Günay Maden Bulut

Yazarın Tüm Yazıları >

Nikah

Ocak 2003A+A-

Davetlilerin alkışları eşliğinde içeri girdiler. Bütün gözlerin üzerlerinde olduğundan emin, ince bir mağrurlukla herkese gülücükler dağıtarak, çiçeklerle bezenmiş masaya oturdular.

Herkes yanındakine bir şeyler söylüyordu. Birbirlerine yakışıp yakışmadıklarını, düğün sahiplerinin inceliklerini, gelinin okulunun yarıda kalmasına rağmen, eğitimli biriyle evlenebildiği için şanslı olduğunu...

Gelin, masal prenseslerini kıskandıracak kadar sevildiğinden emin bir şekilde misafirlere teker teker gülücükler yollamakla meşgulken, damat, izleyenlerin anlayamadığı bir şeyler fısıldıyordu kulağına. (Acaba hangi büyülü cümleyi söylüyordu?)

Birazdan nikah memuru dünyadaki en mühim işin sahibi gibi, ezberlemiş olduğu çok önemli cümleleri iyi bir hatip edasında bir çırpıda sıralayıverecekti. İyi günde-kötü günde, hastalıkta-sağlıkta, varlıkta-yoklukta birlikteliğinizi sürdürmek istediğinizi sözlü olarak şahitler ve davetliler huzurunda beyan ediyor musunuz?..

İyi günde dost bulunurdu elbet, kimin umurundaydın kötü günde. Şimdi ise ne uzaktaydı kötü gün. Bunca davetli paylaşmak ister miydi kara gününüzü de?

İkisinin de yürekleri öylesine hızlı atıyordu ki, kurulan cümleleri ne duyabilecekler, ne de düşünecekler... Ancak, önlerine uzatılan, isimleri yazılı koca deftere imza atmaları gerektiğini anlayabileceklerdi.

Davetlilerin konuşmaları ve alkışları derin bir uğultuya dönüşürken, oldum olası sevmediği törensel kalabalıklardan derin bir iç geçirişle sıyrılıp, uzaklara daldı bakışları kadının.

Küçük bir kasabadan çıkıp, ta üniversitelere kadar okuyabilmenin hazzını duyacakken, fıtratına yıllarca yabancı yaşadığını fark etmişti. Kur'an ayetleriyle ruhunu arındırıp, emirleri yaşamanın insanda oluşturacağı heyecan ve sekineti bir arada yaşamayı tatmıştı. Zorluğu ve darlığı kitaplardan öğrenmiş, hayatın imtihan olduğuna iman etmişti.

Daha başlangıçta kılık kıyafeti nedeniyle aile çevresindeki sürtüşmeler, bitmeyen eleştiriler kendine benzeyen insanlarla beraber yaşama isteğini doğurdu. Yakınlarının kendisini anlamadıklarına ve de hiç anlamayacaklarına olan inancı pekiştikçe, çekip gitmeli, dedi bu diyarlardan. Kendim gibi inananlarla anlamlandırmalı hayatı.

Bütün kanatlarını toplayıp hicrete hazırlandı kendince. Tayininin çıktığı diyarlara giderken son kez baktı sılasına. Annesinin o merhamet kokulu tenine son kez dokunduğuna ve bu gidişin dönüşünün her zamankilerden farklı olacağına inanarak, sonuna dek içine çekti nefesini.

- Anne, dedi, annelerin en güzeli... içinden geçenleri bir çağlayan gibi yanaklarına boşaltarak valizine eğildi... Kardeşlerine ve babasına buruk bir yürekle sarıldı. Ağabeyinin "İzne gelirken kafayı değiştir öyle gel" deyişine hiç aldırmadan, otobüsün cam kenarına oturup, çıktığı yolculuğun hayırlı olmasını dileyerek Rabbinden, koca bir yüreğe nice özlemler bırakarak, acımasızca homurdanan otobüsün ardından sallanan ellere aldırış etmeyen gözyaşlarını silemeden çekti gitti....

Gittiği ellerin yasak eller olacağından fazlaca kaygılanmadan, 'bir yerden başlamalı nasılsa hayata' diyerek besmeleyle çıktığı yolculuk, ne denli uzundu.

Bir türkü tutturdu otobüs hoparlörleri: "Yine yol göründü gurbet ele/ Güz geldi, yapraklar döküldü/ Martılar göç etti, turnalar sürüldü/ Yine yol göründü gurbet ele..." Yanaklarından süzülen yaşlarla, son kez sarılırken içine çektiği ana kokusunu yitirip gideceğinden derin bir ürküntü duydu. Anam dedi, er geç anlar beni. Gurbete salıverdiğine bakmamalıyım. Kızını okutmuş olduğunun ayrıcalığı, bütün hissetmek istediği. Şimdi köydeki bütün analar imreniyor ona, teselli veriyorlar özleme dair, "Gidip kalırsın yanında, şükret ki onun hayatı kurtuldu." diyorlardı muhtemelen. Ana yüreğini soğutur muydu bu kuru cümleler? Ne derin kaygıyla hissederdi analar, burkulan yavru yüreklerini.

Kâh uyuyarak, kâh rüyalarla irkilerek, kâh insanı buruk bir hüzne boğan gece karanlığını yaran otomobillerin ışıklarından, Anadolu'nun bozkırlarına kurulu köylerin kerpiç evlerini seyre dalarak, matemini yenmeye, umudu ve esenliği serpiştirmeye çalıştı yüreğine.

Ve kurtulmuş sayılan hayatının, iki valizle çıktığı bu yolculuktan öte bir şey olmadığını ve sadece Allah'ın ipine yapışanların hiç kopmaz bir ipe sarıldıklarını, güven duyduğumuz bütün kapılar kapansa bile Rabbimizin çıkış kapısının asla kapanmaz olduğunu hiç unutmamaya söz verdi kendisine.

Bir kuş kadar hafiflemiş hissetti kendisini. Gittiği yerde de elbet kendisi gibi olanlar vardı. Onları bulacak, umudunu ve salih amellerini çoğaltacaktı. Asıl gurbet dedi, seni hiç anlamayanların yanında olmaktır. İnandıklarının bir ütopya ya da gelip geçecek gençlik hevesi olarak görülmesidir. Anam dua ediyor her namazında bana, Allah akıl versin diye. Ben ise 'aklederek kurtuluşa erin' diyen buyruk uğruna düştüm yollara, Bundan ötesi nasıl bir akıl olabilir. Anamın yanında bile gurbetteydim diye yüreğindeki sesi bastırmaya çalıştı.

'Yıllarca bu mesleği edinmek için uğraştığıma değdi doğrusu' hissiyle, karşılaştığı problemleri çözmek üzere karıştırdığı kitap ve ders notlarının arasında bulduğu notlar ve şiirler; hatıralarla dolu, gurbette geçen yoksul öğrenciliğine döndürüyordu kendisini. Birçok arkadaşı "Okuldan sonra ailemizin yanına dönmeden ayakta kalabilmeliyiz" demişti de, bir o, "Aileme hakkı ulaştırmada sorumluyum, onlar bilmiyorlar. Onları Hak'la tanıştırmalıyım" demişti. Ve olmamıştı işte. Özellikle etraftaki akrabaların, konu-komşunun dedikleri rahatsız etmişti onu.

Sonra da sadece dünyalık kaygıları olan ağabeyleri ve de ablalarının 'Seni bunun için mi okuttuk' diyerek başa kakışları... Sonrası, yeniden gurbet ele düşürmüştü yolunu. 'En azından benim inançlarım olduğunu ve vazgeçmeyeceğimi söyledim' diye rahatlatıyordu kendini.

Yasaklar henüz ona ulaşmamıştı, ama dalga dalga gelen meslekten çıkarılmalar, dönecek yerinin olmayışı, içten içe yaşadığı tedirginlik. Etkinlikler, gidip geldiği gönüllü kuruluşlar, iyi arkadaş ilişkileri...

Hayat ne güzelmiş meğer, kendimiz gibi olanlarla yaşamak...

'Umutlarımızı ve geleceğimizi çoğaltmak adına biz ne güzeldik. İnananlar en güzeldi'.

Evlenmeye karar verdiği gün ağabeyine yazmış olduğu o upuzun mektubu postaya verişi ve ailesinin kendisine bunca ifadelerden sonra asla itiraz edemeyeceğini, mutlaka kendini anlayışla karşılayacaklarını, müstakbel hayat arkadaşına anlatışı... Ağabeyine,

-'Annem babamla sen konuş, sana güveniyorum' ibaresini not düşmüştü.

Damat adayı üniversite okumuştu. Çok girişimciydi. Şimdi olmasa bile birkaç yıl içinde çok iyi bir işi olacaktı. İstersen hiç çalışma, ben evimizi geçindirebilirim. Zaten kadının çalışması aileyi yıpratır. Evinin hanımı olmanı isterim, hem işin yorgunluğu, hem yığınla prosedür ve yasaklarla yıpranmanı istemem deyişi...

Evlilik planlan, ailesinin kendilerine zıt bir yaşama şekline sahip ve de bilmedikleri diyarlardan biriyle... Asla olmazlar, kendilerince makul sayılabilecek gerekçeler, 'kendi memleketimizden yığınla isteyen varken. Ne der el alem. Armudun iyisi kendi dibine düşmez mi'?...

Sonra anacığının, çok yadırgadığı, istemeye gelen ağabeyi, ilk hanımını bırakıp, başka birini almış. "Seni bırakır bu adam." deyişi nasıl'da canlanıp dururdu gözünde...

Hiç bir insan başka birisinin amellerinden sorumlu tutulur mu canım anam. Ağabeyimizin yapıp etmelerinden bize ne.

Ve bir koli düğün davetiyesi kucağında, karşılarına çıkışı, son güne iğreti bir şekilde yetiştirilmiş, ucuz yollu gelinliği, ömründeki en uzak hedefi olan haccı mehir olarak isteyişi, derme çatma kurulan ucuz kiralı, ashab-ı kiram koktuğunu sandığı evleri, ödemek zorunda oldukları taksitler ve eşinin hep o güven veren katlanmak zorunda değilsin demeleri...

Aldığı sağlam teminata güvenerek, 'Artık sizin vereceğiniz üç kuruşluk maaşa asla ihtiyacım yok' diyerek yasakçılara diklenişi, 'Size de kurumlarınıza da yazıklar olsun, insanın şekliyle uğraşan zihniyetinize de' ilavesini yapamadığı istifa dilekçesi...

Ve bütün zamanını harcayabileceği kitapları, gönüllü etkinlikler, yakaladığını sandığı huzur, sınırsız uyku ve ikindi çayları, zamanla ustalaştığı maharetli yemek ve hamur işleri.

İlk çocuğumuz diyemeden kucağına ilişen ikincisi ve sonra üçüncüsü...

Ne zaman bunca kiloyu biriktirdiğini anlayamadan, yaşadığı dünyanın hızına erişemediğinin kaygılarıyla boğuşurken, eşinin terfilerini bile sobalı evden kaloriferli eve taşınmaları esnasında öğrenen, geleni gideni bol olan evin bereketi bol olur diyerek ağırladığı misafirler ve hiç elden bırakmadığı kanaatkar yaşantısı, açtıkları ilk işyeri, yolunda giden işleri, ailesine karşı kazandığı zafer, iyi marka otomobilleriyle gittikleri ziyaretler ve eşine karşı ailesince duyulan mahcubiyetten duyduğu gizli mutluluğunun bile önüne geçemediği, her geçen gün büyüyen, isimlendiremediği, ağız dalaşına dahi dönüşemeyen hayal kırıklıkları ve de o derin boşluk. Ve annesinin bakışlarındaki yalnızca ana yüreği kokan, o kaygı ve sorgu dolu ifadeler.

İlk haccı, içten içe yıllardır yavaş yavaş yaşadıkları kopuş, kendi duyarsızlığını mı, Arafat'ta eşinin gerekli gereksiz her şeyi takip ederken, evini unutuşunu mu, neyi şikayet edeceğini bilemediği Rabbinden 'Hakkımızdaki en hayırlı hükmü sen ver' dileği...

Oynamak zorunda kaldığı mutlu aile rolleri, her geçen gün boy atan çocukları, arkadaş toplantıları, hep yanda kalan çalışmalar, komşuluk muhabbetleri... Nereye kadar?

Ve ille de öğrenciler. İlle de yasakçılara karşı direnen kız öğrencilerle etkileyici iletişimini artırmasını isteyen eşi.

Onlar birer kahraman, ailelerinden destekleri yok, her şeyden önce biyolojik bir ablaya-abiye ihtiyaç duyarlar. Bari bu görevi yapalım deyişi.

Kovuşturma geçiren bütün kız öğrencileri sahiplenişleri, öğrenci evlerinin güvensizliğinden, hanelerinin sınırsız güvenliğine sığınışları. Ve kendinin sıradan bir ev hanımı oluşunu, hayal kırıklığıyla izlemeleri. Böyle direnişçi ve birikimli(?) bir adamın, her akşam düzenli yemekler pişiren bir hanımının oluşuna istihzalı bakışları ve bütün ciddi konulan kendisiyle değil, eşi ile konuşmak isteyişleri.

Onun gündelik duran sorunları küçümseyişleri..., çocuklarının hırçınlığını, eğitemeyişine verişleri, hepsinin binlerce çocuk eğitmişçesine mağrurca Fatıma'nın örnekliğinden söz edişleri.

Ali'ler tükendiğinde, neylesin Fatıma'lar. Bizler kimlere söylesek halimizi. Bizimkiler 'Değirmende yorulmayan ellerimiz olsun' diye fırınlardan taşıyorlar ekmeklerimizi. Oysa bizleri su toplayan yüreğimize güç verecek bir serinlik arıyoruz eşlerimizin ellerinde. Teker teker terk edilirken bile tüm kabahati üstlenip, hayat bulmaya çabalıyoruz onların evlerinde.

Ve suçlamalar...

Hiç ilgilenmiyor, okuyup yazmıyorsun serzenişleri. Zaten şiiri bile sevmezsin oldum olası ibareleri. Eşi, "hayat upuzun bir şiir" der, tanıştıklarından beri.

Bir de kendine bu şiirin neresinde olduğunu söylese süslemeden cümlelerini. Kendisini anlamamakla suçlamasa.

Biliyor; eşi başkalarına karşı fedakar, eğitici, yardımsever. Ama neden evine yansımaz tüm bunlar yeterince. Mum sahiden dibini aydınlatmaz mı?

Kadın; galiba bu topluma uyduramadı kendini. Üniversite okudu, eğitimsiz hanımlardan farkı yok gibi. Mütevazılık adına böyle davranmaya çalıştığından, komşularınca ne çok sevildiğinden kime ne.Yerli yersiz konuşmaz, dedikodu yapmaz ama, bu topluma yönelik projelerden söz edecek gücü bulamaz bir türlü kendinde. Namazını terk etmez. Kendi başına Kur'an okur, hakkı hukuku titizlikle korur, ancak insanları etkileyici konuşamaz.

Yıllardır ciddi bir kitap bile okumadı neredeyse. Tıpkı hayatı gibi başlayıp bitiremediği kitapların sayısı bilinmez. Çocukları doğduğundan beri batılı yazarların eğitsel kitaplarını okuyor. Bizim camiada henüz buna dair pek kaynak yok açıkçası.

İnsanın iç eğitimiyle ilgili ayetleri incelemiş, hatta hadisleri bile toparlayıp not almış ajandasına, kim bilir kaçı sahih bunların kaygısıyla.

2-4 gibi çift yaşlarda çocuklar agresif olurmuş. Tek yaşlar denge yaşı imiş. Yaşları çok yakın ya da ikiz çocukların çok özel psikolojileri olurmuş, kendinden emin ve dürüst çocuklar yetiştirmek için herşeyden önce sevgi dolu, uyumlu, disiplinli ve de kararlı anne babalar olmak gerekirmiş... Kime ne bunlardan? Beraber evlendikleri birçok arkadaşlarının çocukları bile yok daha.

Eşinin işleri yoğun. O fabrika senin, bu kuruluş benim dolaşıyor gün boyu. Bürosunda gündemi takip edecek tüm imkanlar mevcut. Arta kalan zamanlarında da arkadaş toplantılarına ve etkinliklere katılıyor.

Oysa kadının çocuklarının biri uyursa öteki uyanık. Biri susarsa, diğeri ağlamakta. Birinin antibiyotiği, diğerinin multivitamini, bir diğerinin okul başarısını yükseltecek tedbirler dolaşıp duruyor beyninde. Yıllardır bir arkadaşıyla kaygısızca muhabbet etmeyi bile özledi. Zaman zaman eve bir yardımcı bulup özel vakit üretsem kendime, diye düşündüğü olsa da 'Zaten çalışmıyorum. Bari evi çekip çevireyim. Yoksa kendimi tümüyle işe yaramaz hissedeceğim' diyerek vazgeçiyor.

Eşi de bunu ifade ediyor bazı zamanlarda. O gelene dek çocukların ihtiyaçlarını görüp uyutmalıymış. Eve geldiğinde hanımıyla, kültürel, fikirsel ciddi paylaşımlar ve tartışmalarda bulunabilmek istermiş. (Oku(ya)mayan insanın paylaşacak ne fikri olacaksa).

İlle de küçük kızı, babam gelsin diye uyumak istemez. Babası gelmeyince çılgınca ağlıyorken çıka gelip 'Gene mi beceremedin bir çocuğu uyutmayı' diye imalı bir bakış fırlatan babasının göğsünde yaslanan çocuk sızıp kalır. Yemek tepsisine iştah mı bıraktın, edasında isteksiz bir bakışla birkaç kaşıktan öteye geçmeyen yemeler.

Yıllardır hatırını bile sormaz. Ne iş var ki evde. Elbet iyi olmalı ev hanımları(!) 'Haberleri gördün mü? Yine 20 kız öğrenci gözlem altına alınmış, nasıl direniyorlar küçücük bedenlerle, heybetli polislere. Sen birkaç çocukla baş edemiyorsun' diye ilave edemeden geçemez.

Kim neye direniyor ya da neye direnmiyordu. En büyük direnişlerden biri de yüreklerden şeytani olan her şeye başkaldırı değil mi? Hayat; hakkı, hukuku gözetip, zerre miktarı hayrı küçümsemeden uzun bir koşu değil mi? Deyiverse şuracıkta boğazına düğümlemeden cümlelerini.

Elbet haberleri izlerdi kadın, ama polislerin tartaklamasını çocuklarından saklamak istediğini söylemekten çekiniyor eşine. Kazara bir tartaklamayı soracak olsa çocuklar, "Onlar kötü kalpli olanlar, ama insanların bazıları iyi kalpli ve merhametli, bazıları ise kötü kalpli ve merhametsiz" diye yanıtladığını da...

Yavruları, hayal kırıklıklarının ürünü olmayacaklar diye bütün çırpınışı. Onlara sevgiyi anlatıyor en önce. İnsanları çok seven bir Allah'ımız var. Onların iyiliği için, üzülmemesi ve de birbirlerini üzmemeleri için Kitabı ve mizanı indirdiğini...

Sonra; çocukları, Medine sokaklarında Taleal Bedru'yu çağıran kara gözlü, yanık tenli çocukları, dedelerinin secdesine ortak Hasan ve Hüseyin'i. İyiyi ve de kötüyü, ama hep iyiliğin galip geldiğini, geleceğini...

Sonra umudu ve de sevgiyi yitirme korkusunu. Bütün çabamızı, Allah'ın sevgisini kaybetmemek için vermemiz gereğini. Ve babalarıyla ender karşılaşabilen çocuklarıyla kurduğu büyüleyici iletişimin farkına varamayan babalarına, her şeye rağmen kırılamayışına iç geçirişini bir yandan.

Yıllar önceden başlayan ve hiç eksilmeyen güveni, ilk yürek kıpırtısını...

Bir film şeridi gibi gözbebeklerinden geçiveren ömrünün, yüzüne yansıyan derin matemi...

Evinde ağırladığı, polis kordonlarını yarmaya çalışan ya da kıyafet yönetmeliğine muhalefetten meslekten çıkarılan direnişçi kızlardan birinin bir gün hayat arkadaşını paylaşacağı bir ortağa dönüşeceğini nereden bilebilsin. Kızlar hayatlarının en delişmen çağında. Hepsi toy, hayatın badirelerinin farkında bile değil çoğu. 'Onlara hayatın içindeki insanların kitaplardaki kadar masum olmadığını, bizim de bu noktaya yıllar önce aynı yollardan geldiğimizi anlatsam, hepimizin bulunduğu zaman ve mekanın mücadelesini verme zorunluluğumuzu, aslolanın; bir ömrü Allah'ın rızasına göre geçirmeye çalışmak olduğunu söylesem beni 'yorgun radikal' diye mi tanımlarlar' kaygısı., ya da hayat aslında ne sizin tanımladığınız gibi, nede benim sıkıştığım bu çıkmaz gibi mi dese daha doğru olur.

Birisini biraz yakın hissetse kendine, deşecek içinde irin bağlayan yaralarını... 'Neden eyleme gelmedin, neden panele katılmadın, neden birikim kazanacak etkinliklerde yoksun?' sorularını sıralayacaklar bilir de, bunun cevabı... Nereden başlamalı işte buna bir türlü karar veremez.

Belki de kendine bile veremediği cevabı, aramaktan vazgeçişinin sessiz sedasız kırgın bekleyişinde olduğuna şahit oluşlarından, hep susar. Bütün burukluğunu ve düş kırıklığını vaat ettiği yaşama tarzını kurma direnişini gösteremeyen eşine yükler. O güçlü, kavvam, kabaca sürümüzün çobanı, hanemizin direği, kötü gidişatımıza çözücü müdahelede bulunmakla mükellef; derken bile gözleri dolarak, kendi başına yapabileceği eylemleri planlasa da bir türlü yoluna girmeyen ilişkileri hep kesiverir önünü bir yerlerde.

Okullarını bırakmışlar. İş arıyorlarmış. Ailelerine dönemezlermiş... Ellerinden tutulmalıymış (!)

Eşinin imkanları ve çevresi bunların istihdamlarını sağlayabilir belki. Eşi hepsini bacı görmekte, iyi yürekli, yardımcı olduğu insanın sayısı bilinmez. Ve mütevazı. Kimseler ne ölçüde imkan sahibi olduğunu bilmez. Beş isteyene hesapsızca 25 verir.

Bir zamanlar zengin insanların, sıradan alışveriş merkezlerine, semt pazarlarına uğramadıklarını sanan kadın bir varlıklı eşi olduğuna, alışabilmiş bile değil.

Her şeyi, siparişle yardımcılara yükleyebilir ama binlerine emir veremeyeceğinden korkup, 'Ben sağlıklı ve dinçim. Eşim beni, çocuklarına ana olmam için istifaya yüreklendirmedi mi. Mesleğimi ve hayata dair bütün bildiklerimi bu hayat uğruna terk etmedim mi' diyerek evine ve çocuklarına ayırır iyice zamanını.

Çocukları epey büyüdü. Bundan sonra okumaya ve de eşine işlerinde yardımcı olmaya çalışamaz mı? O dışarıda iken işyerinde kalabilir, hesap kitap kontrolüne bakabilir. Ama ne dese, 'Sen yapamazsın' cevabını alıyor. Topu topu 5-10 yılını şu evin dışındaki sorunlarla, ilgilenemeyerek geçirmiş. Ama sen de bunca yılını evin içindeki sorunlara sadece kulak misafiri olarak geçirmedin mi dese kırar mı hayat arkadaşını. 'O ne derece baba ise kadın da aynı ölçüde iş hanımı olamaz mı?' Daha kırkına bile ulaşamadan eşinin bütün umut, güven ve sevgi kırıntılarını tükettiğine hayıflanıp, 'Başımın tacı, evimin hanımı, çocuklarımın anası ol demişti. Hiçbirini başaramadım, diye bin bir hüzün dolanır kafasında. Analığını bile beğendiremez.

Kariyerini, ciddi bir mücadele bile vermeden eşinin teşvikiyle kendinden çok eşine ait olan bir tercihle terk ederken mi yaptı ilk hatayı? Bir erkek sağlam ve kararlı bir kişilik mi görmek isterdi en önce?

Hayatları istemedikleri bir rotaya girmiştir bir kere ve kadın kontrolü çoktan kaybetmiştir. Yaşadığı iç çatışmalar ve toparlanma isteğini, çocuklarının güzel birer mümin olması uğrundaki çabalarını, pek kitap oku(ya)masa da Kur'an okumayı terk etmeyişini kimlere anlatabilir.

Entelektüel birikim, edebi paylaşım ve daha nice beklentilerini, gösterdiği onca çabaya rağmen doyuramadığı, saçlarına ak düşmüş eşinin, en kara günlerinde bile satmaya tenezzül etmedikleri güvence bedeli olan dört burgu bileziğini ve "Bizi Allah katındaki nikahımız bağlar" deyip 'boşanmış üç çocuk annesi sıfatını' geriye bırakarak, 20'li yaşların derin heyecanını tazeleyebilmek için yeniden nikah dairesine bu kez, neredeyse çocuklarına akran olacak direnişçi(!) bir kızla gidişine alışmak zorunluluğuna mı, İslam'da çok evliliğin faziletleri ya da boşanma hakkındaki meşru fetvalara mı, üç çocuğunu hiçe sayarak 'Bırak git' diyenlere mi, 'Aradığı her neyse şimdi bulmuş mudur?' diye bir mengeneye sıkıştırılmış yüreğinin paylaşılamazlığa isyanına mı, bunca yıl sonra annesinin haklı çıkışına mı, her ortamda 'eşine sahip çıkarmadın mı' edasından mı alınganlığından mı anlayamadan rahatsız olduğu hatır sormalara mı, yaşadıklarını fırsat bilerek inandıklarına saldıranlara mı? Neye üzüldüğünü bilemeden evlilik kelimesini anımsatacak her işarette üzerine çöken bu bedbin ruh halinden kurtulabilmek için, kara gözlü yağız delikanlılarına ve peri masalından çıkıp geldiğini sandığı kızının geleceğine dair yığınla sevgi dolu umut yığıp, yeni baştan sorgulayarak, yolun yarısı denilen yaşta yeniden başlayan hayatını sorgulayarak anlamlandırma çabasında.

Bir de kor ateşi hiç sönmeyen yüreğine rağmen, iki valizle yaşlı gözlerle çıktığı yolculukta, hayata dair kendisine verdiği sözü unutmamak için bütün telaşı.

Bu öykünün ne ilk ne de son kahramanı olmadığıyla şükür dolar yüreği. Safa ile Merve arasında çaresizliğin ürettiği zemzem tatlı hayatlarıyla; 20 yıllık hayat arkadaşını sekreterine kaptıran meneviş gözlü Fatma teyze, 15'inde gelin 18'inde kuma sahibi 70 yaşında hala burukluğunu atamamış Ayşe teyze, henüz 30'una bile ulaşamadan iki çocuğuyla karnı burnunda ortada bırakılıveren Nurcan ve daha niceleri derin bir matem ve keskin bir sızı bırakarak yüreğinde, canlanır gözlerinde.

Ve yıllar önce sadece 3-5 arkadaşının bulunduğu nikah merasimlerindeki yaşlıca, iri gözlüklü memurun, gözlerinin derinliğine, babacan bakışıyla ve iyi günde-kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta, sevgi-saygı ve fedakarlığınızı hiç kaybetmemeye söz verir misiniz? deyişiyle irkilerek, salonun sessizliğinde son soruyu, koca defteri imzalayan geline, derin bir hayranlıkla gülümseyen damada, kadın, gayri ihtiyari soruverdi.

- Bu sevgiyi ölüm sizi ayırana dek koruyacağına kara günlerinizi birlikte aydınlatmak için eşinin ellerini hiç bırakmayacağına sadece Allah'ın huzurunda söz verir misin? Yoksa alıştığın güzellikleri, yeni deneyimler adına bırakıp gider misin...?

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR