1. YAZARLAR

  2. Nimet Orbay

  3. Kur'an’da Adalet ve Zulüm Kavramları

Kur'an’da Adalet ve Zulüm Kavramları

Eylül 2020A+A-

ADALET

‘Adl’ kök harflerinden türeyen adalet kelimesi “düzeltmek, eğri bir yoldan doğru bir yola yönelmek, dengede tutmak” anlamlarında kullanılır. Kur’an-ı Kerim’de 31 ayette geçmektedir. Istılahi ve öz manasıyla “bir şeyi olması gereken yerde bırakmak ve o şeyi olması gereken şartlara göre değerlendirmek” diye özetlenebilir.

Kur’an-ı Kerim’de bu kavrama dair kıst, kasd, istikamet, mizan gibi kelimeler de kullanılmıştır. Adalet eşitlik ile aynı şey değildir. Eşitlik, herhangi bir varlığa, yapısına, gücüne, kudretine, bakılmadan sorumluluk yükleyip beklentiye girmek ikenadalet ise o işin muhatabı olan varlığın tüm yapısalözellikleri hesaba katılarak ondan bir şeyler beklemektir. Söz gelimi bir kuştan uçmasını, attan koşmasını, balıktan yüzmesini beklemek yaratılış amaçları doğrultusunda olduğu için bu durum adalete uygun bir beklenti olurken tersini beklemek ise zulüm anlamına gelmektedir. Söz konusu insan olduğunda tabii olarak akli melekelerini olması gerektiği doğrultuda kullanmasını ve bunu pratiğe dönüştürmesini talep etmek de adalete uygun bir beklentidir.

O Allah ki seni yarattı, seni düzgün (adaletli bir şekilde) yapılı kılıp sana ölçülü bir biçim verdi.” (İnfitar, 7)

İnsan gibi komplike bir varlığıen doğru şekilde ancak yaratıcımız olan Rabbul Âlemin tanımlayabilir. Ayette de belirtildiği üzere her insan teki fıtraten iyiliğe, merhamete, adalete uygun bir biçimde dünyaya gelir ama çevresel faktörler onu ya yaratılışına uygun olarak daha merhametli, daha iyi, daha adil yapar yada daha zalim, daha fasit daha gaddar. Elbette çevresel faktörler insan akıl baliğ olana kadar bir mazeret olabilir, ondan sonrası tamamen kişinin kendi tercihleri ile şekillenir. Zira Rabbimiz, İsra Suresi 13. ayetinde “Her insanın tairini (uçup gider sandığı işlerini) boynuna doladık.” buyurur. Bundan dolayı iradeli tercihini doğru yönde kullanır, fıtratına uygun yaşarsa ya rıza-i ilahiyi kazanır ya da tam tersi istikamette yol alıp karanlık kuyularda kaybolup gider.

Bununla birlikte insan, fıtratındaki adalet temelinin üzerine birde yaratıcının vahiyle öğrettiği adalet sistemini inşa ettiği zaman dünyadaha yaşanılabilir bir yer haline gelecektir. Asrı saadet dediğimiz zaman diliminde zulüm çağında, adaletin ve merhametin dalga dalga yayıldığı bir iyilik damlası olarak başlayıp sonra bir deniz ve nihayetinde bir okyanusa dönüşmeyi başaran Resul ve beraberindekiler, içsel adaletin üzerine emredilen adaleti inşa etmeyi başarmışlardı.

Bunu nasıl mı yapmışlardı? Tabiki kendilerini vahyin terbiye metoduna teslim ederek, vahiy iner inmez kendi nefislerine bulaşmış kirleri temizlemek üzere harekete geçerek ve fıtrata sadık kalarak. “Adil şahitler olun!” uyarısına “Nefsimiz, eşimiz, dostumuz, aşiretimiz, malımız, makamımız ne olacak?” demeyerek. Büyük zulümden, şirkten vazgeçerek, cahiliyenin tüm zalimane ölçülerini hiçe sayarak, asıl olan ilkelere odaklanarak. İşte böyle daha erdemli bir dünyaya kapı açıp yeryüzünde adaleti yaygınlaştırmaya çalıştıkları için asrı saadet vasfını haketmişlerdi.

Emaneti Ehline Vermek

Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla görendir.” (Nisa, 58)

Kişi kendisini vahye teslim ettiğinde, uygulaması gereken adaletin kendi nefsiyle sınırlı kalmadığını ve bunun mutlaka toplumsal ayağı olduğunu görecektir. Zira İslam, topluma hitap eden ve o toplumu en üst seviyeye taşıma ülküsü olan ilahi tek dindir. Toplumda adaleti sağlamanın şartlarından biri ve belkide en önemlisi emanetleri ehline vermektir. Adil olmanın en belirgin şartı budur.

Ehliyet sahibi olma durumu en küçük işimizden devlet yönetimine varıncaya kadar hayatımızın her alanını ya cennete ya da cehenneme çevirecek kadar önemli ve kapsamlıdır. Allah Resulü (s) Mekke’yi fethettiği gün, Kâbe’nin temizlik işleri ile ilgilenen kişi Osman b.Talha idi ve kendisi o zamana kadar müşrikti. Hz.Muhammed, elinde Kâbe’nin anahtarları olduğu halde etrafa bakındı; önde gelen Müslümanlar o görevin kendilerine verilmesini bekliyorlardı. Peygamberimiz Osman’ı çağırttı ve bu işin ehli o olduğu için anahtarları tekrar kendisine verdi. Öyle ki Osman b.Talha’nın adalet ve ehliyete en azami ölçüde önem veren bir dine, İslam’a o gün girdiği rivayet edilir.

Bunun gibi İslam tarihinde sayısız örneklerine şahit olduğumuz birçok olay ile birlikte şu da bir gerçek ki liyakat ve ehliyet işi genellikle ihmal ve istismar edilen alanların başında gelir. Evimize aldığımız yardımcıdan tutun da çocuğumuzu eğitme pozisyonunda olan öğretmene, canımızı emanet ettiğimiz doktordan haklarımızı koruma görevindeki devlet görevlilerine, birçok masumun haksız yere hüküm giymesine ve yıllarına sebep olan adaletsiz hâkimlere kadar işlerinde ehil olmayan kimselerin yol açtığı sıkıntılar ortadadır. En can yakıcı olanı da dini temsil ve tebliğ konumunda olan kişilerin liyakatsiz ve ehliyetsiz olmaları ve bunun sonucunda birçok kimsenin gerek bu görevlere gerekse İslam’a karşı mesafeli, şüpheci ve soğuk davranmasına yol açmalarıdır. Rabbimiz bizlere “Her işi ehline verin ve hükmettiğiniz zaman adaletle hükmedin.” diye öğüt veriyor olmasına rağmen Müslümanlar olarak bu öğüde kulak dahi kabartmaz bir duruma geldiğimiz aşikâr. Yapılması gereken herhangi bir işi bizimle nesep, kan veya din bağı olana değil o işin ehline vermemiz gerektiği yeniden idrak etmemiz gereken bir durumdur. (Elbette tanıdıklarımız, güvendiklerimiz o işe ehil ise bu, ayrıca değerlendirilebilir.)

Hakkın ve Adaletin Şahidi Olmak

Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutan ve kendiniz, ana babanız veyakın akrabanız aleyhine de olsa, yalnız Allah için şahitlik eden kimseler olunuz. Zira zengin de olsa fakir de olsa, Allah ikisine de (sizden) daha yakındır. Nefsinizin arzusuna uyarak adaletten uzaklaşmayın. Eğer (şahitlik ederken) dilinizi eğer, büker veya çekinirseniz, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa, 135)

Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olunuz. Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adaletli olun çünkü o, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Maide, 8)

Şu imtihan dünyasına gönderiliş amacımızı özetle ve tek kelimeyle açıklamak gerekirse sanırım bunun karşılığı “şahitlik” olurdu. İnsanoğlu tüm benliğiyle hakkın şahidi olmakla mükellef kılınmış ve bu şahitliği kendi dışındaki insanlar ve eşya ile münasebetinde dengeli davranmak üzere kodlanmıştır. Bunun gereğini yerine getirirse adil, zıddını yaparsa zalim olur.

Ayetlerde bir yandan kişinin, sevdiği herhangi bir şeyin aleyhine dahi olsa adaletli olma halinin çok da kolay bir iş olmadığı ve bunun nefse ağır gelebileceği hatırlatılırken, öte yandan vakıanın toplumsal yüzüne vurgu ile sosyal hayatta sorunlar yaşanmasının normal olduğu ama buna rağmen adaletten hiçbir vakit şaşmamak gerektiği ifade edilmektedir. Özel, ailevi veya kamusal herhangi bir sorunun çözümünde kendimizin zarar göreceğini bilsek dahi, babadan, yardan, hatta serden geçme pahasına da olsa adaletten asla taviz vermeden hareket edilmesinin önemine atıf yapılmakta; bunun ancak ve ancak Allah’a ve ahiret gününe iman edenlerin sergileyebilecekleri bir duruş olduğu vurgusu göze çarpmaktadır.

Şahit olduğumuz özel ve genel durumlarda vakıa şu ki eğer işin ucunda kendi zararımız söz konusuysa adaletten fersah fersah kaçıyoruz. Karşı taraf hazzetmediğimiz kişi, kurum, kuruluş veya kavimse adaletsizliğin varacağı boyut ayyuka çıkabilmekte. Bugün maalesef adalet kavramının ilahi ölçülere göre değil, beşerî ve benmerkezci ölçülere göre konumlandırıldığı, bunun kaçınılmaz sonucu olarak da insanların dil, din, ırk, renk ve üzerinde yaşadıkları toprağa göre değerlendirildiği gayrı adil bir çağda yaşıyoruz. Zalimler kendi hayat gayelerini gerçekleştirmek için çalışıyorlar/çalışacaklardır, asıl mesele karşılaştığı tüm olaylara adalet penceresinden bakması gereken Müslümanların tutumlarıdır. Çünkü ayet, ‘Ey insanlar!’, ‘Ey iman edenler!’ diye hitap etmektedir. Demek ki adaleti olması gerektiği şekilde uygulaması istenenler ancak ve öncelikle Allah’tan hakkıyla korkanlardır.

Şahitlik konusu Kur’an’da üzerinde önemle ve titizlikle durulan konulardan biridir. Ancak şahitlikte adalet olmazsa olmaz bir ilkedir. Zira ticaret, evlilik, savaş, ölmek üzere olan kişinin vasiyeti, miras taksimi, zina iftirası söz konusu olduğunda ve adam öldürme gibi mevzularda, şahitlik için çağrılan kişi nefsani davranıp adaletten şaşarsa toplumda infiale varan sonuçlara sebep olur; haksız şahitlik yaptığı için tövbe etmezse ruz-i mahşerde hesabını vermesi çok zor olur. Bundan dolayı şahitlik için çağrılan insanın Allah’tan korkması ve adalet üzere davranması konusunda Kur’an bizi defaatle uyarmaktadır. Elbette burada son kertede adil kararı verdirecek olan vicdan terazisidir. Bu hassas terazinin adalet kefesi ağır basanlar ise her daim bahtiyar olacaklardır.

Evlilikte Adaleti Gözetmek

Eğer (evlenmek istediğiniz için mallarını teslim etmediğiniz) yetim kızlara karşı (kocalık) görevinizi yerine getirememekten korkarsanız, hoşunuza giden kadınlardan ikisini, üçünü, dördünü nikâhlayın. Aralarında adaleti yerine getirememekten korkarsanız bir tek kadını veya hâkimiyetiniz altında olanı (bir esir kadını) nikâhlayın. Sıkıntıya düşmemeniz için en uygun olanı budur.” (Nisa, 3)

Kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar. De ki: ‘Onlarla ilgili fetvayı size Allah verir.’ Onları nikâhlama arzusuyla lehlerine yazılmış olanı vermediğiniz yetim kadınlara, güçsüz çocuklara ve bütün yetimlere hakka uygun davranmanızla ilgili ayetler zaten bu kitapta okunup durmaktadır. Yaptığınız her hayrı Allah bilir.” (Nisa, 127)

Çok kararlı olsanız bile kadınlar arasında adil davranmaya güç yetiremezsiniz. Öyleyse bir tarafa büsbütün meyledip diğerini ortada bırakmayın. Eğer uzlaşır ve Allah’a karşı yanlış yapmaktan sakınırsanız bilin ki Allah bağışlar ve ikramda bulunur.” (Nisa, 129)

Adalet ilkesinin en fazla flulaştığı kurum aile kurumudur. Bunun en güçlü etkenleri ise bizce evliliklerin çoğunlukla Kur’an merkezli bir bakış açısıyla yapılmaması, cahilî, geleneksel, dünyevi ölçülere daha fazla önem verilmesi ve genelde güçlü figür olan erkeğin her durumda haklı olduğu mantalitesinin hâkim olmasıdır. Elbette kadının da zulümde başat rolü oynadığı ve özellikle çıkarılan yeni yasalarla erkeğin mağdur edildiği durumların yaygınlaştığını kabul etmek gerekir. Ancak dikkat çekmek istediğimiz konu Kur’an’ın tefsir veya meallerinin büyük bir kısmının özellikle de bu konuyla ilgili olan ayetlerin Kur’an’ın bütünlüğünden uzak ve maalesef -istisnalar hariç- erkek egemen bir mantalite ile yazılmış olduğu gerçeğidir. Fıkhi teferruatlara hiç girmeden Kur’an’ıönyargısız okuyan her insanın anlayabileceği kadar açık birkaç noktaya değinmek istiyoruz.

Rabbimiz kadınlarla ve tabii ki hukuki hakları ile ilgili fetva yetkisiniaçıkça kendi üzerine aldığını beyan etmesine rağmen, özellikle bu konu istismar edilerek Allah’ın kelamının dışında herkesin görüş ve fetvasına başvurulan bir olgu olup çıkmıştır. Elbette Kur’an’la yoğrulmuş zihinler her konuda olduğu gibi bu konuda da hakkı haykırmışlardır. Ancak sonucun genel olarak değişmediği de gün gibi aşikâr. Rabbimiz evliliğin temelinin adalet olduğunu ve sonrasında yapılması gereken tüm işlerin bu ilke doğrultusunda ilerlemesi gerektiğini, aksi halde bir zulme dönüşmesinin kaçınılmaz olduğunu farklı ayetlerde, farklı şekillerde anlatmasına rağmen her ne hikmetse bu esas ilke ya kasten yok sayılmış ya da taraflı bir şekilde gündem edilmiştir. Allah birden fazla evliliği emretmemiş, aksine zorunlu hallerde ruhsat olarak vermiştir. Ancak “Eğer bilirseniz sizin için hayırlıolan bir tanedir, çünkü ne kadar istesenizde adaleti sağlayamazsınız.” uyarı ve tenkidine rağmen emredilen adalet yerine, ruhsat verilen birden fazla evlilik mevzusu esas alınmıştır. Algıda seçicilik yapıp sayıya takılı kalmak, matah bir şeymiş gibi her fırsatta çok evlilikten bahsetmek ve İslam’da evlilik denince akla gelen tek şey harem hayatı imiş gibi bir bakış açısı gerçekten de iç acıtıcı bir tablodur.

Oysa Müslümanlık iddiasında olanlar, çok eşlilikten ziyade adaleti sağlama endişesi taşımalı; eşler birbirlerini nesne değil hayatın birer öznesi olarak görmeli ve o yuvayı Resul’ün tabiriyle cennet bahçesine çevirmenin yollarını aramalıdırlar.

İnsan yapısal olarak her yeni şeye meyyaldir. Ortada hiçbir mecburiyet yokken, nefsani arzularla yapılan ikinci evliliklerde Kur’an’ın olmazsa olmaz dediği adalet ilkesinin hilafına önceki eş ya da eşler ya tamamen ya da kısmen askıya alınmaktalar. Bu, genelde Doğu kültüründe bu şekilde karşımıza çıkarken Batı kültüründe ise yalan, aldatma ve hilelere başvurularak gayri meşru yollara tevessül edildiği bir gerçektir. Maalesef adaletin beşiği olması gereken yuvalar zulmün makes bulduğu meskenler haline gelebilmektedir.

Adalet ilkesi istismar edildiği vakit bunun etkisi sadece eşler arasındaki ilişki ile sınırlı kalmayıp helezonlar şeklinde yayılarak neslin devamı olan çocuklara kaçınılmaz bir şekilde etki eder. Onların da yarınlarda kuracakları yuvalarda adil veya zalim olma potansiyellerini besleyip büyütür. İlk evlerinde yani ebeveyn rol modelliğinde gözlemleyecekleri bu durum hayatlarının geri kalan kısmı için bir binanın temeli niteliğindedir. Ebeveynler birbirlerine her türlü içsel ve dışsal olumsuz etkene rağmen adalet çerçevesinde davranabilmeyi başarabilmeli ki bu erdem çocuklara da yansıyabilsin. Ebeveynlerin, kendi yapamadıklarını çocuklarından beklemeleri çocukların fıtratlarına ve karakter yapılarına zarar verir. Her çocuğun kendi zamanının çocuğu olduğu gerçeğinin bilincinde olarak daha adil bir yuva kurulacağı, kurulması gerektiği unutulmamalıdır.

Ayrılmaz Bir Bütün: Tevhid ve Adalet

Ey Muhammed! İşte bunun için insanları tevhide davet et ve sana emredildiği gibi dosdoğru ol. Onların keyiflerine uyma ve de ki: Ben Allah’ın kitaptan indirdiğine inandım ve bana aranızda adaleti gerçekleştirmem emredildi. Allah bizimde Rabbimiz sizinde Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Sizinle bizim aramızda hiçbir tartışmaya yer yoktur. Allah hepimizi bir araya toplayacaktır. Dönüş yalnız O’nadır.” (Şura, 15)

Ayette vurgulanan “İnsanları tevhide davet et.” ve “Bana adaleti gerçekleştirmem emredildi.” cümleleri üzerinde itina ile durmak gerekir. Rabbimiz bizlere şu gerçeği hatırlatıyor. Tüm insanlar tevhide davet edilir fakat kabul edip etmemekte muhayyer bırakılırlar. Eğer fıtratlarına uygun olan tevhidî çağrıyı kabul ederlerse ne ala; etmezlerse kendilerini ziyan ederler. Ancak muhataplarınız kâfir ya da Müslüman, sizden veya değil, sevdiğiniz veya sevmediğiniz kadın veya erkek, çocuk veya yaşlı, her kim olursa olsun insan olması hasebiyle adil davranmakla mükellefsiniz. Çünkü adalet evrensel bir ilkedir. İşte bu O’nun rahmaniyetinin tecellisidir.

Başta resuller olmak üzere tarih boyunca Kur’an’ın adalet ilkesi ile amel eden Müslümanlar hâkim oldukları krallık, imparatorluk, askerî komutanlıklar, ticaret, sanat, bilim ve hayatın akla gelebilecek her alanında adil olma özellikleriyle kendi dönemlerine damga vurmuş, sonraki zamanlarda da rahmetle yâd edilmişlerdir. Ayette de belirtildiği gibi tüm insanlığa tevhid gereği adaleti yaymak, ilk elde her bir Müslümanın en asli görevidir. Tevhide iman eden muvahhidler onun yaygınlaşması için ne kadar mücadele ile mükellef kılınmışlarsa, adaleti hâkim kılmak için de en az o kadar çaba sarf etmelidirler. Tebliğ ettiği kodaman kesimin istek ve arzularına rağmen mazlum Müslümanları yanından kovmayan Hz.Nuh, karıncayı ezmekten itina eden Hz.Süleyman, iki davalıyı dinlerken adil olması konusunda uyarılan ve emre boyun eğen Hz.Davud, firavuna dahi merhamet ve tebliğ hakkı gözetilerek adil olması öğütlenen Hz.Musa, Hz.Meryem’e bakacak en doğru kişi o olmasına rağmen bu işi kura ile yani adilce çözen Hz. Zekeriya, adaleti ile bırakın dostlarını düşmanlarını dahi kendisine hayran bırakan Hz.Muhammed, devlet ve yönetim denince zihinlerde yer etmiş Hz.Ömer, Nureddin Zengi, Selahaddin Eyyubi, Ömer Muhtar, Şeyh Şamil ve “Düşmanımıza borçlu olduğumuz tek şey adalettir.” diyen Aliya İzzetbegoviç, bunlardan sadece bazılarıdır. Dün olduğu gibi bugün ve yarınlarda dayeryüzüne adaleti hâkim kılacak olanlar yine ve sadece Müslümanlardır. Tevhidin ardından adaleti, olmazsa olmaz emir ilan eden Allah’a sonsuz kere hamdolsun.

***

ZULÜM

Sözlükte ‘zulüm’ sözcüğünün mastarı olan ‘zulmet’, ‘nur’un olmama hali yani karanlık demektir. Kur’an’da bu kelime çoğunlukla “zulumat” yani karanlıklar olarak geçer. Zira hak ve doğru tek olmasına karşın, insanın gömülüp gidebileceği karanlıklar pek çoktur. Kavramın geçtiği ayet sayısıyaklaşık olarak 125’tir. Istılahi olarak kısaca -adaletin zıddı olarak- “bir şeyi olması gereken yerden etmek” anlamında kullanılmıştır.

En Büyük Zulüm Şirktir

Lokman oğluna öğüt verirken şöyle demişti: Oğulcuğum! Allah’a şirk koşma; şirk büyük bir zulümdür.” (Lokman, 13)

Rabbimiz Zariyat Suresi 56. ayette şöyle buyurur: “Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” Hucurat Suresi 7. ayette ise “Ancak Allah size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsleyip çekici kıldı.” buyurur. Her iki ayet hem yaratılış amacımızdan hem fıtratımıza yerleştirilen ve sevdirilen imandan bahseder. Buradan yola çıkarak şunu ifade edebiliriz: Allah’a gereği gibi kul olmakve tevhidi merkeze alarak yaşamak fıtratımıza uyguladığımız adalet iken tersini yapmak ise yani şirk koşmak fıtrata yapılmış en büyük zulümdür.

Gözümüz, kulağımız, elimiz, ayağımız, iç organlarımız da dâhil maddi varlığımızla birlikte fıtratımız tümüyle Allah’ın kurduğu sisteme göre çalışır. Haddini aşıp fıtrata aykırı olarak kalbini zulme açan; aklını, zihnini, fikrini şeytanın çalışma merkezi haline getiren ve şirk koşan kişi ilk zulmü ve adaletsizliği kendi varlığına karşı yapmış ve zulmün temelini atmış olur. Fıtratı ile beyninin arasını açtığı için bu bir şirk türüdür; bedensel sistemi Allah’a kulluk ederken zihnî ve fikrî yapısı başka varlıklara kulluk etmektedir. Zulmün ilk neşet ettiği yer olarak insanın iç benliğine vurgu yapan ayetlerde Rabbimiz bu durumun nasıl bir keşmekeş olduğunu şöyle tasvir etmektedir: “Allah size hepsi birbirine rakip birçok ortağın emri altında bulunan bir adamla, sadece bir kişiye bağlı bir adamın durumunu misal gösterir. Bu ikisinin durumu eşit midir? Allah’a hamdolsun ki hayırama onların çoğu bunu kavramaktan bile acizdirler.” (Zümer, 29)

Öyle ise Allah’a ve elçilerine inanıp güvenin. ‘Tanrı üçtür!’ demeyin; bundan vazgeçin, bu sizin hayrınıza olur. Allah tek ilahtır, başkası da yoktur. O’nun çocuğa ne ihtiyacı olur? Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Size Allah’ın desteği yeter.” (Nisa, 171)

De ki: Eğer Allah ile birlikte başka ilahlar olsaydı, o zaman bu ilahlar arşın sahibine bir yol ararlardı.” (İsra, 42)

Hani bir zamanlar Musa kavmine dedi ki: Ey kavmim cidden siz buzağıyı put edinmekle kendi kendinize zulmettiniz, bari gelin Rabbinize tövbe ile dönün de nefislerinizi öldürün. Böyle yapmanız Rabbiniz katında sizin için daha hayırlıdır, böylece tövbenizi kabul buyurdu. Gerçekten de O, Tevvab ve Rahim’dir.” (Bakara, 54)

Hevasını ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?” (Furkan, 43)

Ayetlerde vurgulandığı üzere mikro evren olan âdemoğlunun zulüm yolculuğunda ilk durağı yetiştiği çevredir. Meşhur bir anekdotta Firavun’a: “Sen bu hale nasıl geldin?” diye sorulur ve cevap çok enteresandır: “Kimse bana ‘dur’ demedi ki!” Şu bir gerçek ki her insan temiz ve günahsız doğar; bu da merhameti bol olan Allah’ın büyük bir lütfudur. Zira Hristiyan teolojisindeki gibi her doğan günahkâr doğsaydı bununla mücadele etmek mümkün olmazdı. İnsan tertemiz ve fıtrat üzere doğmasına rağmen onu önce kendi zalimi olmaya sevkeden sebepler mevcuttur. Örnek vermek gerekirse şöyle bir çerçeve çizebiliriz: Bir çocuk düşünün ki ailesi ve yakın çevresi onu hayatın merkezine oturtmuş, haz ve isteklerine göre yaşaması gerektiğine inandırmış, ona her ne yapıyorsa yaptığı şeyin kusursuz olduğu algısı vermiş, dünyanın onun etrafında döndüğüne inandırmış ve her şeyin mubah olduğuna dair bir hayat görüşü sunmuş. İşte o çocuğu tuğyana götüren yolun işaret taşları böylece döşenmiş olmaktadır.

Yaşadığımız çağda hedonist, benmerkezci, amiyane tabirle maymun iştahlı, düşünce dünyası midesi ile bağırsaklarının el verdiği ölçüde gelişmiş olan, kartvizitleri alınlarına yapışık, şehvet odaklı yazlık-kışlık evler, saraylar, hanlar, lüks araçlar için çabalayan, marka bağımlısı, borçlanma pahasına pahalı telefonlara sahip olan, dolup taşan gardıroplara rağmen asla tatmin bulamayan, dünyalık araç ve gereçlerin logolarına verdiği önem kadar kendi öz kalitesinin farkına bile varmadan beşeriyetini insanlığının perdesi yapan nice canlıya tanık oluyoruz. Tercihini hevasını ilah edinmekten yana kullanıp ayetin vurguladığı gibi hem enfusunu hem afakını keşmekeşe çeviren insan, egosu kabardıkça daha bencil, daha haris, daha tatminsiz ve her geçen gün fıtratından daha da uzaklaşmış olmaktadır.

Allah Resulü’nün ifadesiyle: “İki vadi dolusu altını olsa, bir üçüncüsünü ister insanoğlu. Oysa onun gözünü ancak toprak doyurur.” Resul’ün(s) Kur’an’dan damıtarak yaptığı tanımın yansımasını görüyoruz haris ve bencil insan tipolojisinde. Buna rağmen resuller bu şekilde haddini aşan, tuğyana gark olmuş insanları dahi, hidayete ve tövbeye çağırmışlardır. Bu çağrıya olumlu yanıt verenler kurtulur, olumsuz yanıt verenler ise kendilerine ikram olunan bu hayatın son perdesini bir köşede ve sefilce ölerek kapatırlar maalesef.

Ekini ve Nesli İfsat Etmek

Eline yetki geçince yeryüzünde düzenibozmaya, kaynakları tüketmeye ve soykırıma çalışır. Allah tabii düzenin bozulmasını sevmez.” (Bakara, 205)

Şüphesiz Allah, insanlara zulmetmez. Ancak insanlar kendi nefislerine zulmediyorlar.” (Yunus, 44)

İnsan kendi kendine yettiği kanısına vardığı gün, benliğiniadeta yeryüzünün hâkimi olarak hissetmeye veöyle davranmaya cüret etmiştir. Hevasını ilah edinmiş olan beşer, yaşamı boyunca sürekli kademe atlayarak zulmüne devam eder. Taki kendi sonunu kendi eliyle hazırlamış olsun. Elbette zalimleşen insan, kendi nefsi ile sınırlı kalmayıp tavrını eşya ile olan münasebetine de yansıtır. Çünkü yapısı itibariyle üst değerlere iman etmemişse eğer onu dizginleyecek pek bir şey kalmamıştır. Bu sebeple bugün insanın kendi elleriyle çıkardığı fesat sonucu yeryüzü kaynakları yok olmakta, buzullar erimekte, kimyasallar, keyfi avcılık, moda ihtirası gibi nedenler de dâhil olmak üzere birçok hayvanın nesli tükenmektedir. Genetiğiyle oynanmış ürünlerden ebter tohum ekimine daha fazla gelir elde etmek için her türlü sahtekârlığı mubah gören ifsat şebekeleri piyasa yapmakta, israfın haddi hesabı olmayıp tekasür en üst seviyede yaşanmakta, zenginler doymamakta, fakirler ise kapitalizmin “Açlık evrenseldir!” sloganı gereği ölüp gitmektedir. Geçmişte veba, HIV, AIDS ve şu günlerde zalimiyle, mazlumuyla, varsılıyla, yoksuluyla tüm dünyayı kasıp kavuran Covid-19 gibi virüslere sebep olan insanoğlu, ileri teknoloji silahlar, atom, sârin, misket gibi çok çeşitli yıkıcı bombalarüreterek kozmik evreni kaosa dönüştürme yolunda tam gaz yol almaktadır. İmtihan gereği nefsinde varolan fücur yönünü besleyip büyütmekte hatta semirtmektedir. Kısacası karada ve denizde fesat çıkarma yarışında asla rakip tanımayan varlık olarak boy göstermektedir. Çünkü “Yeryüzünde debelenenlerin en zararlısı aklını kullanmayanlardır.” (Enfal, 22)

Neslin devamı veya ifsadı dediğimiz zaman elbette ki beşer türünün devamının kastedilmesi kadar insani vasıflara sahip boyutuna da vurgu yapılmaktadır. Eğer kasıt sadece biyolojik varlığın devamlılığı meselesi ise zulmün boyutu maddi mevcudiyetine yönelik olur ve nesli bu anlamda ifsat genelde gelecek kaygısı ve dünyevi ölçüler ile hareket etme sonucu gerçekleşir. Örneğin, evlilik kurumunun gençlerin dünyasında artık çok da bir karşılığı olmadığını görüyoruz. Çünkü gençler, evliliği, muhabbet ile girilecek bir yol arkadaşlığından ziyade hanede artacak bir boğaz, hayatı sınırlayacak, sorumluluk yükleyecek bir külfet olarak görüp ya hiç evlenmemeyi yada evlilik yaşını çok ileri dönemlere ertelemeyi düşünüyorlar. Bu anlayış, neslin biyolojik olarak önünün kesilmesi noktasında büyük bir yekûn tutuyor. Bu vesveseleri kısmen aşmış olanlar ise bir veya iki çocuk sahibi olmayı tercih etmekte ve maalesef onların ruhi doygunluklarının tatmin edilip edilmeyeceği endişesinden ziyade maddi kaygılara duçar olup her doğanın kendi rızkı ile doğacağı gerçeğini görmezden gelmektedirler. Salt rızık endişesi ile biyolojik varlığın yük sayılıp önünün kesilmesi ifsadın başka bir boyutudur.

Nesli helak etmenin manevi yönü aslında en fazla endişe etmemiz gereken durumdur. İnsanın biyolojik varlığı bugün yedi buçuk milyara ulaşmış. Peki, bu sayının kaçta kaçı öz değerleri doğrultusunda yaşayıp daha merhametli, adaletli, paylaşımcı, dürüst, fedakâr, vefakâr olmak gibi vasıflara sahip olup yeryüzünde iyiliği yaygınlaştıracak erdemliler grubuna dâhildir? Sonuç üzerine genelde kafa yorarız ama her sonucun bir veya birden çok sebebi olduğunu mütemadiyen görmek istemeyiz. Çünkü bu daha külfetli bir iştir. Elbette soruyu kime sorduğumuz ve soruna nerden baktığımız da önem teşkil ediyor. Eğer bir ateist, sosyalist, hümanist, kapitalist, faşist, materyalist ve daha birçok seküler dinin müntesibi iseniz dininize hatta mezhebinize ve meşrebinize göre bu soru ve sorunun cevabını farklı şekillerde verebilirsiniz. Ancak biz Müslümanlar temel soru ve sorunlarımızın cevabını Kerim olan kitabımızdan almak zorundayız. Kur’an’a “Neslin ifsadı ne zaman başlıyor ve çözümü nedir?” diye sorduğumuz vakit, aldığımız cevap ve çözüm mükemmel olacaktır: “Ey inanıp güvenenler! Tutuşturucusu insanlar ve taşlar olan bir ateşe karşı kendinizi ve ailenizi koruyun.” (Tahrim, 6)

Kendi iç benliğinin fısıldadığı şeytani dürtülere olumlu yada olumsuz karşılık verecek bir iradeye erişmeden önce ve toplumsal imtihan boyutuyla henüz karşılaşmayan insanın hayata karşı duruşunu ilk şekillendirdiği yer ailedir. Aile kişinin ahlaki dünyasının fücur veya takvaya dönük olmasında tamamen değilse de büyük oranda etki sahibidir. Elbette âlimden zalim, zalimden âlim doğabilir gerçeğine uygun örnekler var. Kur’an’da müşrik babasına rağmen muvahhid olan İbrahim, sarayında yetiştiği Firavun’a rağmen Musa, Nuh’a rağmen dağa sığınmayı tercih eden oğlu ve Hz.Yakub’un kardeşlerine suikast planlayan oğulları gibi. Ebeveynin erdemli olması evlatlarının da aynı şekilde erdemli olacağının garantisi değildir. Ancak Rabbimizin emri gereği her anne-baba çocuklarını cehennem ateşinden korumakla ve bunun için çaba sarfetmekle sorumludur. Bu sorumluluğu önemsemeyip çocuklarının dünya ve ahiret felaketlerini ilmek ilmek ören aileler ruhi ifsada henüz çok küçük yaşta, belki de daha da öncesinde başlamaktadırlar. Tertemiz ruhlarına henüz tazecikken görsel medya yoluyla binlerce çirkin görüntü kaydettirip o yaşlarda teknolojik aletleri çözdükleri için kasım kasım kasılan aileler, onlarla ilgili tek hayalleri kariyer olduğu için çocuklarını sınavdan sınava yarış atı gibi koşturup, özgüven adı altında saygısızca davranışlarına alkış tutabiliyorlar. Sonuç olarak doyumsuz, bencil, yürüyen ego misali kimseyi ve hiçbir şeyi beğenmeyen, hiçbir şeyden itminan duymayan, gittiği mekânları emanet bilinci ile korumayıp ona aitmiş gibi tahrip eden ve bundan vicdanen hiç rahatsız olmayan çocuklar yetişiyor.

Zulme Ortak Olmak

(Hem hatırlayın ki bir zaman) sizi Firavun ailesinden de kurtardık, (onlar) size azabın en kötüsünü reva görüyor, oğullarınızı boğazlıyor, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. Ve bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardı.” (Bakara, 49)

Firavun, halkını alıklaştırdı ama onlar yinede ona boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir halktı.” (Zuhruf, 54)

İnsan, sınırlarını aşmaya en fazla meyilli ve meraklı olan varlıkların başında gelir. İşte bundan dolayı zulmetmeye kendinden başlasa da bununla sınırlı kalmaz. Elbette zulüm denildiği vakit aklımıza ilk gelen ve Kur’an’ın zalim prototipi olarak öne çıkardığı Firavun’dur. Fakat Firavun geniş halk kitlelerine zulmünü yansıtmadan evvel muhakkak bunu önce yakın çevresine yansıtmış olmalıdır. Aksi halde “Rabbim beni bu zalim kavimden kurtar ve bana cennetinde bir köşk yap.” diye yakaran bir Asiye’den ve o aileden olup da imanını gizleyen adamdan söz etmezdi Kur’an. Firavun ölse de yaşamaya devam eden firavunluk, her insanın doğuştan getirdiği özelliklerini doğru yönlere kanalize etmediği takdirde varabileceği ihtimal dâhilinde olan bir sonuçtur. Çünkü sosyal yönü güçlü olarak yaratılan insan gerek özel hayatı gerekse toplumsal hayatında mutlaka birilerini yönetmeye meyillidir ve bu yönünü yansıtma şekli eğer adalet ve merhamet odaklı değilse zulme dönüşebilir. Zulmettiği kişiler bazen anne babası, bazen eşi, bazen çocukları, bazende sahip olduğu makama göre hükmettiği tebaasıdır. Eğer zulmettiği muhatap veya muhatapları akli melekelerini yerinde kullanan insanlar ise elbette bu zulme mutlaka karşılık vermeleri gerekir. Fakat eğer Firavun örneğindeki gibi alıklaştırılmış bir kitle ise zulüm çarkının dişleri ancak dışardan bir müdahale ile kırılabilir. Tıpkı Hz.Musa’nın Medyen’den ilahi yönlendirme ile gelip zulüm ile abat olunmayacağının canlı şahitliğini yapması gibi.

Bu örnekten yola çıkarak şu tespitte bulunmak mümkün: Eşlerin, birbirlerine ya da anne-babaların, çocuklarına ve yahut kişinin, ailesi dışındaki insanlara yönelik zalimane davranışlarının sürekliliğinin ilk şartı, muhataplarının kimlik ve kişiliklerini, öz değerlerini hiçe sayıp her birinin kendine ait bir dünyası, istek, duygu ve düşünceleri olduğunu peşinen yok saymak, onların iradelerini silikleştirmektir. Bunlar gerçekleşmeden zulmünü uygulaması kolay olamayacağı gibi buna kalkışsa dahi sürdürebilirliği imkânsızdır. Bundan dolayı bir insan ancak Allah’a gerçek manada kul olmak için aklını kullanıp özünü gür kılarsa bu sayede hiçbir zalim onu zapturapt altına alamaz.

Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostunuz yoktur, yardım göremezsiniz.” (Hud, 113)

Ayetteki uyarının dehşetine bakar mısınız? İş sadece zulmetmemekle bitmiyor, zulme en ufak dahi meyletmemekle ihtarediliyoruz! Bunun sonucunun cehennem ateşi olduğunu açık açık belirten ayetlere rağmen, dönüp birde pratiğimize bakalım. Direkt veya dolaylı, kasıtlı veya kasıtsız nice zulümlere ortak olduğumuzu görmemiz için bu ayetin yeniden ve gerçek anlamda yüreklerimize, amasız, niçinsiz nazil olması gerekmez mi? Allah Resülü’nün “Zalimde olsa, mazlumda olsa kardeşine yardımcı ol.” sözünü işiten sahabinin “Ya Resulallah mazluma yardım etmeyi anladık, peki zalime nasıl yardım edebiliriz?” diye sorması üzerine Resul’ün: “Zalim kardeşini zulmünden vazgeçirmeye çalış.” buyurduğu rivayet edilir. Görünen o ki zulmeden kardeşine yardımı, zulme ortak olmak diye anlamışız ve bu galatı meşhur sonucunda zulmeden kişi akrabamız ise örtbas etmiş hatta belki destek vermişiz. Eğer zalim hem cinsimiz, ırkdaşımız, mezhebimiz, cemaatimiz, tarikatımız, devletimiz ise Kur’ani ilkeleri bir tarafa bırakıp cahiliye asabiyetiyle zulmüne göz yummuşuz. Mazlum coğrafyalardaki durum bunun en büyük kanıtı değil midir? Zulmeden bizim mezhepten ise kadınların ırzlarının çiğnenmesinin, yaşlı, çoluk çocuk masumların katledilmesinin, şehirlerin harabeye çevrilmesinin, zulmün tüm kahredici çirkinlikleriyle ayyuka çıkmasının ne önemi var ki? Ya zalim bizim ırkımızdan ise? O zaman da zulüm kendini insanların sahip oldukları ahlaki ve dinî değerlere savaş açarak, fıtratın ve neslin ifsadı olan eşcinselliğe destek vererek, sözüm ona onlar adına savaştığını iddia edip silahı da ilk onlara doğrultarak gösterir ceberut yüzünü. Ama zalim tüzel kişilik devlet olunca dokunulması haram olan ve zarurat-i hamse diye tabir edilendin, akıl, can, mal, nesil gibi değerlere saldırı ve zulmün en katmerli yüzü ile karşılaşmanız kaçınılmaz olur. Tabiki devletin dininin adalet olduğu gerçeğini kabul etmeyen müfsit yandaşlar bu zulüm çarkını çevirmek için en önde yer alanlardır. Bu kavramı kutsayıp ses çıkarmayanlar ise zulmedenlere meyletme etiketini alınlarında taşıyanlardır. Rabbimiz bizleri zulmetmekten de zulme meyletmekten de beri kılsın.

İnsanlık tarihi zulmedenler ve zulme bir şekilde meyledenlerin zilletleri ile birlikte, zulme asla geçit vermeyen, bu uğurda ömrünü adayanların şanlı mücadeleleriyle doludur. Aslında her biri sadece zulüm sahnesinde birer figür olan Firavun, Nemrut, Karun, Haman, Samiri, Ebu Cehil, Ebu Lehep, Velid b. Muğire ve daha yakın tarihte Mussolini, Hitler, Lenin, günümüzde Saddam, Netanyahu, Esed, Putin, Hamaney, Trump ve benzerleri zulümlerinin daim olacağı zannıyla hareket etmişlerdir. Onların zulümleri olmasaydı Halepçe’yi, Hama’yı, Halep’i, Afganistan’ı, Suriye’yi, Çeçenistan’ı, Irak’ı mazlum coğrafyaları konuşuyor olur muyduk? Bilemeyiz ama iman ve şahitlik ettiğimiz hakikat şu ki tarihte adı sanı her ne olursa olsun diktatörlerin ettikleri tüm zulümlere ve insanı nesneleştirme politikalarına karşı zulüm ile abat olunamaz. Aslolanın adalet olduğunu ispatlayan ve ispatlayacak olan İbrahimler, Musalar, Muhammedler, Asiyeler, Belkıslar, Bilaller, Ammarlar, Ebu Hanifeler, İskilipli Atıf Hocalar, Mehmet Akifler, Ömer Muhtarlar, Malcolmlar, Aliyalar, Şamiller, Ahmed Yasinler, Zeynep Gazaliler, Esmalar, Zahran Alluşlar, Abdulbasit Sarutlar, Mursiler, Afiyet Sıddıkiler ve “Zulüm bizdense, ben bizden değilim” diyen Rachel Corrieler gibi şahit ve şehit olan tüm öncülere selam olsun.

Hz.Ali’nin deyimiyle; “Bin kere mazlum olsan da bir kere zalim olma!” uyarısı gereği değil zulmetmek, bir lahza dahi olsa meyletmemek duası ile vesselam...

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR