Müslüman Göçmenlerin Sorunları ve Almanya'nın Siyasal Tarihi
Günümüz dünyasında uluslararası ilişkilerin yapısını ve niteliğini oluşturan gelişmeleri anlamak için tarihi ve tarihsel verileri bilmek kaçınılmaz gözükmektedir. Kıta Avrupası'ndaki gelişmelerin bugünkü karşılıklarını tanımlamak için, yine kıta Avrupası'nın tarihsel sürecini bilmek gerekiyor..
Avrupa Birliğinin güçlü ülkesi Almanya'nın Avrupa Politikası (Mitteleuropo Politik) duruşunun tarihsel arka planını doğru okumak Almanya'da yaşayan göçmenler açısından ihmal edilmeyecek öneme sahip bir konudur. İkinci dünya savaşından sonraki yıllarda başlamak üzere ve özellikle yasal çerçevede 6O'lı yılların hemen başında Akdeniz'e kıyısı olan ülkelerden ve yoğunlukla Türkiye'den Almanya'ya iş gücü olarak göç sürecinin başladığını biliyoruz. Kırkıncı yılına giren bu göç olgusunun çeşitli boyutları bulunmaktadır. Özellikle Müslüman göçmenler açısından olaya bakıldığında, kısa bir süre için işçi olarak çalışmaya gelinen Almanya, süreç içerisinde kalıcı bir yurt olmaya başlamıştır. Dolayısıyla faklı bir din, kültür ve medeniyetle beraber yaşamak ve özellikle kendi din, kültür ve medeniyet duygularını muhafaza ederek yaşamanın zorluklan her geçen gün artmaktadır. Bu farklılıklara uyum sağlamak, kendi kimliğini muhafaza ederek nasıl mümkün olur sorusunu da beraberinde getirmektedir.
Uyum/entegrasyon sağlanmak istendiğinde "karşı" taraf uyumdan ne anlıyor? Bunun pratikte uygulaması nasıl olacak? Entegrasyon1 adı altında asimilasyon politikalarının göçmenler üzerinde uygulanmak istenmesi ne anlama geliyor? Döner kebap ve göbek dansı göçmenlerin kültürü olduğunda beraber yaşanan egemen kültüre katkı sağlarken, başörtüsü, cami minaresinden niçin entegrasyona engeldir diyerek korkuluyor? Yabancılık ve dışlanmışlık gibi, kalınan ülkeye vergisini veren, o ülkenin dilini konuşan, hatta vatandaşlığına geçen "göçmenler"in sosyal yaşam içerisinde karşılaştıkları sorunlar acaba, sadece müslüman göçmenler için mi geçerli?
Almanya'nın siyasi tarihine bakıldığında görüleceği üzere 18.yy'da Almanya'ya işçi olarak gelen Polonyalıların iki kuşak sonra Alman toplumuna tamamen asimile olduklarını görüyoruz. Yüzbinlerce Polonya asıllı insan şu an kendilerini Alman olarak hissetmektedirler. Fakat bu asimile olmuş Polonya kökenlilerin kendilerini tamamen "Alman" hissetmelerine rağmen, yine de Alman toplumunda "yabancı" olarak görülmekten kurtulamamaktadırlar. Özellikle Kuzey Ren Westfalya Eyaleti sınırları içerisinde yüzbinlerce Polonya soy ismine sahip "Alman" yaşamaktadır. Bunlar kendilerini Alman olarak tanıtmaktadırlar ancak soy isimleri kendilerini ele vermektedir. Almanya toplumunda bu soy isimdekilere küçümseme ve hakaret içeren bir tanımlama olarak: Polacke! denilmektedir.
Bu bağlamda işgücü olarak Almanya'ya göç etmiş ve daha sonra gerek ekonomik ve gerekse sosyal sebeplerden dolayı Almanya'da kalmaya "karar" vermiş Müslüman Göçmenlerin kendi gelecekleri için Almanya devletinin "yabancılar" ve "azınlıklar" politikasını tarihte nasıl yorumladıklarının analizini yapmaları gerekmektedir. Her şeyden önce bir aidiyet duygusu olarak kendi öz kimliğimizi muhafaza etmek istiyorsak, bizleri öz kimliğimizle kabul etmeye pek de yanaşmayan Almanya'nın diğer azınlıklara bakış açısını ve tarihteki uygulamalarını analiz etmemiz kaçınılmaz gözükmektedir.
Bugün Almanya'da yıllardır gözardı edilen ve şu an adeta kontrol dışına çıkan neo-nazi/faşist terör her geçen gün artarak, Türkiyeli göçmenlerin canlarına, mallarına yönelik saldırılarıyla ne kadar tehlikeli olduğunu bizlere gösteriyor. Gerek Almanya'da yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve İslama karşı ön yargılar ve Müslüman göçmenlerin Almanya'daki kalıcılıkları ile ilgili fikri tartışmalar, gerek özelde Almanya tarihini ve Almanya'nın uluslararası siyasetini iyi okumak ve Alman ırkçılığının tarihsel arka planını bilmek Almanya'daki göçmen Müslüman kitleye yeni bir perspektif kazandırmada ciddi katkılar sağlayacaktır.
Kısır çekişmeler bir tarafa bırakılmalıdır. Sırtlarında yumurta küfesi taşımayan kişi ve çevrelerin, kimlik tartışmalarına girmeden sorunları çözme gayretlerinin müslüman göçmen kitleyi Polonyalı göçmenlerin düştüğü kimliksizlik konumuna düşürmesi söz konusu olabilir.
Müslümanlık, göçmenlik, yerlilik, kalıcılık... gibi öncelenen tartışmaların köksüzlükten kurtulup analize dönüşmesi biz göçmen müslümanlar açısından ve mensubu/sorumlusu olduğumuz İslam dünyası/ümmeti açısından da önemli bir konudur. Belki de tarihlerinde müslümanlar batıyla bu modern göç bağlamında ilk sefer edilgen tarzda sorunlarıyla karşı karşıya gelmişlerdir. Avrupa/Almanya'ya has her türlü mahalli, noktasal sorunların önemsenmesi gerektiğine inanıyorum. Ancak, yerel sorun ve sorumluluklarımızın çözümü, küresel sorun ve sorumluluklarımızı yerine getirme çabalarımızla doğru orantılıdır. Almanya devletinin bugünkü tutumunu noktasal anlamda analiz edecek olursak, her şeyden önce Almanya'nın tarihini, kültürünü ve uluslararası siyasete yönelik bakış açısını yakın takibe almamız gerekmektedir.
Bugün için Almanya'da yabancı düşmanlığı, ırkçılık, ulusçuluk/milliyetçilik gibi akım ve uygulamaları değerlendirirken, bu akım ve uygulamaların tarihi köklerinin bizlere aktaracağı önemli ipuçları bulunmaktadır.
Yarım yüzyıla yaklaşan süre içerisinde Almanya'da yaşayan Türkiyeli Müslümanların kuşkusuz öncelemesi gereken "yerel" sorunları bulunmaktadır. Nedir bunlar diye baktığımızda, Almanya'da kalıcılığa karar vermekten tutun da, yabancılar yasasından2 kurtulup burada siyaset yapmaya, gayri menkul edinmeye, Alman vatandaşlığına geçmeye3, Almanca bilmeye, çocuklarımızı okutmaya, caydırıcı bir güç olarak lobiler oluşturmaya kadar bir çırpıda sıralayabileceğimiz "Öncelikler" bulunmaktadır.
Acaba bunlar yeterli midir? Bunların yeterliliğini sorguladığımızda yine karşımıza Almanya'nın siyasi tarihinde Alman vatandaşlığını kazanmış, çocuklarını okutmuş, Almanca bilen, köken olarak Alman fakat tek "kusuru" bulunan Yahudiler bütün bu "yeterliliklerine" rağmen tek başlarına oldukları için, Almanya dışında herhangi bir irtibatları bulunmadığı, kendilerine sahip çıkacak "iktidarları-devletleri" olmadığı için gaz ocaklarında, sürgün kamplarında akla hayale gelmeyen taciz ve işkencelerden geçerek bir soykırıma uğratılmışlardır. Bu korkunç ve aynı zamanda biz Müslüman göçmenlerin dersler çıkaracağı Yahudi azınlığın4 Almanya'daki tarihlerinden öğreneceğimiz şeyler mutlaka olmalıdır.
Bu arada, Türkiye ile çok fazla ilgilenildiğini, dolayısıyla Türkiye ile irtibatın yavaş yavaş kesilmesi gerektiği, Türkiye İle fazla ilgilenmenin "göçmenlere" katacağı hiçbir katkısının olmadığı üzerine fikirler ileri sürmek ne anlama geliyor? Türkiye'deki sorunlarla ilgilenmek, Türkiye'deki sistemin düzeltilmesine Almanya'dan şöyle veya böyle katkı sağma gayretleri içerisinde bulunmak eleştiriyi hak eden bir şey midir? Almanya'da yerleşik hayata geçiş sürecinin sancılarını ve doğal merhalelerini birinci kuşağa, "hacı emmilere" ve onların beceriksizliğine, yetersizliğine bağlamak doğru mudur?
Konuk işçilikten yerleşik hayata geçişin doğal sürecini yaşayan göçmenler yerleşik topluma adaptasyon sürecini nasıl değerlendirmelidirler?
Almanca da bilmek, ait-kültür duygularından insanı kurtarabilir mi?
Türkiye'den neye güvenerek ve hangi entellektüel birikimle soyutlanabilir? Çok uluslu dayatmaların giderek artan gücü, dünyadaki her türlü gelişmesini evimizin içerisinde teneffüs etmemiz ve sermayenin küreselleşmesi karşısında yerel ve küresel boyutlarda Türkiye başta olmak üzere hak, adalet ve özgürlük talepleriyle dayanışmak birilerinin söylediği gibi kuru bir "ümmetçilik ve ütopyacılık" mıdır? Post modernizmin bir söylemi haline gelen küreselleşme/globalleşme, bütünleşme acaba, bizlerin dayanışması, küreselleşmesi, bütünleşmesi söz konusu olduğunda niçin hafife alınmaktadır? Türkiye ile irtibatımızın kesilmesi en fazla Almanya'ya ve onun asimile politikasına yaramayacak mıdır?
Evet, bu sorular doğru-dürüst, gerektiği ciddiyet içinde tartışılmalıdır. Kuşkusuz, Türkiye ile bağların bu göç sürecinin çeşitli merhalelerinde zayıflaması doğal bir şeydir. Ancak, bunu bilinçli veya bilinçsiz olarak yaygınlaştırmanın bizlere katkısı da tartışılmalıdır.
Küresel emellere hazırlık yapan Almanya, kuşkusuz karşısında, örgütlü, kolektif, küresel sorumluluk üstlenen bir yapıyı görmek istemeyecektir.
Tartışmak Ama Seviyelice!
Evet bunları tartışmak zorundayız. Ama kestirme cevaplara kaçmadan ve seviyelice!
Almanya nasıl bir ülkedir? Siyasal yapısı hangi tarihsel süreçlerden geçmiştir. 16 eyaletle yönetilen Federal Alman Cumhuriyeti nasıl bir süreçte federal yönetim biçimini kendisine uygun görmüştür?
Alman ulus kimliği veya başka bir deyişle 'Alman olmak' ne anlama geliyor?
Birinci İmparatorluk/ 1 .Reich, İkinci İmparatorluk/ 2.Reich, Üçüncü İmparatorluk/ 3. Reich nedir?
Ve her şeyden önce biz Müslüman göçmenler, Almanya'da nasıl ve ne biçim bir yerde duruyoruz? Sorunlarımızın kaynağı ve çözümlerimiz neler olmalı?
Yerel sorunlarımız, küresel sorumluluklarımızın önüne geçebilir mi?
Mukim olmak, sosyal sorunları kalıcı bir perspektifle değerlendirmek Alman İslamı'nı savunmak anlamına mı gelir?
Avrupa/Almanya'daki sorunlarımız, çocukların eğitimi, kimlik ve Avrupalı Müslüman azınlık veya göçmenler tanımlaması ne anlama gelmektedir?
Bunlar açık yüreklilikle tartışmamız gereken konu başlıklarıdır.
Haksöz'ün her sayısında en az bir kaç sayfa Almanya'daki Müslümanların sorunlarının tartışılmasına, tanıma ve çözüme yönelik tezlerin sunulmasına yer ayrılması, Avrupa'da mukim Türkiyeli müslümanların konumlarını doğru anlamlandırmaları açısından önemli bir birikim sağlayacaktır.
Almanya'nın Kısa Tarihçesi
İmparatorluklar/Reich'lar Dönemi
Devlet, imparator, iktidar anlamına gelir Almanca'daki Reich sözcüğü.
Birinci Reich: Kutsal Roma Germen İmparatorluğu. Almanların 1. Reich dediği imparatorluk dönemi 1806 yılına kadar hayatını devam ettirmiş bir krallık. Napolyon Kutsal Germen devletini (Heiliges Römisches Reich deutscher Nation) 1806 yılında yenerek tarih sahnesinden silmiştir. Böylece güçlü Almanya İmparatorluğu yani 1.Reich bu tarihte sona ermiş oldu. Avrupa'da Fransa ile Almanya sürekli bir yarış içerisinde idiler. 1638 yılında Westphalia Barışı dönemi sonrası Fransa'nın Almanya üzerindeki dominantlığı savaş meydanında da bir kez daha kanıtlanmış oldu.
Ara Süreç
1815 yılında 38 devletin birleşmesiyle Viyana Kongresi'nde Almanya Konfederasyonu oluşturuldu. Bu federasyon Avusturya ve Prusya'nın egemenliğindeydi. Bu federal bir mecliste toplanan bağımsız devletlerin bir ittifakıydı. Meclis konumundaki bu Federasyon 37 devletin bağımsız politikasını koordine ediyordu. 36 Alman devletinin temsil edildiği ve bir o kadar da feodal beyliklerin gözetildiği Almanya Konfederasyonu içerisinde en güçlü Alman devleti: Prusya idi.
Bu Alman Konfederasyonu savaşı kaybetmiş, güçlü Almanya Devletçiklerine dikte ettirilerek oluşturulan yarı bağımlı bir konfederasyondu.
Bu Konfederasyonunun başı Avusturya Prensi idi. Öle yandan Konfederasyonun hukuken olmasa da fiilen 36 devletin lideri (Führer) Prusya idi. Almanya'daki 36 devletin üzerinde hukuken doğrudan doğruya söz sahibi konumunda bulunan Avusturya Prensi'nin bu dominant kontrolü 1848'de Viyana sokaklarında başlayan Kardeşlik, Özgürlük ve Eşitlik çığlıklarının yükselmesi, Avusturya'daki iç karışıklıkların "anarşiye" dönüşmesi ile Prusya'nın Avusturya'ya kafa tutmasına kadar gitti. Bu yıllardan sonra Prusya, Avusturya Prensini kaale almamaya başladı.
Sürecin devamında Almanya'nın 1864'de Danimarka'yı yenerek bir kısım Alman topraklarını geri almasıyla Prusya'nın bağımsızlık kapısını araladı. 1866'da Prusya-Avusturya'ya savaş ilan etti. Avusturya'nın savaşı kaybetmesi neticesinde, Avusturya İmparatorluğunun Almanya üzerindeki kontrolü de kalkmış oldu. Yani Almanya tekrar tam bağımsızlığına kavuşmuş oldu.
Bu arada Almanya'nın ezeli rakibi, 1.imparatorluğu (Reich) yıkan Fransa'nın 1870-71 yılında Prusya'ya yenilmesiyle 2. Alman İmparatorluğu/Reich'ı ve Alman Birliği kurulmuş oldu. Bu zafer, tarih de Alman Birliğinin Kurucusu sıfatıyla anılan Bismark'ın zaferidir.
Zafer kazanmış komutan Bismark bu olayı şöyle tanımlar: "Alman Milletinin Milli Bütünlüğü kan ve demirle gerçekleşmiş oldu. Ne mutlu bize!"
Savaşta zamanın egemen devleti Fransa'yı yenen Almanya ve bunun mimarı Bismark 1871-1890 yıllan arasında Avrupa'da bir Alman Üstünlüğü Kurmuş oldu. Alman milli birliğinin kurulmasından sonra bilhassa İmparatorluk Başbakanı Bismark'ın izlemiş olduğu diplomasi, Almanya'ya Bismark'ın Başbakanlıktan ayrıldığı yıl olan 1890 yılına kadar, savaş yapmayan "devlet adamı" sıfatıyla kesin bir diplomatik üstünlük olarak tarihe geçmiştir. 1871 yılında Alman İmparatorluğunun kuruluşunu ilan eden Bismark, Almanya'nın etrafında üçlü ittifaklar yaparak zamanın gücü Fransa'ya karşı Almanya önderliğinde bloklar oluşturmuştur. 1806 yılında birinci imparatorluğun tarih sahnesinden silinişi ve 1815 yılında Almanya Konfederasyonuyla devam eden süreç 1871'de bağımsız Alman İmparatorluğu ile tamamlanmıştı . Buna Almanya tarihinde 2.İmparatorluk (Reich) denmektedir.
Almanya/Avusturya, Almanya/Rusya, Almanya/İtalya, Almanya/İngiltere ittifaklarıyla sürekli birliktelikler oluşturarak denge politikasını siyaset felsefesi haline getiren Bismark 1890 yılına kadar Dış İşleri ve Başbakanlık görevini birlikte yürüttü. Avrupa'da güçlü bir ülke olmanın zorunluluğuna inanan Bismark, bu sayede Avrupa'da egemenlik kurmanın dünyada egemenlik kurma anlamına geldiğine inanıyordu.. Buna Almanya'nın siyaset literatüründe Avrupa Hakimiyeti (Mitteleuropo Politik) denmektedir. Avrupa'da güçlü bir Almanya ve bunun doğal sonucu olarak Alman hakimiyeti Bismark'ın düşünce sistematiğini oluşturmakta idi. Almanya, tarihte Bismark'ın sistemleştirdiği bu politikaya bugün de halen inanmaktadır.5 Almanya'nın yakın tarih Hitler öncesi politikası iyi tahlil edildiğinde görüleceği üzere, hemen hemen tarih boyunca Almanya, Avrupa içerisinde güçlü bir devlet olmak istemiş ve kısmen de bunu başarmıştır. Yani Avrupa hakimiyetini sağlamanın zorunluluğuna inanmış ve daha sonra dünya egemenliğine adım adım yaklaşmıştır. Avrupa devletlerinin özellikle Fransa, İngiltere ve Hollanda'nın Uzakdoğu ve Kuzey Afrika'dan, Hind-alt kıtasına uzanan kolonileri-sömürgeleri bulunmasına rağmen, Almanya'nın sömürgesinin olmamasının ardında Mitteleuropo Politik, yani "önce Avrupa'da egemenlik" yaklaşımı belirleyici öneme sahiptir.6
Bismark, Alman dış politikasını kıta Avrupası'nın dışına taşımamaya dikkat etmiştir. Almanya'nın Avrupa dışına yayılmasının o zamandaki konjonktür içerisinde Avrupa'daki durumunu zayıflatacağına inanıyordu. Avrupa dışına yayılmanın Fransa ve İngiltere ile çatışmanın getireceği riskleri göz önünde tutarak önce Avrupa'da egemenlik temellerini sağlamlaştırmak istiyordu.. Bismark, Almanya'nın o günkü sınırlarının batıda Belçika limanlarına ulaşmasını, doğuda ise Osmanlı İmparatorluğu'nu sarması gerektiğine inanmaktaydı. Bu, Almanya'nın Büyük Almanya ve Mitteleuropa siyaseti idi. Bismark bunun dışındaki yayılmayı riskli görüyordu.
Üçüncü Friedrich'in ölmesi ve yerine oğlu 2. Wilhelm gelmesiyle Almanya dış siyasetini değiştirdi. Almanya Avrupa egemenliği siyasetinden, sömürgecilik, yani Dünya Politikası (Weltpolitik) siyasetine sıçradı. O zamanlar benimsenmeye başlanan ve Avrupa merkezli ve Afrika'yı denetleyen Almanya deyimi çok meşhurdur. (Von Mitteleuropa bis Mittelafrika).
Bismark'ın siyasetten uzaklaştırılması ile birlikte Almanya'nın Orta Afrika üzerinde sömürge arayışları artar. Almanya İmparatorluğu Osmanlı İmparatorluğuyla ilişkilerini geliştirme dönemi Avrupa egemenliğini tamamladığı zannıyla dünya egemenliğine soyunduğu dönemdir. Bu politika çerçevesinde 2. Wilhelm Osmanlı İmparatorluğu ile yakın münasebetler kurar. Amacı, Osmanlı'nın Kızıldeniz ve Hint Okyanusuna kadar uzanan toprakları ile İngiltere'nin sömürgelerinin yolunu kesmektir. Bunun için Osmanlı ile yakın münasebetler kurar. Bilindiği gibi Berlin-Bağdat demiryolu projesi bu balayının bir neticesidir. Bağdat'a kadar uzanan bir demiryolu ile Almanya, Basra Körfezine inmek istemiştir. Öte yandan Almanya, İngiltere, Rusya ve Fransa'nın sömürgesi durumundaki müslüman halklar üzerinde Osmanlı gücünü kullanarak bu sömürgeleri uzun vadede kendi egemenlik alanına almak istemiştir. 1. Dünya Savaşı'nda Osmanlı'nın Cihat ve Halifelik sembollerini sık sık kullanması elbette tesadüfi değildir. Ama bu Almanya'nın Dünya egemenliği politikası (Weltpolitik) özlemi Almanya ve Osmanlı'ya büyük zararlar getirmiş ve her iki İmparatorluk tarih sahnesinden silinmişlerdir. Almanya savaştan yenik çıktıktan sonra ikinci Alman imparatorluğu da böylece acı bir sonla noktalanmıştır.
Savaş mağlubu İmparatorluk Almanyası dünya egemenliğini başaramamıştır. Büyük miktarda savaş tazminatı ve yüksek maliyette borçlanma ile 1919'da Almanya doğudaki küçük Weimar kasabasında çok partili, çok renkli bir cumhuriyet olarak tarihe tekrar sıfırdan başlamak zorunda kalmıştır. Kuruluş öncesi ve sonrası bir çok komünist ayaklanmalara sahne olan bu süreç, gerek Alman halkına ve gerekse politikacılarına savaş kaybetmenin bedeli olarak ağır sorumluluklar yüklemiştir. Enflasyon, gelir dağılımındaki bozukluk ve ağır savaş tazminatı gibi sorunlar yeni Almanya (Weimar) Cumhuriyetini yönetilemez hale getirmiştir.
Almanya'nın kötü idaresinin esas sebebinin savaş tazminatları olduğunu dillendiren 1920 ve 1930'lu yıllardaki söylem, halk nezdinde prim yapmıştır. Bu söylemi popülist boyutta seslendiren Hitler (Nasyonal Sosyalizim Partisi'ni 1919'da kurdu) mükafatını 10 yıl sonra halktan almasını bilmiştir.
Bu ezilmişlik ve itilmişlik haleti ruhiyesinden Almanya toplumu Adolf Hitler'i çıkararak üçüncü Almanya İmparatorluğu (3.Reich) dönemine gelmiştir.
Üçüncü Alman İmparatorluğu (3. Reich): Adolf Hitler Almanyası
Adolf Hitler gerek seçim propagandasında, Weimar kurucularına ve daha sonra Weimar Cumhuriyeti iktidarına, "Alman ulusuna ihanet ettikleri" tezini ve suçlamasını sürekli dillendirmişti. Halka ve bütün Almanya'da yaşayanlara iktidara geldiklerinde "savaş tazminatlarını ödemeyeceklerini" söylemiştir. İktidara geldiğinde de tazminatları ödememekle ilk icratını ve güvenirliliğini böylece Alman halkına göstermiştir.
Adolf Hitler ezilmiş Alman ulusuna tekrar öz güvenini ve Almanlığını hatırlatmayla işe başlamıştır. İktidarda kaldığı 12 yıllık süreçte Almanya'nın ideali, tarihsel misyonu olan önce Mitteleuropo Politik ve daha sonra Welt Poltik siyasetini devreye sokarak Almanya'nın tarihi misyonuna uygun bir siyaset izlemiştir.
1919'da Münih'de kurulan Nasyonal Sosyalizm Partisi 1920'lerdeki parti faaliyetlerini anti-Semitizim üzerine oturtuyordu. 1928 Parlamento (Reichtag) seçimlerinde % 2,6 olan partinin oyu Eylül 1930'da %18,3'e Temmuz 1932'de%37,4'e yükselmişti.
Kültür ve sanat alanında da ulusçu, ırkçı gelişmeler olmaktaydı. 1936 yılında "Topraksız Halk" (Volk ohne Raumj adlı bir roman o zaman 600 bin baskı yapmıştır.
Şairler, yazarlar, romancılar "Almanların ve Almanya'nın iyi ve güzel olmaları için, güneşe ve iç özgürlüğe ihtiyaçları vardır" diyorlardı. Hitler ise, "Avrupa'nın yoksulluktan kurtulması için daha fazla toprağa ihtiyacından" sürekli bahsediyordu.
"Lebensraum"; yaşamak için hava alınacak olan özgür mekanlar anlamına gelen bu kavram sürekli canlı tutulan ve alıcısı olan bir kavram haline gelmişti.
Adolf Hitler dönemi herkesçe malum acılar, kayıplar, yoksulluklar getirmiştir.
8 Mayıs 1945'de koşulsuz teslim olan Almanya bir kez daha tarih sahnesinden silinmiş oldu. 1945'de Almanya diye siyasal bir varlık yoktu artık. Amerika, Fransa, İngiltere ve Rusya İmparatorluk (Reich) sözcüğünün Almanca'dan silinip atılması gerektiğini söylüyorlardı.
Müttefikler Almanya'yı yöneteceklerdi. Rusya ayrı bir baş çekerek Almanya'nın bölünmesinde etken faktörü oynadı ve Almanya Postdam deklarasyonu ile bölündü.
1949'dan sonra iki Almanya vardı.
1-Demokratik Almanya Cumhuriyeti (DAC)
2-Federal Almanya Cumhuriyeti (FAC)
Birincisi, tek ulus sosyalizmini, Sovyet Bloku'nu ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel olarak temsil eden bir Almanya.
İkincisi, karnı toklar ülkesi kapitalizmini, Amerika'yı temsil eden diğer Almanya..
Karnı toklar ülkesi Federal Almanya, sosyal ekonomiyi (sozialeWirtschaft) cesurca savunarak başarılması zor bir ekonomik mucizeyi (Wirtschaftwunder) gerçekleştirdi. Büyük güç olmayı ve Avrupa egemenliği idealini iktisadi olarak kalkınmaya endeksleyerek gerçekten başarılmaz sanılan bir işi başaran Almanya; doğu politikası, batı politikası, kimlik-aidiyet (identitet) gibi kavramları ve idealleri yerli yerinde kullandı. Adolf Hitler zamanında İş İnsanı Özgürleştirir! (Arbeit Macht Frei) tekerlemesi ikinci dünya savaşı sonrası pençeleri ve tırnaklan sökülmüş bir Almanya'nın "yeniden inşası" ve "yeniden tarih sahnesinde onurlu yerini alması" için algılanıyordu, bunun için Almanlar canla-başla Almanya için çalışıyorlardı.
Ostpolitik/Doğu Politikası idealleri 1989'da Doğu Almanya'yı Gorbaçov'dan satın alarak "parasal devrimle" gerçekleştirildi. Ve 1990'da iki Almanya birleşti.
Şimdi, 1806'da kaybedilen birinci İmparatorluk (Reich), 1918'de kaybedilen ikinci İmparatorluk (Reich) ve 1945'de kaybedilen üçüncü İmparatorluk (Reich) ardından 1989'da ismi konulmasa da "dördüncü İmparatorluk" Almanyası'nda yaşıyoruz.. Her İmparatorluk kuruluşunda "suçlu" arayan Almanya toplumu 199O'lı yıllarda neo-naziler öncülüğünde yabancı düşmanlığı, İslam düşmanlığı, mülteci düşmanlığını Möln ve Solingen'de müslümanları yakarak, Rostock'da güpe gündüz mülteci yurduna saldırarak şehirde yaşayan halkın da alkışlamasıyla gerçekleştirmekteler. Dünün "günah keçisi" Yahudiler/anti-Semitizm yerine bugün Müslümanlar/anti-İslam söylemleri ikame ediliyor.
1989'dan sonra Almanya'da artan ırkçı ve yabancı düşmanlığı gelişmeler karşısında tarihin bir kez daha tekerrür ettiğine tanıklık yaptık. Irkçılık, milliyetçilik 1989'dan sonra o kadar çok artış gösterdi ki, uluslararası alanda Almanya'nın en yumuşak karnı olmaya devam etmektedir.7
Ulusçuluk
Günümüz dünyası, ulusal ve uluslararası ölçeklerde, birbirleriyle çelişkili iki süreci aynı anda yaşamaktan kaynaklanan tartışmalara sahne oluyor. Ulus-devlet olgusu köklü sarsıntılar geçiriyor. Bir yandan ulus-devlet modelinin meşruluğu aşınma sürecine girerken, diğer yanda etnik temelli milliyetçilik dalgasının siyasal etkileri dünya ölçeğinde artarak hissediliyor.
1789 Devrimiyle şekillenen ulus-devlet anlayışı; Garaudy'nin tarifiyle, özellikle Avrupa'ya özgü bir kategori olup ve bugün dünyada ulus devlet adı verilen olgunun, Avrupa sömürgeciliğinin bir ihraç ürünü olduğu daha belirgin olarak karşımızda duruyor.
Ulus-devletin en önemli özelliklerinden biri kuşkusuz, etnik bir grubun egemenliğini esas alan üniter bir yapıda olmasıdır. Egemen etnik grup, ulusal sınırlar içerisinde varolan diğer etnik grupların sosyo-kültürel varlığını dikkate almadan kendi dil ve kültürünü, okul, bürokrasi, kışla ve benzer sivil ve resmi kurumlar aracılığıyla diğerlerine dayatmaktadır.
Bu dayatma ulusal devletin tek bayrak, tek dil ve tek ulusal kültür anlayışında kendini gösteriyor. Nitekim bugün diğerlerini eriterek uluslararası kapitalizme eklemleyen özellikleriyle, etnik azınlıklar sorunu olmayan bir tek ulus-devlet gösterilmez.
İstatistiklere göre dünyada 184 bağımsız ulus-devlet bünyesinde 600 civarında hayatını devam ettiren dil grubu ve 5.000 etnik grup barınmaktadır. Bu çeşitlilik ulus-devlet için ülke içinde ve uluslararası platformda önemli bir dizi sorunları da beraberinde getirmektedir.
Azınlıkların dil hakları, bölgesel özerktik, siyasi temsil, müfredat, göç ve göç edilen ülkenin vatandaşlığına kabul, politik istemler, hatta resmi tatiller ve kültürel semboller gibi istek ve beklentileri bulunmaktadır.
Ulus-devlet ve Batılı veya batılılaşma ideali olan siyaset geleneği bu meseleyi farklılıklara saygı temelinin aksine tarihsel olarak farklılıkları yok sayma saplantısından bir türlü kurtulamıyor.
Örneğin, Almanya; ideal bir homojen yapı yaratmak için tarih boyunca kültürel farklılıklara ilişkin politikasını Alman Birliği ülküsü çerçevesinde 1. İmparatorluk, 2.İmparatorluk ve son olarak Nazi Almanyası'nda uygulamıştı.
Bir Ulus Bilinci Oluşturmada Almanya Örneği
Alman Milliyetçiliğinin Kökenleri
Bir ulusu ulus yapan nedir?
Ortak gelenekler veya ortak bir kültür mü, ortak tarih ya da ortak bir dil mi? Milliyetçilik tüm bu ortak özelliklerin formülasyonu ve hatta bazen tasavvurunun icadına dayanıyor. Ortak tarihsel ve kültürel kimliklerin güçlü, fakat genellikle kurgusal olduğu unutulmamalıdır.
Alman ulusçuluğu ve ulusal bir misyon doktrini 1871'de bir Alman devletinin kurulması ve Almanya'nın Avrupa'da üstünlüğünü ilan etmesinin çok öncesine dayanıyor.
Alman Milliyetçiliğinin Tanımı:
Anekdotlar:
Almanlar 1871 öncesi, kendi ulus görüşlerini tesis ederken, Alman kimliğinin ne olduğunu tanımlamak için zorlanıyorlardı.. Yukarda da söylendiği gibi toprakları siyasal olarak bölünmüştü ve bölünen topraklarda yüzlerce Alman devletçiği vardı.
Hangisi temelinde devlet bilinci oluşturulacaktı?
Prusya bilinci oluşturulsa, Ren kenarındaki Ren krallığı alınganlık yapıyordu..
Üçyüzden fazla ayrı devlet ve bunların birbiriyle uyumsuzlukları vardı.
En büyük devlet konumundaki Prusya, sürekli Prusya yurtseverliğini aşılamaya çalışıyordu. Radikal milliyetçi Johann Gottlieb Fichte Alman devletlerinin bu karmaşık iddialarını "ulusu olmayanların ulusal gururu" olarak tanımlıyordu.
Almanların zamanın modası olan özgürlük sevgisini Şair Heinirich Heine şöyle tarif ediyordu:
"Almanların özgürlüğü sevmediğini kim iddia ediyor. Ancak bu sevgi Öteki halklarınkinden daha bir iyidir. İngiliz, özgürlüğü nikahlı karısı gibi sever; o onun malıdır. Bir Fransız özgürlüğü taze bir gelin gibi sever; ateşli bir aşkla doludur onun için yapmadık delilik bırakmaz. Biz Almanlar bu sevgilere ilaveten yaşlı ninemiz gibi bir sevgi katarak özgürlüğü severiz."
Alman dilinin ve kültürel bir gelenek denebilecek şeyin varlığına rağmen, kimliklerini geçmişte aramak ve bulmak, Almanlar için sorunlar oluşturuyordu. 1806 yılına kadar Alman Ulusunun saygın ve kadim Kutsal Roma Germen imparatorluğu vardı; ancak bu İmparatorluğun o günün konjonktüründe Fransız Devrimi sonrası somut sorunlara, pratik cevaplar, dermanlar sunacak hiç bir şeyi yoktu.
19. yüzyılın "modası" olan ulusçuluk ve ulus hakkında geliştirilen pek çok formülü tanımlayan şey aslında taklitçilikten başka bir şey değildi.
Alman Ulusçuluğu ve Taklitçilik
Diğer halklara bakacaksınız ve bunların ulusal imge ve ideallerini, Alman kimliğini inşa, sentez ya da imal edilmesinde kullanacaksınız! Diğer ulusların olumlulukları, hayali tasavvurları, Almanların kendilerini tanımlamada yardımcı oldu.
Aslında Almanların bir anlamda kendine has, güçlü bir kültürel geleneği vardı ancak, Fransa'daki devrim ve Fransa'ya karşı yenilmişlik psikolojisi, alternatif zihniyetten yoksulluk taklitçiliği yaygınlaştırdı.
Örnek olması açısından ünlü Alman Filozof Hegel'in takipçisi Goltz'un Almanları ne şekilde tanımladığına bakalım:
"İnsan üstün bir varlık olduğuna göre Almanlara en mükemmel insan diyebiliriz; çünkü Alman gerçekten tüm ülkelerin bütün karakteristik özelliklerini, ustalıklarını ve erdemlerini kendinde birleştiriyor... "
Başka bir Alman düşünürü de şöyle demektedir;
"Bizler Çinliler kadar çalışkan, becerikli ve vicdanlıyız; yaşlılara karşı onlar kadar saygılıyız. İngilizlerin titizlik ve mükemmelliğine sahibiz. Tüm teknik sanatlarda Fransız ustalığı ve şıklığındayız. Müziği ve tüm güzel sanatları İtalyanlardan daha iyi anlarız."
Diğer ulusların kahramanlıkları Almanların kendisi oluyor!
"Biz Ruslar kadar itaatkar ve taklitçiyiz, gezmeyi en az Tatarlar ve Kırgızlar kadar severiz. Yahudi metaneti, yıkılmazlığı ve bir Yahudi kıskançlığı ve huysuzluğu gösteririz. "
Her ulusun ve dinin erdemlerini toplamış bir Alman ulus bilinci oluşturuluyordu. Başkalarına göndermeyle yapılan ulus tanımı, taklitçilik anlamına geliyor mu?
Başkalarına bakarak, "başkalarının" erdem ve ahlak anlayışlarını kendilerinden toplayan ve bu tanımlamayla her şeyi izah eden anlayış 1948 yılında zamanın başbakanı Konrad Adenauer'u eleştirirken de aynı yöntemi kullanmaktadır.
"Bu kadar insan Adenauer'den ne istiyor bilmiyorum. Onu en iyi ben tanırım. O bir Fransız'dan daha az güvenilir, bir İngilizden daha aldatıcı, bir Amerikalıdan daha zalim ve bir Rus'dan daha esrarengiz, kısaca itilip, kakılmış ulusumuz için, köklerini kaybetmiş halkımıza en uygun ve en ideal bir devlet adamıdır."
Bu sözlerin söylendiği zaman Almanya bölünmüş, parçalanmış ve bağımlı bir ülke. Almanya'nın bağımlı olduğu ülkeler de Rusya, Fransa, İngiltere ve Amerika. Bunların nasıl bir karaktere sahip olduğu ve bir Başbakan da olmaması gereken özellikler başka uluslar hakir görülerek eleştiriliyor. Bazen ulusların iyi yönleri, bazen ise kötü yönlerine vurgu yapılarak olunması gerekenler hakkında kanaat belirtiliyor. Ama neticede Almanlar hep iyisine layık olanlar olarak karşımıza çıkıyor.
Alman milliyetçiliğinin İktidarında bile ulusal karşılaştırma ve ithal takıntısını görmek mümkün.
1936 yılındaki Berlin'deki Olimpiyat oyunları esnasında Der Angrifft gazetesi Alman halkına Olimpiyatlarda, dünyaya en iyi yönlerini göstermelerini hatırlatıyordu: "Parisliler'den daha büyüleyici, Viyanalılar'dan daha neşeli, Ruslar'dan daha canlı, Londralılar'dan daha kozmopolit, New Yorklular'dan daha pratik olun."
***
Almanya'nın siyasi tarihi önemlidir. Zira Avrupa'daki müslüman göçmenler olarak nasıl bir kimlik testi ve egemenlik anlayışı ile karşı karşıya kaldığımız Alman uluslaşma tarihi özelinde algılayıp değerlendirmemize imkan sağlayacaktır.
Dipnotlar.
1- Entegrasyondan genelde, yerli halkla göçmenlerin yaşam koşulları arasındaki farkların azalması anlaşılmalıdır. Entegrasyon, göçmenin içinde bulunduğu çoğunluk toplumunda eşit statü kazanma olanağı sağlayan ve nesiller boyu süren bir süreçtir. Genelde entegrasyon kavramına; iş piyasası, eğitim sistemi ve uyrukluk gibi toplumsal yapılara entegrasyon; en önemli öğesi dil olan kültürel entegrasyon; İçinde bulunan toplum bireyleriyle ilişkide bulunup, "dostluklar" kurmayı içeren sosyal entegrasyon ve öznel aidiyet duygusuna dayanan kimliğe ilişkin entegrasyon olarak çok boyutludur. Almanya'da entegrasyon konsepti tartışmalarında sık sık asimilasyon, kültürel uyumluluk veya kültürel çeşitlilik ortaya atılmakta, bunların içerikleri konusunda henüz gerek bizler gerekse Almanlar olarak bir fikir birliği oluşmamıştır. Hakim kanaat olarak göçmenlerin entegrasyonundan, çoğunluk topluma tam olarak uyum anlaşılmakta olup, hükümet politikaları da bu şekilde uygulanmaktadır.
2- Ayrımcılığın adı:Yabancılar Yasası
Almanya'daki göçmenler (Türkiyeliler) "yabancılar kanununa" tabiidirler. Yabancılar kanunu ise ayrımcı bir niteliğin yasallaşmış bir metnidir. Göçmenlerin/Türklerin temel hak ve özgürlükleri, yabancılar yasası adı altında sınırlandırılmıştır. Vergilerini veren göçmenler, yabancılar yasasının sınırlaması ve kısıtlaması neticesinde sosyo-kültürel, sosyo-politik toplumsal haklardan mahrum bırakılmaktadırlar. 50 bin civarında Türk işadamı, 300 bin civarında insana iş istihdamı sağlamaktadır. Üniversiteye hazırlık liselerinde (Gymnasium) okuyan öğrenci sayısı 100 bin rakamının üzerinde olup, 30 bin civarında üniversite öğrencisi bulunmaktadır. Binlerce üniversite mezunu doktor, mühendis, siyaset bilimci, avukat... gibi toplumun öncülerinin, yabancılar yasası çerçevesinde seçme-seçilme hakları dahi bulunmamaktadır. Alman vatandaşlığına geçmek isteyen göçmenlerin genel kanaati; yabancılar yasası engelini aşmak, hukuksal ayrımcılığa en etkin çözüm yolu olarak vatandaşlığı görmektedirler. Toplumda söz sahibi olmak için, Alman vatandaşlığına geçmekten başka bir çare göremeyen göçmenler son yıllarda Alman vatandaşlığına geçmeye avantaj olarak bakmaktadır. Bugüne dek, Alman vatandaşlığına geçen Türklerin 500 bin civarında olduğu bilinmektedir. Son dönem de gerek yerel yönetim ve eyalet parlamento'sunda, gerekse Federal Parlamento'da milletvekili ve yönetici Türkiye kökenli Alman vatandaşlarının sayısında oldukça artış kaydedilmiştir. Bu durum son seçimlerde Almanya çapında 160 bin Türkiye kökenli Alman vatandaşının oy kullanmasıyla siyasi partiler üzerinde etkinlikleri ve ağırlıklarını hissettirmiştir. Birçok siyasi parti, Türkiye kökenli adayları, partilerinden milletvekili adayı gösterme girişiminde bulunmuştur.
3- Hukuksal Ayrımcılığa Karşı "Alman Vatandaşlığı" mı?
Uluslararası hukuk, vatandaşlıkla ilgili kuralların düzenlenmesini her devletin kendisine bırakmıştır. Vatandaşlık hakkıyla ilgili kanun koyucu; köken prensibi veya toprak prensibi esasına dayalı ilkeler doğrultusunda vatandaşlık hakkından bahsetmektedir. Federal Almanya Cumhuriyeti'nin vatandaşlık hukukunun kesin faktörü köken prensibine (kan bağı) dayanan prensipti. Örnek olması açısından, Anne veya Babamdan birinin Alman olması, doğan çocuğa Alman vatandaşlığı hakkını kazandırmakta, doğum yeri hiç bir rol oynamamaktaydı. Şimdiye kadar uygulanan bu durumun hukuksal temelini Almanya, 1913 yılında yürürlüğe soktuğu İmparatorluk ve Devlet Vatandaşlık Yasası çerçevesinde uyguluyordu.
Öte yandan, köken prensibine karşılık toprak prensibi esasına dayalı vatandaşlık anlayışı (Almanya'da uygulananın aksine) doğum yerini esas alarak vatandaşlık hakkını doğduğu yerle kurduğu bağlantıyla vermektedir.. Yine örnek olması açısından; ABD ve Kanada gibi geleneksel olarak göç alan ülkelerde, Almanya'daki uygulamanın aksine toprağa bağlı vatandaşlık prensibi uygulaması geçerlidir. Federal Almanya İçişleri Bakanı Otto Schily'in hazırlayıp, FDP (Hür Demokrat Parti) Rheinland-Pfalz Eyalet Başbakanı Brüder'in yasa tasarısı olarak desteklediği "yeni vatandaşlık yasası" ise 7 Mayıs 1999'da Almanya Federal Parlamentosu'nun 184 red oyuna karşı, 365 oy ile kabul edildi ve 21 Mayıs tarihinde Eyaletler Meclisinde de onaylanarak 1 Ocak 2000'den itibaren yürürlüğe girdi.. Yeni yasa, göçmen ailelerin sekiz yıldır Almanya'da yaşaması, oturma hakkı, yeterli derecede Almanca bilgisi, şiddete başvurmamak gibi eskiden var olan birçok şartı muhafaza etmiş olsa da, yeni vatandaşlık yasasında en önemli değişikliği, kan bağına dayalı olan 1913'den kalma Alman İmparatorluk Vatandaşlık Yasası ilkesinin değiştirilerek, vatandaşlık için doğum yerinin esas alınması olmuştur. Bunun pratik izahı: Türk anne ve babadan, Almanya'da doğan çocukların otamatikmen Alman Vatandaşı kabul edilmesi ve daha önce bağlı bulunduğu Türk vatandaşlığına 23 yaşına kadar sahip olması anlamına gelmektedir. 23 yaşından sonra ya Alman vatandaşlığını, ya da Türk vatandaşlığını tercih etmek zorunluluğu bulunmaktadır. Göçmenler Yeni Vatandaşlık Yasa Reformunda, kökene bağlılık prensibi yerine toprağa bağlılık prensibi gibi ilkesel ve çifte vatandaşlık gibi yüzeyselde olsa önemli bir mevzi kazanmışlardır.
4- Yahudilerle İlgili Bir Anekdot!
Hatırlanacağı üzere Yahudi azınlık1933-1945 yılları arasında sürgün, etnik temizlik, soykırım yoluyla fiziksel olarak ortadan kaldırmak istemişti. Öte yandan yüzyılın başında Polonya'dan Almanya'ya sanayi işçisi olarak gelen milyonlarca Polonyalı asimile edildiler. Bugün için kültürel ve hafıza olarak benliğini unutan milyonlarca göçmen Polonyalı Almanya'nın kuzey bölgelerinde yaşamaktadır. Geçmişte ve günümüzde Almanya'da göç nedeniyle oluşan etnik farklılıklar, Almanya hükümeti ve halkı tarafından bir türlü kabul edilmek istenmemektedir. Mölln, Solingen, Rostock gibi kentlerde mülteci ve göçmenlere yönelik şiddet, taciz gibi ırkçı saldırılar ve katliamlar bunun en bariz örneğini oluşturmaktadır. Farklı kültürlerden gelen göçmenlerin Almanya'da kendisini dünyanın efendisi gören kibirli bir ulusun toplumsal yapısı içerisinde emin hissetmesi, o sosyal yapı içerisinde temel hak ve özgürlüklerden nasiplenmesi prensip olarak güçtür. Bunun somut ve pratik örneğini son zamanlarda çifte vatandaşlık tartışmalarında görülmüştür. Alman kökenli olmayanların vatandaşlığa kabul edilme yasa tasarısı bunun aktüel bir örneğidir.
5- Bu konulardaki somut gelişmeler Haksöz dergisinin muhtelif sayılarında değerlendirildi, geniş bilgi için bu araştırmalara bakılabilir.
6- Her ne kadar Almanya'nın 1880 yılların ortalarında Afrika'da küçük sömürgeleri olmuşsa da, bu Bismark'ın temelde tasvip etmediği ancak o günün koşullan içerisinde "moda" olan sömürgesiz ülke olmaz anlayışının bir gereği olarak Almanya'nın sömürge edinmeye çalışmıştır. Bu konuda zamanın Alman İmparatoru ile anlaşmazlığa düşüp, çok fazla zaman geçmeden bu politik anlaşmazlığın bir sonucu olarak Bismark'ın görevden etti(rildi)ği bilinmektedir.
7- Alman anayasasının birinci maddesi şöyledir: "İnsan onuru dokunulmazdır, ona saygı göstermek ve onu korumak devletin görevidir." Burada insan onuru yazılmıştır; ama bu hüküm pratik de Almanların onurunu korumak şeklinde tecelli etmektedir.
Bir insana bu dünyada oturma hakki ve çalışma hakkı vermemek, ona yaşam hakkı vermemek demektir. Bu insanın onuru ayaklar altına almak demektir. Alman Anayasasının üçüncü maddesi: "Bütün insanlar kanun önünde eşittir... Hiç kimse cinsiyetinden, soyunda, ırkından, dilinden, görüşünden... dolayı ne zarar görmelidir, ne de üstün tutulmalıdır..
Öte yandan bunlar güncel yaşama indirgendiğinde tam tersine tanık olunuyor.
- Özgürlüğün Yolu
- 28 Şubat Hukuksuzluğu Düzenin Hukuk Tabutuna Son Çivileri De Çakıyor!
- Komuta Kararlılığı ve Hukuk Etiği
- “Karar" Verilememiştir!
- Depremin Depreştirdikleri
- Şehrin İnsanı Kapris Sever
- Sistem Ezaevlerinde Diretiyor
- İrşad Kitabevi'nde ‘F Tipi Türkiye’ Paneli
- Batıda Cezaevi Uygulaması
- TC-İsrail İlişkilerinde Yeni Bir Dönemeç
- Hizbullah’ın Siyonistlere Karşı Zaferinin Temelleri
- Ortadoğu Hakimiyet Savaşında Yeni Dinamik: Silahlandırılmış Barış
- Özbekistan: Emperyalizmin Yeni Zulüm Sahası
- İslam Dünyası’ndan Haberler
- Her Güçlükle Beraber Bir Kolaylık Vardır
- Siz Hâlâ Hicret Etmediniz mi?
- Ali Şeriati: Kazanımın ve Gelişimin Öğretmeni -1
- Müslüman Göçmenlerin Sorunları ve Almanya'nın Siyasal Tarihi
- İslami Hareket Davasında Beklenmeyen Karar
- Mahkemeler
- Tarih Katkılı Statükoculuk
- Osmanlı'da Din Devlet İlişkileri
- Kur'an Tefsirinde Sapma ve Nedenleri
- Ya Rabb, Bırakma Ellerimizi!
- Köyü Boşaltacak mısınız?