1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. Nakşiler nasıl düşünüyor? -1

Nakşiler nasıl düşünüyor? -1

Haziran 1995A+A-

Aşağıdaki alıntı bir Nakşi Şeyhi'nin oluşturduğu komisyon yardımıyla yazmaya başladığı "Ruhu'I Furkan" tefsirindeki yanlışlıkları gidermek niyetiyle, kendisine yazılan bir mektup sonrasında gerçekleşen görüşme tutanaklarıdır. Mektubu Süleymaniye Vakfı'ndan bir heyet hazırlamıştı. Ancak uzayan zaman zarfında mektuba cevap verilmedi. Lakin bu mektuptaki eleştiriler daha sonra karşılıklı bir görüşmenin vesilesi olabildi. Diyanet Teşkilatı İstanbul İl Müftülüğü'nda Fetva Dairesi Başkanı ve aynı zamanda Süleymaniye Vakfı Başkanı Doç. Dr. Abdülaziz Bayındır ile söz konusu Nakşi Şeyhi ve yardımcıları arasındaki bu diyalog daha sonra da karşılıklı bir görüşme/münazara vesilesi oldu. Görüşme sırasında yanında sekreter bulunduran Bayındır, bu görüşmeyi fotokopi ile çoğalttı. Bu görüşme geleneksel İslam anlayışının ve zaaflarının somut olarak anlaşılabilmesi için önemli tesbitler içermektedir. Ancak Nakşi Tarikatı'nda görülen geleneksel zaaf ve yanlışlıklar kadar olmasa da bu münazarada Bayındır'ın da bazı usuli konularda görülen zaafları dikkat çekicidir. Ayrıca Nakşi Şeyhi'nin itikadı ve siyasi konulardaki zaafları kadar, Diyanet İşleri'nin Fetva Dairesi görevlisi Abdülaziz Bayındır'ın Diyanet Teşkilatı'nın, dolayısıyla Devlet'in modern dayatmalarına karşı suskun, tevilci, takiyyeci davranışlarının da İslami açıdan sorgulanması gereken olumsuzluklar olduğu açıktır. Bu görüşmede söz konusu Nakşi Şeyhi'nin verdiği cevapları, şahitler huzurunda kaydedildiği için mevsuk kabul ediyoruz. Ancak nakillerde ve sorulan sorulara verilen cevaplarda bir yanlışlık veya kayırmaca olduğu iddiası karşısında da görüşme sırasında sorulan soruları soru muhatabı düzeltmek istiyorsa, bu sorulara verilen cevaba sayfalarımızın açık olduğunu da beyan ediyoruz. Haksöz

İstanbul 'da bulunan bir Şeyh Efendi ve etrafında yer alan bir kısım hocaların bazı görüşleri vatandaşlar tarafından bana soruldu. Bunları doğru görmediğimden onlardan bir hocaya dedim ki; sizin bana ulaşan görüşlerinizde yanlışlıklar buluyorum, bir araya gelelim de bunları bana izah edin. O da onları kendilerine yazılı olarak iletmemi ve yapacakları bir hazırlıktan sonra görüşmemizin uygun olacağını söyledi. Bunun üzerine bu konuda bana en çok sorulan bazı soruları içeren bir yazıyı Aralık 1993'te kendilerine gönderdim.

Aradan altı ay geçtikten sonra benimle görüşmek istediklerini bildirdiler. Şeyh Efendi başta olmak üzere tarikatın ileri gelen bütün hocalarının bulunduğu bir yerde beni kabul ettiler. Benim yanımda sadece sekreterliğimi yapan Hasan Ali vardı. Aşağıda onlara yazdığım yazıyı ve yaptığımız görüşmeyi bulacaksınız.

Şeyh Efendi'nin kimliğini gösteren ifadeler mektuptan çıkarılmıştır. Görüşme bölümünde verilen isimler, sadece onları yakından tanıyanların teşhis edebileceği şekilde yazılmıştır. Bu yazıda karşı tarafın sözlerine herhangi bir ilavede bulunmadım. Konuşmanın bana ait kısmına bir kısım eklemeler yaptım. Çünkü tartışma ortamının heyecanı ve her taraftan yapılan yüklenmeler cevap yetiştirme kaygısıyla söyleyemediğim bazı şeyler kalmıştı. Aşağıda bulacağınız uzun açıklamalar konuşma sırasında yer almayan ve sonradan yapılan ilavelerdir. Çünkü o ortam, böyle uzun açıklamalar yapmaya imkan vermemişti. Önemli olan kimin haklı kimin haksız çıktığı değil, hakkın ortaya çıkmasıdır.

Cenab-ı Hak'tan bu gayretleri rızasına muvafık kılmasını niyaz ederim.

I- ŞEYH EFENDİYE GÖNDERDİĞİM YAZI

Soru-1) "Kul ile Mevla arasında vesile ve vasıta olmaya müstehak olmuş (hak kazanmış), manevi yolu iyi bilen ve salikleri o yola ulaştırabilen bir şeyh aramak şeriatın emrettiklerindendir." diyorsunuz.

a) Şeyh, kul ile Allah arasında vesile ve vasıta olma hakkını nereden elde etmiştir? Bunun kaynağı nedir?

b) Şeriat'ta Kitap ve sünnete uymak emredilmiştir. Kitap ve sünnette açıkça belirtilmeyen hususlarda herhangi bir müctehidin görüşüne uymak yeterlidir. Çünkü Allahu Teala hazretleri "Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorunuz" (Nahl 16/ 43) buyurmuştur. Bir şeyh aramayı emreden şer'i delil nerede vardır?

c) Burada kastedilen manevi yolla ne kastediliyor? Maksat Kitap ve sünnete uymaksa neden "Kitap ve sünneti iyi bilen bir şeyh denilmiyor? Yoksa kastedilen manevi yol bunlardan ayrı bir şey midir?

Soru-2) Maide suresinin 35. ayetinde geçen "O'na yaklaşmaya vesile arayın" ilahi kelamı, şeyhi Allah ile kul arasında bir vasıta ve vesile kılmanın delili olarak gösterilmiştir. Buna bağlı olarak sık sık şeyhin ruhaniyetinden istianede bulunma yani ondan yardım isteme gereği tekrarlanmaktadır.

Kişiyi Allah'a yaklaştıran şeyin, imandan sonra salih amel olduğu Kur'an-ı Kerim'in tam 62 ayetinde yer almıştır.

"Bizim katımızda size yakınlık sağlayacak olan ne mallarınız, ne evladınızdır. Ama inanıp salih amel işleyenler böyle değildir. Onlar yaptıklarının kat kat karşılığını göreceklerdir. Onlar yüksek katlarda güven içinde olacaklardır." (Sebe 34/37)

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, "Ona yaklaşmaya vesile arayın" ayetini şöyle tefsir etmiştir: "Biz mü'miniz, Allah bizi mücerred iman ile sever deyip de laubali olmayınız. Allah'tan korkunuz, fena ahlaktan ve fena amelden sakınınız, iradenizi sarf edip esbaba da teşebbüs ediniz, Allah'ın emirlerini ifa eyleyiniz ve bununla da kalmayıp Allah'a yaklaşmak için daima vesile arayınız, her fırsattan bil istifade kendi gönlünüz ve hüsnü arzunuzla feraiz ve vacibat haricinde güzel güzel işler, rızayı ilahiye muvafık ameller yaparak kendi tarafınızdan da kendinizi Allah'a sevdirmek isteyiniz, isteyerek, yalvararak çalışınız ve uğraşınız demek olur."

Bazı tarikat mensupları, şeyhlerinin makamını anlatmak için şöyle bir mantık ortaya koymaktadırlar:

"Cumhurbaşkanı ile görüşmek isterseniz onunla doğrudan temas kurabilir misiniz? Sizi ona götürecek bir aracıya ihtiyaç olmaz mı? İşte şeyh de Allah'la kul arasında böyle bir aracı, bir vasıtadır."

Bu sebeple şeyhe tam bağlanmak, ona rabıta etmek, kalble ondan yardım istemek ve ona asla itiraz etmemek gereği ileri sürülüyor. Bunu sizin tarikatınıza mensup olanlarda söylüyorlar. Yukarıdaki vesile ve vasıta ifadeleri de bu görüşün dayanağı sayılıyor.

Kur'an-ı Kerim'de sık sık peygamberlerin kıssaları anlatılır ama onlardan hiç birinde Allah'a, bir insanı vasıta kılarak yaklaşma yöntemi görülmez. Sizin takdim ettiğiniz yöntem, Zümer suresinde belirtilen yaklaşma yöntemine uygun düşüyor. Allahu Teala şöyle buyuruyor:

"İyi bil ki saf din Allah'ın dinidir. O'nun berisinden bir takımlarını veli edinenler şöyle demektedirler: Biz onlara başka bir maksatla değil sadece bizi Allah'a tam yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz. İşte Allah, onların aralarında tartışıp durdukları şeyde hükmünü verecektir. Allah, yalancı ve gerçekleri örtüp duran kimseleri doğru yola sokmaz." (Zümer39/3)

Denebilir ki bir şeyhe tutunmanın neresi ayette belirtilen şekliyle evliyaya tutunmak olur? Müşriklerin putlarına tapındıkları gibi şeyhlere tapınma mı vardır?

İbadet etmiş olmak için puta secde eder gibi şeyhe secde etmek gerekmez. Çünkü ibadet secdeden ibaret değildir. Asıl ibadet duadır. Puta tapanlar secdeyi, putun rızasını kazanmak ve duaların kabulünü sağlamak için yaparlar.

Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Dua ibadetin kendisidir."1 "Dua ibadetin iliğidir, özüdür."2

Cenab-ı Hakk, Kur'an-ı Kerim'in birçok ayetinde müşriklerin durumunu belirtirken "Allah'tan başkasına dua etmek"3 ifadesini kullanmıştır. Hz. Peygamber (s)'e verdiği bir emirde şöyle buyurmuştur: "De ki: Ben yalnızca rabbime dua ederim. O'na hiç bir şeyi ortak koşmam" (Cin, 72/20)

İnsanlar öteden beri en çok dua ve ibadet konusunda yanıldıkları için bütün peygamberlerin davetinin temelini bu husus oluşturmuştur. Bize de kıldığımız namazların bütün rekatlarında Fatiha suresini okumamız emredilmiş ve günde kırk kere "Yalnızca sana ibadet eder ve yalnız senden yardım isteriz" (Fatiha, 1/5) ayeti tekrarlattırılarak konu zihinlerimizde canlı tutulmuştur.

Yardım istemenin usulü, Kur'an-ı Kerim'de şöyle açıklanmıştır: "Ey inananlar, yardımı sabır göstererek ve namaz kılarak isteyiniz. Kuşkusuz Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153)

Hal böyle iken çok kere tekrarlanan, Şeyhe rabıta etmek, onun ruhaniyetinden yardım istemek ona ibadetten başka ne ile açıklanabilir.

Şu ayetleri dikkatle düşünelim:

"Hak olan dua yalnız Allah'a yapılan duadır. Onların Allah'tan başka dua ettikleri ise, hiçbir isteklerine cevap veremezler. Böylesi, ağzına gelsin diye avuçlarını suya doğru uzatan, fakat ona bir türlü ulaşamayan kimseye benzer." (Rad 13/14)

"Onların Allah'tan başka dua ettikleri şeyler ise bir nesne yaratamazlar; zaten onların kendileri yaratılmıştır." (Nahl 16/20}

"... Bu böyledir. Çünkü hak olan yalnızca Allah'tır. Ondan başka dua elikleri şeyler ise batılın ta kendisidir. Her şeyden yüce ve her şeyden büyük olan yalnız Allah'tır." (Hac 22/52)

"De ki: Eğer duanız olmasa Rabbim katında ne ehemmiyetiniz olur?" (Furkan 25/77)

Soru-3) "Mevlanın fazl-u keremiyle masiva (Allah-u Tela'nın dışındaki her şey) salikin nazarından tamamen kalkıp, Allah'tan gayriyi (yabancıları) görmekten isim ve resim kalmayınca, muhakkak fenafillah (Allahu Teala'da eriyip gitmek) tabir' edilen devlet hasıl olmuş ve tarikat hali sonuna ermiş olur. Ve böylece Seyr-i İlallah (Mevla'ya doğru olan manevi yürüyüş) tamamlanmış olur" diyorsunuz.

a) Burada sözü edilen fenafillah önemli bir mertebe gibi gösteriliyor. Bunun Kur'an'da ve sünnette bir delili var mıdır? Asr-ı Saadette böyle bir şeyden bahseden olmuş mudur?

b) Mevlaya doğru olan manevi yürüyüşün daha hayatta iken tamamlanmış olması hangi Şer'i delil ile açıklanabilir?

Soru-4) "İşte bu fena denilen tarikat beka denilen hakikatle, yani bunları kazanmak sebebiyle kişiye "veli" (hakiki Allah dostu) demek doğru olur. Ve nefsi emmare (sürekli kötülük emreden nefis) mutmainneye dönüşür; küfründen ve inkarından vazgeçer. O Mevlasından, Mevtası da ondan razı olur. Nefsin tabiatında bulunan kerahat (ibadetlere karşı olan İsteksizlik hali) ortadan kalkar." diyorsunuz.

a) Burada veli için yeni bir tanım yapmışsınız. Halbuki velinin Kur'an-ı Kerim'de bir tanımı vardır. Allahu Teala hazretleri şöyle buyurmaktadır:

"İyi bilin ki Allah'ın velilerine korku yoktur. Onlar üzülecek de değillerdir. Bunlar inanmış olan ve takva ehli bulunan kimselerdir." (Yunus 10/62-63)

Burada inanıp takva ehli olanlar Allah'ın velisi sayılmıştır.

Takva ehli olanların kimler olduğu da Bakara suresinin baş tarafında bildirilmiştir. Bu ayetlere göre (Bakara 2/2-4) "Onlar gayba inanan, namaz kılan, kendilerine verilen rızıktan yerli yerince harcayan, Hz. Peygambere ve ondan önceki peygamberlere indirilenlere inanan, ahireti kesinkes kabul eden kimselerdir." Velinin Kur'an'daki tanımı bu iken siz niçin başka bir veli tanımı yapıyorsunuz?

b) "Nefsi emmare mutmainneye dönüşür, küfürden ve inkardan vazgeçer" deniliyor. Nefsi emmareye ve nefsi mutmainneye Kur'an-ı Kerim'in dışında nasıl mana verilebilir? Kur'an-ı Kerim'de nefsi emmare ile ilgili olan ayet şudur:

"Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü nefis rabbimin esirgemesi olmadıkça kötülüğü emreder durur." (Yusuf 12/53)

Burada Hz. Yusuf (as) emmare diye kendi nefsinden bahsetmektedir. Bir büyük peygamberin nefsi için nefsi emmare deniyorsa hiç kimse nefsi emmareden kurtulamaz demektir.

Ayette nefsi emmareyi ifade eden cümle isim cümlesidir. Arapçada isim cümleleri devam ve sübut ifade eder. Yani nefsin kötülüğü emretmesi devamlı olur. Ayrıca bu konulardaki şüpheleri gidermek için ayette cümlenin başına "inne" haberinin başına da "te'kîd lam"ı getirilmiştir.

Nefsin mutmainne olması emmare olmaktan vazgeçmesi anlamına gelmez. Mutmainne demek imanında hiçbir şüphesi kalmamış demektir,

Soru -5) Şöyle bir rabıta tanımı yapıyorsunuz: "Rabıta bir müridin, mürşid-i kamilinin ruhaniyetiyle beraber, suretini kalp gözünün önüne getirerek hayal etmesi ve kalbiyle ondan yardım istemesinden ibarettir."

a) Kur'an-ı Kerim'de bir şey ya açık ya da üstü kapalı ifadelerle anlatılır. Her hangi bir ayette ne açıkça ne de üstü kapalı olarak rabıtadan bahsedilmiştir. Şeriat'ta rabıtanın kıyas edileceği bir hüküm yoktur. Kıyas için illet birliği yani iki şey arasında bir ortak yön aranır. Rabıta konusunda çok sayıda delil getirmenize rağmen bunlardan hiçbirisinin tarif edilen rabıta ile illet birliği yoktur. Çünkü rabıtanın özü, mürşidin ruhaniyeti ile beraber suretini kalb ile gözünün önüne getirerek hayal etmek ve kalbe ondan yardım istemek, diye tanımlanmıştır. Bu sadece Zümer suresinin 3. ayetinde geçen duruma benzemektedir ki bununla ilgili izahlar ikinci soru içindedir.

b) Madem mürşid Hz. Peygamberin vekilidir, düşünmek gerekmez mi, Hz. Peygamber(s)'in hiç bir sahabisine emretmediği şeyi vekili nasıl isteyebilir?

Soru-6) "Allahu Teala'ya ve rasulüne inanan, Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat itikadına sahip olan hiçbir kimsenin rabıtayı inkar etmesi caiz değildir." deniyor. Bunu nasıl söyleyebildiğinizi anlamak mümkün değildir. Çünkü rabıtayı sizin belirttiğiniz şekliyle tarif eden ilk kişi 1776'da doğup 1826'da vefat etmiş olan Mevlana Halid Bağdadi'dir, Ondan önce yaşamış olan Ehl-i Sünnet'ten hiç kimse böyle bir şey söylememiştir. Rabıta Nakşibendi tarikatı dışındaki tarikatlarda da kabul görmemiştir.

Rabıta, Mevlana Halid-i Bağdadi'nin bir içtihadı olabilir. Müctehidler bir ictihad yaptıkları zaman Kitap veya sünnete dayanırlar. Kendilerine göre Kur'an ve sünnette benzeri bulunun bir şeye kıyas yaparak görüşlerini ortaya koyarlar. Sonra da derler ki, "Bu benim görüşümdür; doğruysa Allah'tan, yanlışsa bendendir." Çünkü Hz. Adem'i yanıltan şeytanın kendilerini de yanıltabileceğini bilirler. Zaten Allahu Teala hazretleri şeytanın peygamberlere dahi vesvese verdiğini beyan etmiştir. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor: "Ey Muhammedi senden önce gönderdiğimiz hiç bir nebi ve rasul yoktur ki, bir şeyi arzuladığı zaman, şeytan onun arzusuna vesvese karıştırmamış olsun. Allah şeytanın karıştırdığını giderir, sonra Allah kendi ayetlerini tahkim eder. Allah bilendir, hakimdir." (Hacc 22/52)

Allah peygamberlere olan vesveseyi gidermeyi üstlenmiştir. Ama peygamberler dışındakiler için böyle bir üstlenme yoktur. Bu sebeple peygamberlerin dışındaki şahıslara ait olan her sözde, şeytan vesvesesi bulunabilir. Bunun için bütün müctehidler "Sözlerimizi Kur'an ve sünnete uygun bulursanız alın, yoksa almayın." demişlerdir. İşte böyle bir dikkat insanları hak yolda devamlı kılabilir.

Şeyhe itirazı dahi caiz görmeyen bir anlayış, şeytanın arayıpta bulamayacağı anlayıştır. Bu sebeple Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat'a uyma iddiasında bulunan herkes, tabi olacağı bir sözün Kitap ve sünnete uyup uymadığını kontrol etmek zorundadır.

Soru-7) Burada Kur'an-ı Kerim'e açıkça aykırı olan iki hususa daha dikkatlerinizi çekerek yazıya son vermek istiyorum.

"İşlerinizde hayrete düştüğünüz vakit kabir ehlinden yardım isteyin" diyor ve bunu Peygamber (s)'in söylediğini iddia ediyorsunuz. Her gün kırk kere "Yalnız senden yardım isteriz." (Fatiha 1/5) diyen bir müslüman bir kitabın bir yerinde böyle bir ifade gördü diye gece odun toplayan insanlar gibi onu nasıl alabilir? Bu, odun yerine yılanı almak olmaz mı?

Ayrıca "Şeyhini şefaatçi, aracı kıl ki seni sevinçle doldursun." diyorsunuz. Şeyhe şefaat yetkisini kim vermiş? Her namazdan sonra Ayete'l Kürsi'yi okuyan ve "Onun izni olmadan onun katında şefaat edecek olan da kimmiş?" (Bakara 2/225) ifadelerini tekrarlayıp duran bir müslüman böyle bir söze nasıl yeltenebilir? Bu söz Kur'an-ı Kerim'de şefaatle ilgili olarak geçen bütün ayetlere aykırı değil midir?

Sonuç olarak şunu belirtmek gerekir ki; beşer olarak hepimiz her an yanılabiliriz. Bir müslüman olarak vazifemiz birbirimize hakkı tavsiye etmektir. Şeriata uyma hususunda büyük gayretler içinde olduğunu bildiğimiz Şeyh Efendi ve cemaatinin burada yazılanlara kulak vereceğini, bizim yanıldığımız husus varsa bizi uyaracaklarını kabul ediyoruz. Bu bir başlangıçtır. Eğer hayırlı bir müzakereye sebep olursa ümmetin bundan çok faydalanacağı tabiidir. Durum tetkiklerinize arz olunur.

Doç. Dr. Abdulaziz BAYINDIR

II- ŞEYH EFENDİ İLE GÖRÜŞME

7 Temmuz 1994 Perşembe günü öğle namazında, Şeyh Efendi'nin yanına davet edildim. Davetin sebebi, yukarıdaki yazıyla ilgili görüş alış verişi yapmaktı.

Toplantıda Şeyh Efendi, Abdullah Hoca, Vanlı Hoca, Karamustafa Hoca, Bayram Hoca, Ahmet Efendi ve adını bilmediğim ama hocalardan olduğu anlaşılan üç kişi daha vardı. Dinleyici olarak bulunan bir kişi ile sekreterim Hasan Ali de orda yer almıştı. Söze Vanlı Hoca başladı.

Vanlı Hoca: Her şeyden önce şunu öğrenelim. Sen tasavvufu kabul ediyor musun, etmiyor musun?

Bayındır: Bu, tasavvuftan ne kastedildiğine bağlıdır. Tasavvuf, Kur'an ve sünnete uygun olarak müslümanlığı yaşamak için bir şeyhin etrafında bir araya gelmekse bunun takdir edilmeyecek bir tarafı yoktur. Bunun adına ister tarikat, ister tasavvuf isterse ne denirse densin bu davranış Peygamberlerin davranışıdır.

Burada dikkat edilmesi gereken bir şey vardır. Şeyh Efendi'yi bir öğretmen, bir yol gösterici, örnek bir insan olarak kabul edebiliriz. Ama tutar şeyh efendiye Allah ile kul arasında bir kısım vasıflar yüklemeye, onu bir vesile ve vasıta kılmaya, onun ruhaniyetinden yardım istemeye manevi himmetinden yararlanmaya kalkışırsanız aşırıya kaçmış olursunuz. Bizim karşı çıktığımız bu aşırılıklardır. Kur'an ve Sünnet çerçevesi dışına taşan aşırılıkları kim, hangi ad altında yaparsa yapsın kabul etmemiz söz konusu olamaz.

Kara Mustafa Hoca: Bizim tasavvuf anlayışımızı sana okuyayım. İmam Rabbani Hazretleri Mektubatı'nda şöyle buyuruyor:

"Şunu bil ki, şeriatın üç bölümü vardır; ilim, amel ve ihlas. Bu üç bölümün hepsi gerçekleşmeyince şeriat gerçekleşmez. Şeriat gerçekleşti mi, Hak Sübhanehu ve Teala'nın rızasının kazanılması da gerçekleşir. Bu rıza öyle bir şeydir ki, dünya ve ahiret mutluluklarının tamamından üstündür. "Allah'ın rızası her şeyden büyüktür." (Tevbe 9/72) Öyleyse şeriat, dünya ve ahiretin tüm mutluluklarını garantilemiştir. Şeriatın ötesinde ihtiyaç duyulacak bir şey yoktur.

Tarikat ve hakikat ki, sufiler bunlarla öne çıkmışlardır, üçüncü bölümü oluşturan İhlasın olgunlaşması hususunda da şeriatın emrindedirler. Bu iki şeyin elde edilmesinin gayesi şeriatı mükemmelleştirmektir. Şeriatın ötesinde herhangi bir şey yoktur."4

Bayındır: Bu tasavvuf anlayışı bizim kabul edebileceğimiz bir anlayıştır. Bu anlamda bir tasavvuf terbiyesine ihtiyaç olduğuna inanıyorum. Sizin ortaya koyduğunuz şeyler bu anlayışa aykırı olduğu için kabul edemiyoruz.

Kara Mustafa Hoca: Bizim o anlayışa aykırı bir şeyimiz yoktur.

Bayındır: Burada söz konusu edeceğimiz şeyler, sizin şeriata açıkça aykırı olan inançlarınızda. Eğer bunlar Hanefi, Şafii, Maliki, Eş'ari, Maturidi gibi herhangi bir mezhebin görüşüne aykırı olsaydı bunu gözümde büyütüp sert tavır ortaya koymazdık. Mütevatir olmayan hadis-ı şeriflere aykırı görseydik gene bu kadar fazla üzerinde durmazdık. Siz Kur'an-ı Kerim'in çok açık ifadelerine aykırı şeyler söylüyor ve yazıyorsunuz. Bunlar karşısında susarsak yarın Allah'ın huzurunda herkesten önce siz bize hesap sorarsınız. Neden sizi uyanmadığımızın ve acıklı bir cezaya çarpılmanıza göz yumduğumuzun hesabını sorarsınız.

Vanlı Hoca: Şu hadisi kabul etmediğinizi söylemişsiniz:

"İşlerinizde ne yapacağınızı şaşırdığınızda kabir ehlinden yardım isteyiniz."

Bunun nesine karşı çıkıyorsunuz? Burada kabir ehlinden yardım istemek demek onlardan ibret almak demektir.

Bayındır: Eğer söz konusu olan ibret almaksa neden o kelimelerle söylenmiyor da yardım istemek şeklinde söyleniyor? Hadis diye uydurulmuş bulunan bu sözün arapçasında "festeinu" (yardım isteyiniz) ifadesi kullanılmaktadır. Ama Allah Teala Hazretleri Fatiha suresinde bize her namazımızda " iyyake nestain" (yalnız senden yardım isteriz) dedirtiyor. Burada hasır vardır. Yani yardımın yalnız Allah'tan dileneceği ifade edilmektedir. O zaman yukarıdaki sözle bu ayetin metni açıkça çatışmıyor mu?

Bir söze hadis diyebilmek için anlam bakımından Kur'an-ı Kerim'e aykırı olmaması ve Hz. Peygamber'den duyulduğunun bir senedi olması gerekir. Bu sözü Hz. Peygamber'den hangi sahabi duymuştur, o sahabiden bize nakleden kimdir, hangi hadis alimi kitabında buna yer vermiştir? Bütün bunların tespiti gerekir.

Hadis dediğiniz bu söz açıkça Kur'an-ı Kerim'e aykırıdır. İkinci olarak da bu sözün hiçbir senedi yoktur. Ben size bunu duyuralı uzun bir süre geçti ama hiç bir senet getiremediniz. Çünkü olmayan şey getirilmez.

Bayram Hoca: Yaşayan bir insandan yardım istemiyor muyuz? Bir veli ölünce ruhu, kınından çıkmış kılınç gibi olur ve o zaman daha çok yardım yapma imkanı elde eder. Bunlar birçok tasarruflarda bulunmaktadırlar.

Bayındır: Bu sözün Kur'an'dan ve sünnetten bir delili var mıdır? Hz. Peygamber de ölmüştür. Onu hatırladığımızda ve kabrini ziyaret ettiğimizde ona salat ve selam getiriyoruz. Bu halimizle Allah'ın rahmeti ve ebedi mutluluk onun olsun demek istiyoruz. Yani Allah'tan, Peygamberimize olan ikramını daha da artırmasını talep ediyoruz. Ama hiç bir duamızda Hz. Peygamber'den bir talepte bulunmuyoruz. Çünkü böyle bir şey Hristiyanların Hz. İsa'ya yaptığını bizim Hz. Peygamber'e yapmamız olur ki; bu, yoldan çıkmaktan başka bir şey değildir.

Ayrıca imanımızı tazelemek için söylediğimiz her şehadet kelimesinde ilk önce Rasulullah'ın Allah'ın bir kulu olduğunu yani bizim gibi bir insan olduğunu vurgulayıp duruyoruz. "Eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Rasulüh" demenin anlamı şudur: "Şunu çok iyi biliyorum ki, Muhammed Allah'ın kulu ve resulüdür."

Bayram Hoca! Velilerin ruhunun ölümlerinden sonra kınından çıkmış kılınçlar gibi olduğunu ve daha çok tasarrufta bulunduğunu, yani bir kısım işleri çevirebildiklerini ifade ettiniz. Bunu neye dayanarak iddia edebiliyorsunuz?

Bayram Hoca: Bunu yazan bazı büyük alimler var.

Bayındır: O kitapları getirin, görelim. Ama her şeyden daha büyük olan Allah'ın kitabında bunun böyle olmadığına dair açık ayetler vardır.

"Allah ölüm esnasında ruhları alır, ölmeyenlerinkini de uykuda alır. Ölümüne hükmettiği ruhları tutar, ötekileri belli bir vakte kadar salıverir." (Zümer39/42)

Bu ayete göre Allah'ın belli bir yerde", berzah aleminde tuttuğu ölülerin ruhunu, dirilerin ruhu gibi dünyaya salıverdiğini neye dayanarak iddia edebilirsiniz?

Kabirdekilerle ilgili olarak Allah Teala şöyle buyuruyor:

"Dirilerle ölüler bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine işittirir. Ama sen kabirdekilere bir şey işittiremezsin." (Fatır 35/22)

Hz. İsa (as)'in ifadelerini ihtiva eden şu ayet üzerinde düşünmek gerekmez mi?

"....İçlerinde bulunduğum sürece onları gözetiyordum. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi görüp gözetirsin." (Maide 5/115)

Hz. İsa gibi bir peygamber, öldükten sonra ümmetinden habersiz olacak da herhangi bir velinin ruhu kınından çıkmış kılıç gibi tesirini artıracak. Bu, batıl hayalden başka ne olabilir?

"Allah'ı bırakıp da kendisine kıyamete kadar cevap veremeyecek olanlara dua edenlerden daha sapık kim olabilir? Oysaki bunlar onların dualarından habersizdirler." (Ahkaf 46/5)

Şeyh Efendi: Sen vesileyi kabul etmiyorsun. Vesileye dair delilimiz vardır. Bir zatın gözleri ama olmuştu. Hz. Peygamber (s)'e âmâ geldi, ona dua etmesini söyledi. Peygamberimiz de ona, abdest al, iki rekat namaz kıl ve "Ya rabbi peygamberini vesile ederek senden şifa istiyorum." diye dua et, buyurdu. O şahıs da bu dua ile beraber "Ya Rabbi peygamberini hakkımda şefaatçi kıl dedi." Bu sahih hadistir. Bu hadisi kabul etmiyorsan biz de seni kabul etmeyiz.

Bayındır: Böyle bir toplantıda bunun dile getirileceğini tahmin ettiğim için hadis-i şerifin bütün rivayetlerini yanıma aldım ve geldim.

Bu hadis-i şerif Tirmizi'de, İbn-i Mace'de ve Ahmed b. Hanbel'in Müsnedi'nde geçmektedir. Hadis-i şerif mealen şöyledir:

"Gözleri kör bir adam Hz. Peygamber (s)'e geldi ve şöyle dedi:

- Allah'a dua et, bana şifa versin. Peygamberimiz buyurdu ki,

- İstersen dua ederim, istersen durumuna sabredersin daha iyi olur. Adam dedi ki:

- Dua et.

Hz. Peygamber (s) ona, güzelce abdest almasını, iki rekat namaz kılmasını ve şöyle dua etmesini emretti: "Allah'ım senden istiyorum, rahmet peygamberi Muhammed ile sana yöneliyorum."

- Ya Muhammed, şu ihtiyacımın görülmesi için seninle Allah'a yöneldim. Ya Rabb onu benim hakkımda şefaatçi kıl."5

Burada sizin belirttiğiniz manada bir tevessül yoktur. Hz. Peygamber (s) o şahıs için dua etmeye söz veriyor, onun de kendisiyle birlikte dua etmesini istiyor. Eğer Hz. Peygamber dua etmeye söz vermeseydi sizin iddianız akla gelebilirdi.

Şeyh Efendi: Şu ayet de tevessülün delillerindendir:

"Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler ve Allah'tan bağışlanmayı dileselerdi, Rasul de onların bağışlanması için dua etseydi Allah'ın tevbeleri kabul ettiğini ve merhametli olduğunu göreceklerdi." (Nisa 4/64)

Onlar Hz. Peygamber'e geliyorlar, Hz. Peygamber onların bağışlanmasını istiyor. İşte insanlar da evliyaullaha gelir, onlar da Allah'ın bağışlamasını ister. Çünkü evliyaullah Hz. Peygamberin varisidir. Peygamberin yaptığını onlar da yaparlar.

Bayındır: Bilirsiniz, İslamiyette tevbe ve istiğfarın şekli bellidir. Evvela kişi yaptığı günahtan dolayı pişmanlık duyar, ikinci olarak o günahı bir daha işlememeye karar verir, son olarak da Allah'tan bağışlanmasını diler. İşlediği günahta kul hakkı varsa, tevbesinin kabulü için ilgili şahıstan helallik alması da gerekir. Biz de hristiyanlarda olduğu gibi günah çıkarma olmadığı gibi tevbe için bir hocanın veya alimin yanına gitme de yoktur. Hocanın veya alimin yanına tevbenin nasıl yapılacağını öğrenmek ve hayır duasını almak için gidilir. Araya vasıta girdiği zaman bazı kimselerin Allah adına iş yapmaya kalkışmaları söz konusu olur ki, bunun açık bir delili yoksa şirkten başka bir şey olmaz.

Yukarıdaki ayet, münafıklarla ilgili olarak inmiş bir ayettir. Ayeti iyi anlamak için öncesine ve sonrasına (siyak ve sibaka) bakmak gerekir.

Müslüman geçinen bir kişi yani bir münafık ile yahudi arasında anlaşmazlık çıkar. Yahudi çözüm için Hz. Muhammed (s)'e başvurmayı, münafık da yahudi sihirbazı Ka'b b. Eşrefe gitmeyi önerir. Yahudi o münafığı güç bela ikna ettikten sonra Hz. Peygamberin huzuruna girerler. Peygamber (s) yahudiyi haklı bulur. Dışarı çıkınca münafık bu hükme razı olamayacağını söyler ve arkadaşını zorla Hz. Ömer(ra)'e götürür. Yahudi durumu ve münafığın Hz. Peygamberin hükmüne razı olmadığını anlatır. Münafık da yahudinin doğru söylediğini belirtince Hz. Ömer; "Biraz bekleyin, şimdi gelip hükmümü veririm" diyerek evine girer, kılıcını alır, çıkınca münafığın boynunu vurur ve "Allah'ın ve Peygamberinin hükmüne razı olmayana benim hükmüm budur." der."

Kur'an-ı Kerim'de "... Müslüman olduklarını ileri süren kişilerin yargı için Hz. Peygamber yerine tağuta başvurmak istedikleri" (Nisa 4/60), Allah'ın indirdiği kitaba ve onun Peygamberinin hükmüne başvurulması teklif edilince münafıkların iyice uzaklaştıkları (Nisa 4/61), yaptıkları yüzünden başlarına bir felaket gelince Hz. Peygamber'e gelip "Biz sadece iyilik etmek ve arayı bulmak istemiştik" diye Allah'a yemin ettikleri (Nisa 4/62) haber verildikten sonra Hz. Peygamber'e, onlardan yüz çevirmesi, onlara öğüt verip tesirli konuşma yapması emrolunuyor ve sonra yukarıdaki ayete yer veriliyor.

"Biz her peygamberi Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi için göndermişizdir. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler ve Allah'dan bağışlanmayı dileselerdi, Rasul de onların bağışlanması için dua etseydi, Allah'ın tevbeleri kabul ettiğini ve merhametli olduğunu göreceklerdi." (Nisa 4/64)

Burada münafıkların bağışı Allah'tan dilemeleri gerektiği ve Peygamberin de onların bağışlanmasını istemesinin tevbelerinin kabulüne sebep olacağı bildirilmiştir. Yoksa Hz. Peygamberin Allah ile kul arasında bir vasıta olması söz-konusu değildir.

Ayrıca bunlar günahlarını hem Allah'a karşı hem de topluma karşı işlemişlerdir. Çünkü davranışlarıyla toplumun huzurunu bozmakta ve kötü örnek olmaktaydılar. O toplumun başkanı da Hz. Peygamber'dir. Suçlarının bağışlanması için başkan olan Hz. Peygamberin huzurunda pişmanlıklarını dile getirmeleri gerekiyordu.

Bunlar, pişmanlıklarını ortaya koyup Allah'tan bağış isteyerek Hz. Peygamberin huzuruna gelince Hz. Peygamber onları reddetmeyecek, onları hem müslüman toplum adına affedecek hem de bağışlanmaları için Allah'a dua edecektir.

Çünkü işlenen bir günah kul hakkı ile ilgili ise tevbe için helallik almak gerekir. Bütün bir topluma karşı işlenen günah için her fertten helallik alınamayacağı için o toplumun reisinden helallik almak yeterli olacaktır. Münafıklar böyle yapsalardı Allah'ın onları bağışlaması için bütün şartlar oluşmuş olacaktı.

Abdullah Hoca: Bizim Hoca Efendi'ye bakışımız, onun bize yardımcı olacağı yolundadır. Mesela bugün mahkemede avukat tutma zorunluluğu yoktur. Ama genellikle avukat tutanlar davayı kazanırlar. Hoca Efendi de bizim avukatımızdır.

Bayındır: Siz, hiçbir şeyden haberi olmayan bir hakim ile gizli aşikar her şeyi bilen Allah Teala'yı aynı mı tutuyorsunuz?

"O gün kişi kardeşinden anasından, babasından, eşinden ve oğullarından kaçacaktır. O gün herkesin işi başından aşacaktır." (Abese 80/34-37) buyrulmaktadır.

Durum böyleyken Hoca Efendi nereden fırsat bulacak da sizi savunacaktır. Buna dair bir ayet veya hadis bulamazsınız. Ama bunun tam tersini ifade eden çok şey bulabilirsiniz.

Vanlı Hoca: Biz burada Hoca Efendi ile iyi geçiniyoruz ki, belki ahirette eteğinden tutarız, belki bize faydası dokunur.

Bayındır: Müslümanlar daima korku ile ümit arasında olmalıdır. Cehenneme gitme korkusu ve cennete gitme ümidi olmalıdır. Onun cennete gideceğini nereden biliyorsunuz ki, sizi de götürmesini bekliyorsunuz.

Sizin bahsettiğiniz şefaattir. Fakat her namazın arkasından okuyup durduğumuz Ayete'l-Kürsi'de "Onun izni olmadan onun katında şefaat edecek olan da kimmiş" Duyurulmuyor mu? Siz Hoca Efendi'yi razı etmeye uğraşacağınıza Allah'ı razı etmek için vakit geçirseniz olmaz mı?

"De ki, Allah'ı bırakıp da kuruntusunu ettiklerinize yalvarın bakalım. Onların göklerde de yerde de zerre ağırlığında bir şeye hükümleri geçmez. Onların bu iki şeyden bir ortaklıkları yoktur. Allah'ın onlar arasından bir yardımcısı da bulunmaz.

Allah'ın katında, kendisini uygun gördüğünden başkasının şefaati yarar sağlamaz. Yüreklerindeki korku giderilince "Rabbimiz ne buyurdu?" dediler. "Hakkı buyurdu" diye cevap verdiler. O yücedir, büyüktür." (Sebe 34/22, 23)

Kara Mustafa Hoca: Müftülükte bir müftü ile görüşmek istesen bile araya bir kapıcının girmesi, bir kişinin seni müftüye takdim etmesi gerekir. Eğer araya kimse girmezse bir yetkiliyle, bir bakanla pat diye görüşebilir misin? İşte Hoca Efendi de bizimle Allah arasında bir vesile, bir vasıta olmaktadır.

Bayındır: Bu çok çirkin bir sözdür. Ayetinde bize şah damarımızdan daha yakın olduğunu söyleyen Allah Teala için bu söz nasıl söylenebilir.

Bu inanç insanı şirke sokar. Şirk zaten Allah ile kul arasına bir vasıta koymanın ta kendisidir. Zümer Suresi'nde buna dikkat çekilmektedir:

"İyi bil ki saf din Allah'ın dinidir. Onun berisinden bir takımlarını veli edinenler şöyle demektedirler: Biz onlara başka bir maksatla değil sadece bizi Allah'a tam yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz. İşte Allah, onların aralarında tartışıp durdukları şeyde hükmünü verecektir. Allah, yalancı ve gerçekleri örtüp duran kimseleri doğru yola sokmaz." (Zümer 39/3)

Bu tür inanışlardan lütfen vazgeçin. Çünkü şeytan insanı hep bu metodla saptırmaktadır.

Hoca Efendi! Lütfen bana söyler misin, seni yaratan, besleyen, büyüten ve sana senden yakın olan Allah mı seni daha iyi tanır, yoksa Şeyh Efendi mi?

Kara Mustafa Hoca: Tabii ki, Allah daha iyi tanır.

Bayındır: Peki Şeyh Efendi, senin neyini Allah'a anlatacak da seni ona tanıtacak?

Şeyh Efendi: Siz ne derseniz deyin, biz Allah ile kullar arasına evliyaullahın ve meşayih-i izam hazeratının ruhlarının vasıta olduğuna inanırız. Onların ruhaniyetinden istimdad eder, istianede bulunuruz.

Bayındır: Peki "İyyake nestein" (Yalnız senden yardım isteriz. Fatiha 1/5) ayeti nerede kaldı? Günde kırk kere niçin bu ayeti okuyup duruyoruz?

Allah Teala bir de şöyle buyuruyor: "Andolsun ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız," (Kaf50716)

Allah bize şah damarımızdan daha yakın olduğuna göre evliyaullahın ve meşahiy-i izam hazeratının ruhları nerede boşluk buluyor da araya giriyorlar?

Şeyh Efendi: İlahiyat Fakültesi'nden iki kız talebe geldi ve bana aynı şeyi sordular. Dediler ki, Allah bize şah damarımızdan daha yakın olduğuna göre neden şeyhler araya giriyorlar? Ben de dedim ki, siz Kur'an okuyor musunuz? "Evet" dediler. "Dedim ki, Kur'an'ı size kim okutuyor? "Kur'an hocası." dediler. Allah size Kur'an hocasından daha yakın değil mi, neden okutmuyor da Kur'an öğrenmek için bir başkasına ihtiyaç duyuyorsunuz? diye sordum. "Tamam haklısın" dediler.

Bayındır: Eğer bu örneğinizle sizin öğretmenlik yaparak insanlara dinlerini öğretmeye vasıta olduğunuzu söylüyorsanız bu doğrudur. Bütün öğretmenler ve bütün ustalar insanların eğitim ve öğretiminin birer vasıtasıdır. Ama Allah ile kul arasında vasıta olma meselesiyle bunun bir alakası yoktur.

Şeyh Efendi: Abdulkadir Geylani Hazretleri bir şiirinde buyuruyorlar ki, "Benim müridim dünyanın neresinde olursa olsun çağırdığında yardımına koşarım."

Bayındır: Bu Kur'an-ı Kerimin çok sayıda ayetine açıkça aykırıdır. Bunu nasıl kabul edebiliyorsunuz. Sıkışınca Allah'tan başkasından yardım isteniyor ve o yardıma koşuyorsa artık kim Allah'a sığınma ihtiyacı duyar.

"Darda kalmış kişi dua ettiği zaman onun yardımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzünün hakimleri yapıyor? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz." (Nemi 27/62)

Dua, küçüğün büyükten, güçsüzün güçlüden ihtiyacını istemesidir. Allah'ın her şeye gücü yeter, ama biz aciziz. Dolayısıyla bütün isteklerimizi Allah'tan istememiz gerekir. Çünkü Allah'ın onaylamadığı hiç bir istek, bir başkası tarafından da yerine getirilemez.

Ahmet Efendi: İnsanlar birbirinden yardım talebinde bulunmuyorlar mı? Bu da Allah'tan başkasından yardım istemek olmaz mı?

Bayındır: Bazı şeyler insanların gücü dahlindedir. Birinden, yapabileceği bir yardımda bulunmasını talep etmek Allah'tan başkasına dua etmek olmaz. Peygamberimizin ve ashab-ı kiramın bu gibi davranışları olmuştur. Kur'an-ı Kerim de paylaşmayı teşvik etmektedir. Ama insanların gücü dışında kalan şeyleri onlardan veya onların ruhaniyetlerinden istemek, yahut ölmüş bir kimseden bir yardım talep etmek Kur'an'a aykırı düşer. Bazı tarikatlarda iki şeyden bahsediliyor. Birincisi "istimdad" diğeri de "şefaat'tir.

İstimdad, yardım talebinde bulunmak demektir. Başımız sıkışıp bazı ruhanilerde yardım talebinde bulunduğumuz zaman onlar bu yardımı yapabilirlerse artık Allah'a dua etmeye ne ihtiyaç kalır. Onun için sizin gibi inanan tarikat erbabı, başları sıkışınca "Ya Abdulkadir Geylani!.. Ya falan, Ya filan" diye çağrıda bulunuyorlar. Sizin müritleriniz de dahil, bir başarı elde ettikleri zaman Allah'ın yardımıyla oldu demiyorlar da "Efendinin Allah katındaki değerinden oldu" diyorlar.

"Niye Allah'ın yardımıyla demiyorsunuz da Efendinin himmetiyle diyorsunuz?" diye sorulunca diyorlar ki, "Efendinin Allah katındaki değerinden dolayı Allah onun müritlerine yardım ediyor."

Putperestler de savaş tanrısından, barış tanrısından ve diğerlerinden bir şey isteyince bilirlerdi ki, bu tanrıların kendilerine bir faydası ve zararı dokunmaz. Fakat onların temsil ettikleri ruhların Allah katında kıymetli olduğuna ve Allah'ın onlar vasıtasıyla sunulan istekleri reddetmeyeceğine inanırlardı. Yani gene netice olarak Allah'tan istekte bulunduklarını zannederlerdi.

Zaten Allah'tan başka tanrı edinme, bazı konularda manevi yardım görme ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Bu hususta şöyle buyrulmaktadır: "Belki kendilerine yardımları dokunur diye Allah'tan başka tanrılar edindiler. Ama onların yardıma güçleri yetmez. Oysa ki kendileri onlar için hazır askerdirler." (Yasin 36/74-75)

Şeyh Efendilerin ahirette de şefaat edip kendi müridlerini cennete götüreceklerine inananlar var. Size gönderdiğim yazıda belirttiğim gibi diyorsun ki, "Şeyhini şefaatçi, aracı kıl ki seni sevinçle doldursun". Bu inancı reddeden çok sayıdaki ayetten biri de şudur: "Rablerinin huzurunda toplanacaktan günden korkanları Kur'an ile uyar; onların Allah'tan başka ne dostları ne şefaatçileri vardır. Kendilerini belki bu sayede (batıl inançlardan) korurlar." (En'am 6/51)

Allah kime şefaat yetkisi verirse yalnız onlar, Allah'ın dilediği kimselere şefaat edebileceklerdir. "Allah onların yaptıklarını da yapacaklarını da bilir. Şefaata yetkili kıldıkları, onun razı olduğu kişilerden başkasına şefaat edemezler. Kendileri de onun korkusundan titrerler." (Enbiya 21/28)

Müritler, efendiler sayesinde dünyada da ahirette de paçayı kurtarabilecekler ise onlar için efendilerini memnun etmek her şeyden önemli olur. Artık Allah'a yalvarma gereği büsbütün ortadan kalkar. Günümüzde tasavvufa yönelmiş bazı kişiler, Şeyh Efendi gibi, Allah ile kendi aralarında yer aldığını vehmettikleri bir kısım ruhanilere sığınmaktadırlar. Ama bu tamamen batıl bir yoldur. Eğer tevbe edip hakka yönelmezseniz ahiretinizin çok kötü olacağından endişe ederim.

Hz. Peygamber (s)'e verdiği bir emirde Allah Teala şöyle buyuruyor:

"De ki: Ben yalnızca Rabbime dua ederim. Ona hiç bir şeyi ortak koşmam." (Cin 72/20)

Şu ayetleri dikkatle düşünelim:

"De ki, Allah'ın dışında kuruntusunu ettiklerinize dua edin; göreceksiniz ki, her hangi bir sıkıntınızı ne gidermeye, ne de bir başka tarafa çevirmeye güçleri yeter.

Dua edip durdukları bu şeyler de Rabblerine hangisi daha yakın diye vesile ararlar, rahmetini umar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı cidden korkunçtur." (İsra 17/56-57)

"De ki, şu sizin Allah'tan başka dua edip durduklarınıza baksanıza; gösterin bana, onlar yerde ne yaratmışlardır? Yoksa onların göklerde ortaklıkları mı var? Bundan evvel size gelmiş bir kitap veya elinizde bir bilgi kalıntısı varsa haydi, doğru kimselerseniz, onları bana getirin.

Allah'ı bırakıp da kendisine kıyamete kadar cevap veremeyecek olanlara dua edenlerden daha sapık kim olabilir? Oysaki bunlar onların dualarından habersizdirler." (Ahkaf 46/4-5)

Şirkle mücadelede bize örnek gösterilen Hz. İbrahim ile ilgili şu ayetler dikkatle düşünülmelidir.

"Sizden de Allah'tan başka dua ettiklerinizden de ayrılıyorum ve Rabbime dua ediyorum. Öyle umarım ki, Rabbime dua ettiğimden dolayı mahrum kalmam.

İbrahim onlardan ve onların Allah'tan başka taptıklarından uzaklaşınca biz de ona İshak'ı ve Yakubu armağan ettik ve hepsini de peygamber yaptık.

Onlara rahmetimizden lütuflarda bulunduk ve doğruların dillerinden düşmeyen bir yücelik verdik." (Meryem 19/48-50)

Şeyh Efendi: Sen Abdülkadir Geylani'ye inanmıyorsan seninle konuşacağımız bir şey yoktur.

Bayındır: Abdülkadir Geylani bizim gibi bir insandır. Ona inanmak imanın şartlarından değildir. Ama Kur'an-ı Kerim'e inanmak imanın şartlarındandır.

Ben şuna inanıyorum ki, bu zatlarla ilgili olarak yapılan rivayetlerin yüzde doksandan fazlası uydurmadır. Yukarıda bahsettiğiniz şiir de o uydurmalardan biridir. Allah'ın Peygamberi için milyonlarca hadis uyduran insanlar Abdülkadir Geylani için, Mevlana için, İmam Rabbani için uydurmalarda bulunmuşlar çok mu?

Sonra Kur'an'ın nassına aykırı olan bir sözü kim söylerse söylesin bunu bir müslüman nasıl kabul edebilir? Abdülkadir Geylani'nin kendi gelip bu sözü söylese, bir bildiği vardır demez tereddütsüz reddederiz. Çünkü yukarıdaki ayetlerin gösterdiği gibi Abdülkadir Geylani'den naklettiğiniz şiir Kur'an'a açıkça aykırıdır. Biz ahirette Abdülkadir Geylani'den değil, Kur'an'dan hesaba çekileceğiz.

(Devamı gelecek sayıda)

Dipnotlar:

1-Tirmizi, Dua 1, 3372 nolu hadis

2-Tirmizi, Dua 1, 3371 nolu hadis

3-Nisa 4/117; En'am 6/40, 41, 56, 71, 108; Araf 7/37, 194, 195, 197; Yunus 10/38, 66,106; Hud 11/101; Rad 13/14; Nahl 16/20, 86 vd...

4-İmam Rabbani, Mektubat, 36. mektup. Arapça nüsha, c.s. 50

5-Tirmizi, Deevat, 119. Tirmizi hadisin sonuna şu notu düşmüş bulunuyor: "Bu hasen, sahih, garib bir hadistir. Hadisi sadece bu vecihten biliyoruz. Hatmi'li Ebu Cafer hadisinden İbn Mace hacet namazı başlığı altında zikretmiştir. Salat 189; Ahmed b. Hanbel, c. IV s. 138

6- Hasan Basri ÇANTAY, Kur'an-ı Hakim ve Meal-i Kerim, İst. 1974, Nisa Suresi 60, ayetin dipnotu.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR