Mısırlılar Kardeşimiz, Suriyeliler Neyimiz?
Mısır’da 3 Temmuz günü gerçekleşen darbe ve ardından yaşanan zalimane icraatlar Türkiye kamuoyunda büyük yankı uyandırdı. İslami camia içinde yer alan farklı yapı ve çevreler ülke çapında düzenlenen protesto ve dayanışma eylemleriyle darbecilere karşı İhvan’a destek verdiler. Darbecilere tepki sadece İslami camia ile de sınırlı kalmadı. Kısa bir süre önce AK Parti hükümetini hedef alan Gezi kalkışmasının doğurduğu duyarlılık ve tepkisellikle de birleşince sahiplenme çok daha geniş bir kitlesel zemine taşındı. Başta Başbakan olmak üzere hükümet çevrelerinden sadır olan kararlı tutum da Mısır hadisesinin adeta bir iç gündem gibi algılanmasına ve sahiplenilmesine katkıda bulundu.
Mübarek diktasının devrilmesine yol açan intifada sürecinin başından itibaren Mısır’daki gelişmeleri yakından takip etmeye çalışan ve İhvan’ın odağında yer aldığı hareketliliği İslami bir direniş olarak değerlendirip benimseyen Müslümanlar olarak şahit olduğumuz bu gelişmeden memnun olmamamız mümkün değil elbette. Kahire’de sergilenen direnişin İstanbul’dan Diyarbakır’a, Ankara’dan Van’a kadar yankı bulmasını “zulüm ve saldırı karşısında dayanışma” emriyle muhatap olanlar açısından evveliyatla temel bir görev, bir sorumluluk ifası olarak görür ve seviniriz. Mamafih bu sevincimiz ortaya konan tavırların mahiyet ve kuşatıcılık konusunda ne ölçüde tutarlı ve geliştirici olduğu sorusunu sormamızı engellememeli.
Bu soru neden önemli? Çünkü tepki vermek canlı, sağlıklı bünyeye bir işaret olması açısından olumlu olmakla birlikte, tutarlılıktan uzak tepkilerin başka türlü hastalıklara delalet etmesi ihtimali de görmezden gelinmemeli. Bu bağlamda Mısır’da gerçekleşen darbe karşıtı eylemlerle ilgili olarak iki temel sıkıntı noktasının tartışılması gerektiğine inanıyoruz.
Karamsar, Karalayıcı Tutumun Yanlışlığı Görüldü mü?
Bugün gerek sokakta gerekse medyada Mısırlı Müslümanlarla dayanışma tavrı geliştiren çevrelerin en azından bazılarının iki buçuk yıllık süreçte Mısır İntifadasına, hatta daha genelde Ortadoğu’da yaşanan intifada olgusunun bütününe çok şüpheci, karamsar, hatta çarpık baktıklarını biliyoruz. “Arap Baharı’nın ardında kim var? Küresel güçler bölgeyi yeniden dizayn etmeye mi çalışıyor? İslami hareketler ne kadar İslami? Ilımlı İslam projesi mi geliştirilmek isteniyor?” ve benzeri pek çok soruyla başından itibaren sürece ilişkin kuşku tohumları serpenler oldu.
Bu anlayış sahipleri İslami oluşumları çeşitli güçlerle uzlaşmaya çalışmakla, net bir İslami kimlik ve program yerine eklektik söylem ve tavırlar geliştirmekle suçladılar. Öyle ki, Mübarek gibi bir despotun çöküşüne dahi sevinemediler! Kulaklarını, ardından gelecek kara haberlere kabarttılar! İşte Mübarek devrilmiş ama hâlâ asker iktidardaydı! Mursi İsrail’le imzalanmış Camp David’i iptal etmemişti! Hazırlanan anayasa her şeyiyle şer’i sisteme dayanmıyordu! Ve daha benzeri pek çok eleştiri, itham havalarda uçuşuyordu.
Dün İhvan’ı askere karşı yeterli tavır almamakla eleştirenler, yeni anayasada askerlerin imtiyazlarının sonlandırılmadığından şikâyet edenler acaba şimdi zeminsiz ve abartılı beklentiler içine girdiklerini ve İhvan’ı haksız yere suçladıklarını anlamışlar mıdır? Aynı şekilde dün İhvan’ı ve Mursi’yi İsrail’e karşı gereken tavrı almamakla suçlayanların bazısını bugün darbenin ardında İsrail’in bulunduğu tezini rahatlıkla ifade ederken görebiliyoruz. Acaba bu iki tutumları arasında çelişkili bir durum olduğunu fark edebilmişler midir?
Şu hususun altını kalınca çizelim: İslami hareketler ve mücadele eden, bedel ödeyen Müslümanlar hakkında aşırı, abartılı, ölçüsüz ve de gereksiz itham yarışına girişmek hayırlı, faziletli bir tutum değildir. Yapamayacakları şeyleri yapmadıkları için kardeşlerini suçlayan, onları çekiştiren, onlar hakkında buğz atmosferi meydana getiren Müslümanlar tutumlarını gözden geçirmeli, “ruhemau beynahum” vasfının gerektirdiği şekilde davranmaya gayret etmeli ve kardeşlik hukukunu yok sayan söylemlerden kaçınmalıdırlar. Hele hele kendilerinin yapmayacakları, yapamayacakları şeyleri başka Müslümanlardan yapmalarını istemek ise doğrudan ahlaki bir zaaftır, vicdansızlıktır. Bu tür hastalıklara karşı çok daha dikkatli olunmalı, böylesi zaaflardan uzak durulmalıdır.
Mısır’da İhvan merkezli olarak başlatılan direnişin bütün ümmet adına hayırlı, bereketli bir örneklik oluşturduğuna inanıyor ve Müslümanların birbirlerine sahip çıkma, birbirleriyle dayanışma, birbirlerini sahiplenme çabalarının gelişmesine katkı sağlamasını diliyoruz. Atılacak adımların, geliştirilecek söylem ve eylemlerin bu doğrultuda şekillenmesini ümit ediyoruz. Ve bunu sağlayabilmek için de yanlış olduğu kesinleşen, haksız ve ölçüsüz olduğu netleşen söylem ve tavırlarımızın mutlaka özeleştiri süzgecinden geçirilmesi gerektiğini hatırlatıyoruz.
Tam bu noktada Mısırlı Müslümanlarla dayanışma kampanyasının gözler önüne serdiği diğer bir zaafımıza, yaramıza dikkat çekmekte yarar görüyoruz.
Şiddetin Faturasını Mazluma Kesmek!
8 Temmuz sabahı darbeciler Mursi’nin tutulduğu varsayılan Cumhuriyet Muhafızları binası önünde gerçekleştirdikleri katliamda 51 Müslümanı şehit ettiler. 27 Temmuz’da Adeviyye’de ise 100’den fazla Müslüman katledildi. İki hadiseye de İslami kamuoyu büyük tepki gösterdi ve cami avlularında, meydanlarda kitlesel protesto eylemleri yapıldı. Elbette tek bir Müslümanın, tek bir mazlumun dahi zalimlerce öldürülmesi lanetlenmesi gereken bir eylemdir. Bu yönüyle Mısır’da icra edilen bu zalimane eylemlere karşı İslami kuruluş ve çevrelerin sokaklara çıkması kardeşlik görevinin gereği olarak görülmelidir.
İyi ama neden bazılarımız, bazılarıyla daha kardeş? Ve neden bu duyarlı, sorumluluk sahibi Müslümanlar başka bazı kardeşlerimizin maruz kaldıkları canavarlık karşısında bu kadar ilgisiz ve duyarsızlar?
Mısır’da yaşanan darbe ve darbecilerin cinayetleri karşısında tüm dünyayı ayağa kalkmaya çağıranların, dünyayı dürüstlük ve vicdan testine tabi tutanların bir kısmının iki yılı aşkın bir süredir Suriye’de gerçekleşen canavarlık karşısında takındıkları tavrı izah edebilmeleri mümkün müdür? Elin kâfirini hukuksuzluğa duyarsız kalmakla, Mısır’da darbeyi net bir biçimde lanetleyememekle suçlayanlar, Suriye konusunda takındıkları tavırla suçladıklarından çok daha acınılası bir pozisyona düştüklerini görmüyorlar mı?
Suriye’de sürdürülen mücadelenin yeterince net olmadığını, saf İslami temele oturmadığını iddia edenlerin, aynı kriterleri Mısır’a taşıdıklarında daha mutmain olabilecekleri bir tablo ile karşılaşabileceklerine inanmıyoruz. Suriye muhalefetini Batı’dan destek istemekle suçlayanların, Mısır’da gerçekleşen darbeye karşı Batı’nın umursamaz bir tutum takınmasını eleştirmeleri de ayrıca bariz bir çelişkidir. Bazıları Suriye’de Batılı güçlerin Beşşar rejimi aleyhine kınama mesajları yayınlamasını dahi “karanlık bir hesap ve kirli bir işbirliğinin tezahürleri” olarak tanımlayabiliyor. Öyle ki, slogan düzeyinde verilen desteği bile Suriye muhalefetini karalama gerekçesi olarak görebiliyor. Bu yüzden aynı çevrelerin Mısır’da Batılı güçleri darbecileri kınamadıkları için eleştirmeleri, suçlamaları tutarlı bir tutum değildir.
Mısır’da İhvan’ın sürdürdüğü direnişi destekleyenlerin bazısının Mısır direnişi üzerinden bir yöntem tartışması, daha doğrusu yöntem dayatması eğilimi içinde oldukları görülüyor. Barışçıl olması ve silaha başvurulmaması nedeniyle Mısır’da darbecilere karşı yürütülen mücadele alkışlanırken, zımnen silahlı mücadele yürüten İslami güçlerin çabaları, hassaten de Suriye devrimi mahkûm edilmeye çalışılıyor. “Bakın işte ölüyorlar ama asla ellerine silah almıyorlar, öldürmüyorlar!” denilerek Mısırlı Müslümanların tutumu örnek gösteriliyor. Oysa bu tür genellemeler yapmak doğru değildir. İslami mücadele farklı ortam ve şartlarda birbirinden farklı yöntemler gerektirebilir, farklı araçlara yönelmeyi zorunlu kılabilir.
Öncelikle Mısır’ın şartları ile Suriye’ninkiler aynı değildir. Elbette askerî bir cumhuriyet niteliğine sahip bir ülke olarak Mısır’da bir hukuk devletinden söz edilemez ama işkence ve baskının sistematik ve yaygın bir devlet politikası olduğu, azınlık diktasıyla yönetilen Suriye ile Mısır’ın şartlarının kıyaslanamayacağı da açıktır. Tüm olumsuzluklara, kısıtlamalara ve darbe hukuksuzluğuna rağmen Mısır’da nispi bir muhalefet imkânı vardır. Rejim protesto edilebilmekte, talepler ileri sürülebilmektedir. Baas rejimi altındaki Suriye’de ise bütün bunlar hayaldir, gerçekleştirilmeye çalışıldığında işkence ve ölümü göze almayı gerektiren “terör” eylemleri hükmündedir.
Dolayısıyla “Suriye’de de Mısır’daki gibi barışçıl protestolar sürmeliydi” tezinin karşılığı yoktur. Unutmayalım ki, Suriye’de silahlı mücadeleyi muhalifler tercih etmemiş, buna mecbur edilmişlerdir. Sistematik tarzda büyüyen katliamlar karşısında kendilerini savunmak durumunda kalmışlardır. Rejimi protesto için sokağa çıkan kitleler aylarca “Silmiyye, Silmiyye” diye haykırmış, eylemlerinin barışçıl olduğunu vurgulamış ama buna rağmen kadın çocuk demeden binlerce kişinin acımasızca katledilmesi üzerine devrim silahlı mücadeleye evrilmek zorunda kalmıştır.
“Binlercesi de ölse eylemler silahsız sürmeliydi!” diyenler mantıklı bir tez ileri sürmüyorlar. Sistematik katliamlara rağmen kitlelerin sokaklardan çekilmemesini istemek, beklemek belki birileri için oturdukları koltuklarından anlaşılabilir ve mümkün bir tez olarak görünebilir ama biraz vicdan sahibi herkes kanlı bir dikta rejimiyle mücadelenin televizyon dizisi seyretmekten farklı olduğunu kavramakta zorluk çekmez.
Şartların Değişkenliği İhtimali Göz Önünde Bulundurulmalı!
Kaldı ki, şunu da gözden kaçırmayalım: Mısır’da şartların nasıl gelişeceğini kestirmek şu aşamada mümkün değil. Umarız askerî cunta İhvan muhalefetini topyekûn tasfiye çabasına girişerek çatışmayı derinleştirmez. Çünkü bu tür bir yönelim çok daha kanlı bir süreç demektir. Mısır’ın şartlarının Suriye’den farklı olduğunu söylemiştik. Mısır’da askerî yönetim ne kadar ağır baskılara başvurursa başvursun, uzun vadede Mısır’ı Baas tipi bir diktatörlük anlayışıyla yönetmenin mümkün olamayacağı açıktır.
Şartlar ağırlaşsa dahi İhvan’ın mücadeleyi barışçıl yöntemlerle sürdürmeye gayret edeceği tahmin edilebilir. Bununla birlikte dizginsiz bir şiddet politikasının Mısır’da da silahlı bir çatışmayı tetiklemesi ihtimal harici değildir. Ve kesinlikle böyle bir sürecin yaşanmamasını arzu etmekle beraber, gerçekleşmesi durumunda ise elbette bundan İslami güçleri değil, darbecileri sorumlu tutmamız, eleştiri oklarını da kardeşlerimize değil, zalimlere yöneltmemiz gerektiğini hatırlatırız.
Kategorik Şiddet Karşıtlığı Müslümanın Tavrı Olamaz!
Öte yandan silahlı mücadele ve barışçıl direniş ve benzeri tartışmalarla ilgili olarak Müslümanlar arasında zaman zaman ölçüsüz genellemelere gidildiğini de vurgulamakta yarar var. Bu noktada İslam dünyasında doğrudan sömürgeci güçlerce işgal altında tutulan beldelerimiz hariç tutulacak olursa, zulme ve diktatörlüklere karşı silahlı mücadelenin getirisinden çok götürüsünün olduğu, mazlumlara ağır bedeller ödettiği gerçeği ortadadır. Bununla birlikte herhangi bir mücadeleyi sadece silaha başvurmuş olduğu için mahkûm etmenin de haklı bir tarafının olmadığını görmek lazım.
Konuyu bu kadar kategorikleştirmek, bu kadar büyük bir genelleme içerisinde ele almak sakıncalı sonuçlara götürebilir. En azından bu tutum Kur’an-ı Kerim’de kıtal ile ilgili onca vurgunun zihinlerde anlamsızlaşmasına yol açabilir. Üstelik de birilerinin bir yandan Batılı entegrasyon projelerini kıyasıya eleştirerek, modernleşme dayatmalarına, ılımlı İslam vb. kavramlara karşı duyarlılık içinde olmayı salık vererek bunu yapmaları daha da büyük bir çelişki demektir.
İster doğrudan ABD, Rusya, İsrail gibi sömürgeci güçlerce işgal edilmiş olan topraklarımızda, isterse de yerli despotik iktidarlarca yönetilen beldelerimizde kelimetullahı yüceltmek için mücadele eden bütün kardeşlerimizin mücadeleleri mücadelemiz, direnişleri direnişimizdir. Evveliyatla Kur’an’ın temel ilke ve ölçülerini esas alarak ve şartları göz önünde bulundurarak nerede hangi İslami hareket ne tür bir yöntemle mücadele ediyorsa o mücadeleyi desteklemek, elimizden geldiğince kardeşlerimizle dayanışmamızı geliştirmek ve eksik, zaaflı oldukları hallerde kardeşlerimizi uyarmak, düzeltmeye çalışmak sorumluluğumuzdur. İslami hareketleri ayrıştırmak, zanni ölçülerimizle değersizleştirmek ve mahkûm etmek ise günahtır, vebaldir!
- Tankın Üstündekiler Değil, Karşısındakiler Tarih Yazıyor!
- Firavun Düzenini İhya Çabasına Karşı İhvan’ın Direnişi
- Mısır’da “Barışçıl Direniş” Modeli ve “Mekke Direnişi”
- Mısırlılar Kardeşimiz, Suriyeliler Neyimiz?
- Mısır Direnişi ve Küresel Operasyon
- Mısır’da Parti Temsilcileri Darbeye Ne Diyor?
- Bu, Mısır Kimliği, Saçmalamayın!
- Mısır’da Cunta Darbesi: Yalanlar, Dezenformasyonlar, Kara Propagandalar
- BAAS Rejimine Yeni Bir Nefes Borusu Olarak Rojava Hadisesi
- Rojava Yalanlarının Gösterdiği Gerçek
- Rojava Nedir?, Suriye Kürdistanında Yaşananları Nasıl Okumalı?
- Suriye Direnişiyle Dayanışmak Sorumluluğumuzdur!
- Özgür-Der Nerede Duruyor?
- Gazze’nin Nefes Borusu: Tüneller
- Manipülasyon ve Gerçeklik Arasında İslamcılar ve Solcular
- İbadilik ve Siyaset Fıkhı
- Tekvir Suresinde Ahiret İnancı ve Kur’an
- İslam Devletinin Dirilişi
- Gezi’den Tahrir’e Yeni Bir Kimlik İnşası: Yanaşmalar
- Ey Adalet!
- Banyas; Zamanın Kerbelası