Önceliğimiz Ümmetin Maslahatı Olmalıdır!
Kutuplaşma eğilimi ve gerilim potansiyeli hayli yüksek bir ülke olan Türkiye’de ‘alevtopu’ gibi yeni bir çatışma ekseni daha ortaya çıktı! AK Parti Hükümeti ile Gülen Cemaati arasında uzunca süredir bir nevi karşılıklı kulak çekmelerle, tokatlaşmalarla seyreden kavga tam tekmil silahlı çatışmaya dönüştü. Bu çatışmada yargı, medya, atamalar, görevden el çektirmeler gibi değişik çap ve markada silahlara başvurulduğuna hep birlikte şahitlik ediyoruz.
Kavganın arka planında ne yattığına ilişkin olarak gerek kavganın aktörleri gerekse de izleyenler tarafından muhtelif tezler, iddialar ileri sürülmekte. Hükümet çevreleri Gülen grubunu dış güçlerin Türkiye’ye karşı kurdukları tuzağa alet olmakla, Tayyip Erdoğan’a karşı emperyalist odaklarca kurgulanan tezgâhta rol almakla suçlarken; Gülen cemaati mensupları ise Erdoğan’ı diktatörlük özlemiyle hareket edip ülkeyi maceraya sürüklemekle ve yanlışına karşı çıkan herkes gibi kendilerini de imhaya girişmekle itham etmekteler.
Tarafların tezlerini delillendirme sadedinde birtakım verilere müracaat ettiklerini görüyoruz. Fethullah Gülen grubunun ABD’ye yakınlığı, İsrail’e karşı kullandığı son derece dikkatli ve yumuşak dil ve hassaten de son yıllarda Erdoğan ve AK Parti’nin dış politikasına yönelik Batılı çevrelerde artan rahatsızlığa paralel bir söylem geliştirmeleri kendisine taşeronluk, işbirlikçilik gibi ithamlar yöneltilmesini kolaylaştırıyor. Öte yandan Gülen grubu da hükümetin kendilerini tasfiye etme çabası içinde olduğu iddiasını dillendirirken, AK Parti hükümetinin dershanelerle ilgili tavrını öne çıkartmakta ve 2004 MGK kararlarını ve değişik kamu kurumlarında bugüne kadar devam ettirildiği açığa çıkan fişleme belgelerini de ek delil olarak ileri sürmekte.
Kavganın Harareti Düşmanlık Duygularını Besliyor!
Doğrusu tarafların birbirleri aleyhine yüksek sesle dillendirdiği iddialarla ilgili olarak şu aşamada kavganın sıcaklığıyla ortaya atılmış abartılı, duygusal ve çoğu kez de ölçüsüz değerlendirmelerden uzak durmanın gerekliliğine inanıyoruz. Zan ile hüküm vermekten, zanna dayanarak hareket etmekten kaçınmak gerektiğini bilenler somut, kesin verilerle desteklenmedikçe işbirlikçilik ya da tasfiyecilik türünden ağır suçlamalardan kaçınmalıdırlar.
İhanet, taşeronluk, emperyalistlere ajanlık türünden sıfatların, yaftalamaların havalarda uçuştuğu bir ortamda ileride hesabını veremeyeceğimiz, vermekte zorlanacağımız hükümlerden uzak durmak hem yararlı, hem gereklidir. Bu aşamada kavgayı bir iktidar kavgası, bir güç ve yetki mücadelesi olarak yorumlamak ve -en azından şimdilik- bu alanla sınırlamak bizi daha soğukkanlı davranmaya götürebilir ve muhtemelen daha adil sonuçlara ulaşmamıza katkı sağlayabilir.
Elbette soğukkanlı yaklaşmak demek somut olguları görmezden gelmek, kritik gelişmelere tavır koymamak değildir. Fethullah Gülen grubunu tüm dış bağlantılarından, Batılı güçlerle paylaştığı Erdoğan karşıtı tutum alışlarından soyutlayarak ele aldığımızda dahi Erdoğan hükümetine karşı sürdürdüğü sert, haşin mücadelesini haklı bulmak ve anlamlandırmak zordur. Hem şekil hem de mahiyet itibariyle sorunlu bir görünüm sunmaktadır.
Öncelikle şeklî boyutuyla açık bir çelişki vardır. Şöyle ki, bugüne kadar hep munis, müşfik bir karakter sergilemiş bir oluşum var karşımızda. Öyle ki zalimlere, despotlara, İslam topraklarını işgal eden emperyalistlere dahi hep edilgen tutum takınmış, adeta sövene dilsiz, dövene elsiz davranmış bir hareket bu! Ve şimdi Tayyip Erdoğan’a karşı militan bir muhalefet sergiliyor ve tam saha mücadele ediyor. Bugüne kadar darbecilere, işgalcilere, Siyonistlere bile tek bir kez ağzından sert söz çıkmamış bir hocaefendinin, Tayyip Erdoğan’ı firavunlukla itham etmesini, yetmeyip adeta ağzından ateş salar gibi beddualar sıralamasını herhangi bir biçimde anlaşılabilir bulmak mümkün görünmemektedir.
Bu keskin tavır mahiyet itibariyle de sorunludur. Çünkü bu yapı iktidar üzerinde ağırlığını hissettirme mücadelesini doğal yöntem ve araçlarla değil, bürokratik mekanizmalar üzerinden vermektedir. Oysa ister Kürt açılımına, ister dershane kararına, isterse de hükümetin iç ya da dış politika konusu olan herhangi bir icraatına muhalefet etmenin yolları bellidir. Siyasi iktidarın kararlarından, icraatlarından rahatsızsan eğer; eleştirirsin, kampanya yürütürsün, muhalefeti örgütlersin! Bu doğrultuda sokaktan, medyadan, kamuoyundan destek istersin! Ama asla yargıyı ya da güvenlik bürokrasisini bir sopa olarak kullanamaz, kamuoyunda kumpas olarak algılanacak şaibeli operasyonlara tevessül edemezsin!
Bu yönteme seçilmiş iktidarlar üzerinde vesayet kuran Kemalist darbeciler, 28 Şubatçılar, Ergenekoncu taife sıklılıkla başvurdu. Gerektiğinde birtakım bahaneler üretip tank yürüttü, çoğu zaman da yargıyı kılıç haline getirdi. Bugün yolsuzluk operasyonları tartışmasında olduğu gibi, onlar da her zaman hedeflerinin iktidarla hesaplaşmak değil, hukukun gereğini yerine getirmek olduğunu tekrarlıyorlardı. Ama bürokratik mekanizmadaki örgütlü güçleri sayesinde seçilmiş iktidarların iradesini sınırlıyor, hatta zaman zaman sıfırlıyorlardı.
Yolsuzluk Operasyonlarının Usulsüzlükleri
Gülen grubu mensupları 17 Aralık’ta ‘patlatılan’ yolsuzluk bombalarının da akim kalan, engellenen 25 Aralık operasyonunun da kendileriyle ilgili olmayan, sıradan hukuki süreçler olduğunu ileri sürmekte ve bu operasyonların yürütücüsü yargı mensuplarının kendileriyle irtibatlı oldukları iddiasını reddetmekteler. Öyleyse sormak gerekir: Madem alakanız yok, öyleyse neden bu kadar sahipleniyorsunuz? Bugüne kadar hangi yolsuzluk iddiasının üzerine bu kadar hararetle, bu kadar aşk ve şevkle gittiniz?
Gülen grubunun samimiyeti ve tutarlılığını test etmek hiç zor değil! Tek amaçlarının yolsuzlukların ortaya çıkarılması ve Türkiye’nin bu tür kirliliklerden temizlenmesi olduğunu iddia edenler gelip de adı bin türlü yolsuzlukla beraber anılan Sarıgül’ü destekleme pozisyonuna düşmüşlerse, fazla söze ne hacet!
Gülen grubu iktidarla olan kavgasında yargıyı araçsallaştırmıştır. AK Parti’nin de engin katkılarıyla yargı bürokrasisi içinde elde ettiği mevkileri “cemaatin hedefleri” doğrultusunda atış yapmak üzere mevziye dönüştürmüştür. Bu amaçla hükümet üyelerinin bulaştığı kirlilikleri ortaya çıkarmaktan ziyade yeri geldiğinde karşı tarafa şantaj malzemesi olarak kullanmak ya da darbe vurmak üzere uygun dosyalar oluşturulması, biriktirilmesi hedeflenmiştir. İltisaklı savcılarca iltisaklı emniyet görevlileri aracılığıyla aylar boyu sürdürülen izlemelerin ve bu izlemelerin sonucunda elde edilen verilerin biriktirilip, tam da hükümet-cemaat kavgasının kızıştığı bir anda adeta tahrip gücü artırılmış bomba gibi patlatılması başka nasıl yorumlanabilir?
Varsayalım ki, dershane tartışmasında Erdoğan ikna edilmiş ve hükümet ile cemaat arasındaki buzlar erimeye başlamış ve aynı şekilde atamalar konusunda yaşanan gerilim barışla sonuçlanıp Gülen grubuna mensup bürokratlara yeniden etkili pozisyonlara dönmenin yolu açılmış olsaydı, yine de bu operasyonlar yapılır mıydı? Sokağa çıkın, rastgele insanlara sorun, “Evet yine de yapılırdı, bu savcılar bu işin peşini bırakmazdı!” diyecek kaç kişi çıkar acaba?
17 Aralık operasyonunun gerek mantık gerekse de usul açısından pek çok şaibeli boyut içerdiği ortadadır. Bu yüzden yapılan iş hukuki olmaktan çok siyasi nitelik kazanmıştır. Ve bundan ötürü de yolsuzluk çarkına bulaşmış hükümet üyelerinin cezalandırılmasını sonuna kadar desteklemekle birlikte, operasyonlarla varılmak istenen hedefin meşru olmadığının altını çizmek lüzumludur.
Bu olgu 25 Aralık operasyonuyla çok daha netlik kazanmış ve dolaylı yöntemlerle Tayyip Erdoğan’ın yıpratılmasının hedeflendiği görülmüştür. Şişirilmiş dosyalar, mesnetsiz usulsüzlük ve yolsuzluk iddiaları ve tam bir karalama taktiğiyle Erdoğan’a yakın işadamları üzerinden ‘kirlilik’ imajı pekiştirilmek istenmiştir.
Ve tüm bunlar yapılırken çok daha iğrenç ve aşağılık bir tutumla Yasin el-Kadı, Üsame Kutup gibi isimler üzerinden Tayyip Erdoğan’a ilişkin olarak “el-Kaide” ve “terör” irtibatı tesis edilmeye gayret edilmiştir. Doğrusu dinî hassasiyet sahibi bir cemaate mensup bir yargı görevlisinin emperyalist güçlere -hadi hizmet demeyelim de daha yumuşak bir tanımı tercih edelim- şirin görünmeye çabalaması ve malum güç odaklarının dillendirdiği “İslamcı terör” yaftasına bu derece yatkın tavır sergilemesi herhalde ya oportünizm kavramıyla ya da zilletle izah edilebilecek bir şey olsa gerek!
Kavgada Her Yol Mubah mı?
Bu noktada Gülen grubunun medya organlarını yakından takip eden herkesin mebzul miktarda oportünist tavra şahitlik etmekte olduğu ortadadır. Dün ‘kaçakçı’ sıfatıyla adeta savaş uçaklarınca öldürülmeleri sıradanlaştırılan Roboskililerin ailelerinin acıları bugün hükümetin mağdur ettiği mazlumların feryadı şeklinde manşetlere oturtulabiliyor. Bugüne kadar hep marjinal gruplar olarak tavsif edilen sol örgütlerin eylemlerinden dahi medet umar hale gelmiş bir ruh hali var karşımızda. Yolsuzluk gündemini fırsat bilip sokaklara çıkan ve İslam düşmanlığında sınır tanımayan üç beş çapulcunun eylemleri “halkın tepkisi” adı altında bu grubun medyasında ayrıntılı biçimde haberleştirilmektedir. Bu grubun medya organlarının bugüne kadar İslami hassasiyetlerle düzenlenmiş yoğun kitlesel eylemlere ilişkin dahi takındığı soğuk, mesafeli, görmezden gelen tutum dikkate alındığında ister istemez bu durum çarpıcı bir çelişki, daha doğrusu zavallılık, seviyesizlik olarak dikkat çekmektedir.
Hizmet hareketinin ‘resmi’ temsilcisi sıfatını haiz Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı (GYV) yaptığı açıklamada AK Parti ile ihtilaflarını izaha gayret ederken adeta yalana kılıf arıyor. AK Parti ile uzun zamandır yaşadıkları gerek milletvekilliği listelerinde bekledikleri sayıda yer verilmemesinden kaynaklanan hayal kırıklığına, gerek bürokratik kadrolardan uzak tutulma, kendilerinden isimlerin atanmaması gibi somut sıkıntılara hiç değinmeyip demokratikleşme adımlarında gerileme yaşandığı tezini ileri sürüyor.
Açıklamada AK Parti’nin 2002-2011 arası süreçte çok olumlu adımlar attığı, ülkenin önünü açtığı ama Haziran 2011 seçimlerinden sonra demokratikleşme projesinden çark ettiği iddia ediliyor. AB çevrelerinden ve liberal kesimlerden de duymaya alıştığımız bu tezin asıl olarak son dönemde Tayyip Erdoğan’ın İslami söylemi öne çıkartması ve Ortadoğu’ya ilişkin daha ‘İslamcı’ bir siyaset geliştirmesinden duyulan kızgınlığı örtmeye matuf bir kılıf olduğu gayet iyi biliniyor. Şimdi bu teze malum cemaatin de sarılması ilginç!
Oysa 2011 seçimlerinden sonrasına baktığımızda gerek eğitim alanında, gerek başörtüsünde, gerek Kürt meselesinde bir dizi önemli ve olumlu adım atıldığını biliyoruz. Elbette haklar ve özgürlükler açısından daha yapılması gereken pek çok şey olduğu ortadadır ama önceki süreçten geriye doğru gidildiğine dair iddianın hemen hemen hiçbir konuda somut verilerle desteklenebilmesi mümkün değildir.
Ama şunu söyleyelim, illa da bir gerilemeden söz edilecekse, ABD ile İsrail ile ilişkiler alanında yaşanan gerilim ve sıkıntılardan söz edilebilir. AB’nin ilkesiz ve dayatmacı tutumunun ortaya çıkardığı sorunlardan söz edilebilir. Filistin’de, Suriye’de, Mısır’da yaşanan zulümler karşısında bu güçlerin takındığı zalimane tavırların Müslüman halklar nezdinde yol açtığı tepkilerin bir biçimde AK Parti politikalarına da yansımalarından söz edilebilir. Sakın GYV’yi üzen, kaygılandıran gelişmeler buralardan kaynaklanıyor olmasın!
Demokratikleşme adına ülkede iyi gelişmeler olmadığı eleştirisinin getirildiği GYV açıklamasında medya özgürlüğü alanında olumsuz gelişmeler olduğundan yakınıldığını da görüyoruz. Tam burada sormak lazım: Mesela Nedim Şener ve Ahmet Şık olayında takındığınız tavırla bugünkü söylemlerinizi karşılaştırabilir misiniz? Gerek Türkiye içinde, gerek dışarıda medya özgürlüğü konusunda hükümeti eleştiren çevrelerin mağdur sıfatını layık gördükleri kişilerin ya da temsil ettikleri çevrelerin kimler olduğu biliniyor. Acaba sizin için mağdur sıfatını hak edenler kimlerdir?
Bu çerçevede yasadışı İslami örgüt suçlamalarıyla takibata uğrayan sayısız Müslüman hakkında yaptığınız yayınları nereye oturtuyorsunuz? Desteklediğiniz demokratikleşme süreçlerini, acaba polis bülteni gibi davranıp, el-Kaide, Hizbullah vb. sıfatlarla gözaltına alınıp haklarında soruşturma yürütülen insanlar hakkında daha ortada hiçbir somut delil bulunmaksızın icra ettiğiniz karalama kampanyalarıyla mı ilerletmeyi hedefliyordunuz? Ya Hizb-ut Tahrir davalarında takındığınız tutumlar? Haklarında tek bir silahlı şiddet eylemi isnadı dahi olmayan yüzlerce insanın 5 yıl, 10 yıl gibi ağır cezalara çarptırılmalarının içerdiği hukuksuzluğu, zalimliği bugüne kadar hiç sorguladınız mı? Ne münasebet! Bilakis Hizb-ut Tahrir örgütlenmesi hakkında her türlü dezenformasyonu, komplo tezini büyük bir pişkinlikle dillendirdiniz, yayınlarınızla kamuoyu nezdinde daha mahkeme aşamasına bile çıkmadan bu Müslümanların mahkûm edilmelerine çanak tuttunuz!
Kim, Kime Hizmet Ediyor?
Gülen grubunca yürütülen sistemli kampanyanın içerdiği şaibeli ve tutarsız mantığa işaret etmemiz AK Parti hükümeti ve kadrolarını pirüpak gördüğümüz anlamına gelmez elbette. AK Parti’nin siyaset sahnesine çıktığı andan itibaren kimlik karmaşası içinde bir parti olduğunu ve bu karmaşanın kadrolarına had safhada yansıdığını hep söyledik. Operasyonu yürütenlerin niyetlerinden bağımsız olarak ortaya çıkan yolsuzluk ve rüşvet hadiselerinin AK Parti’nin bu zaafına işaret ettiği açıktır. Tayyip Erdoğan’ın idealist kişiliğini bir kenara koyacak olursak, AK Parti’nin nasıl bir ideolojiyi temsil ettiği ve bu partide toplanan kadroların kahir ekseriyetinin hangi ulvi amaçlarla bir araya geldiği soruları cevapsız kalmaya mahkûmdur. Ve ayrıca Tayyip Erdoğan’ın oradan buradan topladığı profesyonel politikacıların bugün adlarının yolsuzluğa bulaşmaları karşısında, hükümeti sarsmak için arka arkaya istifa etmeleri karşısında söyleyeceği sözlerin de pek bir anlam ifade etmeyeceği açıktır.
Bu süreçte hükümet kanadından serdedilen bazı açıklamalar çok dikkat çekici olmuştur. Başbakan, Gülen cemaatinin önceki icraatlarını deşifre etme sadedinde söylediği “Sayın Baykal’a da komplo kurulmuştu!” şeklindeki sözleriyle bir tutarsızlığa imza atmıştır. Dün ahlaksızlıkla, yozlukla kıyasıya eleştirdiğiniz bir kişiden bugün adeta komplo kurbanı saygın bir kişi gibi bahsetmeniz ayıptır. Kavgada rakiplerine karşı üstünlük arayışı içinde kirli tutamaklara sarılmak temiz kalmak iddiasındaki kadroların hiç yapmamaları gereken hatalar cümlesindendir. Bir meşruiyet ve onur mücadelesi verdiklerini düşünenler, kavganın kızışmasına, sertleşmesine bağlı olarak öncelikli düşmana karşı “kimi bulursak onunla ittifak” arayışını yansıtır tarzda söylemlerden kaçınmak zorundadırlar.
Aynı şekilde Başbakan’ın danışmanı Yalçın Akdoğan’ın Gülen grubunu eleştirme sadedinde “Bunlar milli orduya da kumpas kurmuşlardı!” türünden sözleri büyük bir şaşkınlığa sebep olmuştur. Bilahare sözlerine açıklık getirme sadedinde Ergenekon ve Balyoz davalarını kast etmediğini söylese de doğrudan bu şekilde anlaşılacağı kesin olan bu sözleri sarf etmenin ne siyasi, ne hukuki hiçbir tutarlılık taşımadığı ve ahlaken de çok seviyesiz bir tutuma işaret etiği açıktır.
Nitekim bu sözler üzerine Ergenekon lobisi militarist kirlilikten arınma sürecini mahkûm etmeye yönelik propagandasını bir üst seviyeye yükseltmiş ve darbe yargılamalarının yenilenmesi talebi etrafında yoğun biçimde kamuoyu oluşturma çabalarına girişmiştir. AK Partili bazı yetkililerin bu yönde olumlu sinyal şeklinde algılanabilecek bazı ifadeler sarf etmeleri de dikkat çekici olmuştur. 28 Şubat sürecinde yaşanan diz boyu hukuksuzluk zincirinde zalimce yargılanıp mahkûm edilen sayısız Müslümanın cezaevlerinde mağduriyetlerinin sürdüğü bir vasatta bu tür göz kırpmalar ne anlam ifade etmektedir? Başta Sivas Davası olmak üzere, İslami Hareket, Mirzabeyoğlu, Umut vb. pek çok davada brifingli yargının hukuku katlederek verdiği adaletsiz kararların tamiri hususunda bir şey yaptınız da sıra darbecilerin mağduriyetlerinin giderilmesine mi geldi?
Nerede Durmalıyız?
Gülen grubunun giriştiği görülen operasyonun yerli olup olmadığı çokça tartışılmakta. Uzunca bir süredir Batılı güçlerce sıkıştırılmaya, kuşatılmaya çalışılan Tayyip Erdoğan’ın gelinen noktada Gülen grubunca da hedef alınması bu tartışmayı beslemekte. Doğrusu operasyon yerli midir, yabancı mıdır buna ilişkin kesin, net şeyler söylemek için elimizde henüz yeterli veri yok. Mamafih bu aşamada Tayyip Erdoğan’ı hedef alan bir operasyonun emperyalist-siyonist odakları ve bunların İslam dünyasındaki işbirlikçilerini ziyadesiyle memnun ettiğini bildiğimizden bu operasyonun haklı ve meşru bir zemine oturmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Tayyip Erdoğan’ı yıpratacak, güçten düşürecek bir çabanın Mısır’dan Suriye’ye, Filistin’den Bangladeş’e kadar İslami direniş kadroları nezdinde ne anlam ifade ettiğine baktığımızda olan biteni daha sağlıklı bir biçimde değerlendirme imkânı kendiliğinden ortaya çıkar. Ve bu perspektiften hareketle ABD’yi, Rusya’yı, İsrail’i, Sisi’yi, Beşşar’ı memnun eden, mazlum ve Müslüman halkları ve İslami direniş kadrolarını kaygılandıran, ürküten bir operasyon karşısında tavrımız açık olmak zorundadır. Bu yönüyle Tayyip Erdoğan’ı savunmak, dayanışma içinde olmak ümmetin maslahatını, geleceğini savunmak demektir.
Gülen cemaati tavrıyla Müslüman halkların beklentilerini, özlemlerini, ümmetin maslahatını gözetmediğini ortaya koymuş; sadece kendi grup menfaatlerini ve hesaplarını önceleyen bir tutum sergilemiştir. Kavganın hararetiyle pek görülmese de bu tutum en fazla bu cemaate zarar verecek; gerek içeride gerek İslam dünyasında Müslüman halklar arasında, İslami hassasiyet sahibi geniş kesimler nezdinde güven duyulmayan, şüpheli, şaibeli bir konuma yerleştirilmesine neden olacaktır.
Gülen hareketinin az ya da çok dinî duyarlılık sahibi geniş toplum kesiminde belli bir itibarının var olduğu açıktır. Tutumunu aynen sürdürmesi durumunda ve özellikle de seçim sürecinde takınacağı tavra bağlı olarak uzun vadede bu krediyi de tüketmesi muhtemeldir. Şimdiden İslami camianın genelinde bu hareket öfkeyle, nefretle anılır bir konuma gelmiştir. Şurası açıktır ki, ümmetin maslahatını kendi dar hizbi çıkar ve hesaplarının üzerine koyamayanların, taifeci tutumlarla hareket edenlerin hiçbir zaman kazançlı çıkmaları mümkün değildir.
- Zafer, İzzetle Direnenlerin Olacaktır!
- Hükümet-Cemaat Çatışmasına Ümmet Perspektifi İle Bakabilmeliyiz!
- Hükümet Karşıtı Operasyon Cemaat Asabiyesi mi Taşeronluk mu?
- Önceliğimiz Ümmetin Maslahatı Olmalıdır!
- Umutlarımıza Savaş Açanlar Kaybetmeye Mahkûmdur
- Hükümete Karşı Yürütülen Savaşın En Kırılgan Cephesi: Çözüm Süreci
- Suriye’ye Yönelik Yardım Çalışmalarımız İnşallah Kurtuluşumuza Vesile Olur!
- İç Anlaşmazlıklar El-Kaide İçinde Ayrışmaya Yol Açıyor!
- Nusra Cephesi İle IŞİD Arasında Çatlak Büyüyor
- Modern Dönem Islah Çabaları İçinde Said Halim Paşa
- Bangladeş ve Cemaat-i İslami Pratiği
- Sevgili Hayat Arkadaşım Peyori
- Ahirete İmanın Mahiyeti ve Önemi
- Mus’ab Bin Umeyr
- İki Şahit Bir Mesaj
- Yeni Çıkan Kitaplardan Seçkiler
- Ateş ve Gülşen