Müslümanlar ve ‘Kutsal’la İlişkileri
Dil, insanın varlığı ve bu varlık serüveni içinde kendini ifade ettiği/edebildiği tek araçtır. Bu araç, insanların kullandıkları oranda gelişen ve olgunlaşan, aynı zamanda insanın "akıl yaşı" diyebileceğimiz bir süreci de içeren bir özelliğe de sahiptir. İletişim için zorunlu olan ve yalnızca "konuşma"ya dayalı olan bir unsur değil, bilakis beden dilinden tutun, remiz ve işaretlere kadar kullanılan her türlü edim/sanat da "dil" kavramı içindedir. Bundandır ki mesajının yoğunluğu sanat eserini daha bir kıymetli kılar. Hatta bazı dönemlerde kendini ve meramını ifade etmenin tek mümkün yolu, sanat ve eserin dili, üslubu olabilmiştir. Bu bağlamda kitlelerin ortak duyuş ve bilişleri üzerinde derin etkiler uyandıran bazı "vurucu" alanlar vardır ve bunlar insanın tarihi ile başat olarak varlığını devam ettirmiştir.
İnsan, yapı olarak zayıf,1 tatminsiz2 ve zorluk içinde3 yaratılmıştır. İnsanın yaratılışı ile ilgili bu sıkıntı ve sorunluluk, Allah'ın yaratmasındaki kemale ve kusursuzluğa değil, insanın tabiatına matuftur. Zira Allah, her türlü nakısa ve kusurdan beri'dir. İnsanın muhtaç, problemli ve noksan oluşu, onun yaratılış hikmetini kavramamız açısından önemli doneler sunmaktadır.
Eğer insan kusursuz ve kâmil (manen) olmuş olsaydı, "din" olgusu belki insan hayatında reel bir zemin bulamayacaktı. Bütün zayıflığına ve kusurlarına rağmen Kerim Rabbine karşı "gurur"lanan insan,4 nankörlük ve isyan batağına saplanmışken, tabiatında bu boşluğu taşımadığında daha da azacak ve yeryüzünü kan ve fesada bürüyecektir. Bunu çok iyi bilen Allah, insanın azmasının temel saiki olarak "kendini yeterli görme" hastalığını, fıtri bir sapma olarak teşhis eder.5 Bağlılıktan (bağımlılıktan değil) kopan insan, kendini başıboş görür6 ve akabinde sorumluluk duygusu da "mutlak özgürlük" çerçevesinde havada kalır. Oysaki "din", insanın kendinde gördüğü bu nakısayı, ikmal metodudur. Kendi tabiatındaki bu boşluğu doldurma, benliğindeki bu doyumsuzluğu tatmin ve terbiye etmek için bir istikamettir. Bu saikle, bütün toplumlar din olgusuna bigane kalmamışlar, hatta yaşadıkları her olaya "dinsel" bir gerekçe ya da gaiyyet biçmeye çalışmışlardır. Anlamak ve açıklamakta zorlandıkları her olay ve olguyu tanrı(lara) ait bir edim ve tavır olarak okumuşlardır.
İnsan, yaşadığı her dönemde hayatında ve çevresindeki tüm bu gerçeklik ve aynı zamanda karmaşık bir yığın olguya bir cevap bulmak için sürekli çaba içinde olmuştur. Bu çabalar bazen mutlak itaat duygusuyla bir teslimiyet içinde, bazen de cesur çıkışlarla, aykırı ve ezberi bozan bir tavır içinde kendini göstermiştir ki, "felsefe" böyle bir çabanın sistemleşmiş meyvesidir. Ancak getirilen izah ne olursa olsun, insan topluluklarının geneldeki edilgen duruşu, bazı kavramların ister istemez güçlü ve etkileyici bir hüviyetle toplum hayatını yönlendirmesine, aşırı yüceltmeci bir bakışın, gerçekçi ve sahih davranışların yerine ütopik ve sorumluluk yüklemeyen, dolayısıyla insanın sadece duygularını okşayan bir kolaycılığa evrildiği kolaylıkla görülecektir. Bu bağlamda en fazla dikkat çeken bir kavram olarak "kutsal" kelimesi, daha doğrusu terimi, meselenin giriş kapısı hükmündedir. İnsanları hem güçlü ve duyarlı hem de edilgen kılan ve teslim alan sihirli kelime…
Kutsal Kavramının Kökeni
"Kutsal" kelimesi etimolojik olarak, aidiyeti pek dikkate alınmayan, ancak "dokunulmazlık zırhı" içinde çokça güçlü ve etkili bir anlam sahasına sahip olduğu pratik tecrübelerle müşahede edilen bir kavramdır. Öncelikle kelimenin hangi dile ait olduğunun tespit edilmesi oldukça önem arz ediyor. Bazı kavramlar farklı diller ve dolayısıyla farklı köklere sahip olabilirler, ancak tekabül ettikleri anlam sahası da buna bağlı olarak farklı olur. Fakat bazı kelimeler hem kök hem de dil olarak farklı olsalar da anlam olarak aynı sahaya dair şeyler söylüyorlarsa burada bazı problemlerin çıkması kaçınılmaz olur.
Bir kelimenin "anlam sahası" ve tekabül ettiği "din dili" ciddiyetle sorgulanmalı, hatta kavram tekabüliyetinin yol açtığı zihni ve fikri eğilimlerin nerelere varmakta olduğu cesaretle ifade edilmelidir. Bu derece titiz davranma hassaslığının sebebi gayet net ve açıktır: Kutsal kavramı, insanların hayatları üzerinde son derece etkili olan din ve ona ait değerlerin dilidir. Doğru davranış/eylem ancak doğru inançtan, doğru inanç da doğru bilgiden geçer. Bilgi, doğru ve sağlam temellere oturmuyorsa, inanç da buna bağlı olarak sahih ve muhkem olmayacaktır. Elbette ki yanlış inanç, tabiatıyla yanlış eylem ve davranışları doğuracaktır.
"Kutsal" kelimesinin kökenine bakıldığında ilginçtir, iki dile ait iki ayrı kökeninin olduğunu tespit ediyoruz. Bir kelime iki dilde de kullanılabilir belki, ancak etimolojik açıdan yalnızca bir dile ait olur ve diğer dillere de aynı anlamla transfer gerçekleşir. Kültürler arası etkileşimin gayet doğal bir sonucudur bu. Mesela İslam'ın yayılmasıyla birlikte birçok farklı dil, Kur'an'ın bazı kavramlarını kendi dillerinde birebir karşılıkları olmadığından, olduğu gibi almışlar ve aynı anlamıyla kullanmışlardır. Tevhid, adalet, hakk, hukuk, ceza, hacc, ahiret gibi…
Fakat "kutsal" kelimesi, hem Türkçe'de hem de Arapça'da karşılık bulan bir kelimedir ve ilginçliği de bundan kaynaklanmaktadır. Hatta daha da ilginç olanı, iki dilde de aynı anlam alanını ifade etmesidir: "İnanç ve değerler."
Türkçe'deki kutsal kelimesi, "kut" kelimesinden türetilmiştir. Kut ise sözlüklerde 1) Mutluluk, uğur, baht, talih; 2) Hayır, bereket; 3) Kutsiyet (kudsiyet), mübareklik gibi anlamları ifade ediyor.7 Günlük hayatta bu anlamıyla birçok şeye karşılık kullanılıyorken,8 terim olarak daha dar ancak daha etkili bir kullanımı vardır.
"Kut" kavramı, terim olarak İslam öncesi Türkçesinde Türeyiş Destanı ile birlikte Gök-Tanrı'nın (Kök-Tengri) bu soya yeryüzünü yönetme yetkisini vermesi olarak bilinir. Bu bağlamda "siyasal iktidar-erk" anlamında ve formüle edilmiş haliyle "Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi" anlayışına karşılık gelen idari/siyasi/etnik maksatlı kullanılan bir kavramdır.9 Böyle bir efsane ile birlikte ortaya çıkan kavramsallaştırmanın, "Türk'ü kutsayan" bir dile evrilmesi, tanrıyla kurulan ilişki biçimini de kodlayan bir bakıştır. Bu aynı zamanda birçok toplumun zor zamanında ürettiği ve itikat haline getirdiği "kurtarıcı"10 figürünün, giderek içe kapanma sonucu "tanrı tarafından seçilmiş ırk/kavim" zehabının yerleşmesine yol açan bu tarz mitolojilerin, süreklilik kazanması için iyi bir kalkana dönüşmesini de açığa çıkarır. 1070 yılında Kaşgarlı Mahmut tarafından yazılan dünyaca ünlü "Kutadgu Bilig" adlı eser de, "kut"lu olma bilgisini ifade eder. Yani yeryüzünün nasıl adaletli ve kudretli bir şekilde "yönetileceği" ve bundan nasıl "tanrısal yakınlık/hoşnutluk" kazanılacağının formülleri nasihat, hikâye ve mesellerle anlatılır.11
Buna göre Türkçe'deki kutsal kelimesi "kut" kelimesine "-sal" ekinin ilave edilmesiyle türetilmiştir. Yani kut'a ait, kut'la ilgili bir anlam ortaya çıkar. Bilindiği gibi Türkçe'deki "-sel, -sal" son eki, Avrupa dillerinden Türkçe'ye geçmiş ve "aidiyet, mensubiyet"12 bildirir.
Oysa Arapça'daki "kutsal", "q-d-s" kökünden türetilmiş ve "temiz olma, arı ve duru olma, arı ve duruluktan kaynaklanan yücelik, nezahet ve beri olma, uzağında olma"13 gibi anlamları karşılar. Buna göre Türkçe'deki "kut" ile Arapça'daki "quds" kelimelerinin aynı anlam sahasını14 ifade etmeleri, irdeleyeceğimiz meselenin maksadı açısından karışıklığa kapı açmıştır. Çünkü İslam-öncesi 47bir kavramla İslami bir kavramın bu alanda örtüşmesi, İslami olan açısından, olumsuz çağrışım ve anlayışları bünyeye alma riskini celbetmiştir. Bu yüzden kelimenin etimolojik karakteri üzerinde daha fazla durmadan, inşa ve müdahale ettiği insan hayatı açısından son derece önemli yönüne dikkat çekmek gerekmektedir.
Tabi kutsal kelimesinin din diline ait bir terim olması, hemen hemen tüm zamanlarda bu formda algılanması ayrıca sosyolojik bazı tespitleri yapmayı da gerekli kılacaktır. Zamanla bu temel terimin artık "dini" bir hüviyet taşıyor olması,15 onun İslam-öncesi karakterinin artık hiç dikkate alınmamasına ya da "anlam daralması", hatta "anlam kayması"16 yaşamasına yol açmıştır. Ancak İslam sonrası tüm zamanlarda algılanan biçimi "dini içeriği olan, tanrısal, dine ait olan, profan olmayan" şeklinde olmuştur.17
Kur'an'da Kutsal (Kudsi) Kavramı Nasıl Kullanılmıştır?
Bu söylenenlerden sonra kavrama asıl anlam ve içeriğini veren Kur'an'a bakmak, hem esas hem de usul açısından zorunludur. "Quds" kökünden türetilen kelimeler ve müteradifleri, Kur'an'da toplam 10 yerde geçer.18 Bütün kullanımlarının Allah ve O'nunla ilgili nitelendirmeler içerdiği tartışma götürmeyecek kadar açıktır. Bu iddiayı izah etmek için ayetlere bakmamız gerekecektir. Öncelikle "quds" kelimesinin kullanım alanına göre Kur'an'da 3 kategoride kullanıldığı tespitini yapmak, usul açısından işimizi kolaylaştıracaktır. Şöyle ki:
1) Doğrudan Allah'ı ifade eden ayetler:
"O, öyle Allah'tır ki; O'ndan başka ilah yoktur. Melik, Kuddus, Selam, Mü'min, Müheymin, Aziz, Cebbar, Mütekebbir'dir. Allah, onların koştukları eşlerden münezzehtir." (59/23)
"Göklerde ve yerde ne varsa; hepsi Melik, Kuddus, Aziz, Hakim olan Allah'ı tesbih eder." (62/1)
"Hatırla ki Rabbin meleklere: 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.' dedi. Onlar: 'Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek birini mi yaratacaksın?' dediler. Allah da onlara: 'Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim.' dedi." (2/30)
2) Cebrail'i (Ruhu'l-Kuds) niteleyen ve onun Allah katından olduğuna/geldiğine işaret eden ayetler:
"And olsun ki, Musa'ya kitap verdik, ondan sonra ardarda rasuller gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya belgeler verdik, onu Ruhu'l-Kuds ile destekledik. Size bir rasul nefsinizin hoşlanmadığı bir şey getirdikçe, büyüklük taslayarak, bir kısmını yalancı sayıp, bir kısmını öldürür müsünüz?" (2/87)
"De ki: Onu, Ruhu'l-Kuds, iman edenlere sebat vermek, Müslümanları doğru yola iletmek ve onlara müjde vermek için, Rabbin katından hak olarak indirdi." (16/1) (Ayrıca bkz: 2/53; 5/110)
3) Mekâna göndermede bulunan/mekânı niteleyen ayetler:
"Hiç kuşkusuz ben senin Rabbinim. Pabuçlarını çıkar. Çünkü sen mukaddes Tuva vadisindesin." (20/12)
"Hani Rabbi ona o mukaddes vadi Tuva'da seslenmişti." (79/16)
"Ey kavmim, haydi Allah'ın sizin için yazdığı arz-ı mukaddese girin ve arkanıza dönmeyin ki hüsrana düşerek berbat olursunuz." (5/21)
İlgili ayetler dikkatle incelendiğinde; kutsal anlamını içeren tüm ifadelerin Allah ve O'nunla ilgili şeyler için kullanıldığı görülür. Kök anlamı olarak "temiz, arı, duru, beri, öte, yüce" gibi anlamları karşıladığı rahatlıkla anlaşılmaktadır. Zaten birinci grup ayetler bu bakımdan izaha gerek duymayacak kadar açık ve anlaşılırdırlar. Allah'ın kendini, kullarına nasıl tanıttığını, onların tasavvurundaki yanlış tanrı imajının ne kadar ötesinde, müteal, kusur ve noksanlıklardan beri olduğunu, ona yakıştırdıkları tüm sıfat ve şirk nitelemelerinin dışında olduğunu, beraberindeki diğer sıfat ve isimlerle yüceliğini idraklere kavrattığını açık/net olarak görüyoruz. Buraya kadar problemsiz gibi gözüken algılamaların, ikinci ve üçüncü grup ayetlerle çatallanabileceği riski ortaya çıkıyor. Çünkü bu ayet gruplarının ikincisi Cebrail, üçüncüsü ise cisim/mekân olan yerler için kullanılıyor. O halde yalnız Allah'a ait olduğu iddia edilen bu kavramın, Allah dışındaki varlıklar için kullanılması hem akide hem de bizzat Kur'an dili açısından sorun oluşturmaz mı?
Burada meseleye hangi amaçlarla ve hangi açıdan yaklaşıldığı önemlidir. Niyetimiz, aynı zamanda meseleyle ilişkimiz anlamına gelir. Ancak meseleyi salt niyet açısından çözümlemek zor görünmekte. Çünkü niyet, meselenin başlangıç noktasını oluştursa da, izah etmek için yeterli değildir. Bunun için daha somut ve makul esaslar gereklidir. Bu bakımdan ikinci grup ayetlerin Cebrail'i anlattığına hemen hemen itiraz yok gibidir. Bu kanaate varılmasının zor olmadığı, ilgili ayetler, bağlamlarıyla incelendiğinde rahatlıkla görülecektir.19 Ancak Cebrail'i bu sıfatla nitelemekten maksadın ne olduğu, sorulması gereken esaslı bir sorudur. Bununla birlikte Cebrail'in yalnızca Hz. Meryem ve İsa (as) ile ilgili yerlerde bu tavsifi dikkat çekicidir. Kur'an'ın bu tarz "yerine göre" nitelemelerinin, nüzul ortamı ve hangi mesele üzerine bu tarz ayetlerin indiği dikkatle incelenirse mesele daha rahat kavranacaktır. Bilindiği gibi İsa Rasulullah konusunda en çok problem Hıristiyan ve Yahudi muhataplar ile yaşanmıştır. Hıristiyanların İsa Rasulullah'ı algılamada İsrailoğulları geleneğinin dışına çıkarak mistik bir okuma sürecine girmeleri, Yahudilerin Meryem'e attıkları iftiralar, İsrailoğulları geleneğinde köklü bir deprem olarak Allah'ın Meryem'i âlemlerin kadınlarına ıstıfa (seçkin) kılması, Cebrail'in Meryem'e İsa'yı müjdelemesi, Meryem'in mabetteki faaliyetleri ve namaz kılması gibi bu süreçle ilgili bizzat Kur'an'ın tafsil ettiği bilgiler konunun nasıl anlaşılması ile ilgili yeterince malzeme vermekte. Bununla birlikte özellikle İsa için Allah'ın "kelime"si20, "ruh"u21, "ayet"i22 gibi nitelemeler, İsa Rasulullah hakkında örülen efsanenin temel taşlarını oluşturmuşlardır. Burada her ayetin tahlilini yapacak değiliz. Ancak konumuzla ilgisi bakımından "Cebrail - Meryemoğlu İsa Mesih" ilişkisinden bahsetmek gerekir.
Vahiy meleği olduğu bizzat Kur'an ile tescillenen Cebrail,23 aynı zamanda bütün rasullere gelen elçidir.24 Rasullere vahyi getirirken onun temel özelliği olan elçiliği ile isimlendirilirken, özellikle İsa Rasulullah'tan bahsettiği yerlerde Cebrail için "Ruhu'l-Kuds" ifadesinin geçmesi dikkat çekmeyecek gibi değildir. Bu, birkaç yönüyle şu şekilde anlaşılabilir: Yahudilerin her şeyi metalaştıran bakışlarına ve bunlara tepki olarak Hıristiyanlarca geliştirilen mistik peygamber algılamalarına karşı, Kur'an'ın hem bu Ehli Kitap muhatapların polemiklerine, anladıkları dilden bir cevap sadedinde, hem de üzeri özellikle efsanelerle örtülmeye çalışılan bir peygamber imajını "aklamaya/arındırmaya ve asıl kimliğini tescillemeye" yönelik bir müdahalesidir denebilir. Meryem'e ve iffetine yönelik kara çalma kampanyalarına25 son noktayı koymak için özellikle Yahudilere yönelik, Meryem'i sahiplenici ve öne çıkarıcı bir üslup vardır. Çünkü Meryem, Allah tarafından İsrailoğulları içinde seçilmiş ve temizlenmiş26 zor bir toplum içinde, çetin bir imtihana tabi tutulmuştur.27 Bütün bu çirkin iftira ve aşağılamalara karşı savunmacı reflekslerle "kutsamacı" bakışın sonucu olan ilahlaştırılmış bir İsa figürünün devreye girmesi biraz da bu duygusallığın sonucudur. Sevgi ve bağlılığın "ölçü"süzlüğü, işi Allah'la akrabalığa kadar vardırmıştır.
Allah'ın Meryem'i temizlemesi manidardır. Çünkü Meryem daha evvel kötü ve ahlaksız biri değildir.28 O halde bu temizleme Meryem'e değil, seçmeye (ıstıfa) matuf bir temizlemedir. Kadının mabede girmesinin, hizmet ve ibadet etmesinin yasak olduğu, ikinci sınıf ve edilgen, erkeklerin nesnesi olarak kabul edilen katı bir Yahudi dindarlığına karşı, hem de bir "kadın" üzerinden köklü ve devrimci bir süreç işletilmiştir. İşte bunun için Meryem'in kirli olması değil, kadın üzerinden yürütülen kirli bir dindarlığın ayıklanması, arındırılması ve temizlenmesidir kastedilen. Burada Meryem artık bir öncü, bir modeldir. Bu yüzden gerek Meryem'e ve gerekse de oğlu İsa'ya yönelik kurgulanan tanrısallık/ilahilik yaftasının bir iftiradan ibaret olduğunu ifade ediyor. Ruhu'l-Kuds ifadesi ile ilişkisine gelince; "Ruh"un Cebrail olduğundan kuşku yoktur.29 Kuds olan da yalnızca ve yalnızca Allah'tır. Doğal olarak Meryemoğlu İsa Mesih, Allah'ın oğlu değil, yarattığı kuludur. Bu kulu her türlü beşeri/arızi algı ve tasavvurdan münezzeh, "el-Kuddus" olan Allah'ın "Ruh/Cebrail" vasıtasıyla müjdelemesi, buradaki isnada oldukça sağlam bir cevap teşkil eder. Allah'ın başka isim ve sıfatlarının değil de "kuds"iyetinin öne çıkarılması zaten bir aklama, beri ve yüce olmayı ifade eder. Zaten konunun gündeme geliş sebebi de Allah'a oğul isnad etme teşebbüsü değil midir?30 İşte burada kullanılabilecek en uygun kelime; bütün bu kurgu ve tavsiflerin fevkinde olmayı ifade edecek esaslı bir karşılık oluşturmalıdır ki o da ancak "kuds"tur. Meryem kötü değildir ve iffetlidir. İsa, Meryem'e Allah'ın "ruh"u aracılığıyla müjdelediği bir kelimesidir. Bu yüzden gereksiz saplantı ve polemiklere prim vermeden meseleye son noktayı koymak için seçilmiş ilahi bir tanımlamadır Ruhu'l-Kuds. Meryem'e yönelik kirli mülahazaları da bertaraf eden oldukça isabetli bir aidiyet ifadesidir.
Üçüncü grup olarak tasnif ettiğimiz ayetler ise, Ehli Kitabın olduğu kadar Müslümanların da yanlış anladığı "alan"a dair olanlardır. Burada yanlış anlamaya yol veren temel saik, yalnızca Allah'a ait olan "kudsiyet"in mekâna isim olacak bir niteleme formunda kullanılmasıdır. İlgili ayetlere bakıldığında, ayetlerden ikisinin "Vadi'l-Tuva"31 olarak Kur'an'da zaten bu isimle anılan bir yer olduğu, öbürünün de Filistin'den32 bahsettiği görülecektir. Burada asıl netleştirilmesi gereken bu mekânların neresi olduğu değil, Allah'a ait bir özelliğin mekânda karşılık bulmasıdır. Bu anlamda ilk yapılması gereken iş "mukaddes" kelimesinin hangi maksatla burada işlev gördüğünün tespitidir.
Mukaddes Kelimesi ile Ne Kastedilmiştir?
Taha Suresi'nde Allah'ın Musa'ya ilk seslenişini ve ardından onun seçilişini görüyoruz (20/12). Aynı şekilde Naziat Suresi'nde de açıkça seslendiğini görüyoruz (79/16). Ancak burada dikkat çeken husus, seslenmeye medar olan "o an"ın "mukaddes" olarak tavsif edilmesidir. Şurası öncelikle ifade edilmelidir ki Allah, yalnız kendisine ait bir özelliği asla bir başka şey ya da bir başkasıyla paylaşmaz. Bu tevhidin hem zorunlu bir sebebi hem de zorunlu bir sonucudur. "Hiç kuşkusuz ben senin Rabbinim. Pabuçlarını çıkar. Çünkü sen mukaddes Tuva vadisindesin." İfadesinde "anlatılmak istenen" ile "anlaşılan" arasındaki bağı kurmak durumundayız. Burada Musa'nın ilk vahyi aldığını ve Allah tarafından görevlendirildiğini, surenin bağlamından rahatlıkla öğreniyoruz.33 Hatta sürecin anlaşılması için olayın öncesini vermek gerekirse, şöyle özetlenebilir: Kendi kavminden bir adamı korumak için araya giren Musa, istemeden düşman oldukları kavimden birini öldürür.34 Bu yüzden korkup Mısır'dan kaçar.35 Medyen'e gelir ve burada Şuayb'ın36 kızlarıyla ve Şuayb'la tanışır.37 8-10 yıl Şuayb'ın yanında kalır38 ve kendisini yetiştirir/yetiştirilir.39 Müddeti dolunca ev halkıyla birlikte Medyen'den ayrılır. Yolda konaklarlar ve gidecekleri yönü tayin konusunda veya ısınıp/pişirmek umuduyla, gördüğü ateşe40 yönelir ve beraberindekileri, konakladıkları yerde bırakarak oradan ayrılır. İşte tam bu sırada geldiği yer "Vadi'l-Tuva"dır ve Rabbinden kendisine ilk hitap gerçekleşir. Ayetteki ifadeleri biraz tahlil ettiğimizde, buradaki "mukaddes" ifadesinin neye/nereye tekabül ettiğini anlama imkânı bulabiliriz. Şimdi ayeti inceleyelim;
"Hiç kuşkusuz ben senin Rabbinim. Pabuçlarını çıkar. Çünkü sen mukaddes Tuva vadisindesin." Burada tahlil41 etmemiz gereken unsurları önce -usul açısından- bileşenlerine ayıralım.
a- Hiç kuşkusuz ben senin Rabbinim.
b- Pabuçlarını çıkar
c- Çünkü sen mukaddes Tuva vadisindesin
a- İlk kısımdaki ifadenin kullanılması konunun akışı açısından gayet doğal ve anlaşılırdır. Çünkü bilmediği bir yerde Musa bir arayışa girmiş ve aniden insanı iliklerine kadar donduran bir ses duymuştur. Issız bir yerde kimseler görünmediği halde apansız ve kuşatıveren bir nida karşısında bir insanın duyabileceği en doğal/fıtri his "korku"dur. Bu korku ve sesin kimliğine dair duyduğu merak bizzat Allah tarafından giderilerek Musa teskin edilmiştir. "Hiç kuşkusuz ben senin Rabbinim." ifadesi Musa'nın çaresizliğine bir derman ve ilahi bir yardımdır. Musa daha evvel vahiy ve risalet konusuna aşinadır. Zira Şuayb'ın tezgâhında adeta bu "an" için işlenmiştir. Bu teskin Musa'nın duyduğu şeyin bir hak ve gerçek olduğuna, Musa'yı ikna etmek içindir. İlk aşamada bir durum tespiti yapılmıştır.42
b- "Pabuçlarını çıkar." ifadesi üzerine birçok yorum yapılmıştır ve birçok tarihi nakil de mevcuttur.43 Sürecini aktardığımız tarihi arka-plan ile bağlantılı okumanın daha isabetli olacağını kabul ederek, "pabuç, ayakkabı = na'leyk" ifadesinin mecazi olarak değerlendirilmesinin daha uygun olacağını düşünüyoruz. Çünkü yaşanan bütün bu süreç ile ilgili hem de çok özel bir "an" yaşanıyorken mevzunun pabuç gibi bir ifadeyle taçlandırılması, dil açısından da problemli bir okumadır.
Dikkat edilirse Musa ve Muhammed Rasulullah'a vahyin ilk gelişiyle ilgili bazı eylemsel yönlendirmeler vardır. Bu, Kur'an'da gözden kaçmayacak denli açıktır. Erken dönemin ilk ayetlerine bakıldığında buna benzer yönlendirme ve arınmaya dönük deyimsel ifadeler görülecektir. Her iki rasulün de vahye muttali olduklarında yaşadıkları şaşkınlık ve aldıkları direktiflerin örtüşmesi, bu konuda ilahi bir programın işletildiği fikrini daha da belirginleştiriyor. "Pabuçlarını çıkar." ifadesi ile "Elbiseni temizle"44 ifadesi arasında sadece ortam ve kelime farkı vardır. Vahiy gelmeden önce Muhammed Rasulullah'ın elbisesinin kirli olduğunu, onun kir içinde dolaştığını kim iddia edebilir? Hem bu kadar önemli bir süreçte Allah neden bu kadar basit bir meseleyi gündemleştirsin? Soruları artırmak mümkün, ancak alınacak cevapların tümü olumsuz olacaktır. O halde burada, meseleyi mecrasında anlama maksadıyla, şöyle bir yaklaşımın daha uygun bir zemin oluşturacağını düşünerek şu tespitleri paylaşmak gerekecektir: Hz. Muhammed'in elbisesi neyi ifade ediyorsa, Hz. Musa'nın pabuçları da öyle bir şey olmalıdır. Hz. Muhammed'in Hira'sı nasıl bir işlev gördü ise Hz. Musa'nın Medyen'i de aynı işlevi görmüştü. Hz. Muhammed'in 'Sidretu'l-Münteha'sı ne ise Hz. Musa'nın 'Vadi'l-Tuva'sı veya Tur-i Sina da öyle bir şey olmalıdır. Hz. Muhammed'in gözünün gördüğünü gönlünün yalanlamaması neye tekabül ediyorsa Hz. Musa'nın kulağının duyduğunu kalbinin yalanlamaması da aynı vurguyu taşır.
Elbise veya pabucun, insanın üzerine yaşadığı toplumda iliştirilmiş değerler olduğu kabul edilirse bir "teberri'", "tezkiye", "uzaklaşma" olduğu kanaati kuvvet kazanır. Ayrıca vahyin, geldiği toplumun dili ve zihni yapısına uygun bir ifadeyle hitap etmesi, onun maksadı ile doğrudan ilgilidir. Pabuç ve elbisenin pratikte tam olarak neye tekabül ettiği konusunda daha fazla yorum yapmadan şunu söylemek yeterli olsa gerek. Burada maksat; bir arındırma ve risaleti ifade edebilecek bir kimlik oluşturmaktır. Ayrıca "o an"a kirli yaklaşılmaması ve vahye müdahale etmeye yönelik bir deyim olduğu daha kabul edilebilir bir okumadır.
c- "Çünkü sen mukaddes Tuva vadisindesin." Burada vadinin 'mukaddes' olarak isimlendirilmesinin doğru anlaşılabilmesi için, yine buradaki atmosferi ve maksadı doğru okumak gerekecektir. Yukarıda bahsedilen süreç anlaşılmadan buradaki ifadeler yerine oturmayacaktır. Çünkü Musa'ya vahiy gelmiştir ve vahyin gelişi sıradan bir olay değildir. İnsanlığın ölçüsünün/kaderinin tescilidir.45 Bu 'an' ve bu ana tanıklık etmek çok özel ve mühim bir durumdur. Bu yüzden pabuçların çıkarılması gereken yer "kutsalla ilişki"nin başladığı yer ve zamandır. Burası bir vadidir ve vadinin adı 'Tuva'dır.46
Buranın salt kutsal olması düşünülemez. O halde buraya 'mukaddeslik' atfı şahit olduğu şey ile ilgilidir ki, Cebrail için söz konusu olan şey ile aynıdır. Bu yüzden Cebrail "kerim bir elçi"dir.47 Sahip olduğu bu şeref ve üstünlük, taşıdığı şeyden kaynaklanmaktadır. Tuva vadisi de bu kıymetini gerek iki kez bu ana tanıklığından alsın, gerekse de özel ismi ile ilgili olsun, eğer burada vahiy ve Allah'ın Musa'ya nidası olmasaydı, bir toprak parçası olarak hiçbir şey ifade etmeyecekti. Burası bir tecelli makamıdır ve bu özelliği olmazsa anılmaya değer bir yönü yoktur. Yani vadi, vahye muttali olma yerinin simgesidir. Bu yüzden bazı bilgi ve anlamlar sembollerle ifade edildiklerinde bir değer kazanabilirler. Bunun aksi bir anlam vermek zaten mümkün değildir. Çünkü canlıların yaşadığı ve biyolojik varlıklarını devam ettirdikleri bir vadide bulunmak, beraberinde birtakım mahsurları da getirecektir. Burada beslenen, burada metabolizmasını kullanan canlıların 'mukaddes' mekân üzerindeki bu hallerini hangi mantıkla izah etmek gerekecektir? Bu mukaddes vadideki otlardan yiyen hayvanlar da birer mukaddes olmayacak mı ya da bunlara kutsallık bulaşmayacak mı? Müslümanların da 'kutsal inek'leri haline gelmeyecek mi? Tarih buna az mı şahitlik etmiştir? Abdest suyu, tükürüğü, çıkardığı kirli çamaşırı hatta ifrazatı kapışılan insanlar, hangi kültür ve mantığın mahsulüdür acaba? Kaldı ki böyle bir algılama, ya 'eşya'yı ilahi bir kategoriye yükseltecek ya da ilahi olanı 'eşya'laştıracak, dolayısıyla edilgen, müdahale edilebilir, nesneleşmiş tanrı figürleri yüzyıllardır beklediği pazara kavuşacaktır. Şirk, İslam'dan intikamını bu yolla almış olacaktır.48
Vadinin mukaddes oluşu, günlük yaşantımızda zaman zaman yaşadığımız 'o çok özel an'lara benzetildiğinde, sonraki zamanlarda bu özel anın hatırası olarak kalır. Yani takvim ve saatin her aynı zamana denk gelmesi, aynı şeyi yaşanır kılmaz. Yıldönümleri bunun açık bir örneğidir. Yaşanan bir olay takvimsel olarak aynı zaman dilimine denk gelebilir hatta olay yerine gidilerek hatırlanabilir, ancak asla asıl olay birebir ortada olmaz. Bu yüzden Allah sık sık İsrailoğullarına "hani hatırlayın"49 anlamına gelecek bir deyişle50 verdiği nimetleri, aldığı misakları hatırlatarak, ihanetlerini ve nankörlüklerini lisanınca yüzlerine vurmuştur.
Aynı mesele içerisinde "arde'l-mukaddes" ifadesi kullanılan Maide Suresi 21. ayeti de aynı anlama gelen ancak mekân olarak Filistin'den51 bahseden bir ayettir. Bu ayette de İsrailoğullarının "arz-ı mukaddes"e girerken bile ne kadar korkak ve pazarlıkçı bir karakterde olduklarına göndermede bulunarak, girmek istedikleri yere bedelsiz ve zahmet etmeden/çekmeden girmek istediklerini, bu yüzden ellerinden alınmış bu yerde zorba52 bir topluluk bulunduğu için buraya "Sen ve Rabbin gidip savamadıkça biz buradan içeriye girmeyeceğiz"53 dediklerini okuyoruz Kitab'tan.
Kutsalcı Bakışın Müslümanlara Kazandırdıkları (!)
Buraya kadar söylediklerimizden şunları çıkarmak mümkün: Kutsal Allah'a ait olanı ifade eder ve somut, dokunulabilir, ölçülebilir değildir. Allah da Kuddus olduğundan, beşeri, arızi, geçici, etkilenebilen bir varlık değildir. Allah, müteal olduğundan ve sınırlanamayacağından, insanın kavraması için, insanın dilini kullanır. Bu da sembol dilini kullanmayı gerektirir (müteşabihat). Bu yüzden sembole medar olan nesne değil, sembolize ettiği "değer"dir.54 Aliya İzzebegoviç'in oldukça isabetli örneği ile "…yolda giderken işaret levhalarının anlamı, gidilecek yönü göstermeleridir. Eğer levhalara bakıp işaret ettiği yönü göremiyorsa, bakan kimse için yoldaki işaretlerin bir misyonu yoktur. Çünkü yoldaki işaretler, kendilerine doğru gidilmesini değil, gösterdikleri yöne doğru gitmek için dikilmişlerdir..."55
Allah'a ait olanın yalnızca Allah'ta kabul edilmesi bir inkâr değil, bir adalet ve hakşinaslık gereğidir. Bu anlamda günlük hayatımızda "kutsal"larımız değil ancak "mahrem"lerimiz vardır. Bu anlamda bizi var kılan ve anlam dünyamızı bütünleyen "haram" sınırlarımız, "hürmet" gerektiren ilke ve değerlerimiz vardır. Tahrim, imtihanımızın meydanıdır ve bu bizim "el-Kuddus" ile ahdimizi, ilişkilerimizi test eden bir huduttur.
Bozulma, çiğnenme, kullanılma ve saptırılma yeteneği olan hiçbir şey kutsal olamaz. Bu başörtüsü de olsa, Kâbe de, Rasul'ün sancağı da, Kitab'ın sahifeleri (Kitab değil) de olsa değişmez. Bunlar ancak bir değerdir/mahremdir ve biz onları tutup kaldırdığımızda yücelirler. Kutsal, Müslümanın yumuşak karnı değil, hiçbir durumda zarar görmeyecek ve karalamalardan beri olan, koruyan ve sığınılan Rabbu'l-Âlemin'dir. Ayrıca "mutlak" olmayan, kutsallığı göreceli olan, kişiden kişiye, bölgeden bölgeye değişen, biri için kutsalken, öbürü için olamayan, mukayyet ve muhayyer bir vehim nasıl bir kutsallık arzedebilir. Hem kutsallık atıfla değil, özünde buna sahip olmakla mümkündür. Aksiyolojik değil ontolojik bir durumdur. Müslümanın zarar görecek, sorgulanamayacak, neşter altına alınamayacak bir 'mukaddesat'ı yoktur, sahip çıkarsa yüceltip kendisiyle yüceleceği ilke ve değerleri vardır. Sıradan bir eleştiride çözülen, neşter vurulduğunda masada kalan bir inanç Müslümanın kutsalı olamaz. İbrahim, "batıp-kaybolan"ları sevmezdi bu yüzden.
Kutsal, hiçbir nesne veya eşyanın kaldırabileceği bir sıfat değildir. Bu yüzden kutsal üzerinden yürütülen tartışmalar, arızi ve pragmatiktir. Ahlaki olmamakla birlikte temelsiz ve içeriksizdir. Buradan hareketle bazı çıkarımlara ulaşabiliriz:
* Dini metinleri anlamada kutsal ve kutsalcı bakış, ona aşırı saygıyı beraberinde getirmiş, dolayısıyla uzaklaştırıcı, anlaşılamayan bir özelliğe büründürerek, insanlar bu yolla değerlerini araştırıp anlamaktan mahrum edilmişlerdir. Bu, zorla yaptırılan bir eylem değil, bu bakışın beraberinde getirdiği doğal bir sonuçtur. Kur'an'a abdestsiz dokunamamaktan tutun da, yazıldığı malzemenin mübarek oluşuna kadar akide haline gelmiş bir yığın hurafe kurgulanmıştır.
* Kutsalcılığın bir kalkan olarak dini metni anlamaya engel olması, geleneği ve içinde barındırdığı her şeyi kutsayan ekollerce analitik okumayı reddetmiştir. Akli, tarihi, bilimsel ve ahlaki verileri bir "anlam felsefesi" olarak benimseyen çabaları, kolaycı bir reddiyecilikle dün "rey'ci" bugün "oryantalist" bakış açısı diyerek mahkûm etmiş; bu da sorgulayıcı, sonuca gidici, tefekkür ve bütünselliği gözeten anlama çabalarının önünü tıkamıştır. Ortaçağ'daki skolastizm'in doğu varyantı şeklinde varlığını "oldukça dindar bir çaba" olarak devam ettirmiştir. Bu analitik ve anlama çabası güden bakışın yerini ezberci, yenilenemeyen ve güncel sorunlara cevap veremeyen kısır bir algı doldurmuştur.
* Kutsalcı bakış, olur-olmaz her şeyi "dini" diye sunulduğunda "dini" bir kalıp olarak gördüğünden, itaat edici ve soru soramayan kullar zümresini oluşturmuş; özellikle hadis alanında Allah Rasulü'ne atılmış iftiraları Allah'a, Kitab'a ve Rasul'ün Kitab'a muhalif olamayacağına rağmen esaslı bir kutsal metin zinciri oluşturmuştur. Bu da mezhebi okumaları körüklemiş ve bugünkü coğrafya yangınına bile mesned kılınmıştır.
* Kutsalcı bakış, Allah'a ait olanın Allah'tan başkalarıyla paylaşılmasını ve bunun ahlaklaştırılmasını getirmiştir. Basit ve sıradan şeylere kutsiyet atfederek Allah'a ait olanı değersizleştirmeyi getirmiştir. Kutsal kavramını sihirli bir değnek gibi kitleler üzerinde istediği istikamette kullanma becerisine dönüştürmüştür.
* Kutsalcı bakış tembeldir ve mirasyedidir. Üretme erdemini, emek verme, akletme, tefekkür etme ameliyesini başkalarına havale ederek ucuz bir din imajını inşa etmiştir. Bugün İslam âleminin gelmiş olduğu bu hantal ve nesne olma patolojisinin mimarı bu mantıktır. La-yüs'el bir alan oluşturarak dini düşüncenin donuklaşmasına yol açmış, bezirganların rant kapısı haline getirilmiştir. Kutsal adını vererek kişisel ve politik hesapların içine konulduğu, sorgulanamaz/dokunulamaz bir sandık gibi elden ve gözden uzak kalmış, dolayısıyla hesap vermek gibi bir adalet hakkını ebedi olarak lağvetmiştir.
* Apaçık bir kitap olan Kur'an'ın anlaşılamazlığını ve bunun sonucu Kur'an'sız bir din anlayışını getirmiş, bu boşluğu "ulu kişiler ve menkıbeleri" ile doldurarak ölçü/mizanın devre-dışı kalmasına bilerek ya da bilmeyerek hizmet etmiştir.
* Kutsayan bir perspektifle okuyan bu bakış, insanı ve bilgi (ilahi-beşeri her tür bilgi, ilm) ile ilişkisini, normal enformatik kanallarla sistemleşmiş tecrübesini ve hatta aklı ve makulu hakir gören, bilgiye ve onu edinme yolarına saldırarak, akıl-üstü bir bilgi kültürü oluşturmaya çalışan bir anlayışı yaygınlaştırmıştır. Bu yaygınlaşan mülahazaların insan ve toplumların bilgi ile ilişkilerini, bilgiye biçilen değer anlayışını tahrip ederek, araştırma, öğrenme, sorgulama ve üretme erdeminin tekelleşerek bir silaha, bir sömürü mekanizmasının dişlileri haline gelmesine hizmet etmiştir. Vahiy karşısında aklı aşağılayan ve anlamayı bloke eden bu anlayış karşısında buna tepki olarak, açığa çıkarma (keşf) adı verilen ve hatadan muaf olarak kabul edilen batıni-determinist bir bakış ikame edilmiştir.
* Öğrenme ve bilgi edinme araçlarını (kulak, göz vs.) by-pass ederek bunlara ulaşmayı belli mistifikasyonlar çerçevesinde özelleştirmiştir. Bununla kalmamış bu "sır tüccarlığı" giderek bir meşguliyete evrilmiştir. "Bilginin nesnesi gizlidir ve ona ulaşmanın yolu da eşit derecede gizlidir." yollu formülasyonlarla Kur'an'daki "gayb-müşahade" diyalektiği (müteşabihen mesaniy) tersine çevrilmiştir. Bu da tabiatıyla bu işle uğraşanlar zümresini doğurmuş (ruhban) ve adalet algısı da bununla ilgili olarak parçalanmıştır.
Buna bağlı olarak "biyografilerin şişirilmesi" denilen hastalık da buradan peyda olmuştur. Çünkü herkese ait olan bilgi, herkes normal kanallar tarafından elde edilemeyince onu elinde bulunduranlar tabiî ki "özel" olarak algılanacaklar ve farklı oldukları, her zaman ve zeminde açığa çıkan ulu kimseler olarak kalburüstü hayatlarıyla üst kategorilerde kabul edilecek ve gıpta ile nesilden nesile kartopu gibi büyüyerek aktarılacaktır.
* Kutsalcı bakışın bir başka armağanı Kur'an'ı ötekileştirmek olmuştur. İnen vahiy ve sürecinde Rasul'ün kişiliği ve inisiyatifini asgariye indirerek, vahyin yaşanan vakıa ile irtibatını kesmiş ya da başka yönlere çekerek düalist bir tasavvur ortaya çıkarmıştır. Vahiy (Kur'an) ayrı bir bağlamda Rasul (Siret) ayrı bir bağlamda okunmuş, bu da köklü bir anakronizmi dayatmış, bunu kitabına uydurmak için de uygun hikâyeler dizayn edilmiştir. Bu mizansen kültürü o kadar ileri gitmiştir ki sadece tarihi olarak bir yığın yanlış rivayet değil bizzat Kur'an'a aykırı bir din, altın tepsilerde servis edilmiştir.
* Kutsamayı ahlak edinmiş ama Kur'an'ın oluşturmayı amaçladığı ahlaktan yoksun bir dindarlık, ahlaki konularda ciddi sorunlarla karşılaşınca, bu açığını kapatabilmek için ihtiyaç duyduğu gerekli ahlak ilkelerini başka membalardan ikmal etme yoluna gitmiştir. Bunun sonucunda nefsi öldürmekten başlayarak, Müslümanın hayat içindeki işlevselliğini ve müdahale edici özelliğini gideren, mistik, pasifist, edilgen, muhtaç, kederli ve yoksul bir ahlakçılık ithal edilmiştir. Bunun altını doldurmak için de fakirliği öven, açlığa methiyeler düzen, boyun eğmeyi en büyük erdem sayan hadisler piyasaya sürülmeye başlamıştır, ki bunların siyasal ilişkilerin dışında düşünülmesi mümkün değildir.
* İnsan iradesini ve özgürlük alanını kısıtlayan, dolayısıyla da "kutsal-profan" düalizmini dayatan bir sonuca götürmüştür. Bunun sonucu olarak "iman-amel", "ruh-beden", "akıl-vahiy" ayrımı yapmak suretiyle dini bütünlük/dinin bütüncül bakışı parçalanmıştır. Bu da haliyle insan doğasının kolaycılığa meyyal oluşu gereği "sekülerizm"i İslam düşüncesinde hatırı sayılır bir makama yerleştirmiştir. Her yanın kutsalla donatılması, sıradan şeylere ilgiyi artırdığı gibi, kutsal inancının rahatsızlık verici, usandırıcı olması fikrini getirmiştir. Kutsalla donatılmış dünya, kutsal olmayan bireyi yalnızlaştırmış ve edilgenleştirmiştir ki bunun asıl getirisi siyasal iktidarlara yaramıştır.
* Kutsal kavramının en çok gündemleştiği zaman dilimlerine bakıldığında; siyasal iktidarların politikaları ile yakın bir ilişkinin olduğu ve kutsal etiketi vurulmuş itikatların piyasaya sürülen yeni kulluk amentüleri olduğu görülecektir. Bu bağlamda bayrak, vatan, toprak, ulus, devlet, milliyet-millet, ecdad, kan edebiyatı primi yüksek olan ve her zaman alıcısı bulunabilen "kutsal" mamullerdir. Hegemonik dil aynı zamanda kutsala da derinden ihtiyaç duyar. Çünkü varlığını devam ettirmek biraz da inanmak ve katkıda bulunmaya, sahiplenmeye zorlar. Osmanlı ve diğer Türk devletlerinin yönetim anlayışı bu inancın bir yansımasıdır. Hatta hükümdarın soyundan gelenlerin kanı kutsal sayıldığından, öldürülmeleri durumunda, kanları dökülerek değil, telle boğdurularak infazlarının yapılması, bu İslam-öncesi inancın mütevatir bir örneğidir.
Aynı şekilde kutsalın nesneler üzerinden kurgulanan karşı konulmaz çekiciliği, sakal, sarık, cüppe ve hırka gibi eşyaların pagan bir inancın yerleştirilmesinde nasıl etkin olduğu görmezden gelinmiştir. Kitlelerin samimi ve ucuzcu talepleri bu ticareti körüklemiş ve hatırı sayılır bir akideye dönüşmüştür. Kuşkusuz kişinin sevdiğine ait eşyaya duyduğu özlem gayet anlaşılır bir durumdur. Ancak bunun İslam gibi "şirk" üzerine önemli hassasiyetleri bulunan, daha net bir ifade ile şirk karşısında "tevhid"i ikame eden ve bizzat hedefe oturttuğu bir "hayat" olarak algıladığı şirk kültürüne karşı, bu kadar duyarsız olmak, hatta teşvik etmek "dindar şirk" diyebileceğimiz bir fenomeni oluşturmuştur.
Dipnotlar:
1- Nisa, 4/28
2- Mearic, 70/19
3- Beled, 90/4
4- İnfitar, 82/6
5- Alak, 96/6-7
6- Kıyamet, 75/36
7- Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük.
8- Kutlama, kutlu yol, kutlu sevda gibi…
9- Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Boğaziçi Yay., 13. Baskı, İst. 1995 s.57-59, 236-239.
10- www.aliseriati.com, İnsan niçin efsane üretir?
11- Kutadgu Bilig, Türklerin Müslüman olduktan sonra yazdıkları ilk dönem eserlerinden biridir.
12- Din-sel, bilim-sel, kitle-sel, toplum-sal, beden-sel, bütün-sel vb. gibi. Arapça'daki mensubiyet "ya"sı ile aynı işlevi görür ki adeta Türkçeleşmiştir. Dini, ilmi, ma'şeri, içtimai, bedeni, külli gibi örnekleri çoğaltmak mümkün.
13- "…esasında pek uzağa gitmek demek olan (kuds)den alınmış olarak temizlemek, pek temiz tutmak manasındadır." Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı M. Hamdi Yazır, Bakara, 2/30. ayeti, ilgili bölüm.
14- 'Aynı anlam sahası' nitelemesi ile kastedilen; ayrı dil grubu, ayrı kök ve etimolojiye sahip olsalar da, bugünkü algılamalar üzerinden bakıldığında ikisinin de işaret ettiği alanın "dinsel, tanrısal" olarak bilinen bir atmosferi ifade ettikleridir.
15- Burada "dini" demekten kastın, İslam sonrası Türkçe olduğuna dikkat çekmek gerekir. Çünkü İslam öncesi Türkçe'de her ne kadar Gök-Tanrı dini ve Şamanizm'in ritüellerinde kullanılıyorsa da, temelde Türk kültürüne rengini veren hakim bakış olarak yönetsel erk, yani kanı ve canı "kut"lu kılınmış, seçilmiş Türk hanedanı için kullanılmıştır. Buna bağlı olarak da, kelimenin kullanıldığı yer Türk Hanedanı (hakan ve erkek çocukları) ve onlara değgin yerlerdir.
16- Dr. Şahin Güven, Kur'an'ın Anlaşılması ve Yorumlanmasında Çokanlamlılık Sorunu, Denge Yay., İst. 2005
17- www.tdk.gov.tr Felsefe Terimleri Sözlüğü, Kutsal: 1) Tanrı'ya adanmış olan. 2) Tanrısal olan, bütün var olanların, yeryüzüne ilişkin olanın üstünde yükselen, ondan bütünüyle başka olan. 3) Ahlaksal yetkinliğe ulaşan, bu yolla Tanrı'ya yakınlaşan kişilerin niteliği (azizler, evliyalar, ermişler). Toplumbilim Terimleri, Kutsal: Bir toplumda ya da bir toplumsal kümede dince yüceltilen ve "dünya işleri"nden ayrı nitelikte olduğuna, ayrı bir düzen içinde yer aldığına inanılan (şeyler).
18- 2/30, 87, 253; 5/21, 110; 16/102; 59/23; 62/1; 20/12; 79/16
19- Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı, Bakara, 2/87. ayeti, ilgili bölüm, 5/110. ayeti, ilgili bölüm; et-Tefsiru'l-Hadis, M. İzzet Derveze, 2/87. ayeti, ilgili bölüm.
20- Al-i İmran, 3/45
21- Enbiya, 21/91
22- Enbiya, 21/91
23- Bakara, 2/97
24- Mü'min, 40/15
25- Nisa, 4/156
26- Al-i İmran, 3/42
27- Meryem, 19/20
28- Meryem, 19/20
29- Nahl, 16/2; Kadir, 97/4; İsra, 17/85.
30- Maide, 5/72; Bakara, 2/116.
31- "Mukaddes vadide". Mukaddes vadi, Şam çölünde Tur-i Sina dağının eteğinde bir vadidir: "Tuvâ". Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı, Naziat, 79/16. ayeti, ilgili bölüm.
32- Arz-ı mukaddes (mukaddes yer): Temiz ve mübarek yer demektir ki, Kudüs'te "Beyt-i Makdis"in bulunduğu yerdir. Vaktiyle birçok peygamberin oturduğu yer olduğundan böyle isimlendirilmiştir. Bir rivayete göre İbrahim (as) Lübnan dağına çıktığı zaman Allah Teâlâ: "Bak, gözün nereye kadar yetişirse orası mukaddestir ve gelecek nesline mirastır." buyurmuş. Bunun tayin ve takdirinde 'Tur' yani dağ ve havalisi denilmiş; Dımeşk, Filistin ve Ürdün'ün bir kısmı denilmiş, Şam toprağı da denilmiştir. Hz. Musa Mısır'dan, çıktıktan sonra Şam arazisinde yerleşme vaat edildiği ve İsrailoğulları'nın buna "arz-ı mevâıd = vaat olunan arz" dedikleri de söylenmiştir. (Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı, Maide, 5/21. ayeti, ilgili bölüm.) "Arz-ı mukaddes (kutsal ülke), İbrahim, İshak ve Yakûb peygamberlerin (Allah'ın selamı hepsinin üzerine olsun) vatanı olan Filistin'dir. İsrailoğulları en sonunda Mısır'dan ayrıldıkları zaman Allah, bu ülkeyi kendilerine vermiş ve burayı fethetmeyi onlara emretmişti." (Tefhimu'l-Kur'an, Ebu'l-Ala Mevdudi, Maide, 5/21. ayeti, ilgili bölüm.)
33- "Musa'nın başından geçen olay sana geldi mi? O, bir ateş görmüştü de, ailesine: 'Durun, ben bir ateş gördüm, ya ondan size bir kor getirir, ya da ateşin yanında bir yol gösteren bulurum.' demişti. Ateşin yanına varınca birden: 'Musa!' diye nida edildi. 'Ben şüphesiz senin Rabbinim; ayağındakileri çıkar; çünkü sen, kutsal bir vadi olan Tuva'dasın.' 'Ben seni seçtim; artık vahyolunanları dinle.' 'Şüphesiz Ben Allah'ım, Benden başka ilah yoktur; Bana kulluk et; Beni anmak için namaz kıl.' Herkes işlediğinin karşılığını görsün diye, zamanını gizli tuttuğum kıyamet mutlaka gelecektir." (Taha, 20/9-15)
34- Kasas, 28/15
35- Kasas, 28/21
36- Kur'an, buradaki yaşlı kişinin Şuayb olduğuna dair açık hiçbir karine sunmamaktadır. Ancak bazı müfessirler bu kişinin Şuayb ya da bir yakını olduğuna dair bilgiler vermişlerdir. Bkz. Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu'l-Gayb, Akçağ Yayınları; Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi; İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami'l-Kur'an, Buruc Yayınları; Ali Arslan, Büyük Kur'an Tefsiri, Arslan Yayınları
37- Kasas, 28/23-25
38- Kasas, 28/27-28
39- Taha, 20/40
40- Sonraki ifadelerden (ayrıca 27/7 ve 28/29'da konuyla ilgili ifadelerden) anlaşılıyor ki, Hz. Musa çölde yahut bozkırda yolunu kaybetmiştir; bu ifade, onun manevî bir yol göstericiye ihtiyaç duyduğunu sembolik bir üslupla dile getiren bir îma da olabilir. Kıssanın bu safhası onun Mısır'dan çıkışını izleyen yolculuk günleriyle alakalıdır. (Bkz. 28/14 vd.) 'Ateş' temsîliyle -bu, Tevrat'ta 'yanan çalı' olarak geçmektedir- ilgili olarak bkz. 27/7-8 ve 7. not (Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, 20/10. ayet açıklaması, 7. not)
41- Naziat, 79/16. ayetini ayrıca tahlil etmek gereksiz olacaktır. Çünkü seslenme ve mukaddes vadi ifadeleri Taha, 20/12'de de geçtiği için tekrardan başka bir şey olmayacaktır.
42- Zannedildiği gibi Allah, Musa ile doğrudan konuşmuş da değildir. Bu hem ontolojik hem de epistemolojik açıdan mümkün değildir. Allah'ın Musa'ya direkt konuşması O'nun sünnetinin dışındadır. (Fatır, 35/43) Ayrıca bu iletişim Şura, 42/52. ayetinin dışında değildir ve olamaz da. Vahyin mahiyeti ve tabiatıyla ilgili olarak bkz. Kur'an Dışı Vahyin İmkânsızlığı-Vahiy Savunması, M. Yaşar Soyalan, Anka Yay., İst. 2005; İletişim ve Vahyin İnsana Tercümesi, Bahadır Tok, Haksöz Dergisi, Ekim 2006. Ayrıca Musa ile "konuşma" için bkz. İki Deniz Arasında Vahiy, Ahmet Baydar, Beyan Yay., İst. 2003
43- "Âlimler, Cenâb-ı Hakk'ın, 'Haydi pabuçlarını çıkar.' hitabı hakkında şu izahları yapmışlardır: 1) Bu pabuçlar, ölmüş eşek derisinden idi... İşte bundan dolayı, Cenâb-ı Hak, o mukaddes vadiyi korumak için, ona pabuçlarını çıkarmasını emretmiştir. İşte bundan dolayı da bunun peşinden, 'Çünkü sen mukaddes Tuvâ vadisindesin.' buyurmuştur. Bu, Hz. Ali'nin, Mukatil, Kelbi, Dahhâk, Katâde ve Sûddi'nin görüşüdür. 2) Onun iki ayağı, vadinin hareketiyle temasa geçsin diye, Cenâb-ı Hak ona pabuçlarını çıkarmasını emretmiştir. Bu, Hasan el-Basri, Said İbn Cübeyr ve Mücahid'in görüşüdür. 3) Bu, o toprak parçasının tazim edilmesi manasına hamledilebilir. Çünkü o, o vadiyi tazim edebilmesi ve Rabbinin kelâmını dinlerken tam bir huzur içinde olabilmesi için, oraya yalınayak basması gerekir. Bunun delili, Allah Teâlâ'nın hemen bunun peşinden 'Çünkü sen mukaddes Tuvâ vadisindesin' buyurmuş olmasıdır. Çünkü bu ayet, 'talil-sebep' ifade eder. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki 'Pabuçlarını çıkar, çünkü sen mukaddes Tuvâ vadisindesin.' demiştir." (Tefsir-i Kebir Mefâtihu'l-Gayb, Fahruddin er-Râzi, Akçağ Yay., 15/443-444)
44- Müddessir, 74/4
45- Bkz. Kadir Suresi.
46- "Ne var ki, bazı müfessirler tuvan (ya da tuva) sözcüğünün 'kutlu kılınan vadi'nin ismi olduğunu söylemişlerdir. Oysa Zemahşerî, 'iki kere yapılan' anlamındaki tuvan yahut civan tabirinden yola çıkarak, sözcüğü 'iki kere' anlamına yormuştur; yani, 'iki kere kutsanmış' yahut 'iki kere kutlu kılınmış'. Anlaşıldığı kadarıyla, ilki Allah'ın sesinin işitilmesinden, ikincisi de Hz. Musa'ya peygamberlik görevi verilmesinden ötürü." (Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, 20/12. ayet açıklaması, 9. not) "Tuva Bu kelimeyle ilgili çeşitli açıklamalar olup bize göre en uygunu Musa (a)'nın ateş gördüğü bir vadinin adıdır. Bu vadi Ahd-i Kadim'de varid olduğu üzere Tûr-i Sina'da Hureyb dağının yakınlarında bir yerdir." (et-Tefsiru'l-Hadis, M. İzzet Derveze, 20/12. ayet, ilgili bölüm.)
47- Tekvir, 81/19
48- Değerli Ercüment Özkan'a bu vesile ile Rabbimizden bol mükâfat ve bağışlanma diliyoruz.
49- Bakara, 2/63; Al-i İmran, 3/187; Maide, 5/20; A'raf, 7/141 vd.
50- "Genellikle -Arapça'nın yapısı içindeki değişik kullanımlarına yeterince dikkat edilmeden- 'vaktiyle' diye çevrilen iz edatının bu bağlamda tek uygun karşılığı, 'İşte/ve o zaman' ifadesi olarak görülmektedir. İlk karşılık çoğu zaman doğru görünmesine rağmen, iz edatı, aynı zamanda 'âni veya beklenmedik bir şeyin vukuu'nu (karş. Lane I, 39), ya da 'söylemdeki anî bir dönüşü/değişikliği' ifade etmek için de kullanılır. Bundan sonraki temsîlî anlatım, insana fıtraten verilmiş muhakeme yeteneği ile ilgili olduğu kadar önceki paragraflarla da mantıken irtibatlıdır." (Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, 2/30. ayet, 21. not)
51- Bkz. 25. dipnot
52- Buradaki zorba topluluğun Ammalikalılar olduğu hakkında bkz. Mukaddime, İbn Haldun; Elmalılı Hamdi Yazır, ilgili ayetin tefsiri.
53- Maide, 5/24
54- "Kur'ân, Allah'ın el-Kuddûs olduğunu söyler. Bu durumda mukaddes bilinmesi gereken aslında Allah'tır. O'ndan bir ruh olduğundan vahye de mukaddes denmiştir. Vahyi indiren Cebrail'dir; bu nedenle o Ruhu'l-Kuds'tür. Bundan ötürü onun inme zamanı ve indiği mekân da mukaddes sayılmıştır. Peygamberlerin bulunduğu; Sina dağı, Tuva vadisi ve benzeri yerlerin de mukaddes sayılmaları hep bundandır. Okunan vahyin yazıldığı malzeme de (Mukaddes Kitap) dolayısıyla mukaddestir. Bu malzemenin muhafaza edildiği sandığın (Aron-Ha-Kodeş) da mukaddes sayılması içindeki vahiyden dolayıdır. Yazılı vahiy malzemesinin konduğu bu sandık Allah'a yönelişin simgesi yapılmış ve kıble edinilmiştir. Sonra bu sandığın konduğu odaya (Qodhesh Haqqodhâshiym) denmiş ve orası da mukaddes sayılmıştır. Bu odanın bulunduğu Süleyman mabedinin (Bet-Ha-Mikdas) sonra da Yeruşalim'in (Kudüs) mukaddes sayılmaları da bundandır. Süleyman mabedinin İbranice'deki adı 'Beytel'dir. Araplar da 'el-Beyt'ül-Makdis' yahut 'el-Beytü'l-Mukaddes' demişlerdir. Şehirler, içinde bulunan meşhur şeylerle de isimlendirildiklerinden, bu isimler aynı zamanda Kudüs'ün de adı olmuştur. Kur'ân, İsrail oğullarının yurtlarını, Arapların isimlendirdikleri gibi Kudüs değil, 'mukaddes yer' olarak zikreder. Çünkü burası vahiy meleğinin çok ziyaret ettiği bir diyardır. Etimolojik olarak kutsal olan, mukaddes olan değildir. Çünkü kutsal olan, beşerden eşyaya seyreden bir anlamdan değer bulur. Mukaddes ise, Tanrı'dan eşyaya seyreden bir anlamdan değer bulur." (Not: Kıymetli Ahmet Baydar'a, bu bilgileri paylaşmalarından ötürü teşekkür ediyorum.)
55- Özgürlüğe Kaçışım, Aliya İzzetbegoviç, Klasik Yay., İst. 2005
- En Tehlikeli Zorbalık Kanıksanmış Olanıdır!
- Militarizmin Dinamizmi Korkunun İktidarı
- Korku Duvarlarını Aşmadan İslami Mücadele Süreklileştirilemez
- TCK 301. Madde Tümüyle Kaldırılmalıdır!
- İLKAV’ı Kapatmakla Bizi Susturamazlar
- İLKAV Kapatılamaz!
- Hak-Par Davası: Kürt Kimliğine Mahkeme Kararıyla Mahkumiyet!
- Yönünü Kaybedenlerin Günü: “14 Şubat”
- Aksa Tehlikede!
- Olmert Türkiye’de Protestolarla Karşılandı!
- İşgalciler Irak’ta İç Savaşı Körüklüyor
- Radikal Cihadın İnsanîlik Boyutu
- Müslümanlar ve ‘Kutsal’la İlişkileri
- Ruh Kavramının Kur’an’daki Karşılığı
- Bilgi, İman ve Amel Bütünlüğünde İslam’ı “Hakim” Kılmak
- Resmi İdeolojinin Maksadına Uygun Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi
- Türkiye’de Devletin Araçsalcı Din Eğitimi Politikaları
- Başörtüsüne Özgürlük Talebimiz Bütün Zulüm ve Hukuksuzluklara Bir Tepkidir!
- Küresel Isınma ve İklim Değişikliği
- Hz. Muhammed’i Doğru Anlamaya Önemli Bir Katkı
- İLKAV’ın “Kürt Sorunu” Panelinden Notlar
- Şahit misin?
- Sen ve Sen
- İslam'ın Ruhunu Kavramak
- F Tipi Cezaevi Şartlarında Yapılan “İyileştirmeler” Tecriti Ortadan Kaldırabilir mi?