Kuşatılmışlık: Evrensellik ve İnsan Hakları mı?
Etnik, dinsel ve kültürel farklılıkların öne çıktığı bir süreçte yaşıyoruz. Günümüzde evrensel öznelere yönelik yoğun vurguya rağmen, farklı olma hakkını önceleyen 'kimlikler' rağbet görüyor.
Bu arada uluslararası coğrafyada bir gün sonrası bakımından yapılan kestirmelerin güvenilirliğini altüst eden ölçüde belirsiz ve sınırsız gelişmelere sahne oluyor. Bugün için dünyada "globalleşme-küreselleşme" adına yapılan manipülasyonlar, yarın için başı ve sonu olmayan bir pervasızlık görünümünü yansıtıyor.
Çürüme, manipülasyon, "Yeni Dünya Düzeni", yani küreselleşme uyum/entegrasyon adındaki "yeni sömürgecilik" uygulamaları dünkü sömürgecilikte olduğu gibi bugün de yoksullar için, daha da yoksullaşmak, sömürülen toplumlar için daha modern fakat daha rafine sömürülmek anlamına geliyor.
Evrensellik, Avrupa'nın emperyalist yayılışının bir uzantısı olmasından dolayıdır ki; Batı merkezli insan hakları teorisi/retoriği/pratiği totaliter komünizmlerin yıkılışı ile birlikte Globalleşme/Küreselleşme/Uyum/Liberalizm... gibi eskimiş yeni söylemlerle insanlığı esenlik iklimine götüreceğini iddia ediyor.
Yeryüzündeki egemenlerin küreselleşmesinin ezilmiş "lanetli sınıfa" ağır bedeller ödettiğini biliyoruz. Kapitalist küreselleşme, çokuluslu şirketlerin üretim yaptığı Üçüncü Dünya ülkelerinde fakirlik giderek tırmanıyor. Sosyal adaletsizlik büyüyor. Aslında küreselleşme adı altındaki çok uluslu şirketlerin egemenliği insan hakları ihlallerini artırıyor.
Batı, kendi anlayışı dışındaki insan hakları kavramlarını meşru görmüyor, 'ötekini totaliterlik eğilimi olarak algılıyor. Batı merkezli insan hakları retoriğinin evrensellik iddiası ağırlıklı olarak bir sınıfın, bir kültürün ve bir coğrafyanın hakları olarak karşımıza çıkıyor.
Tarihsel süreçteki, iki yüzyıl öncesi 'burjuva' bireyinin haklan olarak gündeme gelen kişi hakları ve siyasal haklar, evrensel batılı insan haklarının batılı olmayan kültürleri dışlayarak formüle edilişinin bir ifadesidir. İnsan haklarının temel sorunu aslında içerik ve çifte standart sorununa bağlı olarak gelir dağılımındaki adaletsizliklerin, yoksulluğun, açlığın, hülasa sosyal ve ekonomik hakları ihlal edenlerin teşhir edilmesiyle vuzuha kavuşturulacak bir sorundur.
Bu çok uluslu şirketler, fakir halkların ürettikleri ürünleri, Batı pazarlarında yüksek fiyatlara satarken, Doğu Asya ülkelerindeki çocuk işçilerin ve çocuk fahişeliğinin hesabı sorulmazken, Dünya nüfusunun en zengin %20'si dünya gelirinin %85'ini gasp etmişken, BM'nin insan hakları retoriğinden bahsetmenin ne anlamı olabilir ki!?
İşte, tek kutuplu dünya sisteminin insanlığa ideal olarak sunduğu tüketim ideolojisi, Batılı insan hakları retoriği! Küreselleşme. Entegrasyon...
Kimlikler, kültürler ve değerler üzerindeki tehditler de vahşi pratiklere dönüşebiliyor. Batılı olan her kavram nedense "evrensel" olarak biliniyor veya savunuluyor. Farklı kültürler, farklı etnik gruplar Batı toplumu dışındaki ve Batılıların menfaatine uygunluk arzediyorsa "farklılığı" ve "etnisitesi" bir anlam kazanıyor.
Ve uluslararası platformda farklılıklara saygıdan dem vurularak ülkeler üzerinde baskılar oluşturuluyor.
Avrupa toplumları içerisindeki farklılık, mesela Avrupa'daki Müslümanlar ve bunların mensubu olduğu kültürler hiç de hoş karşılanmıyor. "Döner Kebap" ve "Göbek dansı" toplum tarafından kabullenilirken bir "başörtüsü" veya "minareli camii" günlerce devlet erkanı tarafından sorunsallaştırılıyor.
Irkçılık bir insanlık suçu olduğu halde Avrupa/Almanya'da boy veren yeni ırkçılık "neo faşizm" sadece Avrupa'da yaşayan göçmenleri ilgilendiriyormuş gibi hafife alınıyor. Güpe gündüz mültecilerin yurtları, göçmenlerin evleri kundaklanıyor. İkinci Dünya Savaşı öncesi nazi Almanyası'nda yürütülen anti-semitizm kampanyaları; günümüzde yeni bir düşman "yaratılarak" fundamantalistler sıfatına bürünerek daha rafine bir şekilde anti-islamizm olarak müslüman göçmenlerin kültür dünyalarına yöneliyor.
Uluslararası alanda küresel saldırılara ve globalleşen "Avrupa merkezci" düşünceye karşı küresel birliktelikler kaçınılmaz gözüküyor. Uluslararası sermaye istediği ölçekte ve istediği alanda "kriz" adı altında ülkelerin ekonomik/iktisadi hayatına müdahale edebiliyor. Uzak Doğu'daki "ekonomik istikrarsızlık" biranda "krize" dönüşerek dünyanın bütün yoksul bölgelerini ve o bölgelerin itilmiş-kakılmış alt kültür gruplarını perişan edebiliyor.
Yeni yüzyılda oluşan "AB" gibi birliktelikler küreselleşme, demokrasi, insan hakları adı altında sömürgeleşmenin "zorunlu" ancak "acı" adresi olmaya devam ediyor. Bu yeni oluşumlar kendi silahlı gücünü yani ordularını kuruyorlar. Irak, Somali ve Bosna'daki pratik örnekler hafızalarımızda iken neyin ve kimin güvenliği için ordu-silahlı güç oluşturduğu merak konusu olmaya devam ediyor. Orta Doğu'dan tutun da Latin Amerika'ya kadar, Uzak Doğu, Hint alt kıtası, Kafkasya, Orta ve Batı Avrupa'daki gelişmeler "medeniyetler çatışması" adı altında "medeniyetler savaşı" projesinin mimarlarını akla getiriyor.
Boşnaklar Dayton Barış dayatmasının kurbanı olmaya devam ediyorlar. Sadece Boşnaklar değil kuşkusuz Filistinliler, Arnavutlar, Kürtler, Keşmirliler, Tibetliler, Doğu Türkistanlılar ve diğer yeryüzündeki ezilen halklar; tek kutuplu bir dünyanın savaş kurbanları. Tek kutuplu dünya düzeni ise; sömürgeciliğin "yeni" adı.
Bu konularda en duyarlı olması gereken insan hakları örgütleri, sivil toplum kuruluşları ve kiliseler dahi istenilen seviye ve yüksek perdeden konuşamıyorlar... Herkes kendi Kürd'üne, Boşnak'ına, Çeçen'ine, Keşmirli'sine sahip çıkmaya devam ediyor...
Bugün, Çeçenya'da topyekün bir halk dünyanın en büyük ordularından birisi tarafından yok edilmek isteniyor. Bırakın bu insanların öldürülüşlerine durun demeyi; halkının özgürlüğü için mücadele verenlerin, nasıl İslami Fundamentalist oldukları üzerinde titizlikle duruluyor.
Kendi öz "vatanlarında" yaşamaktan başka hiç bir "günahı" olmayan Filistinliler, çoluk çocuk demeden gün be gün öldürülüyor, koskoca bir halk yarım asırdır baskı ve katliamlarla "açık cezaevlerinde" tutuluyorlar. Eli kanlı İsrail yöneticileri bakışlarını minicik Filistinli çocuklar üzerine çevirip parmaklarını sallayarak "Susun, yoksa öldürürüz" diyorlar.
AB'ye girmeye gelin-güvey olan Türkiye, her şeyini AB'ye endekslemiş durumda. Kendi içerisinde aydınına, siyasetçisine, sanatçısına, yazarına, gazetecisine düşman ve bunları düşüncelerinden dolayı tehlikeli görüyor. Kendi memuruna güvenmiyor. Polis memuru eline silahını almış, "bu sefer de ben ihtilal yapacağım" der gibi "yasal" olmayan intikam naraları atarak gösteri yürüyüşü yapıyor. Türkiye'de demode olmuş oligarşi ve Kemalizm/Resmi ideoloji ayak diremeye devam ediyor. Cezaevindeki mahkumları nasıl bir daha cezalandırırım mantığıyla inşa ettiği F tipi cezaevlerini otel odası gibi göstermeye çalışıyor. Cezaevlerinde operasyonlar gerçekleştirerek "Adalet" Bakanlığı'na bağlı cezaevlerinde bulunan tutsaklara "teslim olun" diye beyanatta bulunabiliyor.
Türkiye, ordusuyla, polisiye gücüyle ne kadar güçlü olduğunu başörtülü öğrencinin başındaki örtüyü zorla çıkartarak, cezaevlerine buldozerlerle-tüfeklerle girerek, Salih Mirzabeyoğlu'nun saçını sakalını keserek, pazularının gücünü tutuklu bulunan insanlara işkence yaparak ispatlıyor.
Kendi şakşakçılarını örgütleyerek Strasbourg'da, Avrupa Birliği bahçesinde "ölüm fermanlarının" şarkılarını besteleyerek, söylettirebiliyor. TC bir Başbakanını asıyor, sonra af edersin diyerek, pişkinlik de yapabiliyor.
Bütün bunların bilincinde olarak olayları tanımlamak gerekiyor.
İslamın müminlere telkin ettiği adaleti, fedakarlığı, yüce yaratanı memnun etme duygu ve ödevini ve ahiret inancının yüklediği hassasiyetleri artırmak gerekiyor. Sorunlarımıza kalıcı çözümler bulabilmek; kolektif çabalar içerisinde bulunmayı, dünü ve bugünü doğru tanımlamayı, sorun ve sorumlulukların farkında olmayı gerekli kılıyor.
Umutsuzluğu değil umudu diri tutmak; küreselleşmeyi değil özgürleşmeyi seçmek ve özgürlük esintilerini güçlü rüzgarlara dönüştürecek kişileri, kurumları ve yapıları oluşturmak gerekiyor.
Yeni bir yüzyılda, gelecek on yıllar için yeni sözleşmelerin tasarımını yapmak gerekiyor.
Yeni bir yüzyılın hemen başında, gerek siyasi ve ekonomik dünya düzeni, gerekse kimlik ve medeniyet açısından tüm insanlık küreselleşmeden bunalmış haldeyken, zaman ve mekan önemini, biz ise değerlerimizi yitirmeden, aynı sözün sonsuz tekrarını hatırlamak ve haykırmak gerekiyor: Hayye ale'l-Felah!!!
- Salih Amelleri Çoğaltalım
- 28 Şubat’ın Dört Yıllık Bilançosu: Her Alanda Çürüme, Her Alanda İflas
- 28 Şubat: Bir Hikmet-i Devlet Abidesi
- Türk Siyaset Geleneğinde Ordunun Rolü
- Kitle Kültürü ve Yabancılaşma
- Kuşatılmışlık: Evrensellik ve İnsan Hakları mı?
- Marmara İlahiyat’ta Protesto
- İlahiyatlılar ne yapmalı!..
- F Tipi Özgürlüğü(!)
- Duyumsal Yalıtım (tecrit) ile Sistematikleştirilen İşkence
- Kadının Kur’an’dan Yükselen Sesi
- Kadının Dışlanması Sonucu İslami Harekete Vurulan Darbe
- Kadın, Şemsiyenin Dışında mı Bırakıldı?
- Başörtüsü Özgürlük Sorunu mu Kimlik Sorunu mu?
- Kur’an’da Kadın ve Kadının Sesi Meselesi
- Müslüman Kadının Statüsü: İslami Hareketin Gelişim Göstergesi
- Çıkar Amaçlı İman
- Nüzul Sürecinde Kavramlar -3
- Almanya'ya Anadolu'dan Göç Sorunları
- İman Amel İlişkisi
- Gerçek Hikaye
- Zindan Mektupları -5
- Beni de götür anne!
- Filistin
- 28 Şubat Sivil Savunma Günü