1. YAZARLAR

  2. Ümit Kudbay

  3. Modern Devlet, Totalitarizm ve Bazı Yanılgılar Üzerine Mülahazalar

Modern Devlet, Totalitarizm ve Bazı Yanılgılar Üzerine Mülahazalar

Ekim 2022A+A-

“Nasıl bir hayat yaşamak istediğimizi bir kez daha ciddi olarak sormak zorundayız kendimize. İnsan kişiliğinin bütüncül gözetimine ve total sömürüsüne kendimizi teslim etmeye devam edip böylece özgürlüğümüzden, onurumuzdan feragat mi edeceğiz? Totalitarizm tehdidine karşı birlikte bir direniş örgütlemenin tam zamanıdır. GeorgBüchner'in sözleri güncelliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir: Tanımadığımız güçler tarafından ipe çekilmiş kuklalarız bizler; hiçiz kendimiz, hiç!” (Byung-Chul Han)

“Totalitarizm, bir inanç çağından çok bir şizofreni çağı vaat eder.” (George Orwell)

 

Modern öncesi siyasi iktidar biçimleri ile modern devlet aygıtı arasındaki münasebet hususunda süreklilik ve değişimin mahiyeti üzerine ziyadesiyle tartışmanın olduğu bilinen bir durum. Modern döneme geçişle beraber radikal bir kopuşun yaşandığı ve modern devletin tarihin hiçbir döneminde görülmeyen kimi özellikler taşıdığı tezi ile tarihsel süreç içinde bazı değişimler yaşanmaktaysa da devlet aygıtında önemli süreklilikler mevcut olduğunu iddia eden bir diğer tez arasındaki bir sarkaçtan bahsedebiliriz. Bu husustaki şahsi kanaatim ise moderniteyle birlikte hemen her alanda yaşandığı gibi siyasal örgütlenme konusunda da oldukça radikal bir değişim/kopuş yaşandığı ve tabir caizse devletin doğasının değiştiği yönünde. Bu bahsedilen husustaki değerlendirmelerde düşülen zafiyet başka yanılgılara da kapı aralamakta.

Misal olarak modern devletlerin bir kısmının totaliter özellik taşıdığı bir kısmının ise liberal davrandığı ve yahut topluma sınırlı müdahalede bulunduğu düşüncesi bu yanılgıların bariz olanlarından. Oysa zannedildiğinin aksine ister faşist veya komünist isterse de liberal bir anlayışı benimsemiş olsun modern devlet aygıtı, geleneksel siyasal iktidar formlarının aksine rafine düzeyde totaliter ve oldukça merkezî bir güç olma hususiyeti taşımaktadır. Bunun uzantısı olarak da modern devlet aygıtının, insanın en hayati faaliyetlerinden gündelik işlerine, yaşama biçimine, giyim kuşamına, damak zevkine, estetik beğenilerine ve hatta mümkünse deruni dünyasına kadar müdahale isteği bulunmaktadır.

Bu totaliterlik özelliği, Anthony Giddens’ın iç pasifleştirme dediği, ülke sınırları dâhilinde bulunan güç odaklarının tasfiyesi ve Charles Tilly’nin zorun tekelleşmesi olarak adlandırdığı güç temerküzü sürecinin neticesinde modern devletin uhdesinde yeşerdi. Giddens’ın da işaret ettiği üzere totaliterlik geleneksel siyasal formlarda var olamazdı, çünkü toplumun parçalı ve heterojen yapısı, gücün dağınık vaziyeti ve çoğu alanda bulunan çeşitlilik buna imkân tanımamaktaydı.

Parçalı yapı arz eden geleneksel toplumlarda devletin tebaasını ortak paydada birleştiren unsurlar da son derece sınırlıydı. Hayatı örgütleyen dinamikler daha ziyade din gibi köklü kurumlar, yöresel cemaatler ve yahut geniş aile/aşiretlerdi. Özerk ve otonom alan ziyadesiyle fazla, devlet eliyle belirlenen hususlar ise oldukça sınırlıydı. Sözgelimi Osmanlı devleti imparatorluk olması hasebiyle koca bir cesamete sahipmiş gibi tahayyül edilse de Ali Bulaç’ın ifade ettiği gibi devlet çok sınırlı fonksiyonlara sahipti; yıllık maktu vergi toplamak ve gerektiğinde asker talep etmek dışında eyaletlerle kayda değer bir bağı bulunmamaktaydı. Söz konusu durum sadece Osmanlı Devleti gibi bu topraklardaki siyasal örgütlülükler için değil, Michel Foucault’nun işaret ettiği gibi Avrupa devletleri için de geçerliydi:

Feodal tipteki bir toplumda siyasi iktidar esas olarak yoksulların senyöre ve zaten zengin insanlara vergi ödediği, aynı zamanda onlar için askerlik hizmeti yaptığı bir iktidardı. Fakat kişilerin ne yaptığıyla hiç ilgilenilmiyordu, siyasi iktidar buna, sonuç itibarıyla, ilgisizdi. Bir senyörün gözünde varolan şey, toprak, köyü, köyünde oturanlardı, ailelerdi, fakat bireyler, somut olarak iktidarın gözüne gözükmüyordu. Bir an geldi ki herkesin iktidarın gözü tarafından fiilen algılanması gerekli oldu, kapitalist türde bir toplum olsun istendi, yani mümkün olduğunda yaygınlaştırılmış, mümkün olduğunca verimli bir üretimle birlikte; işbölümünde kimilerinin şu işi, kimilerinin bu işi yapmasına ihtiyaç olduğunda, halkın direniş hareketlerinin, ataletin ya da isyanın, doğmakta olan tüm bu kapitalist düzeni altüst etmesinden korkulduğunda, o zaman, her bireyin somut ve keskin gözetlenmesi gerekli oldu...” (Michel Foucault, İktidarın Gözü, İmge Kitabevi, İstanbul, 1992)

Ezcümle geleneksel siyasi iktidar formlarının hacmi modern devletle kıyaslanamayacak oranda küçüktü.  İnsanlara merkezden din, hukuk, eğitim, bilimsel bilgi, resmî görüş, kılık-kıyafet, mekân kullanımı, cinsellik ve mutfak kültürü gibi konularda herhangi bir şeyin dayatılması gibi bir durum söz konusu olamazdı.

Totalitarizmi Mümkün Kılan İcat: Ulus

Etnik, dilsel, dinî, mezhebî, coğrafi, tarihsel birtakım ortak dinamikler üzerinden oluşturulan ve modern siyasal birliktelik olan ‘ulus’la sıkı bağlarla bağlı ulus-devlet müthiş bir cebir organizasyonu olarak teşekkül etti. Bu mutlak güç aygıtı aynı zamanda yeryüzündeki neredeyse tek cari siyasi örgütlülük haline geldi. İşbu modern ulus-devletin teşekkülü ve yerleşik form haline gelmesi süreci tarihte eşine az rastlanan hadiselerin gerçekleşmesini de beraberinde getirdi. Devlet tarihte hiç olmadığı kadar totaliterleşirken, insanlar yığınından yurttaşlar ve bu yurttaşların kader ortaklığı varsayımından bir toplum inşa edildi. Bu var edilen toplum da devletle özdeş bir halde tasavvur edildi. Modern zamanlardaki genel teamül gereği, devletlerin ulusu var etmek üzere seçtikleri dinamik ne olursa olsun resmî muhayyilenin amacı, herkesin merkezî kültüre katılmasını sağlamak, bunun için etkili ve yaygın asimilasyon politikalarına başvurmaktı. Bu yönüyle modern devletlerin oluşturduğu merkezî kültür, tüm mozaikleri bertaraf eden bir eritici kazan görünümündedir. Modern ulus devlet, merkezileştirdiği kültürün eritici kazanı içinde bütün yerel, yöresel ve dinî zenginliklere son vermeye azmetmiştir. Elbette ki modern devletin bu her alana müdahale iştihası sebepsiz ve gerekçesiz değildir. Bu özünde totaliter eğilim, sosyo-ekonomik bir temelden de beslenerek tekil devlet modelini güçlendirmek üzere devleti hukukun tek ve meşru kaynağı konumuna çıkarmıştır. Özellikle kapitalizmin boy vermesi ve sanayi toplumunun oluşmasıyla toplumun oldukça karmaşık ve olabildiğince parçalara bölünmüş birimleri arasında düzenli ilişki kuracak ve bu ilişki biçimini ortak bir amaç yönünde kullanacak rasyonel bir koordinasyon sürecine ihtiyaç neticesinde, modern devlet hayatın kılcal damarlarına kadar nüfuz etme imkânını elde etmiştir. Bu zaviyeden totalitarizmi mümkün hâle getiren modern çağdır denebilir ve onun faşizm tecrübeleri gibi kaba ve bariz versiyonları bir yana, totalitarizmi asıl üreten şey modern bilim ve teknoloji anlayışının insan hayatının her alanına yönelik bitip tükenmek bilmez müdahalesidir. Hayatın her kompartımanına nüfuz etme azminde olan bu aygıt, ‘modern’ sıfatının taşıdığı tüm anlamları da bünyesinde ihtiva eder aynı zamanda. Tamamen rasyonel, tümüyle seküler ve her haliyle insan imali bir aygıt.

Geleneksel herhangi bir siyasal iktidar formunda örneğini kolaylıkla göremeyeceğimiz -saatin neye göre ayarlanacağından giyilecek kıyafetin belirlenmesine kadar- detay konuları düzenleyen kanunları, modern muhayyilenin hâkim olduğu bir toplum ve devlette garipseyecek insan bulunmayabilir. Geleneksel toplumlarda devlet hayatın çok az bir bölümünü düzenlemekteydi; eğitim, hukuk, savunma gibi alanlar da dâhil olmak üzere hayatın büyük bir bölümü merkezî olmayan, yerel güç ve otorite öbeklerince veya din gibi güçlü kurumlar eliyle tanzim edilmekteydi. Eğitim, hukuk ve bürokrasinin tekelleştirilerek merkezî iktidar aygıtına verilmesi ve dinî, hukuki ve yerel kültürel özerkliklerin, çoğulcu yapıların tasfiyesi gibi bir müdahale modern devlete, kişinin nasıl giyinmesi veya neleri öğrenmesi gibi kılcal konularda bile tek tip bir düzenleme yapma imkânı bahşetmiştir. Modern muhayyileye sahip insanlarda da bu durumu yadırgayacak bir sorgulama melekesi kalmamıştır denebilir; çünkü sadakat aile, yerel cemaat veya dinî örgütlenmeden devlete doğru yön değiştirmiştir. Devlet kendi kurumsal yapısını ve yasal olarak üstünlüğünü tahkim ederek bu süreçte neredeyse tek ahlaki otorite haline gelmiştir.

Şiddetin dağınık halde bulunduğu geleneksel toplumlarda güvenlik endişelerini bertaraf etmek de güç öbeklerinin her birinin vazifesiyken, şiddetin tekelleştiği ve cebirin tek bir merkezde yoğunlaştığı modern devlette, toplum yeknesak bir hal aldığından güvenlik endişeleri bir bütün olarak ulusa yönelmiş var sayılmaktadır. Bu durumda milli güvenliği sağlamak da elbette şiddeti tekelinde bulunduran devletin görevi addedilmektedir. Devlet bu dönemde bahsedilen endişeleri bertaraf etmek adına tüm ulusu ‘zorunlu askerlik’ sistemiyle savaşa sürükleyince topyekûn savaşların yıkıcılığı da tarihte görülmemiş seviyelere erişmiştir. Milli güvenlik yurttaşların bir bütün olarak güvenliği olduğu kadar ve hatta onun da ötesinde devletin güvenliği ve selametidir esasında. Bu doğrultuda milli güvenliğin tesisi modern devlet açısından, kendi bekası için de bir zorunluluk ve yükümlülüktür.

Milli güvenliği sağlamak görevini deruhte eden devlet aygıtı elbette bu görevini bihakkın yerine getirebilmek adına insan haklarını sınırlama yetkisini kendisinde görebilmekte. Bu doğrultuda düzenlemeler yapabilmekte ve icra edebilmektedir.

Silahsızlandırılmış ve biçare kılınmış yurttaşları daha ziyade şiddeti tekelinde bulunduran devlete karşı korumaya matuf temel hak ve özgürlüklerin; kamu düzeni, milli güvenlik gibi esasında devlet menfaatini merkeze alan kriterlerle sınırlandırılması gibi bir çarpıklık da söz konusudur. Yurttaşları diğer insanlardan gelebilecek hak ihlallerinden korumanın çok ötesinde, devasa boyutlarda şiddeti ve sermayeyi bünyesinde barındıran devletin bulunabileceği hak ihlallerinden koruyacak bir mekanizmanın varlığı elzemdir aslında.

Münferit olarak insanlara ve bir bütün olarak toplumlara nefes alabilecekleri kadar bile bir hayat alanı tanımayan ceberut devlet aygıtını aşmak ve sahici manada insan şeref ve haysiyetiyle bağdaşır şekilde yeniden örgütlenebilmenin imkânlarını aramak zaruretini de insaf sahibi insanlar kaç zamandır ifade etmektedir esasında. Toplumsal hayatın tam merkezine oturup yerleşen ve her şeyin nihai belirleyicisi konumunda bulunan devleti bulunduğu konumdan terke zorlayan bir ufkun maalesef henüz bulunmadığı söylenebilirse de mevcut devlet teorileri ve iktidar tartışmalarının geçmişe nazaran artması bu hususta ümit vericidir. Mânâdan yoksun, murad-ı ilahiden fersah fersah uzak modern hayatın sürdürülmesini sağlayan bu totaliter zorbalığı aşma konusunda ne tür argümanların ve ne gibi tasarımların lazım geldiği, Müslüman şahsiyetin de üzerinde çokça tefekkür etmesi gereken hususlardandır şüphesiz.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR