Müslümanların İşçi Kıyımı ve Ekonomik Sömürü Karşısındaki Tavırları
Türkiye son askeri darbeden günümüze kadar geçen süre zarfında, ezenlerle-ezilenler arasındaki çelişkilerin hızla arttığı, sınıflar arası uçurumların ezenler lehine korkunç bir şekilde açıldığı bir süreci yaşıyor, bunda sermayenin çıkarlarını koruyup kollamayı birinci vazife ilan eden 12 Eylül darbecilerinin hazırladığı 1982 Anayasası'nın büyük payı oldu.
Bulun yaptıkları birer aldatmacadan, bütün kavramları da Kur'ani İfadeyle; "içi boş yaldızlı sözler"den ibaret olan zalimler, çaldıkları minareye kılıf niyetine gerçekleştirdikleri referandum ve öncesinde yaptıkları propaganda bombardımanı ile de halkın ekseriyetinin onayını almayı başardılar(!).
Aradan geçen on yıldan sonra şöyle bir geriye doğru baktığımızda, ülke insanına neler yapıldığını daha bir net görebiliyoruz.
Biz burada yapılanların tümünü sıralayabilme imkan ve yerine sahip olmadığımız için sadece halkın büyük bir çoğunluğunu oluşturan işçilerin durumuna değineceğiz.
Son 10 yıl içinde çeşitli iş kollarında çalışmakta olan 300,000 kişi mevcut Anayasa'nın işverenlere sağladığı imkan ve kolaylıklar neticesinde yıllarca çalıştıkları iş yerlerinden atıldılar. Paradan başka bir kutsalı olmayan, tanımayan Karun mirasçıların bitmek tükenmek bilmeyen kör iştahlarına en kesin ve kolay yol olarak işten çıkarmaları gördüler. İşverenlerin söz konusu zulümlerine gerekçe olarak ileri sürdükleri hususlar ise bir çok yönüyle ilginçti: Yüksek ücret talebi, ekonomik durgunluk, verimliliğin düşüklüğü, işletmenin zarar etmesi, yüksek faiz uygulamaları, enflasyon vb. Belli başlılarını sıraladığımız gerekçelerin üzerinde duracak olursak, ilk elde göze çarpan gerçek, bu sıralananların çoğundan işçinin sorumlu tutulamayacağıdır.
İşverenlerin İşten çıkarma gibi büyük bir zulme gerekçe olarak ileri sürdükleri hususların "Yüksek Ücret Talebi" dışında kalanlarını zaten işçi ile irtibatlandırmak çok güçtür. Ekonomik durgunluk, pazarın daralması, yüksek faiz uygulamaları, enflasyon vb. tümüyle kapitalist sistemin sorunları ve sonuçlarıdır. Faizi meşru gören de, aşırı tüketimi teşvik eden de, ülkeyi yabancı sermayenin çiftliği yapan da işçiler değil, kapitalist kafirlerdir.
Sistemin ekonomik tıkanıklığının sebeplerinin işçiye fatura edilmesi, ikiyüzlü ahlaksız kapitalistlerin hedef saptırma gayretinden başka bir şey değildir.
Allah'ın insanlara eşit olmak üzere verdiği nimetlerin musluğunu ele geçirerek doymak bilmeyen kâr iştahlarıyla bin kişinin hakkını bir kişiye yediren işçiler değil; müşrik sistem kapitalizmdir.
Kurtuluşun elbirliği ile kapitalist sistem ve onun uygulayıcılarından kurtulmakta olduğunu göremeyip, ilahı para olan, hiç bir rabbani değeri bünyesinde taşımayan, güçlünün haklı olduğu, zorbalığın, adaletsizliğin tek geçer akçe olduğu kapitalizmin çözüm ve önerilerine inanmak da en hafifinden safdillik olur.
İşçi kıyımına gerekçe olarak sıralananlardan sadece birinin "Yüksek Ücret Talebinin" işçiyle ilgili olduğunu diğerlerinin sistemin sorunu, milyarları bir gecede yiyenlerin sorunu olduğunu söylemiştik. Şimdi de "Yüksek Ücret Talebi" iddiasını ele almak istiyoruz. Öncelikle burada bir hususu hatırlatmakta fayda var. İşveren her toplu sözleşme öncesi, işçinin ücret talebini sınırlayabilmek için "zarar edebiyatı" yapmıştır. Yeni ve dolayısıyla hafızalarda olması bakımından hatırlamakta güçlü çekmeyeceğimiz bir olayı, Zonguldak maden işçilerinin toplu sözleşme görüşmelerini ele alalım: Sözleşme öncesi Genel Maden iş Sendikası Başkanı ile işveren/devlet temsilcisi arasında yapılan ve televizyondan da naklen yayınlanan görüşmelerde işveren vekili konumundaki kişi, maden ocaklarının kâr etmediğini, zarar ettiğini söylüyordu. İstenilen ücretlerin çok yüksek olduğunu, bu ücretlerin verilmesi halinde ocakları kapatmak zorunda kalacaklarını tekrarlıyordu. Sanki zararın sorumlusu yıllardır emeklerini, hatta canlarını feda ederek ocaklardan kömür çıkaran; çoğu çalışma şartlarının bozukluğundan dolayı veremden, tüberkülozdan genç yaşla ölen sermayenin zincirsiz köleleriydi. Sanki yıllardır ocakları talan eden, kaymağını yiyen işçilerdi. Bütün bunların sorumlusu olan müşrik sistem ve onun "yavuz hırsız" yöneticileri sıkıntıların sorumlusunu bulmuşlardı: İşçiler ve onun yüksek ücret talepleri.
Her toplu sözleşme öncesi ayyuka çıkan bu "batma, zarar edebiyatının" amacı; İşçiyi düşük ücrete razı etmekten başka değildi. Şimdi bir de bu iddiaların doğruluğuna bakalım. Gerçekten işçi fazla ücret mi talep etmektedir?
Aşağıdaki tablo yıllara göre gelirlerden, ücretlilerle sermayenin aldığı payı göstermektedir.
Yıl Maaş ve ücretlilerin yüzde olarak aldıkları pay Sermayenin yünde olarak aldığı pay
1979 32.79 42.88
1980 26.66 49.47
1981 24.57 52.36
1985 18.84 62.08
1988 14.00 70.20
1989 14.80 69.80
Kaynak: İTO Yayın No. 1987/1, s. 79.
Görüldüğü gibi, yüksek ücret talebinde bulundukları İddia edilen işçi, memur vb. ücretlilerin, gelirden aldıkları pay 1979'da %32,79 iken 1988'de %14,00'e kadar düşmüştür. 1989'da "Bahar eylemleri"yle küçük bir yükselme içine giren ücretlerde, 1990 ve 1991 yıllarında da benzeri küçük yükselmeler gerçekleşmiştir. Bu arada hemen yaygara başlamış; "yandık, battık" yalanlan ile korkunç adaletsizlik devam ettirilmeye çalışılmıştır. Oysa sermaye yukarıda da görüldüğü gibi, gelirlerden 1979'da %42,88'lik,bir pay alırken 1988'de %70,20'lik gibi çok büyük bir pay almaya başlamıştır. Ayrıca 1989, 1990 ve 1991'de göreceli olarak artan ücretlilerin payı ise hemen fiyatlara yansıtılarak etkisiz hale getirilmiştir. Dar gelirli milyonların milli gelir içindeki payları her geçen günle birlikte giderek küçülmüş, müstazafların sofralarından çalınan her lokma haramzade holdinglerin kursaklarına gönderilmiştir.
Yıl Ücretlilerin Gelir Vergisi içindeki Payları Milli Gelir içindeki Payları
1987 39.7 17.0
1988 50.5 14.0
1989 56.3 14.8
Kaynak: Vergi paylan için TİSK işveren Dergisi, Haziran 1990.
Görüldüğü gibi işten çıkarmalara gerekçe olarak ileri sürülen işçilerin, yüksek ücret talebinde bulundukları iddiasının ciddi ve inandırıcı hiç bir yanı yoktur.
Kapitalist patronların en son olarak "kıyıma" gittikleri yerlerden biri de Paşabahçe'ydi. 25 Temmuz 1991'de Cam Holding'e bağlı işyerlerinden 1200 kişi atıldı. Gerekçe yine aynıydı. Toplu sözleşmede verilen yüksek ücret(!) maliyetleri etkilemiş, işçi atmak zorunlu(!) olmuştu. Oysa daha bir ay önce biten grevin akabinde imzalanan toplu sözleşmede Cam Holding'in temsilcileri, işçi temsilcilerine "şeref sözü" vererek toplu sözleşmeyi işverenin arzusu istikametinde imzaladıkları takdirde daha önce gündeme getirdikleri işçi çıkarma taleplerini iptal edeceklerini söylemişlerdi. Şimdi de işten atılma olmasın diye imzalanan düşük ücretli sözleşmenin üzerinden bir ay bile geçmeden 1200 kişi işten atılıyordu. Zalimler için "şeref sözü" gibi parasal hiç bir değeri olmayan teminatların geçerliliğinin olmadığı bir kere daha görülüyordu.
İşçi atma sonrasında tüm kapitalistler gibi İş Bankası ve Koç'un ortağı bulunduğu Şişe Cam yöneticileri de aynı nakaratı tekrar ediyorlardı: "Zarar ediyoruz" Oysa şişe Cam, dünyanın 8. Avrupa'nın 4. büyük kuruluşuydu. Sadece 1990 yılı holdingin kârı 200 milyardı. İşletmenin fabrikalarında aynı yıl çalışanların ücreti ise 500,000 TL dolaylarındaydı.
Her gün yaşadığımız toplumda, çevremizde yukarıda anlattığımız olayların benzerleri sık sık yaşanıyor. Müşrik kapitalist sistem var oldukça da yaşanacak. Örnekler o kadar çok ki... Bütün bunların zulüm olduğu hususunda ittifak etmeyecek tek bir müslüman bile tasavvur etmek mümkün mü? Değil elbet. O halde üzerimizdeki bu anlamsız ölüm sessizliğini atmanın zamanı gelmedi mi?
Bulundukları toplumda öncü ve örnek olmaları gerekenler müslümanlardır. Mevcut şirk sistemine karşı en etkin muhalefeti ve mücadeleyi de müslümanlar göstermelidir. Bu terkedilemeyecek "farz-ı ayn" bir sorumluluktur. Şu iyi bilinmelidir ki, alternatif çözümleri, önerileri olmayan bir sistem her şeyden evvel bir sistem değildir. Olsa olsa muharref Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi kültürel ya da folklorik sosyal bir faktördür.
Başından sonuna şirke karşı alternatif olarak bulunan Kur'an, daha ilk indirildiğinden itibaren aldatılmış, şaşırtılmış insanlara "öneriler sunmuş, yol (hidayet) göstermiştir." Kur'an hiç bir zaman günümüz müslümanlarının yaptığı gibi, vakıayı ihmal ederek sosyal olaylara duyarsız kalmamıştır.
Kur'an'ın çarpıtılan bir çok temel değer ve unutulan yaklaşım biçimi gibi insan ve toplum meselelerine yaklaşımı da zamanla bozulmuş, çarpıtılmıştır. Öyle ki bugün insanların en temel ihtiyaçlarının karşılanması hususu gibi acil konular birçok müslüman nezdinde hala "fantazi" olarak görülmekte, hatta bu tür çabalar içinde olanlara karşı "gündem saptırıcılığı" suçlamaları bile yapılabilmektedir. Oysa temel kaynağımız Kur'an gözlerini gerçeğe kapamayanlar için iddiamızı doğrulayan delillerle doludur. O daha ilk inmeye başladığından itibaren toplum ve insan sorunlarına değinmiş, vakıaya hiç bir zaman kayıtsız kalınmamasını öğretmiştir.
Allah'ın insanlara örnek olarak gönderdiği rasullerin hayatlarına baktığımızda da onların şirke karşı verdikleri savaşın hayattan kopuk ve vakıasız olmadığını görürüz. Kız çocuklarının diri diri gömülmesine, zinaya, yetimin hakkının yenmesine ölçü ve tartıda adaletsizlik yapılmasına, yoksulun ezilmesine kısacası bütün zulümlere ve zalimlere karşı en etkin mücadeleyi ve müdahaleyi yapanlar rasuller ve onların yolunun takipçileri müslümanlar olmuşlardır.
Kur'an'da birçok surede anlatılan Hz. Musa'nın Firavun'a karşı başlattığı ve devam ettirip galip geldiği mücadele günümüz müslümanları için bir çok önemli oğul ve örnekler taşımaktadır.
Kasas, Araf, Hud, Yunus vd. surelerde anlatılan kıssalarda Hz. Musa, Firavun ile giriştiği mücadelenin merkezine, hayattan kopuk, soyut/kelami tartışmaları değil, zulüm ve işkence gören, ezilen, sömürülen insanların Allah için ve ancak O'nun adına kurtarılmasını koymuştur. Öyle ki bugün sanılanın ve yapılanın aksine, kurtarmak istediği insanların islam olmalarına bile (ilk başla) bakmaksızın girişmiştir mücadeleye, kendileri İçin mücadele ettiği insanlardan bir karşılık ya da teşekkür ummayı bile gereksiz görmüş, ancak Allah'ın emrini ve rızasını gözetmiştir.
Firavun toplumu bütün müşrik toplumlar gibi sınıflı bir toplumdu. Günümüz kapitalist toplumu gibi, bir avuç zalim azınlığın, mazlum çoğunluğa tahakkümü, sömürü üzerine kurulmuştu. Böyle bir ortamda Hz. Musa ve kardeşi Harun, alemlerin sahibi Allah'ın mesajının tebliğcileri olarak ezilenlerin, sömürülenlerin kurtuluşu için, Firavun'a gönderildiler. Musa ve kardeşi Harun'a verilen ilk rabbani emir; "Ezilen, sömürülen toplumun/kavmin kurtarılması" gibi çok anlamlı bir mesaj taşıyordu. Oysa Hz. Musa ve Harun, zulümden kurtarmak için gönderildikleri topluma henüz dini -sözlü olarak- tebliğ edememiş, onları islam'a çağıramamışlardı. Bununla birlikte, en büyük tebliği, cihadı pratikte hayatın içinde haksızlığa karşı çıkarak yapacaklardı.
Bugün biz, bu örnek uygulamaların, bu Kur'ani geleneğin aksine, önce insanlara dini (sözlü) tebliğ etmeyi, sonra da, tebliği kabullenen insanların sorunlarına eğilmeyi daha doğru görüyor ve uyguluyoruz. Böyle yapınca da insanların sorunlarına bir türlü sıra gelmiyor. Zaten bir çoğu sosyal, ekonomik sınıf itibarıyla "orta halli" olan günümüz müslümanları, ezilen insanlarla aralarına bir de "dini" sınırlar koyunca ezilenlerle irtibat kayboluyor.
En güçlü tebliğ, en güçlü bilgilenme ve bilgilendirme hayatın, pratiğin içinde yaşanılarak elde edilendir. Müslüman fildişi kulelere çekilerek teori üreten, bilgi hamallığı yapan insan demek değildir. Ayaklarımızı yere, zemine sağlam basmalıyız. Bunun için de öncelikle yerde, insanların arasında ve onların sorunları ile ilgili olmalıyız. Fitne ve fesadın zulüm ve şirkin gökten bir mehdi gönderilerek temizlenemeyeceğine inanıyorsak, bundan başka bir çözüm düşünemeyiz. Allah'ın dinini yaşamak ve yaşatmak için öncelikle yok edilmesi gereken zulmün siyasal olduğunu gören müslümanların, aynı "siyasalın" tohumlandığı toprağın da "ekonomik" olduğunu görmeleri gerekir. Yönetsel zulme karşı çıkmanın gereği ve devamı ekonomik zulme de karşı çıkmaktır. Bu vakıa kadar ekonomik olarak sömürülenlerin akaidlerinin olgunlaşmamış olduğu gibi Kur'ani olmayan bir anlayış bundan bizi uzak koydu. Bundan böyle zararın neresinden dönülse kar olacağı düşünülerek hareket edilmeli ve tebliği sebep sonuç ilişkilerinin unutulduğu "imam vaazları" etkisizliğinden çıkartmalıyız. İnsanların önce iyi birer müslüman yapılıp sonra sorunlarıyla ilgilenme ya da müslüman olmayan insanların sorunlarıyla ilgilenmeme şeklinde özetlenecek yanlış anlayış, Kur'an'da Ehl-i Kitab'ın kınanan anlayışlarındandır.
Tekrar başa dönecek olursak, bugün karşı koymamız gereken ekonomik zulmü, sömürünün odağında ağırlıklı olarak İşçiler vardır. Ama bugün bizim işçi sorununa karşı değil tezlerimiz, sloganlarımız bile yok. Bunu en canlı olarak "Paşabahçe direnişi"nde yaşadık. İçlerinde kardeşlerimizin de bulunduğu 1200 kişinin işten atılmasına tepki olarak müslümanlar, 21 gün süren direnişe aktif olarak katılmalarına rağmen, insanları İslam'a ve direnişe motive edecek sloganlar bile bulmakta güçlü çektiler. Bununla birlikte, bizim bizimde ilk defa işçi sorununa sahip çıkan, işten atılmaları kınayan bir bildiri hazırlandı ve dergimizin ilavesi olarak bütün yörede ve camilerde dağıtıldı. Bu güzel ve ilk teşebbüs öncelikle halkın içindeki müslümanların uyandırılıp harekete geçmelerini sağlaması bakımından etkili oldu. Bu da 21 gün süren direnişin zaferle sonuçlanmasında en etkin faktör olan kitle desteğini getirdi.
Müslümanlar ancak yaşadıkları toplumun çarpıklıklarına karşı çıkarak alternatif çözümler üreterek devrimci ve muvahhid olabilirler. Yaşamdaki çarpıklıkları, sömürüyü bunlar bizim "ideal toplumumuzun sorunları değil" diye seyrederek değil... Devrimcilik, zulme topyekûn karşı çıkma adına mevzi zulümler karşısında hareketsiz kalmak demek değildir. Küçük mevzilerde savaş kazanılmadan büyük hedeflere varılacağını sanmak büyü bir aldanıştır.
Biz Allah Rasulü'nün "emin" lakabının taşıdığı değeri ve anlamı iyi idrak etmeliyiz. Müslüman imajını oluşturacak olan; hayat ve onun sorunları karşısında koyacağımız tavırlardır. Tavırsızlığın bu imajı olumsuz yönde etkileyeceğine ve islam'ın kurtarıcı rolünün kitlelerce görülmesini engelleyeceğine kuşku yoktur. Kur'an'da sık sık hatırlatılan bizim diğer insanlara, onların da bize "şahit olmaları" gereği ve gerçeği ancak insanlarla ve onların sorunlarıyla ilgili bulunmaktan geçer. Bu cümleden olarak bizler, bugün, araları her gün biraz daha açılan sınıf İlişkilerinde, ezilenlerin, işçilerin, köylülerin, memur ve küçük esnafın yanında yer alarak yerimizi belirlemeliyiz. Müslümanları bir tür "Robinson adası sakinleri" görünümüne getiren dar ve katı anlayışları terketmeli, nitelikli insan yetiştirmeye önem vermeyi ifade eden öğrenciler arasındaki faaliyetlerle sınırlı kalınmamalıdır. Bu arada nitelikli insan anlayışımızı da gözden geçirmemizde faydalar olabilir. Şöyle ki; bir çok kere niteliği belirlemede öne çıkan -çok okuma, bilgilenme- gibi vazgeçilmez önemi olan konuların yanı sıra, bu bilgileri kullanacağımız, hatta ancak pratikle, yaşayarak kazanacağımız bilgileri elde edeceğimiz, hayatın diğer alanlarını, kurumlarını ihmal etmemeliyiz. Hayatla, pratikte kullanılmayan, pekiştirilmeyen, sağlaması yapılmayan bilgilerin değeri ve anlamı yoktur. Müslümanlar bugün daha geniş açılı ve daha kapsamlı alanlarda örgütlenmeyi, faaliyet yürütebilmeyi büyük davaları için zorunlu görmelidirler.
Bu sanıldığı ya da sanılabileceği gibi maslahat açısından değil; her şeyden önce Allah'ın kulluğunun ve farzının yerine getirilmesi açısından gereklidir.
- Nasıl Bir Seçim!
- Okuyanlarımızla
- Müslümanların İşçi Kıyımı ve Ekonomik Sömürü Karşısındaki Tavırları
- Kur'an ve Yaşadığımız Sorunlar
- Kur'an'a Yaklaşım
- Bir Tercih Aşamasında Sovyet Halkları
- Yugoslavya'daki Milliyetçilik Krizi ve Yugoslav Müslümanları
- Kitle İletişim: Olumlumu Olumsuz mu
- Kur'an Anlaşılmak İçin İndirilmiştir
- Muhammed Abduh (1849-1905)
- Hakikatin Şahitliğini Yapmak
- Kur'an'ı Okuyup Anlayabilmek
- Kısa Bir Değerlendirme!