1. YAZARLAR

  2. Mehmet Sait Şimşek

  3. Kur'an Anlaşılmak İçin İndirilmiştir

Mehmet Sait Şimşek

Yazarın Tüm Yazıları >

Kur'an Anlaşılmak İçin İndirilmiştir

Eylül 1991A+A-

Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Kürsüsü'nde öğretim görevlisidir. "Kur'an'ın Anlaşılma­sında İki Mesele" adlı bir kitabı ve bir çok makalesi yayınlanmış­tır. Konusuyla ilgili çevirileri de bulunan Şimşek, halen "Kur'an Kıssalarının Menşei" hakkında önemli bir çalışmayı da sürdürmektedir.

Sizinle, Kur'an/mü'min ve Kur'an/toplum ekseni etrafında bir söyleşi yapmak istiyoruz. Müsaade ederseniz öncelikle şöyle soralım: Son onlu yıllarda üzerinde durdu­ğumuz coğrafyada dini anlama ve yaşama noktasında Kur'an'ı önceleyen, direkt olarak birinci elden Kur'an ile muhatap olunması gerektiğini vur­gulayan bir İslamî anlayış dikkati çekmekte. Ve bu anlayış toplumun din anlayışı ile çatışmakta. Kur'an'ı önceleyen bu anlayışın çıkış amillerini neye bağladığınızı öğrenmek istiyo­ruz. Ayrıca bu çatışmanın, üzerinde yaşadığımız coğrafyadaki sürecini ve muhtevasını, her iki taraf açısından bize açıklar mısınız?

Söz konusu ettiğiniz anlayış İslam tarihi boyunca her zaman var olagelmiştir. Ne var ki bu anlayışta olanların toplum üzerindeki etkinlikleri, sayıları, seslerini duyurmaları aynı ölçülerde olmamıştır. Bu anlayışa sahip olanların ve bunu pratiğe aktarmak isteyenlerin kemiyet ve keyfiyet bakımından sesle­rini duyurmaları, içinde bulunduğumuz coğrafyadaki geçmişi, belirttiğiniz gibi çok yakın zamanda olmuştur.

Haddizatında dini anlama ve yaşama noktasında Kur'an'ı ilk temel kabul etmek, müslümanım diyen her­kesin kabul ettiği bir ilkedir. Ancak son asırlarda tamamen nazariyatta kalmış bir ilke idi. Söz konusu ettiğiniz anlayışa sahip olanlar nazariyatta kalmış bu ilkeyi pratiğe aktarmak istediler. Onla­rın bunu pratiğe aktarmak istemeleri kurumlaşmış din anlayışına sahip top­lumun tepkisine yol açtı. Belki ilk bakışta nazariyatta kalmış bir ilkenin pratiğe aktarılmasının istenmesi, aynı dine mensup insanlar arasında bir çatışmanın doğmasına yeterli neden görülmeyebilir. Ama toplum bunun nazariyatta kalması gerektiğine inandı­rılmış ve bunun neticesi olarak yeni bir din anlayışı kurumlaşıp gelenekselleş­miş ise bu anlayışı sarsmak kolay değildir.

Söz konusu ettiğimiz bu ilkenin nazariyata itilmesinin sebeplerini geli­şen tarihi seyir içerisinde tek tek ortaya koymak, İslam tarihinde dini anlayışla­rın değişime uğraması üzerinde etkili olan kültürel ve siyasî hareketleri kro­nolojik bir sıra çerçevesinde serd etmemiz gerekir. Biz burada biri, üzerinde bulunduğumuz coğrafya dahil İslam ümmetinin tamamını; diğeri, üzerinde bulunduğumuz coğrafyayı yakından ilgilendiren iki sebep üzerinde durmak istiyoruz:

İlk ve bütün müslümanları ilgilendi­ren sebep, mezhep taassubunun İslam ümmetine hakim olması ve İslam ümmetinin klik ve gruplara ayrılması­dır.

Mezheplerin doğması tabii bir olay­dır, insanların dinî hayatlarını bir mez­hebe göre düzenlemeleri de tabiidir. Hatta pratikte bunun birtakım yararları da vardır. Ama bir mezhebe bağlılık bağnazlığa dönüşür ve giderek mez­hep nasslara hakim kılınırsa, işte o zaman nasslar hayatın dışına itilir ve insanlarla nasslar arasında engeller gündeme gelir. Kur'an ile insanlar ara­sında iletişimin engellenmesinin ardında yatan en önemli sebep budur.

Üzerinde yaşadığımız coğrafya açısından meseleye baktığımızda, insanımız Arapça bilmemektedir ve Kur'an'ın dili Arapça'dır. Meal ve tefsir çalışmaları bu engeli bir ölçüde ortadan kaldırmaktadır ama Osmanlı tarihi boyunca halk dili ile ilim dilinin bir olma­ması, halkın ilim diliyle yazılmış eserleri anlamakta güçlük çekmesi, halkın din anlayışını, şifahî yolla anlatılanların oluşturmasına sebep olmuştur. Bu nedenle halk daima temel kaynaklar­dan uzak kalmıştır. Coğrafyamızda tasavvufun etkili olması da önemli nedenlerden biridir. Tasavvufta müri­din ilim tahsil etmesi ve özellikle temel kaynaklara inmesi hoş karşılanmaz. Şeyhe bağlılığının devamı için ilimle uğraşmaması gerekir. Eğer ilimle uğra­şırsa şeyhini aşabilir ve bu, onun şeyhe bağlılığına zarar verebilir.

Sizin tabirinizle Kur'an'ı önceleyen anlayışın çağımızda sosisini duyura­cak düzeye gelmesinin nedenlerine gelince, bunun en etkili nedeni, İslam ümmetinin yeni arayışlara kendini mec­bur hissetmesidir. Bir kere ümmetin sahip bulunduğu bir din anlayışı vardı ve bu anlayış -etkin ve yaygın anlayışı kastediyoruz- Kur'an'ı pratikte öncele­yen bir anlayış değildi. Çok eski dönemlerde Kur'an'dan kaynaklanmış, fakat sonraları çeşitli kültürlerin ve geleneklerin etkisiyle şekillenmiş ve gittikçe İslam'ın özünden uzaklaşmış bir anlayıştı. Bu anlayış adeta yeni bir din ortaya çıkarmıştı. Bu anlayış, din­dar kesimde etkinliğini sürdürmekle bir­likte haddizatında iflas etmiş bir anla­yıştır. Doğurduğu netice: İslam alemi­nin siyasî, ekonomik ve kültürel alanda etkinlikleri olmayan küçük devletçiklere bölünmesi, toplumun büyük bir kesiminin dinden soğuması, hatla dine karşı bir tavır alması ve dindar kesimin horla­nan ve ezilen bir sınıf haline gelmesi­dir.

Dindar kesimin bu duruma düş­mesi, çoğunlukla dış komplo ve düş­manların oyunlarıyla izah edilmeye çalışılmıştır. Elbette bu izahın bir haki­kat payı vardır. Ancak öncelikle ümme­tin içinden kaynaklanan sebepler gün­deme getirilmeliydi. Bir ayette şöyle buyurulmaktadır: "Başınıza gelen her musibet, yaptıklarınız sebebiyledir."

Bu dini anlayışın iflasından sonra İslam aleminde yönetimi devralan yöneticilerin kimi, yönünü Batı'ya libe­ralizme; kimi de Doğu'ya sosyalizme çevirdi. Ne var ki bu yönelişler İslam ümmetinin beklentilerine cevap vermekten uzak kaldı. Bu arada toplumun dindar kesiminde de arayışlar devam etti. Yeni yönetimlerin başarısızlığı bu arayışları daha da hızlandırdı. Kur'an'ı temel alan dini anlayışın ses getirecek düzeye gelmesinin nedenlerinden biri olarak bunu zikredebiliriz.

ikinci neden, ülkeler arası iletişimin yaygınlaşmasıdır. Değişik fikirlerin ile­tişim vasıtalarıyla her tarafa ulaşma imkanını elde etmesi, insanların mev­cut görüşlerini sorgulamalarında etkili Oldu. Altmış yıllık bir cumhuriyet döne­minde, özellikle 1960'lardan bu yana Türkçe basılan meal ve tefsirlerin sayısı, herhalde Osmanlı döneminde Türkçe olarak yazılan meal ve tefsirle­rin sayısından daha çoktur.

En önemli etken ise, Kur'an'ın, söz konusu ettiğimiz anlayışı, Kur'an'ı önceleyen anlayışı öngörmesidir. Okuyan insanların çoğalması, Türkçe ola­rak bu kadar meal ve tefsirin basılması, artık dini hayatta Kur'an'ın temel alın­masının ve bunun pratiğe de aktarıl­masının gerektiği gerçeği gizlenemez olmuştur.

Bu görüşe tepki gösterenler açısından meseleye baktığımızda herşeyden önce şunu bilmemiz gerekir: Üzerinde bulunduğumuz coğrafyada dinî anlayış, tarih boyunca Kur'an'ı nazari­yatla ilk temel kabul eden ve bunu pra­tiğe aktarmayan anlayış olmuştur. Bu görüşe sahip olanlara göre Kur'an, belli sayıdaki kimselerin anladığı bir kitaptır. Onu anlayan belli sayıdaki bu kimseler de tarihte kalmıştır. Kur'an karşısında günümüz insanının tavrı, Kur'an'ı bolca okumak ve bundan hasıl olacak sevabı ölülere göndermektir. Kur'an'ı anla­maya çalışmak ise, haddi aşmak ve geçmişe saygısızlıktır. Bu nedenle Kur'an'ı anlamaya çalışanları bid'atçi ve dini içerden yıkmaya çalışan ajanlar olarak görürler.

Olayın bir de sosyolojik bir yanı var­dır. Belli bir dönemden sonra dindar kesim, din adına ortaya atılan görüşlere hep kuşkuyla bakmaya başlamış­tır. İleri sürülen her görüşü, dini hayat­tan arta kalanı yok etme operasyonu olarak değerlendirmektedir. Belki de defalarca aldatılmanın doğurduğu bir bakış açısıdır bu. Bu durum, dindar kesimi sahip bulunduklarına sarılmaya ve onunla yetinmeye itmiştir.

Dindar kesimin çoğunluğunu buna iten sebeplerden bir tanesi de, Kur'an'ı pratikte de dinî hayatın temeli olarak görenlerin aceleci olmalarıdır. Dinî hayatta Kur'an'ın temel alınması gerektiğine inananlar, Kur'an üzerin­deki etütlerini belli bir olgunluğa eriştir­meden paçaları sıvıyor ve toplum psi­kolojisini hesaba katmadan meydana atılıyorlar. Görüşlerinin toplumda tepki görmesinin en önemli nedenlerinden biri budur.

Birinci soruyu biraz daha açmak istersek; siz kendi tabirinizle, Kur'an diyen "ıslahatçı kesim"in ortaya çıkış sebebini, dönemimize kadar varlığını sürdüren tevhidi çizginin bir uzantısı olarak mı görüyorsunuz? Yoksa ümmetin son yüzyıllardaki hezimetle­rine aradığı çıkış yollarının bir sonucu olarak mı görüyorsunuz?

Sosyal olayların ardından yatan sebepler pek çoktur. Sosyal olayı bir tek sebebe irca edemezsiniz. Sosyal olayları izah ve değerlendirebilmenin zorluğu buradan kaynaklanmaktadır. Islahatçı kesimin ortaya çıkmasında her iki sebep de mevcuttur. Ancak sebep ne olursa olsun, bence bundan önemlisi, bu anlayışın doğru olup olma­dığı meselesidir. Eğer mesele dini ger­çeği üzere anlama ve hayatımızı buna göre şekillendirmek ise, bunun başka bir alternatifi yoktur.

Teslim edersiniz ki, İslam ümmeti bugün hiç de Kur'an'ın öngörmediği bir konumda. Mevzii istisnalar hariç, genelde müslümanlar zillet ve meske­net içindeler ve tüm ümmet bu durum­dan kurtuluşu da, istisnasız olarak, Kur'an'a dönüşte görmekte; hatta tarihe dönüp baktığımızda da hangi düşünce sistemine sahip olunursa olunsun tüm tarafların -mutasavvıflar, kelamcılar, fıkıhçılar, hadisçiler, hatta siyasi iktidarlar- Kur'an doğrultusunda hareket ettikleri iddiasında olduklarını görürüz. Mesela çok müşahhas bir örnek verecek olursak: Ali Kur'an diyordu; Muaviye Kur'an diyordu; dahası her ikisine muhalefet eden Hariciler de Kur'an diyordu. Bu da ister istemez, zihnimize "nasıl bir Kur'an" sorusunu getiriyor. Evet, nasıl bir Kur'an? Kur'an nasıl bir kitaptır? Nasıl oluyor da hep Kur'an denildiği halde ümmet bu durumlara düştü?

Dindarım diyen herkesin, Kur'an'a uygun hareket ediyorum iddiasında bulunması ve İslam ümmetinin içinde bulunduğu durumdan kurtulması için Kur'an'a dönmesi gerekliği tabiidir. İşin nazariyatı budur. Çünkü İslam dininin temel kitabı Kur'an'dır ve bütün müslümanlar bu hususta mutabıktır.

İşin nazariyatı budur, diyoruz çünkü pratikte bunun böyle olduğunu ne yazık ki söyleyemiyoruz. Türkiye'de yaşayan dindar kesimi ele alalım. Şu kadar grup ve klik var. Aynı gruba men­sup olanlar biraraya geliyor, sohbet ediyor, kimileri dergi veya gazete çıka­rıyor. Bazılarının okudukları belli kitap­ları var. Acaba bu gruplara mensup olanlar, gruplarının kitap, dergi ve gazetelerini okudukları ve bunlara har­cadıkları mesai kadarını daha kısa yol­dan -mesela tefsir okuyarak- Kur'an'la karşı karşıya gelmek için harcıyorlar mı? Sohbetlerinde Kur'an'ı anlamak için bir çaba gösteriyorlar mı? Belki Kur'an'ı anlayamıyoruz, diyeceklerdir. Doğrudur, Kur'an'ı Arapçasından anla­yanların sayısı ne yazık ki çok azdır. Ama şu kadar Türkçe tefsir yazıldı veya tercüme edildi. Şu kadar meal yazıldı. Bunlar okunamaz mı?

Gidin camilerin önünde anket yapın. Beş vakit namazın her rekatında okunan Fatiha Suresi'nin anlamını sorun. Yüzde kaçı Fatiha'nın anlamını biliyor? O Fatiha Suresi ki namazın her rekatında okunuyor, mezarda okunu­yor, dinî nikah kıyılırken okunuyor, yemek duasından sonra okunuyor, dinî bir sohbet yapıldıktan sonra oku­nuyor vs. Bu günün dindarı Fatiha ile oturuyor, Fatiha ile kalkıyor ama yedi cümleden oluşan Fatiha'nın anlamını bilmiyor.

Şimdi böyle birinin, İslam ümmeti­nin kurtuluşu Kur'an'dadır demesi ne anlam ifade eder ki? Bir kere kendi­sinde böyle bir dönüş alameti yok...

Bu söylediklerimin tarihin har döne­mindeki müslümanlar için de geçerli olduğunu kasdetmiyorum. Hele Hz. Ali ile Muaviye arasındaki anlaşmazlık tamamen ayrı bir konu ve sanırım konumuzu ilgilendiren bir mesele değil.

Kur'an'a baktığımızda, Kuran ken­disinin anlaşılır olduğunu, apaçık bir kitap olduğunu, ayetlerinin tafsil edildiğini vurgulamakta. Furkan Suresi'nde de: "Rasul de: "Ya Rabbi, kavmim bu Kur'an'ı terkedilmiş bıraktı."demiştir." denilmekte. Bütün bunları Kur'an/insan İlişkisi açısından ele aldı­ğımızda; her ferdin Kur'an'la direkt muhatap olması gerektiğini ve onu kendisine rehber edinmesinin vücubiyetini çıkarıyoruz. Halbuki Kur'an lite­ratürüne baktığımızda ise tam aksi bir durumla karşılaşırız: Ferdin Kur'an'la direkt muhatap olmaması için ciltler dolusu şartlar İleri sürülmüştür: Tefsir Usulü, Arapça bilgisi, hadis ve hadis usulü, nüzul sebepleri, muhkem/mütesabih, nasih/mensuh vb. Hatta daha ileri gidilerek "eyyamu'l-Arab'ın bilinmesinin ve dolayısıyla cahiliyye şiiri ve edebiyatı bilgisinin gerekliliği söylenmekte ve ancak bu suretle Kur'an'ın sıhhatli bir şekilde anlaşılabileceği iddia edilmektedir. Tabii ki tüm bu donanımları edinen kişi de -ki bunun imkan dahilinde olup olmadığı tartışılabilir- artık, Kur'an'da rastlayamadığımız, bir alim tipi doğur­makta ve Kur'an böylesi alimlerden oluşan sınıfın tekeline girmekte. Bu vakıa bizatihi Kur'an'ın açık mesajıyla bir çelişki değil midir? Bireyin Kur'an karşısındaki görevi nedir? O, Kur'an 'ı anlamaksızın salt ibadet niyetiyle okumakla mı görevlidir? Kur'an nasıl anla­şılacaktır?

Belirttiğiniz gibi Kur'an anlaşılır bir kitaptır ve bizzat kendisi bunu mütead­dit ayette beyan etmektedir. Ancak anlaşılır bir kitap oluşu, her ayetinin ya da ele aldığı her meselenin, her insan tarafından aynı düzeyde anlaşılabilir­liği anlamına gelmez, Anlaşılırlılığının yanında derinliği ve veciz anlatımı da söz konusudur. Ayrıca insanların anlama kabiliyetleri birbirinden farklı­dır. Bu nedenle Kur'an'ı anlama kabili­yetleri de haliyle farklı olacaktır. Fakat insanların kabiliyet yönüyle aynı düzeyde olmaları, en üst düzeyde olan­lar dışında kimsenin Kur'an'ı anlamaya çalışmayacağı ya da çalışmaması gerektiği sonucunu doğurmaz. Kur'an, anlaşılmak için inmiştir ve onu anla­maya çalışmak kimsenin tekelinde bir şey değildir. Bilakis her mümin onu anlamaya çalışmalıdır. Kişi, Kur'an'ı anlamak için okur. Anlamadığı ayetleri de kendisinden daha iyi bilen birine sorar.

Sorunuzda söz konusu edilen şart­lar, normal Kur'an okuyucusu için değil, Kur'an'ı baştan sona tefsir edecek ve her meselede başkasına rehberlik ede­cek kimseler yani müfessirler için zikredilmiş şartlardır. Hatta bu şartları söz­ konusu eden alimler de, insanlar Kur'an okuduklarında onu anlayarak okumaya çatışmaları, üzerinde düşün­meleri gerektiğini söylemişlerdir. Kurtubi, tefsirinin mukaddimesinde Kur'an'ı anlamadan ezberleyenleri ve bu uğurda bir çaba harcamayanlar, kitap yüklü eşeklere benzetmektedir. Tefsirin başka bir yerinde de şöyle demektedir: "Önceki kitapların da, Kur'an'ın da okunmasından maksat, onları anlamak ve onların söyledikle­riyle amel etmektir, dil ile onları tilavet etmek değil."

Bununla birlikte başkalarına reh­berlik edip normal okuyucunun yakala­yamadığı kimi incelikleri dile getirecek müfessir hakkında ileri sürülen şart konusunda mübalağaya düşülmüştür. Hatta bazen müfessirde bulunmaması gereken hususlar şart olarak İleri sürül­müştür. Mesela, Kur'an-ı Kerim'i tefsir edecek kimsenin Usuluddin'i bilmesi şarttır, demişlerdir. Aslında ileri sürülen bu şart, mezhep taassubundan kay­naklanmakladır. Gerek müteahhir Ehl-i Sünnet alimleri, gerek Mutezile ve gerek Şii alimler böyle bir şarttan bah­sederler. Kasdettikleri Usuluddin, mez­hep disiplinini anlatan kelam ilmidir. Her üç mezhepte de gerekçe olarak şunu ileri sürürler: Böylece Kur'an'ı tefsir edecek kişi Allah'ın leh ve aleyhinde caiz olan ve olmayan şeyleri öğrenmiş olacak ve hataya düşmeyecek.

Sözkonusu ellikleri bu hususlar zaten Kur'an'dan alınması gereken hususlardır, itikadî meselelerin kay­nağı zaten Kur'an'ın kendisidir. Eğer kişi, Kur'an dışında itikat disiplinini oluşturur ve ondan sonra Kur'an'ı tefsir etmeye kalkarsa, Kur'an'ı bu disipline uydurmak gibi bir tehlikeyle karşı kar­şıya kalabilir.

İleri sürülen şartlardan biri de, Usulî Fıkhı bilmektir. Bu şartın da mezhebî endişelerle ileri sürüldüğü açıktır. Bu gibi şartlan ileri sürenler, haddizatında şunu demek istiyorlar: Önce mezhebi­mizin tornasından geçeceksin. Ancak ondan sonra Kur'an'ı tefsir edebilirsin.

Mesela yine ileri sürdükleri şartlar­dan biri, "mevhibe ilmi"dir.

Gerçekten böyle bir ilim var mı ki, böyle bir ilim şart koşuluyor. Belki Kur'an'ı tefsir edecek kişinin, çevresine nazaran üstün bir kabiliyet sahibi olması gerekir, deselerdi daha tutarlı olurdu.

Görüldüğü gibi ileri sürülen şartla­rın kimisi, hiç de şart koşulacak şeyler değildir.

Bugün için Kur'an diyen onu önceleyen anlayış mensupları arasında da köklü farklılıklar mevcut: Kimileri için Kur'an tek boyutlu olup sadece sevgi ve hoşgörü kitabıdır, Cihad, sabır, direnme bunlar pek görülmez. Kimileri için de Kur'an, bir tahkik ve araştırma kitabıdır, o bir şaheserdir. Küfrü/şirki, zulmü/tuğyanı çok iyi tanımlamıştır. Fakat bunlara karşı mücadele denildi­ğinde pek bir sonuç alınamamaktadır. Yani bunlara göre Kur'an hayatın biza­tihi amacıdır. Halbuki Kur'an hidayete götüren, İslam'ı hayata götüren en sağlam araçtır, Allah'ın ipidir. Olması gereken, Kur'an'ı temel ölçü almak, fakat bunun yanında, Kur'an'ın pratize edileceği ortamın oluşturulması mücadelesini de vermek değil midir? Bu konuda sizce ölçü ne olmalıdır, neler söyleyebilirsiniz?

Her Kur'an diyen kimsenin, görüş­lerini Kur'an'dan aldığını söyleyeme­yiz. Ya da kişi, Kur'an'dan bir/bir kaç ayet alıyor ve bu ayetlerle İslam'ın tamamını anlatmaya kalkıyor. Eğer o bir kaç ayet, İslam'ı anlatmaya yeterli olsaydı, yüce Allah niçin diğer ayetleri de indirmiş? Bazdan da haddizatında Kur'an'ın bir kısmına inanıyor, bir kıs­mına da inanmıyor ya da bir kısmını yazı ile konuşmalarında anlatmak işine gelmiyor. Anlayacağınız, düşüncesini Kitabın bir bölümü üzerine kuruyor.

Ama bir de şunu kabul etmek gere­kir ki, Kur'an diyenlerin arasında da -samimi de olsalar ve gerçekten Kur'an üzerinde kafa da yormuş olsalar- bir takım görüş farklılıkları olacaktır. İslamî çerçeve dahilinde bu görüşler tartışılır. Tartışma sonucu anlaşmazlık konusu olan bazı meşaleler çözüme bağlanır, bazıları da öylece kalır. Art niyet sezilmediği müddetçe bu farklı görüşlere tahammül edilir.

Kur'an üzerindeki araştırmaların hedefi elbette Kur'an'ın inanç ve hayata hakim kılınmasıdır. Ancak bunun metodu, takip edilecek üslup ne olmalıdır? Benim kanaatim o ki, bu konuda da rehberlik ve kaynaklık ede­cek olan yine Kur'an'ın kendisidir. Kur'an'ı hayatında uygulayan Rasulullah (s)'ın siretidir. Bu nedenle bu gibi konular, ciddi bir şekilde araştırılmalı, ortaya konulan neticeler üzerinde tartı­şılmalıdır.

Selçuklu ve Osmanlı kültür sistemi hatırlanacak olursa, yaşadığımız coğ­rafyada, Kur'an diyen insanların geçmişlerinin sağlıklı köklere dayanma­yışı, bir takım aksaklıklar ve tecrübe­sizlikleri de beraberinde getirmekte­dir. Bu İnsanlara yapacağımız eleştiriler ve tavsiyeler nelerdir?

Cumhuriyet döneminden sonra hakim kadrolar düşüncelerini yerleştir­mek ve kendilerine meşruiyet kazandırmak için geçmişi bütünüyle karala­maya çalıştılar. Buna karşılık dindar kesim de geçmişi bütünüyle kucakla­maya ve ona sahiplenmeye koyuldu.

Herhalde tarih ilminden maksat bu olmasa gerek. Geçmiş, iyi yönlerin tesbit edilerek devam ettirilmesi ve aksak tarafların da tesbit edilerek o yanlışlara düşülmemesi için araştırılır. Bu anlamda tarihçilere büyük görevler düşmektedir.

Osmanlı'nın büyük bir imparatorluk olduğu ve dört asır boyunca Türk'üyle, Arab'ıyla, Kürd'üyle müslümanlara şemsiyelik görevini yürütmüştür. Ama bir takım aksak yönleri de olmasaydı bugün müslümanlar bu duruma düşmezdi.

Demek ki, bu imparatorluğun iyi yönleri de vardı, kötü yönleri de.

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana hakim kadrolar bir yandan geç­mişi karalarken bir yandan da topluma ırkçılık tohumlarını ektiler ve maalesef ekilen bu tohumlar dindar kesimi de bir ölçüde etkiledi. Belki de bu, geçmişe sahiplenme istekleriyle uyum sağlı­yordu. Bir ırkçılığa tepki olarak başka ırkçılıklar türedi.

Irkçılığın mantığı yoktur. Sökülüp atılması da çok zordur. Bu nedenle Rasulullah (s) onu cahiliyyet damarı olarak tavsif etmiştir. Sökülüp atılması zaman ister, sabır ister.

Kur'an'ı temel alma çabasında olanlar, dindar ama geçmişe daha bağlı olanlar tarafından eleştiriliyorlar. Geçmişe saygısızlık ya da toplumun değerlerini hiçe saymakla ilham edili­yorlar. Aslında bu noktada Kur'an'ı temel alıyorum diyenlerin suçu da yok değil. Çünkü bu kesim içerisinde de, geçmişin birtakım hatalarından dolayı, onları tümden yok sayma ve karalama eğilimi içerisinde olanlar var. Bu konuda şunları söylemek isterim: İslam hangi topluma götürülüyorsa götürülsün o toplumun bütün yönlerini reddet­memiştir. Olumsuz yönler düzeltilmeye çalışılmış ve olumlu yönlere sahip çıkıl­mıştır. Sil ve baştan kur şeklindeki bir felsefesi yoktur. Belki de kimi müslümanların böyle bir tavır sergilemeleri, devrimci hareketlerin etkisiyle olmuş­tur. İslam ittihatçıdır, ıslah eder; yanlışları düzeltir.

Ayrıca hangi düşünce olursa olsun onu bir topluma Kabul ettirmek istediği­nizde o toplumu iyi tanıyacaksınız. Temel değerlerini, değer yargılarını gözönünde bulunduracaksınız. Gele­nekselleşmiş ve kökleşmiş değerlerin değerlerini değiştirmek istiyorsanız tedrice riayet edeceksiniz. Nereden başlayacağını iyi tesbit edeceksiniz.

Kur'an'ı anlama konusundaki usuli çabalar yanında sosyal, ekonomik, siyasi vb. konulara Kur'an çerçevesinden bakış ve Kur'anî tavır alış mevzu­unda görülen eksiklikler hakkında neler düşünüyorsunuz? Biz biliyoruz ki İslam tüm hayatı kuşatır ve hayatın bütününe müdahale eder. Bu noktada Kur'an'ın rolü nedir?

Söz konusu ettiğiniz konularda yeterli çalışmaların yapılmadığı doğru­dur. Bu gibi konular yeterli bir birikimi gerektirir. Hem Kur'an'ın ve hem de çağın iyi bilinmesi lazım. Temenni ede­riz ki bu alanlarda da araştırmacıları­mız yetişir ve ihmal edilmiş ya da deği­şik nedenlerle yapılamamış bu tür araştırmalar başlasın. Dinî ilimler -ki hayatın sosyal alanlarının tamamı dinî ilimler sahasına girer- alanında çalı­şan, araştırma yapan her kişi, mutlaka Önce Kur'an'ın konusuyla ilgili ayetleri üzerinde durmalıdır. O ayetlerin siyak ve sibakını iyice okumalıdır. Bu gibi konularda klasik tefsir veya kitaplarla yetinmemeli, çağdaş eserleri de etüt etmeli bir de kendisi ayetlerin anlattık­larından yeni şeyler yakalamaya çalış­malı ve çağımız insanının anladığı bir üslupla bunları aktarmaya çalışmalı­dır.

Dindar sosyologlarımıza, hukukçu­larımıza, ekonomistlerimize bu konuda büyük görevler düşüyor. Bunlar arasın­dan yeteneği ve imkanı olanlar mutlaka Arapça'yı öğrenmeli ve konuları açısın­dan Kur'an'ı incelemeliler. Belki bir müfessirin bu gibi konularda yakalayamadığı bir inceliği onlar yakalarlar.

Bir kaç ay önce "Kur'an'ın Anlaşıl­masında iki Mesele" isimli bir telif ese­riniz yayınlandı. Önsözünde "Eliniz­deki bu araştırmamızda Kur'an'dan iki meseleyi İnceledik, Bunlardan biri genelde akaidi, diğeri ise pratik hayatı yani ameli ilgilendirir." diyorsunuz, Müteşabîh meselesinin itikadı' boyu­tunu, Nesh meselesinin de pratik boyutunu açar mısınız?

Müteşabih denilince akla ilk gelen hususlar, Allah'ın sıfatları, ahiret gibi itikadi konulardır. Müteşabihi daha geniş bir sahada mütalaa edenler de olmuş­tur. Ama her iki kesim de Allah'ın sıfat­ları meselesini müteşabihattan say­mıştır. Tabi aksini söyleyenler de var. Ama bunların sayısı çok az.

Bir ayette şöyle buyuruluyor: "Allah'ı hakkıyla takdir etmediler," Biz­den nasıl bir Allah'a inanmamız isteni­yor? Elbetteki isim ve sıfatları Kur'an'da anlatılan Allah'a. Kelamcılar, Mutezile'nin etkisinde kalarak Allah'ın kimi sıfatlarını tevil ettiler ve artık bu tevilcilik Ehl-i Sünnet'in gerçek itikadı olarak biliniyor. Te'vil etmeyenler de müşebbihe ve rnücessime olarak itham edilir oldu. Onlara bid'atçı, reformcu denilmeye baş­landı.

Bu sebeple kitabımın müteşabihatla ilgili bölümünde bunu anlatmaya çalıştım. Ehl-i Sünnet kelamcılarında bir sapmanın olduğunu, Ehl-i Sünnet'in geçmişinin onlar gibi düşünmediğini anlatmaya çalışalım.

Bu vesileyle şunu da belirtmek iste­rim: Müteahhirun diye bilinen kelamcıların bu yönlerini eleştirirken, onların İslam'a hizmet etmediklerini, yıkıcı olduklarını asla düşünmüyorum. Hatta Mutezilî alimlere de saygım vardır ve onların bu dine büyük hizmetlerde bulunduklarına içtenlikle inanıyorum. Çok iyi alimler yetiştirmişler, İslam'ı iyi savunmuşlar. Ama metafizik konu­larda felsefenin etkisinde kalmışlar. Ehl-i Sünnet kelamcıları da bu konuda onlardan etkilenmişlerdir. Kitabımda bu meseleleri incelemeye çalıştım.

Nesh konusuna gelince, bilindiği gibi neshin alanı ahkamla ilgili mesele­lerdir yani amelî meselelerdir. Helal-haram ve davet ile tebliğde takip edil­mesi gereken metodla ilgili hususlardır.

Kur'an'da herhangi bir husus emre­dildikten sonra bilahare bunun aksi bir emir varid midir? Çünkü nesh ile kaste­dilen budur. En azından günümüzde, hatta asırlardır neshten bu anlaşılmak­tadır.

Aralarında nesh bulunan ayetleri inceledim. Böyle bir duruma rastlama­dım. Ayetler farklı şart ve ortamları kastediyor. Aralarında nesh var, bir ayet, diğerinin hükmünü kaldırmış demişler. Kur'an, kendisinde bir çelişkinin bulun­madığını buyuruyor. Bir ayet bir şeye beyaz, diğeri de siyah diyorsa bu bir çelişki değil de nedir?

Konuyu biraz daha açayım. Bakı­yorsunuz, bir ayete Peygamber (s)'e müşriklerin eziyetlerine katlanması emrediliyor. Başka bir ayette müşrikle­rin saldırılarına karşılık ver, onlarla savaş, buyuruluyor. ilk bakışta çelişki gibi gözüküyor. Ama bakıyorsunuz ki, müşriklerin eziyetlerine katlanmayı emreden ayet farklı ortam ve şartlarda inmiş, diğer ise başka bir ortam ve şart­larda inmiş. O halde her iki emir de geçerlidir. Ortam ve şartlar hani emri gerektiriyorsa, geçerli olan ayet odur. Bir ayet, diğer ayetin hükmünü kaldır­mamıştır. Ortam değişmiş, o ortama uygun ayet inmiştir. Tarih, tekerrürden ibarettir, denilmiştir. Doğrudur, müslümanlar, hangi ayetin ortamını yaşıyor­larsa o ayetle amel edecekler.

Kur'an'da neshin olduğunu ileri süren alimler arasında hangi ayetlerin mensuh olduğu hususunda hiç bir itti­fak yoktur. Biri, Kur'an'ın tamamında üç ayetin mensuh olduğunu söylerken biri yedi, başka biri yirmibir vardır diyor. Kimileri de sadece bir ayetin ikiyüz küsur ayeti nesnelliğini söylüyor. Bazı­ları, tekbir ayet için: Bu ayetin baş tarafı mensuh, ortaları muhkem, son tarafı da nasihtir, diyor. Allah kelamı hakkında bu kadar mugalata yapılmaz, işte bu gibi nedenlerle nesh konusunu incele­meye çalıştım.

Röportaj: Cavit ERKILINÇ

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR