1. YAZARLAR

  2. Bahadır Kurbanoğlu

  3. Komploculuk Hastalığının Nedenleri: Umutsuzluk, Taklitçilik, Taassupçuluk, Temkinlilik ve Mükemmeliyetçilik

Bahadır Kurbanoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Komploculuk Hastalığının Nedenleri: Umutsuzluk, Taklitçilik, Taassupçuluk, Temkinlilik ve Mükemmeliyetçilik

Ocak 2012A+A-

Ortadoğu'da gelişen olayların öğrettiği en temel gerçek kanımca "irade" konusudur. Allah'ın yarattığı irade karşısında hiçbir tağuti otorite/gücün duramayacağını yıllarca yaptığımız Kur'an derslerinden ve araştırmalarımıza konu olan kelami tartışmalardan çıkardığımız bir sonuç olarak kalbimizin ve zihnimizin bir köşesine kazıdığımızı düşünmekteydim. Ta ki, Ortadoğu'da gerçekleşen, kimilerine göre "Arap Baharı"; kimilerine göre liberal değerlerin tavan yaptığı "Ortadoğu devrimleri"; kimilerine göre "Yeni BOP/GOP"; benim karşılamayı sevdiğim tabirle ise "İntifadalar" başlayana dek.

Oysa söz konusu Filistin olduğunda, ne kadar da hevesliydik “irade”yi güçlü kılanın Allah'ın insan fıtratına yerleştirdiği yasalar olduğu; bu iradenin karşısında hiçbir beşerî silahın, ideolojinin, gücün, propagandanın duramayacağına ilişkin "sünnetullah" merkezli tartışmalar yapmaya. Ra’d Suresi 11. ayeti kerimeye dayanan tüm tartışmaların, bizatihi bu tartışmalara olanca gücüyle katkı sağlayan, makale ve kitaplarında bu konuları derinleştirenler tarafından atıl bırakılmasını ise bugünlerde şaşkınlıkla takip etmekteyiz.

Taklitçilik ve taassupçuluğun zaten bu iradeyi ortaya koyma ya da hakkını verme azmini daha baştan zedeleyen bir zemin olduğunu biliyorduk. Nitekim Emeviler dönemine ve Cebriyye'ye yapılan atıflar, bir nevi kaderciliğin bu iradeyi tamamen yok sayan bir itikada sebebiyet verdiği üzerinde yıllarca yazılıp çizilmişti. Ve bu literatür bize şunu da öğretmişti: İradeyi kullanmak itikadi bir zorunluluktur ve dahi riskler içerir. Çünkü artık edilgen değil, etkensinizdir; yönlendirilen değil, yönlendirensinizdir. Karşınızda daha önce var olan irade/iradelere teslimiyet, artık yerini kendi seçimlerine bırakmıştır. Tüm güçsüzlük, tecrübesizlik, zayıflık gibi algılanan somut görüngülerine rağmen. Tıpkı gücünü büyücülerle pekiştiren, kimin yaşayıp kimin öleceğine kendisinin karar verdiğini ilan ederek rabliğini topluma onaylatan Firavun'un zulmü altında inim inim inleyen; Hz. Musa’nın yardımlarını da yıllarca başına kakıp takdir etmekten uzak kalan, itikadi pek çok bozukluğa hem Firavun döneminde, hem Musa (s) ile birlikteyken sahip olan İsrailoğullarının içinde bulundukları halin tasviri gibi.

Musa (s) elbette gelişmelerin nereye doğru seyredeceğini bilemezdi, ona uyan az bir genç topluluk da öyle. Ama tarihin bir diliminde Allah'ın kendilerine bahşetmiş olduğu iradeyi kullandılar; sonuçlarının nereye varacağını bilmeden kararlılıklarını izhar ettiler, “korku duvarlarını aştılar” ve emeklerini ortaya koydular, hayatlarını ortaya koydular, canlarını ortaya koydular. Hepsinden öte iradelerini/inançlarını ortaya koydular. Firavun’un askerleriyle birlikte suda boğulmasından sonraki hikâyenin devamını hiçbir zaman öğrenemedik/öğrenemeyeceğiz. Çünkü Kur'an-ı Mübin bundan hiç bahsetmedi. Ama Firavun'un kadir-i mutlaklık iddiasından, onun büyücülerinden, düzeninin halkın gözünü nasıl da boyadığından, iradesini imana dönüştüren insanların ise gerek sarayın içerisinden gerekse dışından bunun nasıl da farkına vardıklarından ve ardından gelen mücadeleleri uzun uzun anlattı.

Yeis ve Reca…

Büyüyü bozan şey, asıl imtihanın merkezini oluşturuyordu. Kur'an bizi "Acaba Firavun'un ölümünden sonra Mısır'a ne oldu?" sorusuyla hiç muhatap etmiyordu. Hele ki, "Denizin diğer tarafına geçtikten sonra ideal yaşam biçimine ulaşamadılarsa, bu kadar uğraşı niye verdiler ki?" diye bir şüpheye savrulmamıza da müsaade etmiyordu. Hayat, iradeyi doğru kullananlarla kullanamayanlar arasında akıp gitmeye devam ediyordu. Ama Kur'an bize hep umudu aşılıyordu; yeise düşmemize asla müsaade etmiyordu. Hep bir umut, daha fazla umut. Bu sürekli umutluluk halinin yalancı bir romantizme dönüşme riski de yok mudur? Vardır! Ama Kur'an insanlığın imtihanı gereği "Her şey çok kötü olacak!" zannına değil; “Allah'ın da bir hesabı vardır!” şiarıyla iradelerin sürekli ve dosdoğru biçimde kullanımına atıf yapar. Hatta bunu itikadi bir hakikat olarak emreder.

Umut; Allah'a imanın, O'nun gücüne sadakatin, O'nun uluhiyetine teslimiyetin bir gereği olarak emrolunur. Umudu besleyen şey irade olduktan sonra, gerisi insanın sorumluluk hanesine eksi puan olarak yazılmayan bir imtihan sürecidir sadece. Gaybı Allah bilir; insanlar bundan sorumlu tutulmaz. Ama temkinlilik adı altında, Kur'an'ın konu etmediği, merkezine almadığı konular üzerinden insanlara aşılanan umutsuzluk sendromu sorumluluk getirir; yani hesabı sorulur! Tıpkı Musa'nın asasıyla yaptığı gösteriye şahit oldukları halde hâlâ Firavun'un konumunu korumaya çalışan büyücülerin ya da Musa'ya "Sen gelmezden önce de bize zulmedildi, sen geldikten sonra da!" diye sitem eden; rasyonel beklentiler içerisinde sunulan nimetleri göremeyen İsrailoğullarından bir kesimin durumu gibi! Birinde, güçsüzlerin elindeki hakikatin bir şekilde Firavun tarafından yönlendirileceği beklentisi ve gönülsüz de olsa Firavun'a teslimiyet, diğerinde ise "Değişen ne oldu ki!" beklentisi: “Niye kalkışıldı ki bunca zahmete? Neden bu kadar risk alındı ki? Elimize ne geçti?” Umutsuzluğun iki farklı versiyonu ile karşı karşıyayız. Ama ikisinin de beslendiği kaynak aynı: İradenin yaratacağı değişimlere inanmamak ve güvenmemek! Kendisinin ve halkın durumuna bakarak Hz. Musa’nın getirdiği inancın/iradenin kaynağına gölge düşürmek. Böylelikle -farkında olarak ya da olmayarak- iradeyi başka güçlerin eline teslime zorlamak! Değişimin kendi ya da birlikte olduğu insanların eliyle değil, yine başka belirleyenler eliyle olacağına inanmak. Firavun, askerleri, büyücüleri olabilir ama asla kendisi değil. Çünkü ne kendisi buna hazırdır ne de toplumunda bu ışığı görmektedir. 

İşte bu umutsuzluk sendromunun çağdaş adı "komplo teorileri"dir. Ve bu komplo teorileri, insanı sorumluluktan uzaklaştıran, "iradeyi sorumsuz kılan"(!) bir temelden beslenir. İşin garibi komplo teorisi doğru bile çıksa, bu, sahibine bir şey katmaz. Aksine yenilerinin hazırlığına girişilir. Çünkü mükemmeliyetçilik zırhına bürünmüştür. Bir şey olacaksa, bir değişim gerçekleşecekse mükemmel olmalıdır; zihnindeki gibi olmalıdır; hayal ettiği, yasa haline getirdiği gibi gerçekleşmelidir. Bu olacak olsa bile (!) buna da komplo kılıfı bulmaktan başka bir çare yoktur. Bir kısır döngüdür bu. Kimi yerde teslimiyetçi bir taassupla, kimi yerde iradeyi işlevsiz kılan bir taklitçilikle, kimi yerde karinesiz ve olumsuz beklentilerle bezenmiş ve yine iradeyi başka ellere tevdi etmiş bir temkinlilikle; kimi yerde de üretilmiş, beşerî bir kurgu olan mükemmeliyetçilikle kendini izhar eder.

Bütün bunların hepsine "Ortadoğu intifadaları" gerçekleşirken şahit olduk. Her şeyden çok emin olduk; her şeyi masamızın başında, avuçlarımızda bildik ama bir kendimizden, âdemoğlunun fıtratından, iradî tercihlerinden emin olamadık. Güçlülerin hesapları karşısında Allah'ın da bir hesabının olabileceği gerçeğinin, sadece Kur'an derslerinin kelami konuları arasında kalmasını tercih ettik. Hayatla buluşmasına izin vermedik! Hayatla buluşup buluşmadığını anlamayı denemedik bile! Umutsuzluk, taassup, taklitçilik, temkinlilik ve mükemmeliyetçilik şeklinde zuhur eden bakış açılarımız, başkalarının salih amellerine haksızlık yapmayı, canlarını değersiz kılmayı, meydanlardaki feryatlarını umursamamayı beraberinde getirdi. Çünkü bütün bu görünürde olanları birer halüsinasyon gibi izledik. Bütün bu gerçekliklerin arkasında Firavun'un başkaca hesapları olduğunu düşündük, düşündürttük.

Oysa şöyle dememiz gerekmez miydi: “Böyle bile olsa, bütün bu düşüncelerim doğru bile olsa; ben safımı belirlemeliyim. Tahfif eden değil, destekleyen olmalıyım. Umudu yaygınlaştırmalıyım. Ben gelecekten, gaybdan sorumlu değilim; o halde belki ben de zanna uymuş olabilirim. Bu nedenle vasat bir yol tutmalı ve tüm endişelerime rağmen kardeşlerimin, halkların hakkını teslim etmeliyim. Yüz binlerce insanı meydanlara dökenin Firavun'un büyücüleri olabileceğine dair elimde kanıtlar bulunsa bile onların tağutlardan kurtulma azmine halel getirmemeliyim! Üstelik böyle yapmakla, belki de Firavun'un büyücülerinin oyunlarının bozulmasına da katkı sağlamış olabilirim. Mademki bu oyunların farkındayım, o halde bu oyunların bozulması için de gayret göstermeliyim. Zira bütün bu hesapları Firavun'un önceden yapmış olmasıyla, sonradan müdahil olmuş olması arasında bir fark olmamalı benim için! Peki, ama neden başaramıyorum bunu? Neden bu şekilde bir tavır içerisinde olamıyorum?!”

Bundaki başarısızlık şu yargılamadan kaynaklanıyor olabilir mi acaba: “Ben bu halkların benim zihnimdeki evrelerden geçmediklerine inanıyorum. Ve bu aldanmışların içinde benim kardeşlerim bulunsa da onlar için biçilmiş düzeni göremiyorlar bunlar. Getirilmeye çalışılan düzen İslam değil! Devrim böyle olmaz! Demokrasi, liberalizm, her tür şirk var bu gelişmelerin içerisinde. Ve ben demokrasi şehitleri için mi ağlayacağım? Tersine, bu tehlikeli gidişatı göstermeliyim her alanda. Diktatörler gidiyor ama daha tehlikeli liberal demokrat unsurlar geliyor! Evet, bunlar daha tehlikeli! ABD ile Ilımlı İslamcıların ittifakına ben de katkıda bulunmamalıyım. Bizde AK Parti, onlarda Nahda, İhvan! Libya'da NATO; Suriye zaten muamma! Şu Tunus'un, Mısır'ın haline bak! Geldiklerinden beri demokrasi nutukları atmıyorlar mı? O halde ne desteği? Onlara devrim nasıl yapılır bizler öğreteceğiz!”

Kürt sorunundan Mısır'a... Çok gezen mi bilir, Çok tartışan mı?

Yıllar önce, kendilerini tevhide nispet eden bazı arkadaşlarla üniversitede yaptığımız Kürt sorunu tartışmasını hatırlıyorum. Biz o dönemde "Şırnak'ta İmha ve Tehcir!" yazımızdan ötürü ceza almışız, dergimiz toplatılmış. Arkadaşlar heterojen; kimisi "Kürt sorunu mu var?" diye soruyor. Biraz diretince "Onlar tevhidi bilince mi sahipler ki?" diye bir soruyla karşılaşıyorum. Yaşımız genç, öğrencilik dönemi, Hz. Musa kıssasından İsrailoğulları örneği aklıma geliveriyor: "İsrailoğulları tevhidi bilince mi sahiplerdi?" diye soruveriyorum.

Bugünlerde aynı zihin yapısının Ortadoğu'daki gelişmeler üzerinden esip gürlediğine şahit olmak hüzün verici. Halkların bilinç düzeyi, onları yönlendirenlerin niteliği, savrulmaları, aldatılmışlıkları, üzerlerinden oynanan oyunlar...

Orada bir köy var uzakta; gitmesek de görmesek de masa başından konuşma hakkımız mahfuzdur!...

Geçenlerde bir arkadaşın davetiyle, bir vakfın sohbet salonundaki bir sunuma katıldım. Konu "İslam ve İnsan Hakları". Sunan kişi, bizim kesime uzak, muhafazakâr camiaya yakın bir akademisyen. Siyaset bilimci bir doçent. Konu çetrefilli ama iyi kotarıyor. Konuşmalarını somut olaylara getiriyor. AK Parti eleştirileri hiç tahmin etmediğim alanlardan sadır oluyor. Kimse rahatsız değil. Eleştiriler ayetlerle besleniyor; katkılar geliyor. Sadece dinliyorum; merakımı gizleyerek. Alevilerden Ermenilere, anadilde eğitim meselesinden Kürt sorununun her kademesine uzanan ve ayetlerle bezenen, bizim de birçoğunun altına imza atacağımız değiniler.

Konu Ortadoğu'daki gelişmelere geliyor. Olayların ardında ABD gibi güçlerin olup olmadığına dair bir soru geliveriyor. Kendinden emin bir edayla, Mısır'a yaptığı yolculuğu; İhvan liderleriyle gerçekleştirdiği görüşmeleri; İhvan'a yakın akademisyenlerle yaptığı sohbetleri aktarıyor. Ama ondan önce şu cümlesi beni hem heyecanlandırıyor hem de duymak istediğim bir tespit olması hasebiyle umutlandırıyor: “...Olur mu öyle şey! Bu en başta bu coğrafyalarda şehit düşen kardeşlerimize haksızlık!” Ardından gelen tespitleri; “ABD'nin gelişmeleri başlatan değil, sonradan müdahil olmaya çalışarak saptırmaya çalışan bir güç olduğu”na dair değinilerini sevinçle karşılamakla birlikte, ilk tespitini apayrı bir yere oturtuyorum.

Her şey bir yana, bu akademisyenin, muhtemelen İhvan mensubu akademisyen ve yetkililerden duyduğunda etkilendiği bu tespiti böyle bir ortamda heyecanla dillendiriyor olması etkiliyor beni! Yani gelişmeler ne yönde seyrederse seyretsin ilk önce bu insanların hakkını teslim edelim dercesine! Bundan fazlasına imza atmıştı o konuşmasında. Sahip olduğu özgüvenin olayların gerçekleştiği coğrafyaları ziyaret etmiş olmasından kaynaklandığı besbelliydi.

Gezmek, gidip görmek, gözlemlemek sorumluluğunu yerine getiren bir insanın mutmainliği vardı üzerinde.

Şöyle devam etti: “Model biz mi olacağız gerçekten, yoksa Ortadoğu mu göreceğiz? Bu ırkçı söylemle yıllarca kulaklarımızı tırmaladılar. Oysa Mısır’a gidin de neleri tartışmaya başladıklarını görün İslami camiaların. Biz daha koskoca bir halka anadilinde eğitim hakkının getireceği sakıncalarla(!) birbirimize düşmeye devam ederken, orada İslami açıdan ‘çok hukukluluk’, ‘çok kültürlülük’, ‘bir arada yaşama’, ‘adalet’, ‘hukuk devleti’ tartışmaları hızla devam ediyor. Ben çok umutluyum. Belki de tüm İslam dünyasına örnek olacak gelişmeler Mısır'dan sadır olabilir!” Ordunun pozisyonunu 12 Eylül döneminin TSK'sıyla kıyaslayıp İhvan yetkililerinin bu militarizm sorununa nasıl baktıklarını da aktaran akademisyenin; hâlâ devam eden ABD-Ordu ilişkisi üzerinden ABD’nin dünya kamuoyuna yaymaya çalıştığı imajın ikiyüzlülüğüne yönelik bu misali kullanması da basiretli bir değerlendirmeydi.

Libya Örneği ve Zayıf Karinelerle Karalamalar, İftiralar…

Bu başlık altında Haksöz dergisinin 249. sayısında (Aralık 2011) Lokman Doğmuş kardeşimizin enfes bir Libya değerlendirmesi yer almıştı. Libya'daki olayların başlangıcından bu yana ortaya konan bilgi, tespit ve tezlerin nasıl da çöktüğünü anlatan ibretlik bir yazı. Bu yazıyı kaleme alır ve Libya konusundaki komploları not ederken, düşündüm ki sözü çok fazla uzatmaya gerek yok. Lokman kardeşimin yazısı her şeyi yerli yerine koymuş. Bu yüzden bu konuda bu yazının mutlaka tekrar okunmasında fayda var. Zannımca yazının öğrettiği en büyük hikmet şu: Hangi ülkeyi ele alırsak alalım; başından bu yana olayları komplocu tezlerle değerlendirmeye çalışanlar, her çöken komplonun ardından bir diğerine sarılıyorlar. Yani beş adet komplo haksız çıkmışsa eğer, pes etmek ve umutlu olmak yerine bir altıncısı gündeme geliveriyor. Ve genel psikoloji de "Her şey mutlaka kötüye gidecek!" oluyor. Bozuk plak gibi tekrarlanan petrol meselesinde olduğu gibi, temkinlilik adı altında, sözde vasatı yakalama çabası içerisinde Libya'dan gelecek kötü bir habere (Siyonist elçilik haberinde olduğu gibi) kulaklarını dikmiş olmaları çok ilginç. Aslında kulaklarını da değil, zihinlerini. İnşallah tez zamanda yüreklerini de kaptırmadan bu tavırdan dönüş yaparlar.

İnsan şunu sormadan edemiyor: Emperyalizmin tüm bölgede ciddi hesaplarının söz konusu olması, bizim buralardaki muhalif unsurlara ve kardeşlerimize vereceğimiz desteği azaltır mı, çoğaltır mı? Aksine böylesi bir durumda, o coğrafyalara olan ilgimiz ve desteğimiz çekinceli ve şüphelerle malul durmaktan ziyade, artmalı değil mi?

Maalesef benim bu şekilde sorduğum soru, komplocu zihinler açısından kayda değer bir durum arz etmiyor. Çünkü komplo amiyane tabirle, şişede durduğu gibi durmuyor. Komplocu zihnin, durduğu yeri meşrulaştırabilmek için muhalifleri "NATO'cu güçler" olarak tanımlayıp, bir çırpıda silmesi gerekiyor. Bunu da birkaç Fransız, İngiliz istihbarat raporu, bir-iki bayrak resmi ve -artık eskimiş- petrol paylaşımı ezberine dayandırarak yapıyor! Emperyalizmin Kaddafi’nin katkılarıyla böldüğü, ABD ve işbirlikçilerine karşı kuyruk acısı olan Sudan’ın Libyalı muhaliflere yaptığı yoğun asker ve lojistik destek bilgisi de mezkûr komplocular açısından herhangi bir aksi karine teşkil etmiyor. Dolayısıyla Müslümanların ne düşündüğü merak konusu bile edilmiyor. Vasatı yakalama çabası içeren “acaba”lı şüphelere mahal yok! Olması mümkün mü? Müslümanlar hakkındaki bilgiler zaten Rand Corporation raporlarında şüpheye mahal bırakmayacak ölçüde mevcut!?

Yani komplocu zihin artık temkinlilik safhasını da aşıp konuyu netleştirmiştir. Diktatör gitmiştir ama emperyalizm yeniden az maliyet ve yeni görüngülerle arz-ı endam etmiştir. Bundan sonraki bekleyiş, artık yerini Libya'dan gelecek "kötü haberlere" bırakmıştır. Her kötü haber, durumun daha da netleşmesini sağlayacaktır.

Kötü Habere de Gerek Yok, Zaten Her Şey Başından Beri Kötü!

Konunun bir diğer veçhesini de beklentilerden öte baştan verilen hükümler oluşturmakta. Suriye'de şüphelerin yaygınlaşması konusunda iç ferahlatan(!) gelişmeler zaten söz konusudur. Hele ki AK Parti eleştirilerini tamamlar tarzda ABD-AB-Arap Birliği ile aynı safta yer alan AKP görüntüsü, zaten olan biteni ele vermektedir. Bu dörtlü bir yerde varsa orada çok kötü şeyler oluyor demektir. Gerçi diğer safta da hiç temiz bir görüntü yoktur. Burada da İran’la müttefik görüntüsü çizen Rusya ve Çin vardır. Bu kadar hegemon gücün göz diktiği bir coğrafyada zaten başından bu yana kimlerin etkili olduğu ortadadır. Suriye'deki ölümler acı vermektedir vermesine ama muhalefetin rengi bazılarını işkillendirmektedir. Acaba öyle midir? Yani bu noktada işletilen karineler ne derece sağlıklıdır? Duyduğumuz isimler, anlatılan hikâyeler, görüntüler vs… İnsan bir kez kalbine düşen şüphenin peşinden gitmeye görsün; tıpkı Libya örneğinde olduğu üzere bir şüphe giderilse diğeri peşinden gelecektir. Neye inanmak istiyorsanız, o size boy aynasında görünecektir.

Gerek Mısır'da, gerekse Tunus'ta zaten "Her şey çok kötüye gitmektedir!" Karineleri ise yapılan açıklamalar, siyasi tartışmalarda kullanılan Batılı literatür ve hâlâ kontrolü elinde bulunduran bir ordudur! Tahrir'de toplanan milyonlarca insandan kaçı şeriat istemektedir ki? Üstelik devrim böyle pazarlıklar, tavizler, seçim, anayasa vs. ile mi olur?

Ortadoğu ile alakalı bir konferansta, konuşmacılardan biri şu tespitte bulunmuştu: “Bizim de yıllarca takdirle izlediğimiz, seksen yıllık İhvan nasıl olup da bu hatalara düştü?” Hatalar zinciri seçimler, koalisyon, anayasa vs. tanımlar üzerinden değerlendirilmektedir. Konuşmacının zihnindeki ideal devrim gerçekleşmemiştir ama daha da önemlisi, bu devrimin sadır olacağını düşündüğü bir siyasal hareket tamamen onun nezdinde bitip tükenmiştir.

Değişimi Anlamaya Çalışmakla, (Ön)Yargılamak Arasındaki Fark...

Burada elbette daha uzun tartışmalara konu edilmesi gereken başka hususlar var ama konumuz komploculuk olduğundan, farklı düşünüş biçimlerine sahip insanların, farklı yöntemlerle siyasayı okuma cehdi gösterseler de komploculukta buluşmaları manidardır. Koskoca siyasal ve sosyal değişimleri yerinde izlemek, olmadı şahitlerinden dinlemek ve değişimin bizzat izleyicisi/takipçisi olmak yerine; zihnimizde/tasavvurumuzda yaşattığımız tarzda olmayışına karşı geliştirilen tepkiler de komploculuğa kapı aralamakta ve bir müddet sonra gelişmelerin adresini de sorgulatır hale gelmektedir. Önceleri yanlış yapan hareketler, sonraları bir planın unsurları/ortakları olarak çözümlenir hale gelmektedir.

İhvan'ın başlarda yanlış yaptığı, gelişmeleri yönetemeyerek savrulduğu vs. eleştirileri, yerini İhvan'ın Ilımlı İslam-ABD işbirliği üst başlığına sığdırılarak, “yeni dönem Müslümanlarının küresel entegrasyona ısındırılma” misyonuna aday gösterilmesine bırakmaktadır. Bunu Türkiye'de AK Parti için yapanlar, Mısır'da İhvan, Tunus’ta Nahda için yapmakta zorluk çekmemektedirler. Hatta bu minvalde ne İhvan'ın "laiklik" açıklamaları ne de "model" konusundaki çıkışları kalplere su serpmeye yetmemektedir. Nitekim sapkın bir yola girilmiştir, artık ağzınızla kuş tutsanız nafile!

Komplocular, Bir Coğrafyayı Oradaki İslami Hareketlerden Daha İyi Tanırlar!

Aynı zihin yapısının geçmişte Hamas'la ilgili değerlendirmelerde de benzer yaklaşımlarla; "Hamas'ın AKP'lileşmesi"nden dem vurduğu dönemleri hatırlayalım. Gerek Oslo sürecinin ardından gerçekleşen seçimler konusunda, gerekse son dönemde AKP ile girilen olumlu ilişkilerin tanımlanmasında Hamas, geçmiş duruşundan sapmalar gösteren bir hareket olarak gösterilmek istenmişti. Ne İslami Cihad'ın bu konularda ne düşündüğü ne de Hamas'a yakın mütefekkirlerin bu konulardaki görüşleri ikna edici olmamıştı. İşte bugünlerde Suriye'yle alakalı komplolara da aynı Hamas katılmak istenmiş; Esed'e selam verse İran mahreçli olumlu yorumların, vermese ABD-AKP koalisyonunun kucağına itilmiştir. Bir hareketin içinde bulunduğu ızdırabın anlaşılması çabasındansa, davranışına göre yargılanması daha kolay ve emeksizdir! Komplocu zihin, bu konuda da dilediği haberi, kaynağına bakmaksızın kendi görüşleri doğrultusunda kullanır.

Aynı durum Libya, Tunus, Mısır için de geçerlidir. Bu ülkelerdeki sosyal değişimler, siyasal yapı ve İslami hareketlerin kendi içlerindeki tartışmalar dikkate alınmaz. Dikkate alınan şey, zihinlerdekini onaylayan tespit ve cümlelerdir. Ne kadar kısa ve çarpıcı olursa o kadar iyidir! Uzun bir cümlenin içerisinde geçen bir "demokrasi" ya da "özgürlük" kelimesi de yeterlidir. Uluslararası ilişkiler muvacehesinde siyaseten edilmiş bir-iki söz ya da Batılı güçleri misafir eden (Libya örneği) bir tablonun görüntüsü, bütün olan biteni tanımlamak için yeterlidir.

Peki, Ya İsrail…

İsrail konusunda sözü çok fazla uzatmaya gerek yok. Kuşbakışı bir şekilde, bölgedeki gelişmelerin nereye doğru varacağı belli olmayan bir mecraya doğru aktığı kabul edilse bile; her nedense bu muğlâk tabloda kendinden tek emin gücün İsrail olduğu lanse edilmeye çalışılmaktadır. Her kesime ip üzerinde yürümeye çalışan cambaz muamelesi yapılırken, her nedense İsrail ayaklarını sapasağlam bir zemine basmaktadır. Gerek Suriye, gerekse Tunus, Mısır ve Libya örneklerinde belge, bulgu ve delile dayanmaktan ziyade genelleştirilmiş, vazgeçilmez ve asla tartışılmaya yanaşılmayan tez şudur:

“Bölgedeki demokratik değişimler, tamamen İsrail’in işine yaramaktadır!”

Bu konuda tüm komplocular hemfikirdir. Aksi iddialar, bizzat İsrailli yetkililerden bile sadır olsa, bu mutlaka İsrail’in farklı hesaplarının bir yansımasıdır. İsrail, gün gelip yerin dibine girse, bunda da hikmet arayacaklar için fazla söze ne hacet!

Bir Taassup Örneği Olarak Suriye ve İran Mahreçli Yaklaşımlar

İran’ın dünyada yalnız bırakılması çabalarını, Filistin direnişine yaptığı katkıyı, ABD emperyalizmine karşı tavizsiz tutumunu merkeze alarak Suriye konusunu başından bu yana İran’ın çevrelenme siyaseti olarak gören yaklaşım sahipleri de sözünü ettiğimiz komplolara maalesef duçar oldular. Tunus ve Mısır’da sokaklara dökülen insanları selamlayan bu yaklaşım sahiplerinin Suriye konusunda verdikleri sınav, taassubun (şimdilerde buna mezhepçiliğin de eklendiğini gözlemliyoruz) zirve noktasını oluşturmaktaydı.   

Şüphesiz bunda İran ve Hizbullah’ın Suriye konusunda takındığı tutum belirleyici olmaktaydı. Önce Filistin meselesinin ulviyeti üzerinden başlatılan komplocu tespitler, ardından muhaliflerin Arap ülkeleri ve Batılı güçlerden silah ve lojistik destek almaları ve bu ülkelerden ajanların Suriye’deki olayları yönlendirdikleri savlarına dayandırılmıştı. NATO müdahalesi tartışmaları da işin tuzu biberiydi.

“Bütün bu savları topyekûn kabul etsek bile bu, Suriye’de her gün katledilen, tecavüze uğrayan, uzuvları kesilen insanların yaşadıkları dramın gözden kaçırılmasını, kitlelerin taleplerinin haklılığını ve canlarını ortaya koymada gösterdikleri azmin üzerinin örtülmesini beraberinde getirir miydi?” sorusu bir an için saklı kalsın. Tıpkı Libya meselesinde olduğu gibi burada da Esed rejiminin propagandalarının bir bir yalanlanması, gerçek muhaliflerin bireysel ve toplumsal kimliklerinin ortaya çıkması, gerek Şam’daki gerekse de mülteci konumundaki Filistinli liderlerin tavırlarını net bir şekilde ifade etmelerine rağmen komplocu zihin tatmin olmaya yanaşmıyordu. Çünkü ortada bir gerçeklik vardı; o da İran ve Hizbullah’ın ortak endişeleri! İşte taassup bu noktada devreye girmekte idi. Böylelikle tıpkı mükemmeliyetçilikte, taklitçilikte ve temkinlilikte olduğu gibi taassupta da harekete geçmiş iradelere ahlaki olmayan gerekçelerle haksızlık etmenin kapısı aralanıyordu. Emperyalizmin istismar planları ve İran’ın endişelerine dayanarak ayaklananların kimlikleri lekeleniyor; genellemelere gidilerek tüm muhaliflere ABD’ci ve NATO’cu damgası vuruluyor; hatta hızını alamayıp Libya karşılaştırmaları yapılarak, Libya’daki Kaddafi muhalifleri, yeni siyasi odaklar töhmet altında bırakılarak, Libya’da da bir Batı oyunu oynandığı tezlerine dayanılmaya çalışılıyordu.

Hâlbuki bu tezleri dillendirenler, Irak’ta oluşan Şii iktidarın ABD’nin müdahalesinin ardından elde ettiği avantajların nimetlerinden faydalandığını unutmuş olamazlardı! Elbette ki taassupçu bakış, Irak’ta Baas rejiminin yıllarca gadrine uğramış bir başbakanın nasıl olup da Irak dışındaki Baasçıların yanında yer aldığı; hangi mantıkla ABD yolunda Suriye’de rejim yıkılırsa bölgede mezhep savaşı çıkacağı kehanetinde bulunuyor oluşunu da açıklamakta zorlanmıyorlardı. Ama şu çelişkileri görmüyor olmaları mümkün değildi: Bahreyn’de halkın çoğunluğunun Şii olması hasebiyle iktidar hakkının çoğunlukta olduğuna dair tezler(!) ileri sürenler, aynı tezi neden Suriye için de dillendirmezler? Ya da İran Dışişleri Bakanı’nın BM’yi Yemen’e müdahale etmeye çağırması meşru olurken, Suriyeli muhaliflerin Türkiye’nin kontrolündeki koridor talebi neden gayrı meşru addedilir?

Taassup, tüm bu çelişkilerin görülebilmesini engelliyordu. Üstelik muhaliflere destek veren Türkiye’deki bazı çevrelerin de NATO’cu, AKP’ci “terör şebekeleri” olarak nitelenmesi de cabası. Konu emperyalizmin Ortadoğu’ya ilişkin kabaran iştahı ise eğer, Rusya ve Çin’i nereye oturtacaklarını ise düşünmek bile istemediler. Yetmedi; Hz. Peygamber dönemine gidilerek “İslam devletinin ilkeleri gereği bazı fertlerin feda edilebileceğine dair” fetvalara dahi girişilmek zorunda kalındı. Hz. Peygamber’in yaptığı anlaşma gereği Mekke’den kendisine sığınan birkaç Müslümanı iade etmiş olmasıyla, binlerce insanın katliam, tecavüz ve işkencelere maruz bırakılmasını gözünü kırpmadan nasıl seyredebileceğini fıkhetme becerisini de maalesef gösteremediler. Taassup, olaylara vahiy merkezli bakmayı, siyasi endişelerle engellediği gibi, siyer okumaları ve sünnete yaklaşım konusunda da işte böyle gözleri kör edebiliyordu. İran’ın ya da sempatizanlarının ulusalcı ve mezhepçi kaygılarını gidermeye, Allah’ın hesabına güvenmeye, her ne pahasına olursa olsun tıpkı Tunus’ta, Mısır’da, Yemen ve Bahreyn’de olduğu gibi halkın ve İslami kesimlerin tercihlerine güvenmeye sevk etmek yerine, taassubî bir tarzda Suriyeli muhalifler karalanmaya, işbirlikçilikle suçlanmaya ve Esed rejimini direkt ya da dolaylı haklı çıkarmaya çalışan yorumlara şahit olundu! Bakalım, Suriyeli muhaliflerle bugünlerde irtibata geçtiği iddia edilen İran’ın Suriye’ye ilişkin Esed sonrası değişmesi muhtemel tavrı, Türkiyeli taassup sahiplerini nasıl bir tutum almaya itecek?

Cemaleddin Afgani Yaşasaydı…

İran’da, 19. Yüzyılın sonunda, İngilizlere karşı bir direniş örgütlenmesi olan “Tütün İsyanı”nın başlatıcısı olarak bilinen Afgani, Hindistan’a yaptığı bir ziyaret esnasında Hintli Müslümanlara; "Sivrisinekler kadar iradeniz yok mu?" mealinde bir soru yöneltmişti. Tam olarak şöyle demişti: "Ey Hintliler! Hepiniz birer sivrisinek olsanız, uğultunuzdan İngilizler sağır olurlardı!"

Afgani, yerinden kalkıp şu tabloyu görse acaba ne derdi?

Hepimizin yerine ben sesleneyim ona:

"Ey Afgani! Senin bahsettiğin şu uğultu var ya; inanmazsın ama birilerimizin kulaklarını derinden tırmalıyor!"

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR