1. YAZARLAR

  2. Nurettin Özcan

  3. Mü'minin Günlüğünde Anlama Zorluğu

Mü'minin Günlüğünde Anlama Zorluğu

Aralık 2002A+A-

"Hep birlikte Allah'ın ipine (kitabına-dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O'nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi 0 kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz." (Al-i İmran, 3/103)

Önümüzde bir şeyler hep çelişkiye dolanıyor. Yaşadığımız hayat mı çelişkilerle dolu? Fikirlerimiz mi? Bilgilerimiz mi? Yoksa bilinç altımız mı? Gündelik hayatımızda mü'minin İstikrarlı ayakta duruşunu bozan, çok sözü edilen ama bir türlü sahiplenilemeyen zayıf kimliğinin, bugünkü dirençsizlikteki payı elbette büyüktür. Global dünyanın kirli siyasal atmosferinden ve kendi geleneksel sufi kültürünün bireye uzanmış derin "med-cezir"lerinin cazibesinden etkilenen bir mü'minin bu kişilik zaafına düşmesinden daha kolay ne olabilir?

Bugün enikonu mü'min kimliğiyle ömür sürdüğünü vehmeden kitlelerin azımsanmayacak bir kısmı, maalesef Kur'an'la bizzat, yüz yüze tanışıklığı olmayan ve ondaki hayati verilerle çok ciddi şekilde yabancılığı sağlanmış kalabalıklar halindedir. Yoo, hayır!.. Onurla taçlandırılmış bir hayat, o kadar basit ve vakarla temsil edilecek kimlik de, o kadar kolay elde edilebilir avantür bir unsur değildir. Kari Marx'ın karısının bir gün canı sıkılır ve Marx'a öfke ile bağırır: "Bana bak Karl! Manifesto diye bir yığın zırva yazacağına bir gün olsun evine adam gibi bir ekmek getir." der. Anlatmaya çalıştığım aslında budur. Yâni ne iseniz o olacaksınız. Yâni olduğunuzu iddia ettiğiniz değer her ne ise, hayatınızın her safhasında yalnız ona ait çizgileri taşıyacaksınız ve söylemlerinizde de bu ruhu korumaya özen göstereceksiniz. Bunun yapılmaması halinde, her türlüsünden derin sapmalar, hayatımıza takiye ile koşulsuz egemen olacaktır. Fakat günümüzün dejenere olmuş kültürü içinde ve bütün bir tarihi süreçte kitlesel bir toz yığını haline gelmiş Müslümanlar, Kur'an'ın getirdiği öğreti karşısında nasıl konuşlandıklarını değerlendirmeden ve kabul edilmese de Kur'an'ın yerine konulup ona denk tutulan unsurlarla kuvvet bulmaya çalışarak yine de kendi ideallerinde var saydıkları altın çağlarını kurmayı umarlar. Çok uzun bir zaman önce başlayan bir sistematikle, dinin halk dimağındaki belirleyiciliği aktif bir şekilde gözden düşürülerek âdeta tercihli sosyal bir argümana büründürülmüş. Bugün Müslümanlar maalesef kusursuz bir şekilde sahip olduklarını zannettikleri kifayetsiz ve asaletsiz sanal bir mü'min kimliğinin illüzyonu altında ezilmektedirler. Evet, siyasal tarihimizde büyük fetretler yaşandı ve asla küçümsenemeyecek badirelerden geçildi. Fakat Müslümanların bugün içinde bulundukları ağır yanılsama, siyasal olgulardan çok, onların hayatına hükmeden manevi belirleyicilerle olan güven dolu ilişkilerden doğmaktadır. Zira ferdin etrafını kuşatan manevi belirleyicilerin yolu tutulmazsa kişi kendisinin değersizliğine ve yolunun yanlışlığına inanır hale gelir. İşte Kur'an, bu olumsuz inançları yıkmak ve sahte belirleyicilerin yolunu kesmek için vardır.

Bazı sebeplerle mü'min kimliğinin bir ölçüde örselenmesi anlaşılabilir ama bir insan olarak kişisel idrakin topyekün umursanmadan elden çıkarılmış olması bağışlanır gibi görülmüyor. İslami kavramlara siyasal alanda yeni boyutlar getirilmeye çalışıldığı bir dönemde H. Nimetullah Öztürk, İslamcılık ile Müslümanlık arasında ilginç bir ayırıma gider. Türk dünyası, Osmanlılıktaki ümmet devrini geçmiş ulus devrine girmiştir, Ona göre ümmet devrinin üzerinde yürüdüğü yol "İslamcılık"tı. Ulus devletinin üzerinde yürüdüğü yol ise "Türkçülük" olacaktı. Bundan dolayı Müslüman başka İslamcı başka idi. Her İslamcı Müslümandır fakat her Müslüman İslamcı değildir. Osmanlının İslamcılığı başka bir din, Türk'ün Müslümanlığı başka bir dindir. Öztürk, yeni devlete özgü olarak, İslam'ı Müslümanlık yorumuyla Türkleştirmeye, uluslaştırmaya çalışırken, kendisinin de içinde yer aldığı dinde reform tasarısında ise dinin bilimsel esasları dahilinde düzenlenmesi amaçlanmıştır.1

Evet, Nimetullah Öztürk'ün Kur'an orijinli kavramlara getirmeye çalıştığı bu açılımlar ve yine Necmettin Sadak'ın 1950 yılına kadar liselerde okutulan sosyoloji kitabındaki resmi ideolojik aktarımlar, ülkedeki dini kavrayışlara sunulur ve dikte ettirilir. Hatta bu halkın dimağında yeni bir format kazanan İslam anlayışı öyle basit kültürel bir motif haline getirilir ki, 1926 yılında Sanayi-i Nefise (Güzel Sanatlar) Encümeninden iki ressam, Namık İsmail ile Çallı İbrahim'in Sultan Ahmet Camisinin resim galerisi haline getirilmesi ve bunun için de kubbelerine delikler açılarak aydınlatılması isteğine sadece Mimar Kemalettin Bey itiraz eder.2 Tabii o da sadece mimari kaygılarla. Yani gelinen noktalarda öyle büyük infilâklar olmuştur ki, Allah'a secde makamı olarak yapılan o büyük mabed, Müslüman kitlelerin ruhunda Batıdaki herhangi bir katedralden daha farklı bir titreşim meydana getirememiştir. İşte Müslümanın sıkıntısı o günden bu güne budur. Kim ne derse desin Kur'an, bugün için Müslümanların dünyasında içinde duygu yüklü mesajların bulunduğu antropolojik bir emanet noktasına getirilmiştir. Yani Kur'an günümüzde bütün etkinliği elinden alınmış ve yalnızca adı ile meşhur bırakılmıştır.

"Rabbi'nin Kitab'ından sana vahyolunanı oku! O'nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. Ve O'ndan başka sığınılacak da bulamazsın." (Kehf, 27). "Kitabını oku! Bugün hesap görücü olarak sana nefsin yeter!" (İsra, 14). Kur'ani bildiriler bizzat Allah tarafından ihsanların kavrayışlarına sunulurken, kalabalıkları peşinden sürükleyen bazı irşad önderleri de Nimetullah Öztürk'ün gayretlerine farklı açılardan katkılarda bulunurlar ve şöyle derler: "Tefsir ve hadisten abdestin farzını bile öğrenmemiz mümkün değilken, itikadi konuları öğrenmemiz nasıl mümkün olur? İslam alimleri yıllarca çalışarak, Kur'an-ı Kerim ve hadislerden çıkardıkları hükümleri kitaplara yazmışlardır. Bir Müslüman hangi mezhepte ise mezhebine ait kitapları okur, dinini öğrenir. Zaten bir Müslümanın bir ilmihal kitabı okumakla dinine ait lüzumlu bütün bilgileri öğrenmesi mümkündür. Fıkıh kitaplarını tabu olarak gösterenler, dini Kur'an ve hadisten öğrenin diyenler, eğer câhil değilseler, din anarşisi meydana çıkarmak için çalışan kimselerdir."3 Türkiye'nin yeni bir yüzyıla girdiğimizdeki manzarası bir zamanlar İngiliz Dışişleri Bakanı Gladstone'nin hayal ettiği manzaranın çok daha ötesinde temel öğelerini kaybettirici bir infilâk halinde seyretmektedir. O, bu milletin elinden mutlaka Kur'an'ı almak gerekir diyordu. Fakat İslam adına konuşanlar bunu daha üst enstrümanlarla dillendirip Kur'an okumayı bozgunculuk olarak niteler hale geldiler. Birilerinin tacını ve tahtını sağlamlaştırmak hesabıyla Kur'an'la yüzleşmeyi günah sayarak mü'minle kitabı arasına manevi duvarlar ören ve bunu da İslam adına yaptığını söyleyen karanlık dillerin, Kitabın insanla bire bir, yüz yüze olmak yolundaki davetini yok saymalarını akl-ı selim sahibi hiç kimse izah edemeyecektir. Düşünebilme yetisini kaybetmemiş, sorumluluk bilinci taşıyan, her türlüsünden çürümüşlüklere direnebilen ve henüz erdemini de elden kaçırmamış kişi, bu köle tacirlerinin ve bu yok sayıcıların tahakkümünden kurtulmak zorundadır. "Derken kitabı (Tevrat'ı) miras alan bozuk bir nesil bunların yerini aldı. Bize nasıl olsa mağfiret edilecek diyerek, su alçak dünya malını alıyorlar, yine onun gibi bir mal ve rüşvet gelse onu da alırlar. Allah'a dair haktan başka bir şey söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın hükmü üzere misak alınmamış mıydı? Ve onun içindekileri okuyup öğrenmemişler miydi? Oysa ahiret yurdu Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?" (A'raf, 169).

"Sana vahyolunan kitabı oku ve namaz kıl. Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyan Allah'ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir." (Ankebut, 45).

Geniş cemaat guruplarının kendilerinde olduğunu var saydığı ve sağlam bir idealle bağlılığını iddia ettiği dini hassasiyetler, ne yazık ki Kur'an'ın getirdiği öğreti ile örtüşmemektedir. Ve daha da önemlisi, geniş kitleleri mistik bir köle kültürü ile durağanlaştırarak onurlu bir hayatın önünde küçük düşürmektedir. Dolayısıyla muhayyile gücü toplumun realitesi haline getirilmiştir. Çocukluğumuzda Elmalılı Hamdi Yazır'ın tefsiri vardı. Akademik bir üslûpla yazıldığı için vasat kimselere hitap etmiyor gibiydi. Daha sade olması için bir hayli zamanın geçmesi gerekecekti.* Bir yayınevi bu tefsiri on cilt halinde hem kulluk bilincinde olanların istifadesine, hem de aristokrat meraklıların koleksiyonlarına sundu. Bu arada yapılan Seyyid Kutup, Mevdudi, Esed ve daha pek çok tercümeler gündelik hayatımızdaki yerlerini aldılar. Gerçekten yerleşik kültürün telkinlerinden ayrı olarak fikrederek ve hissederek sorumluluk duyabilen bir mü'minin şüphesiz ki, gündelik hayatındaki bütün sosyalitesinin en keskin belirleyici dinamiği Kur'an'dır. Bu sebeple bireyin onu çok iyi anlayıp, en dış çizgisinden en içsel noktasına kadar hayatına hakim kılmak mecburiyeti vardır. "Apaçık kitaba and olsun ki, biz onu iyice anlayasınız diye Arapça bir Kur'an yaptık." (Zuhruf, 2-3). Kur'an'ın Türkçeleştirilip hatta Yerebatan Camiinde Ali Rıza Sağman tarafından ilk Türkçe namaz kılınmasından** günümüze uzun bir dönem geçti ve pek çok renkli serüvenler yaşandı. Fikir hayatımızda yaşananlar hangi profilden bakılırsa bakılsın hep ağırlığı duyulan bazı gölgelerin baskısı altında biçimlendirildi. Siyasal platformun gizli ve sıra dışı ahlaksızlıkları toplum katlarında derinliğine ivmeler kazanırken Kur'an'ı modern*** toplumun üniteleriyle uzlaştırma çabalan da gözardı edilmiyordu. Evet, ama bazen de onun devrini tamamladığı en cesur dillerle söylenip otantik bir eşya gibi itekleniyordu. Kenan Evren bu konuda yeni bir öğreti sunuyordu halkın vicdanına: "Kız ve kadın başını örtse ne olacak, örtmese ne olacak? Örterse müslüman örtmezse kâfir mi olacak? Örterse kalbi temiz İnsan mı olacak? Örtünme o kişinin içindeki fitne ve fesadı ortadan kaldıracak mı? Allah'ın emri imiş. Eğer Kur'an-ı Kerim'deki bütün âyetleri emir olarak kabul edersek, bu asırda hırsızlık yapanın elini mi keseceğiz? Zina yapan kadına meydanlarda herkesin önünde yüz sopa mı vuracağız? Yine Kur'an'da yazıyor diye köle besleyip, gereğinde azat mı edeceğiz? Cariye bulundurup mecbur kaldığımızda onunla mı evleneceğiz? Kur'an'da yeri var diye erkekler isterse dört kadınla evlilik mi yapacak?"4 Peygamberin getirdiği öğretinin böyle anlaşılır olması, ne yazık ki hâlâ çok yaygın bir problem olarak karşımızda durmaktadır. Kur'an'ın anlaşılması ve Allah'ın hükümlerinin evirilip çevrilmesi konusunda zaman zaman basit bir uzlaşı, masum bir mutabakat gibi algılanabilecek bazı cemaat anlayışları da, çok değişik profillerde ifade edilebileceği gibi beşer idrakinin bugün temsil edildiği noktada insanoğlunun bizzat kendi var edicisi önünde diklenmesi olarak değerlendirilebilir. Bu tabii bazı zümreler veya kişiler için itici ve kabul edilemez gibi görülse de, bir ahlaki olgunun, belirlenecek kişiliğin ve diğer bazı argümanların zamana göre göreceli olarak kabulü, Allah'a kulluk bahsinde yeni teklifler sunuyor olmaktan başka ne ile ifade edilebilir? Müslüman gündelik hayatının bütün kesitlerinde Kur'an'ın kavramlarıyla en kesintisiz şekliyle yüz yüzedir. İşte bu yüzden kendisini ayakta tutacak hayat dinamiklerini çok iyi anlamak derinliğine nüfuz ederek içine sindirmek, onu özümsemek zorundadır. Ne siyaseten ne de cehaleten vahyi, bazı ideolojik argümanlara feda etmeye çalışmak, ya da onun insan hayatının sosyalitesini kuşatan yasalarını modern dünyanın global paradigması önünde uzlaşıcı ve hükümsüz bir teslimiyetle geçersiz göstermek Tanzimat dönemi aydınlarının bile cesaret edemedikleri bir eksen kaymasıdır. Fakat ne hazindir ki, günümüzde cemaatleşen ve aynı zamanda da aksi söylense bile İslami kimliğinin fikri aktivitesini kaybederek mevcut siyasetin kötü bir yaması durumuna düşen grupların, mevcut şartlarda sempati kazanmak için yaptıkları söylemlerinde, daima hoca efendilerinin hükümlerinden derin bir teslimiyetle söz edilmekte fakat Allah'ın Kitab'ından asla bahis açılmamakta, onların da zaten Kur'an'dan olduğu söylenilerek, sonuçta Kur'an, mistik ve pasif bir öğreti durumuna getirilmektedir. "Rabb'inin kitabından sana vahyolunanı oku! O'nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. Ve O'ndan başka sığınacak da bulamazsınız." (Kehf, 27) İnsanların şuuraltına hitap eden bu yeni din girişimcilerinin oluşturdukları sosyal gelenekler, toplumsal muhayyilede Kur'an'ın getirdikleriyle restleşen fakat bunun bir türlü farkına varamayan kalabalıklar yaratmıştır. Bütün değer bilme duygularının kaybedildiği bir noktada, özellikle cemaat guruplarının, gerçekte göz diktikleri amaçlarının Kur'an'ı anlama noktasında ne olduğunu çok iyi düşünmeleri gerekmektedir.

Fatır suresi 15. âyeti şöyledir: "Ey insanlar! Allah'a muhtaç olan sizsiniz. Allah ise zengin ve hamde lâyık olandır." Bu âyetin İbn Arabi'nin ünlü eseri Fususu'l Hikem'deki yorumu şudur: "Varlığımız açısından biz O'na muhtaç, nefsinde zuhuru için O bize muhtaçtır... O bana hamd eder, ben ona hamd ederim; O bana ibadet eder ben O'na ibadet ederim."5 Farkında olarak ya da olmayarak Allah'ın kitabı Kur'an'ın hep sahnenin arka planında bırakılması, en hayati meselelerde bazı zevatın önerilerine kulak verip; onun sözleri de zaten Kur'an'dandır denmesi, bilerek ya da bilmeyerek Allah'ın otoritesinin ve bütün evreni kuşatan disiplininin bazı kimselerle pay edilmesi demek değil midir? Müslüman'ın bugün için geldiği noktada bütün olup bitenlere rağmen kendisine olan güveni tamdır! Olup bitenlerin, etrafında dönenlerin aktüel düzeyde ve âdeta bir sohbet zevkiyle tartışmasını yapmaktadır ama bütün bu cereyanların oluşturduğu seremoni içinde, bireysel olarak kendisinin Kur'an'ı kavrama noktasında hangi düzeyde konumlandığının hesabını ciddiye almamaktadır. Kur'an'ın getirdiği öğreti ile akordunu yapmayan, ömründe bir gün olsun Kur'an'daki kulluk bahsinde kayıplarının neler olduğunun cidden sorgulamasına yaklaşmayan kimseler, maalesef vehimlerinin kusursuz kıldığı ama gerçekte zaaflarıyla ve hayalleriyle süsledikleri sahte ve kifayetsiz kimliklerinin içinde mutludurlar.

Kur'an'ı anlama, onunla beslenme ve vahyin getirdiği sosyal kavramları âdeta bir ikon gibi hayatımızın her bir köşesine serpiştirmeyle sık sık bozulan akordumuzu onarmak ihtiyacındayız. Kur'an'ın, Müslüman fert üzerindeki etkinliğini yeniden sağlayabilmesindeki umut, O'nun bütün belirleyicilerin önerilerinin ve öğretilerinin önünde tutulmasına bağlıdır. Kur'an'daki öğreti ve hikmet başkalarıyla paydaş kılındığında ise bu etkinliğin varlığını görmek herhalde mümkün olamayacaktır.

Eğer vahiy, insanlığa bir insanlık medeniyeti anlayışı getirmişse o zaman onun anlaşılır kılındığı ve ferdi planda anlamlandırılmış bir dünya, başlı başına bir uygarlık olacaktır. Fakat toplumumuzda yalnızca şekille kendimizi benzettiğimiz, bütün unsurları ile sahip olduğumuzu zannettiğimiz ve internet sitelerine kadar özgünlüğünü kaybederek magazine ettiğimiz bugünkü İslam; hikmetini ve ilahi kaynağını kaybetmiş, asli öğelerini yitirmiş suskun bir folklor ve kültürel bir enstrüman haline gelmiştir. İşte bu hayatı ve mü'mince konuşlanmayı bu kadar hafife indirmemiz en sonunda dualarımızın bile orijinalitesini bozmuş, onu sıradan avantür bir talep unsuru düzeyine düşürmüştür. Gündüzümün aydınlığına bile gecenin siyahı akıyorsa, sonu gelmez düş kırıklıklarım sürekli artıyorsa, sokaklarımda hüzün ve kahır hep kol geziyorsa, nice mahzun ve mütevekkil ceylan gözleri hep nemli kalıyor ve birileri de çıkıp "Bunlar ne istediklerini bilmiyorlar" diyorsa ve hüzne hüzün katıyorsa, ne istediğimi bile bilemeden ürkek ve korkak bir eşkalle orta yerde dolaşıp duruyorsam, Kur'an'ı anlayalım dediğimizde birileri çıkıp sürekli mızıkçılık yapıyorsa, kutsanmış sunaklarda her gün içler acısı yeni yürekler vuruluyorsa ve gözlerimden süzülen sızılar bana artık hiç bitmeyecekmiş gibi geliyorsa, en umutlandığım bir anda kardeşim diyeceklerim zengin ve güç sahiplerini seçiyorsa ve Rabbim'in bana sunduğu özgürlüğü hâlâ göremiyorsam... Ve birlikte geçen bir günün sonunda, ayrılık vakti geldiğinde, yalnızca yerlere dökülen kibirler kalıyorsa ortalık yerde ve yürekler hâlâ boşsa birbirimizden yana... Hani belki bir evin odasında, belki bir tenhada, belki de Fikret'in çay bahçesinde verilmiş sözler sabahı bulamadan sönüyorsa hâlâ,.. Yazıklar olsun!..

Dipnotlar:

1- Cumhur Arslan, H. Nimetullah Öztürk, shf.205

2- Mete Tuncay. İkna (inandırma) Yerine Tecebbür (Zorlama), shf.95

3- Ali Güler, Türkiye Gazetesi Takvimi, Sohbetler, 26, Mart, 1996.

4- Kenan Evren, Zorlu Yıllarım, clt.2,  shf.143

5- Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur'an, shf.34

*- Dikkat ediniz, öyle acı bir şekilde şah-mat olmak üzereyiz ki, Reşat Nuri'nin daha dün yazdığı romanları bile sadeleştirilerek yayınlanıyor. Bunun C. Dickens'in eserlerinin Türkçe'ye çevrilmesinden ne farkı var?

**- Ali Rıza Sağman Yerebatan Camiinde Türkçe olarak Kur'an-ı Kerim'in mealiyle namaz kıldırır. Fakat selâm verdiği zaman camide cemaatten kimsenin kalamadığını ve namazı tek başına kıldığını görür.

***- Medeniyet ve modernizm kavramlarını ayırmakta fayda var. Kısaca medeniyet insani bir olgu, kültürel bir boyuttur. Modernizm ise tamamen bir tüketim modelidir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR