1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. Kürt Sorunu ve Müslümanların Safı

Kürt Sorunu ve Müslümanların Safı

Kasım 1993A+A-

Geçtiğimiz Ekim ayı içinde Kürt sorununa beşiklik eden bölgede PKK tehditleri sonucu gazete büroları kapatıldı. Peşinden tehdit siyasilere yöneldi ve bölgedeki birçok parti binasının kapısına kilit vuruldu. PKK bölgede varlığını açıkça hissettirmeye ve çatışmalar da hızla tırmanmaya başladı. Çatışmaların sivillere yönelen yönü ise vahyi ölçüleri tanımamanın oluşturduğu bir azgınlığı sergilemekte.

Öte yandan basında ve TV kanallarında gizli bir el çatışmalardaki resmi kayıpları sürekli gizliyor veya küçük gösteriyor, PKK kayıplarını abartıyor. Verilmek istenen imaj, PKK'nın tıkandığı, gerilediği ve son çırpınışları içinde olduğu doğrultusunda. Ancak bu mesaj son 10 yıldan beri tekrarlanıyor. Ama çatışmalar bitmiyor. Alev, Botan bölgesinden İran, Ermenistan hatta Gürcistan sınırına kadar yayılıyor. Devlet PKK'ya karşı şimdi Karadeniz köylülerine bile silah dağıtıyor. Ve Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Aydın, Lice'nin merkezinde güpegündüz PKK milislerinin başlattığı belirtilen çatışmada öldürülüyor.

Generalini bile koruyamayan rejim, gazetecileri silah bulundurma ayrıcalığı, sıkı koruma vaadi ve hamaset nutuklarıyla bölgede göreve davet ediyor. Gazetelerden ses yok!.. Devlet ricali savaş muhabirliğinden bahsetmeye başlıyor. İlginçtir, Meclis Başkanı "Bu iş yine istiklal Savaşı'ndaki gibi sona erecek" (Sabah.,24:-10.1993) diyebiliyor. 29 Ekim 1993'te Cumhuriyetin 70. yılı kutlandı. 70 yılda nereden nereye gelinmiş. Emperyalist işgale karşı elbirlik savaşan Anadolu halkı, batıcı/ulusçu politikaların neden olduğu etnik ayrışma tehlikesi karşısında şimdi birbirine karşı İstiklal Savaşı mı başlatacak?

Bölgede yaşanan sıcak olaylar devam ederken Devletin Başbakanı Çiller, ABD Başkanı'nın huzuruna kabul edilebilmek amacıyla Amerika'da sıra bekliyordu. Ve Clinton'la baş başa görüşebildiği süre ise sadece 10 dakika oldu. Devletin Başbakanı bölge alevler içindeyken 9 gün boyunca ABD'ye yaranabilmek için çaba sarfetti. Yaranabildi mi? Hayır. Üstelik bizim "toprağı saksıda, teri tenis kordlarında gören" imaj düşkünü ekonomi bilimcimiz, değil ABD televizyonlarında görünebilmek, gazetelerin iç sayfalarında bile yer alamadı. Ancak ABD'li patronlardan Somali'deki Türk askerlerinin geri çekilmemesi ve İsrail'in su sorununa yardımcı olunması konusunda nasihat ve ikaz aldı. Daha sonraki günlerde The NewYork Times gazetesinin başyazarı Yahudi asıllı William Safire, Türk hariciyesini ciddi bir şekilde sarsan bir yazı kaleme aldı. Safire, "Satılık Müttefik" başlıklı yazısında, Çiller'in görüşmelerde Körfez Krizi'nde ABD'nin yanında olan T.C.'nin Irak'a uygulanan ambargo nedeniyle uğradığı zararın telafi edilmesini ima etmesini aç gözlülük olarak niteliyor ve Kuzey Irak'lı Kürtleri Saddam'a karşı korumak gibi insancıl bir amacı (!) göremeyip ucuz çıkar hesaplarına yönelmekle suçluyordu. Bütün bunlardan görülen o ki ABD'nin gözünde T.C. Başbakanı bir Amerikalı Eyalet Valisi'nin emrindeki yetkili bir memurdan daha önemli değil.

Ama Bayan Çiller Türkiye'ye döner dönmez Kürt sorununu çözeceğini vadediyor. Parti liderlerinin daha nerede olduklarını bile bilmeden onları derhal toplantıya çağırıyor. Mısır'dan, Lice'den ertesi günü kalkıp gelen parti liderleri ile bu sefer de nazlanan bir tavırla görüşmüyor. Bayan Çiller ülkeyi mi yönetiyor, yoksa İlkokul Yurttaşlık Bilgisi Dersi'nde hükümetçilik mi oynuyor?

Diğer taraftan İçişleri Bakanı, Tuğgeneral Aydın'ın ölüm haberine küfrederek tepkide bulunuyor. Cumhurbaşkanı ise tavrını, her zamanki beylik beyanlarıyla dile getiriyor. Ordu Komutanı ise işi bitirdi bitirecek! Sanki Türkiye'de MGK'nun gücünü aşacak resmi bir kuvvet varmış gibi diyor ki, "Önümüze engel çıkartmasınlar" (Sabah, 24.10.1993). Sanki 1925'te, 1960'da, 1971'de, 1980'de önlerini tutan bir güç vardı. Büyük iş adamlarından şimdilik ses yok. İnsan şaşırıyor. Gerçekten bu devleti bu kadrolar mı yönetiyor?

Şimdi devletin şahinler kanadı 10 bin kişiden oluşacak Özel Tim birliğinin yasallaştırılmasını meclise dayatmaya hazırlanıyor, Genelkurmay Başkanı köprüleri çoktan atmış; diyor ki "Ya teslim olurlar, ya ölürler". Bölgede 4-5 milyona yakın nüfus var. PKK'nın silahlandırdığı güç 10 bin kişi. Bu güçlerin büyük çoğunluğu ABD sever yetkililerin kamuoyunu yanıltarak hedef gösterdikleri Suriye, Irak ve İran'da değil Türkiye'nin dağlarında. Eğitimlerini de burada yapıyorlar. Bölgedeki güvenlik kuvvetlerinin sayısı ise 200-250 bin civarında. Bölgedeki nüfusun önemli bir kısmı da yerleşik olmaktan çıkmış. Bölgede 700 köy boşaltılmış konumda ve işsizlik had safhada. Bu demografik tablo içinde PKK'yı imha etmek üzere oluşturulacak Özel Tim ile PKK arasında yaşanacak sıcak çatışmada bölge halkı bu iki laik güçten hangisini desteklemek zorunda kalacak?

Devlet ricali beyanlarında halkı teskin etmeye ve PKK'yı küçümsemeye devam ededursun, artık yabancı basın ve batılı siyasiler de bölgede bir çatışmadan değil, bir savaştan söz etmeye başladılar. Karşılıklı çatışmalarda günlük ölüm olayları artık tek haneli rakamlarla ifade edilmiyor. Sivil kayıplar ise bu rakamlardan daha fazla yer tutmaya başladı. Sivillere yönelik baskı, korkutarak sindirmeyi veya korkutarak sevdirmeyi amaçlıyor. Özellikle PKK'nın son köy baskınları hiç bir kural, ilke ve insani değer taşımayan bir tuğyanı ifade ediyor.

Siyasilerin çoğunluğu bölgede daha fazla baskı anlamına gelecek sıkıyönetim uygulamasının. PKK'nın işine yarayacağını ısrarla belirtiyorlar. Bu değerlendirmeyi yapanlara ve ayrıca Kürt ulusalcılarına göre bölgede baskı arttıkça PKK bölge halkının gözünde kahramanlaşacak. Ama aynı siyasiler bölgedeki parti şubelerinin kapılarına kilit vurmaktan başka çare de üretemiyorlar. CHP sözcüsü Günay, "Devletin Bakanları Ankara'da otururken, kendi arkadaşlarından fedakarlık beklenmemesi"ni dile getiriyor (Cumhuriyet, 26.10.1993).

Peki şimdi resmi demeçlerde yer alan "Bir avuç eşkıya", "Kökleri kazınmak üzere", "Son çırpınışlarını yaşıyorlar", "Bahara kadar temizlenecekler" ifadelerine hala inanalım mı? Sormazlar mı bu kaçıncı bahar? Ordu önümüzdeki kış ayı içinde PKK'nın liderinin ve lider kadrolarının tamamının temizlenmesi kararlılığında (Hürriyet, 27.10.1993). Hadi diyelim ki PKK bitirildi. Ama PKK'yı üreten şartlar devam ettiği müddetçe dirlik ve düzenlik oluşabilir mi? Türkiye halkını gittikçe iki etnik kutupta şekillendirmeye başlayan bu gelişmeler karşısında mesnetsiz ve içi kof demeçlerle, son kabine içi değişiminde olduğu gibi makyajı yenilenmiş yöneticilerle ve en önemlisi de resmi ideolojinin yoğun Kürt nüfusa sahip şehir ve kasabaların ana caddelerine diktiği taklarda yazılı "Ne Mutlu Türküm Diyene" ifadelerinde yansıtılan betonlaşmış mitlerle bu sorun çözülebilir mi?

Dış politikasını ABD'den gelen telefon direktiflerine ayarlamış; ekonomisini dış borçlarla ve ithalat rejimiyle çok uluslu şirketlerin ipoteği altına sokmuş; ekonomik yolsuzlukları ve tüketim kültürünü arttırmayı ve emek sömürüsünü ekonomi bilimi, zehirli şehir şebeke sularının ve radyasyonlu yiyeceklerin tehlikesini halkından gizlemeyi siyaset bilimi olarak teamülleştirmiş; Boşnak, Azeri mazlumların feryadına kulaklarını tıkarken Somali'deki emperyalist zulme ortak olmaya koşan; halkının İslam'a olan ilgisini ceberrut yöntemlerle kırmaya ama gerektiğinde vatanın bölünmezliği gibi "la dini" konularda da alabildiğine dini kullanmaya çalışan Türkiye'ye egemen olan rejim, gerçekten Kürt sorununun alevini söndürebilecek mi? Ve nasıl?

Özellikle I. Dünya Savaşı'ndan sonra İslam coğrafyasında oluşturulan sınırları belirlenmiş sözde bağımsız devletlerin varlığı, emperyalist politikaların bir sonucudur. Ancak İslam coğrafyasında ümmet karşıtı her sun'i bölünme girişimi de emperyalist bir oyun olarak değerlendirilmelidir. Biz müslümanlar için coğrafi sınırlar kutsal değildir, ama İslam coğrafyasında oluşturulan her yeni sun'i sınır, müslümanca ilişkilere getirilen yeni bir vizedir. Ulus devletlerin egemen olduğu İslam ülkelerinin şu anki sınırları, o sınırlar içinde yaşayan müslüman kavimlerin, emperyalizmin etnik köken tuzağını aşarak egemen olan şirki, sömürüyü ve baskıyı kırmak yolunda güçlerini birleştirecekleri bir imkan olarak görülmelidir.

PKK'nın Kürt sorununu bölücülük ve ırkçılık istikametinde kullandığı malumdur. Ve bu nedenle de suçludur. Ancak en büyük bölücülük tohumunu, ümmet bilincinden izler taşıyan bir halkın içine ulusçuluk ısırganını dikerek üretenler suçlu değil mi? Bu olumsuzluğa nereden gelinmiştir? Emperyalistlerin sınırları konusunda Lozan'da anlaştıkları Türkiye'nin beslediği ve barındırdığı mevcut halkın arasındaki aynılığı yıkmaya çalışan ve Türkiye halkının İslam'a olan sevgisini köreltmeye çalışan en belirleyici güç neydi? Bu halkın içinden bir kesim insanın kavmi kimliğini kutsallaştırırken, bir kesimin kavmi kimliğini koruma hakkını ise engelleyenler kimdi?

T.C.'nin egemen olduğu topraklarda ümmet mirasından izler taşıyan bir topluluk Kürt'ü, Türk'ü, Laz'ı, Çerkez'i ile aynı acıları, aynı umutları, aynı sevinçleri taşıyordu. Bütün bu ortak paydaya rağmen Türkiye toplumu bugün etnik farklılaşma noktasına getirilmiştir. Vahim olan budur.

Türkiye halkının batıcı, laik, ulusçu T.C. ve PKK tarafından yürütülen politikalar sonucunda Türk ve Kürt etnik grupları olarak kutuplaşmaya başladığı bir dönemde, T.C.'nin günahlarının gündeme getirilmesi tabii ki rejimi rahatsız edecektir. Ama ülkenin üçte birlik bir bölümünün Kürt sorunu alevinin sıcaklığını soluduğu bir dönemde rahatsız olmadan, muhasebe yapmadan olur mu?

Hatta T.C.'nin Türkçü politikalarıyla Kürt sorununun muharriki olduğunun söylenmesinden rahatsız olan ve bu eleştirinin şu anda PKK'nın işine yarayacağını ikaz eden bazı dindarlar da olabilir. Ancak İslam, İslam dışı vakıalara uyum gösteren değil, bu vakıaları İslamlaştırmayı amaçlayan inkılapçı bir dindir. Bu konuda yorumu olan bütün müslümanlar öncelikli olarak kendi kimliklerinin belirleyiciliğini ön planda tutmalıdırlar. Örneğin Tuğgeneral Aydın'ın cenaze törenini "Şehid Paşa tekbirlerle uğurlandı" spotuyla haberleştirenlerin (Zaman, 25.10.1993) hangi tarafta yer alacaklarını haykıracakları yerde, gerçekten Allah'ın yanında olup olmadıklarını ve İslami ıstılahları dejenere edip etmediklerini sorgulamaları daha doğru olmaz mı?

Öte yandan PKK'nın sivil insanlara yönelik canice katliamları yanında, resmi güçlerce Şırnak'ta, Doğu Beyazıt'ta, Kulp'ta gerçekleştirildiği gibi yakılan, bombalanan evlerin, öldürülen insanların da gündeme getirilmesi gerekmez mi?

PKK'lıların Erzurum köylerinde sivil insanlara karşı gerçekleştirdiği insanlık dışı katliamlardan sonra Erzurum halkının gerçekleştirdiği haklı protesto gösterilerinde atılan "Türk-Kürt Kardeştir" sloganı anlamlı ve olumludur. Ancak aynı protesto gösterilerinde "kurt" işareti yaparak halkı Kürt mahallelerini tahrip etmeye yönelten Türkçülerin bu protestolarda inisiyatif elde etmeleri, olayların gelişim seyri açısından endişe verici sinyallerdir.

Bölgedeki savaş vahyi temellere düşman iki gücün, kitle desteği kazanabilmek için gittikçe Türk ve Kürt kimliklerini kutsallaştırıp halkı etnik kökenlerine göre tavır almaya itekleyen bir mecraya sürükleniyor. Halkın dini duyguları Türkçülüğün ve Kürtçülüğün çıkarları doğrultusunda kullanılmaya çalışılmaktadır. Müslümanlar ise bu kirli oyunu engelleyecek düzeyde gündemi kuşatacak bir basireti henüz gösteremediler.

Bölgedeki gelişmeler ülkenin birinci gündemi. Şimdi tüm egemenler, siyasiler ve kalem erbabı gizli veya açık olarak, bölgedeki bu ateşin nasıl söndürüleceğini tartışıyorlar.

Bu tartışma boyutunda müslümanlar, öncelikle iki tarafın da haksızlığını ortaya koymalıdırlar: Bir tarafta laik-Türk misyonu, öte yanda laik-Kürt misyonu. Eğer bu ülkenin yöneticileri Türkiye halkının birlikteliğini ve ülkenin bütünlüğünü devam ettirmekte samimi iseler ilk olarak T.C.'nin döşediği laikliğe istikametlenmiş ve tek uluslu rayları değiştirmeyi düşünmeye başlamalıdırlar. Sorun PKK sorunu değil, Kürt sorunudur. "Türk sorunu" bu ülkede sorun olmaktan çıkartıldığı ve İslam'a yönelik münafıkça tutumlardan vazgeçildiği an, "Kürt sorunu"nun PKK'nın elinden kayıp bir ümmet sorunu haline geldiği görülecektir. Ama bu ülke yöneticilerinin yüzü Wallstreet'e, Washington'a, Pentagon'a dönük olduğu müddetçe, basiret sahipleri bu beklentinin hayal olduğunu da kavrayabilmeliler.

ABD sadece PKK'nın arkasında değil!..

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR