peşine koşulmuştur hep. Türkçülük, Osmanlıcılık, Anadoluculuk ve daha alt başlıklar altındaki kimi zaman mistik-romantik, kimi zaman faşizan, kimi zamansa iyi niyetli olduğunu düşündürten üçüncü dünyacı arayışlar, bugün elde ettiğimiz birikimler açısından yerli yerine oturtulmalı, bizatihi İslami kimlik sahipleri tarafından ciddi analizlere tabi tutulmalıdır. İleriki zamanlarda daha analitik yöntemlerle irdeleyeceğimiz bu konuya, şimdilik ana hatlarıyla değinmekle yetineceğiz.
Batı karşısında içine düşülen bunalımları "devlet"e endeksli reçetelerle aşma sürecinin, aslında bir Kapitalistleşme/Globalleşme/Modernizasyon süreci olduğunu belirtmiştik. Son 75 yılda sıkça duyduğumuz, "muasırlaşma", "batılılaşma", "çağdaşlaşma" gibi kavramların yeni olmadığı, "Civilisation/medeniyet"e dahil olma sorununun Mustafa Reşit Paşa'nın 1839'da Tanzimat Fermanı'nda dile getirilen ve bugünlere taşınan bir hedef olduğunu biliyoruz. Aynı dönemde Mustafa Reşit Paşa'nın sorduğu "bu devlet nasıl kurtulur?" sorusu, formda değil ama içerikte değişiklikler olmasına rağmen, bugün için de geçerliliğini korumakta; belki bunlara bugün, "bu devlet nasıl kalkınır?" ve "çağ atlama" klişeleri eklenmiş görünmektedir. Cemil Meriç'in deyişi bu durumu çok güzel özetlemektedir; "Bu hadım edilmiş idrakle, bu 'izinli' hürriyetle kalkınmak mümkün olur mu?"
Yeni resmi ideolojinin ilk on yılını, ondan önceki üç çeyrek asırla birlikte-karşılaştırmalı incelemek, -bugün ihtiyacımız olan berraklığı da beraberinde getireceği gibi-kırılma gibi görünen ve bugün sağcı-muhafazakarlar tarafından eleştirilen dönemlerin, aslında bir sürekliliğin devamı olduğunu gözler önüne serecektir. Ve dahi bu süreklilik, sadece kurumsal, bürokratik, ekonomik değil, sanıldığının aksine aynı zamanda medeniyetseldir. Medeniyet noktasında yapılan tercih söz konusu olduğunda, sadece Mustafa Kemal dönemine atıf yapılması, bu bakımdan yanıltıcı olacak ve ondan önceki kadroların sahici olmayan masumiyetlerini pekiştirecektir. Tıpkı, "Milli Mücadele" döneminin sırf, "şehitlerin kanı" üzerine bina edilen bir hamasetle anılması gibi.
Mesela 1795 yılında Osmanlıya gelen bir Fransız büyükelçisinin, "burada ahlaki çöküntü, rüşvet, keşmekeş diz boyu; istediğimiz adamı satın alırız, hatta padişahı bile" sözlerini sarfetmesine sebebiyet veren iki yüzyıllık tarih dilimini, hamaset dışı bir perspektifle incelemek, boynumuzun borcu değil mi? Bugünden geriye doğru gittiğimizde, bugün yeni dönem gereği, Ortadoğu'da ABD ve İsrail'in çıkarlarını temsil eden TC, bir dönem önce NATO paktında yine ABD çıkarları gereği SSCB'ye dönük bir duruşu, bir "tampon bölge"yi ifade ediyordu. Peki dün, emperyalistler arası çıkar çatışmalarından faydalanarak (dış yardım vb.)ömrünü uzatan Osmanlı İmparatorluğu, o dönemde Çarlık Rusyası'na karşı bir "tampon bölge" işlevi görmüyor muydu? Çarlık Rusyası'na karşı Yeni Dünya düzeninin Ortadoğu ve Güneybatı Asya'daki çıkarlarına koşulmamış mıydı? Fark, o dönemde bu bölgelerde Osmanlı'nın da çıkarlarının yatmasıydı, bugün bu da ortadan kalkmış görünmekte.
"Devlet nasıl kurtulur?" tartışmalarına dönersek, Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen bir takım inkılapların, savunulan bir takım kavramların yüzyıl önceki arkaplanlarına bakmak, "günah keçiliği" misyonunun sadece iktidara gelen Osmanlı-laik asker-bürokrat-aydın sınıfında olmadığını gösterecektir. Tıpkı, sağcı muhafazakar yapılar ve tarikat çevrelerince Özal'a benzetilen ve "cennet mekan" olarak nitelendirilen II. Abdülhamid'in, zamanında İstanbul'daki pekçok tarikat şeyhini sürgüne göndermesinin bu çevrelerce nereye oturtulacağı*; ya da "gavur padişah" olarak sıfatlandırılan II. Mahmud'un, aynı zamanda sahabe mezarlarını, tarihi çeşme, türbe vb. yerleri ıslah etmesinin, batılılaşma çabalarıyla atbaşı giden bir politikayı takip etmesi gibi. Ki Sağ iktidarlar döneminde, ezanın tekrar Arapça okunmasıyla NATO'ya giriş, imam hatiplerin açılmasıyla dışa bağımlılığın ivme kazanması, "bolşevik baykuşlara" karşı, ehl-i kitap Amerika'yla yapılan ittifakların atbaşı gitmesi, geçmişle bugünün, Osmanoğulları dönemiyle Cumhuriyet döneminin, kırılma noktalarından fazla, kesişme noktalarına sahip olduğunu göstermektedir.
Bu örtüşme, "devlet etiği" açısından böyle olduğu gibi, aslında muhafazakar kesimin sandığının aksine, "kültürel etik" açısından da -ileride değineceğimiz bazı farklılıkları saklı tutarak- geçerlidir. Burada, bizler açısından önemli olan konu, tarihi geleneğin mirası mucibince, "tahlil"den ziyade "tercih"e mecbur bırakılışımızdır. Geçmişe ait ayrışma konularının, bugünün sosyo-politik vechesini etkiliyor olması ve çatışmanın taraflarından birine daha yakın durmamız, yapılmış olan tercihler dışındaki düşünüş biçimlerinin üzerini örtüyor, hatta bunların yaftalanması/karalanmasına sebebiyet verebiliyor. Muhalif tarafın, geçmişe dönük nostaljik ilhamları "din" adına kutsallaştırması, tahrifi bol ama tamiri güç bir çarpık tarih anlayışını beslemektedir. İleride daha geniş olarak ve referanslarıyla değineceğimiz bu konu, bizim tarih perspektifimizi muhkemleştirmesi açısından büyük önem arzetmektedir. Saf olarak Kemalist döneme ait olduğu sanılan yeniliklerin/tezlerin, bizatihi bir asır evvel Osmanlı aydınları, bazı devlet adamları ya da bizzat devletçe savunuluyor olması; din adına hareket ettiği sanılan ve kutsallaştırılan padişah ya da devlet adamlarının, aslında modern geleceğin inşasına bir-iki nesil evvelinden ürettikleri tezlerle girişmiş olmaları; hepsinden de önemlisi, özellikle 'din'in tüm bu çabalara hizmet eden ya da ayakbağı olan bir unsur olarak nitelendirilme çabalarının, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden çok öncelere dayanması; irdelenmesi/tartışılması/yerli yerine oturtulması gereken gerçeklerdir. Bugün Kemalist saldırıların bir neticesi olarak sarılınan "kutsal geçmiş"in aldatıcı bir muhayyile, dipsiz bir kuyu olduğu gerçeği gereğince ortaya konulmalıdır ki, bugün içine düşülen bunalımların sebepleri yanlış yerlerde aranmasın. Nitekim bu arayış, son yüzyılda kendisini "yerlilik", "sağcılık", "gerçek laiklik", "Anadoluculuk", "Yeniden Büyük Türkiyecilik", "milliyetçilik", "Osmanlıcılık", "bin yıllık kutsal tarihçilik" gibi terkip ve tepkilerle ifade ederken, kitleler hep bu ifade biçimlerinden biri ya da birçoğunu tercihe zorlanmış, böylelikle "sığınmacı", "kutsanan", "eklektik", "uzlaşmacı" ve hepsinden öte "devlet-i ebed müddetçi" kimliklere eklemlenmekten kurtulunamamıştır. Bu anlamda, son iki yüzyıllık süreç başta olmak üzere, yakın tarih ciddi bir analize tabi tutulmalı, kitlelere giydirilen gömleklerin gerçek yüzü gözler önüne serilmelidir. Duygusal/hamasi temayüllerin bu toplumu sürüklediği maceraların bir tarihini yansıtan, bu son iki asır, "sahih bir din ve tarih perspektifi"nin ortaya konulmasının elzemiyetini ifade etmektedir. Bu zor fakat aynı zamanda akidevi bir sorundur. Bu yapılmadığı müddetçe, sözünü ettiğimiz devlete endeksli çözüm arayışları, geçmişin bir tekrarı ve yeniden üretimi şeklinde tezahür edecektir. Ya Osmanlı hinterlandına yeniden ulaşma çabaları, ya Enverizm gibi, emperyalizmin hizmetinde güdülen romantizmlerin-yenilgilerin birer çözüm mesabesinde dillendirilmesi, ya da bin yıllık Anadolu tarihi üzerine oturtulan kutsal tezlerin yeniden ama modern-entelektüel bir tarzda üretilmesinin önüne geçmek zorlaşacak; bu sorunlar akidevi önceliklerin önünü tıkamaya devam edecektir. Bu tezlerin, genç kuşağın zihnini bulandıran içerikleri bir yana, bir diğer vechesi de farkında olunsun ya da olunmasın ulus-devlete malzeme üretilmesidir. Bu meyanda, Özal döneminin Neo-Osmanlıcı, II. Cumhuriyetçi tezleri hatırlanmalıdır. Üstelik bu tezlere, o dönemde "Çin Seddinden Adriyatiğe" sloganıyla müslümanların nasıl eklemlendiğini, müslümanlar adına bir umut ışığı gibi lanse edildiğini hatırlamak gerekir.
Sonuç olarak Osmanoğulları'ndan, Osmanlı aydınından, bürokrasisinden ve toplumsal yapısından bugüne uzanan, 28 Şubat'a değin süregelen tarihsel örgünün, pek çok yönüyle tahlile tabi tutulması gerekmektedir. Osmanoğulları'ndan ulus-devlete, "devlet-i ebed müddet" adına ortaya konan çabaların/tezlerin karşılaştırmalı olarak çözümlemesini yapmak, berrak bir tarih anlayışına ulaşabilmenin ön koşulu olarak karşımızda durmaktadır.
Dipnotlar:
*-Farklı bir örnek olarak da aşağıdaki alıntı verilebilir: (Yıl 1889) II. Abdülhamit bir fermanla kadınların çarşaf giymelerini yasakladı. Bu dönemde yaşmak ve ferace giymekse, yalnızca saraylılar için sözkonusuydu. Aynı zamanda bir zerafet göstergesi niteliğini taşıyordu. Yasağa rağmen Osmanlı kadınları arasında çarşaf kullanımı yaygınlaştı. Özellikle 1892'den itibaren Osmanlı kadınları arasında çarşaf moda oldu. Ancak hükümet bu kıyafete karşı tavrını sürdürdü. İstanbul polisi elinde makas iki sene boyunca çarşaflıların etek ve pelerinlerini kesti. (Mehir Dergisi, yaz 98, sayı 2).
- Bir Başkadır Benim Memleketim
- Çıktık Sonsuz Acıyla Her On Yılda Bir Darbeden
- İki Tutum ve Yerimizi Belirlemek
- YÖK’ün Misyonu ve ‘6 Kasım’ların Önemi
- Kosova Sorunu’nda Son Durum
- İ.Ü.’de Basın Açıklaması
- ‘Özgürlük Zinciri’ne TCK 312/2 Darbesi
- Başörtüsü Yasağı ve Gözaltılar Protesto Edildi
- Edirne’de Müslüman Avı
- Onurlu Direniş Kervanına Van da Katıldı
- Kimin Cumhuriyeti?
- Seka Direnişinde İlk Raund İşçilerin
- Laiklik ve Başörtüsü Tartışmaları Çerçevesinde İstanbul Barosu Seçimleri
- Ve Devlet İtiraf Etti
- Zırva Te’vil Götürmez
- Malatya’da Yasağa Tepki ve Gözaltılar
- Mafyalaşmanın Kaçınılmazlığı
- 75. Yılın Ekim ‘98 Bilançosu
- 28 Şubat Sürecinin Ortadoğu’ya Tezahürü: Suriye Krizi
- Wye Plantatton Anlaşması: ‘İktidarsız' Bir Filistin İktidarı
- Türkiye-İsrail-Suriye İlişkilerinin Ortadoğu Üzerindeki Etkisi
- 'Asya Krizi' Türkiye Kapısında
- Osmanoğulları’ndan 75. Yıla Kırılma mı, Süreklilik mi?
- “Bize Ait Olan”ın İnşâsı
- Kavramları Doğru Kavrıyor muyuz?