1. YAZARLAR

  2. Ali Değirmenci

  3. “Kar”ın Altında Kalanlar

“Kar”ın Altında Kalanlar

Nisan 2002A+A-

Cemal Süreyya'nın "Ne yazsa ilgiyle okunur" dediği Orhan Pamuk, beğenilsin ya da beğenilmesin Türk diliyle yazılan romanın günümüzde yurt içinde ve dışında en çok tanınan ve en çok satan ismi kuşkusuz.

Ocak ayında (100 binlik ilk baskısıyla) okuyucuyla buluşan ve Ahmet Altan'ın son romanı isyan Günlerinde Aşk'tan çok daha geniş bir tartışma konusu oluşturan "Kar", 1952 doğumlu yazarın yedinci romanı. İlk romanı Cevdet Bey ve Oğulları ile 1979 Milliyet Yayınları Roman Yarışmasını kazanan Pamuk'un, aynı kitapla 1983 Orhan Kemal Roman Ödülü'nü de aldığını biliyoruz, ikinci romanı Sessiz Ev ile 1984 Madaralı Roman Ödülü'nü ve bu kitabın Fransızca çevirisiyle de 1991 Prix de la decouverte europeenne'i (Avrupa Keşif Ödülü) kazanmıştı. İlk romanındaki klâsik gerçekçi anlatım tarzından sıyrılarak anlatım tekniğini bu romanda epeyce değiştiren yazar, modern ve psikolojik ağırlıklı bir yaklaşımla örmüştü yapıtını. İlgi uyandırmasına rağmen birçok okur tarafından yadırganmış, en azından farklı ve biraz da anlaşılması zor bulunmuştu Sessiz Ev. 1985'te yayımlanan ve Venedikli bir köleyle bir Osmanlı âlimi arasındaki ilişkiyi anlatan tarihî romanı Beyaz Kale Pamuk'un ününü yurt içinde ve dışında iyice artırıp genişletti. Birçok Batı diline çevrilen bu roman, New York Times gazetesince "Doğu'da bir yıldız yükseldi" sözleriyle karşılanmıştı. Roman, biçimsel olarak yazarın postmodern dünyaya adım atışını imliyor; her şeye rağmen daha akıcı, başarılı ve anlaşılır bulunuyordu. Doğu-Batı karşıtlığı ve kimlik sorunu, Orhan Pamuk'la birçok yönden benzerlikler taşıyan Amin Maalouf'un romanlarında olduğu gibi, bu yapıtta çok belirgin olarak ortaya konuyordu. 1990'da yayımlanan Kara Kitap, çok tartışılan ve okunan romanlardan biri oldu; hatta dili ve içeriği yönünden müstakil kitapların ortaya çıkmasına sebebiyet verdi. Birçok eleştirmen Orhan Pamuk'u "malumatfuruş" olarak nitelemeye başlarken, kimileri de onu "oryantalist" bir tavra sahip olmakla suçladı. Hatta "doğru dürüst bir Türkçe'ye sahip olmadığı" bile iddia edildi. 1994'te yayımlanan, zengin bir tarihî arka plan eşliğinde Osmanlı nakkaşlarının hayat ve sanatlarını bir cinayet ve aşk eşliğinde işleyen Benim Adım Kırmızı adlı tarihî romanı da büyük bir ilgiyle karşılandı. Görüldüğü gibi Pamuk 90'dan itibaren romanlarını dört yıl ara ile yazmaktadır. Sırasıyla bakıldığında, yazarın, her romanında dünya edebiyatının önemli akımlarına bağlı olarak, bu anlayışlarla hesaplaşma ya da değişik roman türlerini deneme tutumuyla yazarlık kariyerini ilerlettiği saptanabilir. İşte son romanı Kar da önün kalem oynatmadığı bir türde, "siyasî roman" alanında çıkıyor karşımıza. Yazarın, romanlarından başka Gizli Yüz (senaryo-1992) ve Öteki Renkler (1998) adıl kitapları da bulunmaktadır.

Son romanın adı "Kar". Başkahramanı "Ka". Ve olaylar "Kars" şehrinde geçiyor: Düşünce suçundan dolayı on iki yıldır Almanya'da sürgün olan şair Ka, Türkiye'ye dönüşünden dört gün sonra, bir röportaj için Kars şehrinde bulur kendini. İslamcılar, Kürt gruplar ve siyasî partiler arasında sıcak bir kavgaya aday olan belediye seçimlerini izlemek ve genç kızların intihar nedenlerini araştırmak istemektedir. Aslında bir aşkın peşindedir o, İpek adlı yıllar önceden tanıdığı bir kadının. Ağır ağır ve hiç durmadan yağan karın altında sokak sokak, dükkân dükkân bu hüzünlü, güzel ve aynı zamanda gizemli kenti ve insanlarını tanımaya çalışır. Ağzına kadar işsizlerle dolu çayhaneler, dışarıdan gelmiş ve yağan karın yolları kapaması yüzünden mahsur katmış gezgin bir tiyatro kumpanyası, intihar eden ve başörtüsü direnişi yapan genç kızlar, çeşitli siyasal gruplar, dedikodular, Karpalas Oteli, İmam Hatip'li öğrenciler arz-ı endam ederler romanda. İslâmî kesimin efsanevî ismi Lacivert'in de kentte olduğu söylentileri ve başörtülü kızları okula almayan Eğitim Enstitüsü müdürüne düzenlenen suikastle birlikte Kars'taki gergin hava iyice tırmanır. Yolları kapatan kar nedeniyle dış dünyadan kopan Kars'ta gezgin ve gözden düşmüş bir tiyatrocu olan Sunay Zaim, eski arkadaşı bir subayın da yardımıyla kolay, ilginç ve "şakadan azmış" intibaı veren bir darbe yapar. Darbe sahnede başlar ve olaylar bundan sonra daha renkli, hareketli bir şekilde gelişir.

"Bir kasabada, Türkiye'nin küçük bir modelini, yaratmak; Türkiye'nin tarihinde olan şeyleri bir tiyatro havasıyla yeniden canlandırmak, biraz Çehov'un yaptığı taşra hüzünlerine girmek istiyor ve bunun için uygun bir şehir arıyordum." diyor kendisiyle yapılan bir söyleşide Orhan Pamuk. Gerçekten de kitaba biçimsel olarak edebî bir tat vermiş görsel zenginlik. Kar tasvirleri de kimi zaman yinelenmesine karşın oldukça güçlü. Kitabı çepeçevre kuşatan, kahramanları birbirine bağlayan, onları aynı dünya içerisinde tutan, anlatının şiirselliğini sağladığı gibi kahramanın yazdığı şiir kitabını besleyen de o; yani kitabın ana kraliçesi hep kar.

Yazarın diğer romanlarından daha tempolu olmasına, bilinçli bir şekilde metne serpiştirilmiş detayların çağrışım zenginliğine rağmen, Kar romanının en büyük zaafı, kimi eleştirmenlerin de vurguladığı gibi, eksenindeki problematiğin "Türkiye'ye özgü olan"ı yansıtabilecek bir güç ve derinlikte olmayışıdır.

Kar, jakobenizmin özellikle son yıllarda dozunu artırdığı uygulamalarla bu ülkede yaşanan dramı (dramları) örttüğü gibi, onu başka iklim ve coğrafyalardaki dini renkli dramlarla aynı kalıba sokarak, üzerine Türkiye motifleri işlemekle yetinebilmiş ancak. Avrupa Birliği üyesi ülkelerle, İslâm Konferansı Örgütü mensubu ülkeleri "medeniyetler diyalogu" temelinde başarıyla(?) bir araya getirdiği kabul edilen Dışişleri Bakanlığı kadar bile başarılı değil bu bağlamda. Anlatılan birçok şey, MGK toplantılarında gündemi oluşturan klâsik konulardan öteye geçememekte.

Kar'daki siyasi ve toplumsal tespitler, 1980 sonrası kültürel iklimde serpilip gelişen anlayışlardan ve atmosferden neş'et ediyor. Aynı coğrafyayı paylaştığı yoksul, ezilmiş ya da belli inanç ve değerleri hâlâ savunan insanlara oryantalist bir mercekten bakan, sadece Batı'yı biricik model olarak alan, kendilerinin akılcı, gerçekçi ve evrensel olduğuna inanan beyaz Türklerin dünya görüşleriyle birebir uyumlu. Odağına kimlikleri ve dünya görüşlerini koyarak siyasal alana ilişkin hayli iddialı bir genel değerlendirmeye soyunan Kar, bilgi eksikliğinin, bakış açısındaki Batı merkezciliğin ve hatta postmodern ciddiyetsizliğin bütün zaaflarını taşımakta.

Romanda başörtülü kızlar, İslamcılar ve solcular hakkında yapılan değerlendirmeler üzerine söylenebilecek çok şey var elbette. Birçok konuda kesinleşmiş, klişeleşmiş gibi görünen yargılardan hareket ediyor yazar. Başörtülü kızların iç dünyalarına ilişkin uçuk tasavvurlar üretmekten de çekinmemiş. Meselâ, örtülü kızları ikna etmesi için Ankara'dan gönderilen "dudakları ve saçları boyalı, başı açık, moda dergilerindeki gibi çok şık, aslında çok da sade" kadın bu kızları etkileyebiliyor. "Sorulan bazılarımızı ağlatmasına rağmen aslında onu sevmiştik de... Kars'ın pisliği, çamuru ona bulaşmamıştır inşaallah, diye düşünenlerimiz vardı" diyor bu örtülü kızlardan biri ve şöyle sürdürüyor konuşmasını: "Ne zaman başımı açıp saçlarımı ortaya döküp insanlar arasında gezineceğimi hayal etmeye çalışsam, kendimi bu 'iknacı kadın' olarak görüyorum. Ben de onun gibi şık olmuşum, ince topuklu ayakkabılar, onunkilerden de açık elbiseler giyiyorum. Erkekler bana ilgi gösteriyor. Bu hem hoşuma gidiyor, hem de çok utanıyorum." (s. 124) Yazar onların böyle düşünebileceğini söylemiyor, bizzat onların ağzından aktarıyor "çağdaş" giyime ve erkek bakışlarına duydukları "özlem"i. Buradaki içten konuşma yöntemi, tarafsızlık iddiasındaki bir romana yakışmadığı gibi, -kimileri beğenmese bile-birtakım yüce değerlere bağlanan ve inançları için bedel ödemeyi ve acı çekmeyi göze alan insanlara karşı büyük bir haksızlık elbette. Pamuk, Bakhtinci bir anlayışla yazdığını söylediği ve "herkesin sesinin sonuna kadar çıktığı bir roman" olarak nitelediği Kar'da bu sesleri dolaysızca aktarmak için yerinde, kaynağında duymaya çaba göstermemiş hiç. Onun kulağına gelen sesler, söylentiler, dedikodular ve güdük basının çarpıtarak verdiği haberler olmuş, boşlukları da kendi sinsi hayalleriyle doldurmuş. Karslı Müslüman gence, "Kimse bizi uzaktan anlayamaz... Kendilerini akıllı, üstün ve insancıl görmek için bizim gülünç ve sevimli olduğumuza, bu halimizle bizi anlayıp bize sevgi duyabildiklerine inanmak isteyeceklerdir." dedirterek, son sayfada üstü kapalı da olsa bir açık kapı bırakıyor Orhan Pamuk. Ancak bütün bu yazıya dökülenlerden sonra hiç de ikna edici olmuyor. Bu yüzden kimi eleştirmenler, bu romanı, yazarın kariyerinde bir aşama değil bir iş kazası olarak gördüler, Nobel yürüyüşünde uygun bir basamak olduğunu da belirterek. Daha ileri giderek, Orhan Pamuk'a Türkiye'deki "en iyi yabana yazar" ödülünün verilmesi gerektiğini söyleyen ve romanın adının da "Kâr" olarak değiştirilmesini salık veren yazarlar çıktı.

Değişik kesimlerden, değişik okuyucu tiplerini hedeflemiş motifler, düşünce kalıpları, eleştirel simgeler yerleştirilmiş romana. Bu yönüyle cüretkâr, kışkırtıcı özelliklere de sahip. Kışkırtıcılık genellikle siyasal aidiyet düzleminde karşımıza çıkıyor; farklı okurlarda farklı tepkiler yaratmayı özellikle amaçlamış sanki yazar. Her okur, kısmen de olsa bir siyasal akıma dahil ya da yakın olabileceğinden, herkes romandaki kışkırtma öğelerinin bir bölümüne tepki duyuyordun Hatta Pamuk yer yer laik, İslamcı, Batıcı, solcu, liberal, militarist birçok insan tipiyle açıkça alay etmeye, onları küçümsemeye de yelteniyor.

Söylediklerimizle ilgili bazı ayrıntılara, göndermelere, işaretlere örnekler verelim: Kars'ta, kimi büyük gazetelerin yaptığı gibi, yaşanmamış olayları nasıl olsa yaşanır diye bir gün önceden uydurarak yazan bir gazete var örneğin. Romanın en güçlü bölümlerinden birini oluşturan, bir pastanede Eğitim Enstitüsü müdürü ile onu vurmak için Tokat'tan gelen bir adam var. Bu kişi Tokat'taki Bayrak radyosunda müslümanlara yapılan zulümleri dinleyip etkilenerek müdürle konuşmaya gidiyor ve sonunda müdürü öldürüyor. Aralarındaki diyalog hem ilginç, hem komik ve hem de magazinel. Müdürün adı Profesör Nuri Yılmaz. Onu öldüren kişi Amerikalı zenci profesör "Marvin King"den örnekler veriyor. Öldürme kararının Tokat'ta oylama sonucu ittifakla "İslamcı Mücahit Adaleti" adlı bir örgüt tarafından verildiğini görüyoruz. Bunlar basit ama ince göndermeler içeriyor elbette ve yazarın günlük yazılı ve görsel basından malzeme devşirdiğini gözler önüne seriyor.

Romanda çok yapay; karikatüristik özellikler taşısa da şeyhlere, tarikatlara çok fazla değininin olduğunu da görüyoruz. Ateist zannedilen şair Ka da kafayı çekip Kars'taki şeyhin dergâhına gidiyor: Hatta bir ara İslâm'a döndüğünü zannediyor. Şeyh ona çok iyi davranıyor, bu yabancının elini öpüyor! Bu arada Kars'ta her yer Emniyet özellikle MİT mensupları tarafından dinleniyor, gözetleniyor. Romanda açıkça birçok kez adı geçen ve kimi zaman da "Allah'ın partisi" olarak nitelendirilen Refah Partisi'ni sevmiyor bu şeyh ve bazı yönleriyle Doğu'da kimi örneklerini gördüğümüz (Erzurumlu Naim Hoca gibi) tiplemeleri andırıyor. Şair Ka, Cumhuriyet gazetesinin muhabiri olarak gidiyor Kars'a ve sıkıştığında şunları söylüyor; "Gündüzleri sır gibi sakladığım tekke âyinlerini gizlemek için en laik gazete bildiğim Cumhuriyet'i elime alıp cumhuriyet düşmanı dincilerin her yere yayıldığından şikâyet eder, Atatürkçü Düşünce Derneği'nde niye toplantılar yapılmıyor diye sağda solda söylenirdim." (s. 58)

Romanın birkaç yerinde Aziz Nesin'e göndermeler de var. İşte onlardan biri: "Bir zamanlar televizyona çıkıp Türk milletinin aptal olduğunu, İslâm'a da hiç inanmadığını söyleyen ünlü bir yazarı, hayatının son yıllarında devletin ona verdiği şık ve terbiyeli iki koruma arasında görmüştü bir kere. Yalnızca çantasını taşımıyorlar, Ka'nın ünlü ve muhalif bir yazarın hak ettiğine inandığı bir tantanayla kapısını tutuyor, merdivenlerde koluna giriyor ve aşırı meraklı hayranlardan ve düşmanlardan uzak tutuyorlardı onu." (s- 310)

Ankara Sincan'daki tiyatro gösterisinden sonra Türkiye'de tanklar yürümüş ve yeni sayılan bir dönem başlamıştı. Kars'ta da bir tiyatro oyunu var; fakat bu kez oynayanlar darbeci olarak karşımıza çıkıyor. Oyunun adı da "Vatan yahut Türban".

Romanda Güner Bener adıyla Alevilere hakaret ettiği gerekçesiyle tepki gören yarışma programı sunucusu Güner Ümit'e, "Kelidor" adlı bir şampuana, Doğu Perinçek'e, daha birçok önemli isme göndermeler yer almakta. Mızrak ve Ahit adlı iki İslamcı gazete adına yer verildiğini de hatırlatalım bu arada. İpek'le Kadife'nin aynı kumaşı oluşturan adları da var. Grotesk (kaba, mizahi, iğneleyici) bir üslûbun kullanıldığı romanda, hem "Yeşil" lakabıyla anılan Susurluk uzantısını hem de "Bin Ladin"i andıran Lacivert gibi bir ad var romanda. İslamcı kesimin baş erkek kahramanı Lacivert.

Romandaki görüntünün ve olay örgüsünün netliğine karşılık, kişiler mutlak siyahlıkta çizgilerle değil de Ka'nın paltosu gibi genellikle gri çizildikleri gibi, koyu çizilenlerin bile, bir süre sonra yakından bakılması gerektiğinde, farklı tonları çıkıyor ortaya. Ruh hâlleri çoğu kez ikili, bazen üçlü. Ama bu durum bir roman gerçekliğinden öte, çok çarpık tiplemeleri çıkarıyor karşımıza. Bu durum yazar tarafından "Hiç kimse düz, tek yönlü bir tip değildir." açıklamasıyla izah edilebilir belki; ama bu kadar ucube, bu kadar indirgenmiş, inanç ve ilkelerinden koparılmış tiplerin fazlalığı da insanın sinirini bozuyor. Diğer taraftan, şahıslar kadrosuna baktığımızda, okurun (hangi dünya görüşünden olursa olsun) bütünüyle özdeşleşme eğilimi duyabileceği bir roman kişisiyle karşılaşamıyoruz.

Liberal hatta dönekçe sayılabilecek bir tutumla sol kesime yönelik sert ve keskin tespitler, suçlamalar olduğu gibi, jakoben tipler de sulandırılıp komik duruma düşürülerek aslında koruma altına alınıyor. Sözgelimi gezgin bir tiyatrocu olan ve Kars'ta sahneden başlayan darbeyi gerçekleştiren Sunay o kadar itici bir kişilik ki, Yazgülü Aldoğan'ın bir yazısında işaret ettiği üzere Doğu Perinçek'in bile kendini onunla özdeşleştirmesi mümkün değil! Yazar da roman ilerledikçe bunun farkına varmış olacak ki, onu koruma altına alıyor, iyi ve insancıl taraflarını göstermeye çalışıyor. İyi yetiştiremediği, sütü bozuk çıkmış oğlunu koruyan anne tavrını sergiliyor.

Romanda başörtülü eli ayağı düzgün bir tek tip yok! İslamcılık da uyduruk şeyhlere, 15-16 yaşındaki İmam-Hatipli öğrencilere, yaşını açmaktan başka bir şey düşünemez hâle gelen hatta intihar eden birkaç kıza, yan deli adamlara, korkak ve kirli parti mensuplarına kalıyor. Türkiye'deki İslâmî çevreleri ve gelişimi kesinlikle yakından ve hakkıyla izlememiş Orhan Pamuk. Romanını yayımlanmadan evvel Ruşen Çakır gibi "İslamcılık uzmanlarına" okutturduğu söyleniyordu üstelik. Kaynak olarak da İmam Humeyni'nin birkaç demecini, Ali Şeriati'nin bir iki kitabını okuduğunu söylüyor. İslamcılık düşüncesine, inanışına hiç yakınlık duymadığının altını çizerek, Kırklar dergisinde kendisiyle yapılan bir söyleşide. Çok satma isteğinin getirdiği zayıflık ve basitlikler kurguyu ve tiplemeleri hep zedeliyor sonuçta. Gerçekçi, inandırıcı olmaya çalıştığını söylüyor ama tipler ve olaylar hayata fazla değmiyor, dokunmuyor. Ayrıca romanın son tarafları, sıradan aşk serüvenine ve polisiye bir mizansene dönüşüyor. Şair Ka'nın Almanya'da öldürülüşü romancı hilesiyle geçiştiriliyor ve Doğu'daki dram da yeterli bir derinlik kazanamadan bitiyor. Bu arada "Kürt sorunu"na çok yüzeysel ve çekingen yaklaşıldığını belirtmek gerekiyor.

İşin ilginç tarafı, laik-Kemalist kimi köşe yazarları Pamuk'un İslamcı kesime çok prim verdiğini, "fazlasıyla sevecen ve merhametli" davrandığını ileri sürebildiler. Roman, müslüman mahallesinde de jakobenizm eleştirisine ve bazı zorbaca uygulamaların gündeme getirilmesine bakılarak sevinçle karşılanabildi. Halbuki her şeyin, her inanç ve tutumun anlamsız ve içi boş olduğunun ima edilmesi, ciddi bir tehlike ve haksızlık.

Son olarak, iki İslamcı kişiliğe, daha yakından bakarak tespitlerimizi toparlamaya çalışalım: İslamcıların efsane ismi olduğu söylenen Lacivert ve direnişçi kızların lideri olarak gösterilen Kadife. Şair Ka'nın sevgilisi İpek'in kardeşi olan ve sonradan örtünen. Kadife, süslü püslü, fettan ve çok kurnaz bir manken sanki. Lacivert'i ablasından çalıyor ve onun metresi oluyor. Önüne gelen erkeğe sarılıyor, hem başını örtmek hem de açmak isteyen kızlara akıl veriyor. Babasıyla ve Lacivert'le ünlü pembe dizi Marianna'yı seyretmeye bayılıyor. Necip Fazıl'a açık bir gönderme içeren Necip ve Fazıl adlı gençlerin ikisine de mavi boncuk dağıtıyor ve bunlardan biriyle evleniyor sonuçta. Romanın son bölümünde darbeci tiyatrocu Sunay'la aynı oyunda oynuyor ve yerel televizyonda naklen yayınlanan bu gösteride başını açıyor.

Lacivert ise tam evlere şenlik bir "efsanevî İslamcı"... Adamda her şey, her türlü anlayış var. İlgili ilgisiz bütün kadınlar ona âşık oluyor üstelik. Herkes onun peşinde. Lacivert'i romanın sonlarına doğru olumlu ve olumsuz yanlarıyla daha yakından tanıma imkânı buluyoruz:

"İdamımın söz konusu olduğu yirmi şubat tarihinde bugüne kadar siyaset gereği yaptığım hiçbir şeyden pişman olmadığımı söylemek isterim. İstanbul Defterdarlığı'ndan emekli kâtip bir babanın ikinci çocuğuyum. Çocukluğum ve gençliğim gizlice Cerrahi tekkesine devam eden babamın alçakgönüllü ve sessiz dünyasında geçti. Gençliğimde ona isyan edip dinsiz bir solcu oldum, üniversitedeyken militan gençlerin peşine takılıp Amerikan uçak gemisinden çıkan denizcileri taşladım. O sırada evlendim, ayrıldım; bir buhran geçirdim. Yıllarca kimseye gözükmedim. Elektronik mühendisiyim. Batı'ya duyduğum öfke yüzünden İran devrimine saygı duydum. Tekrar Müslüman oldum. İmam Humeyni'nin "Bugün İslam'ı korumak, namaz kılmak ve oruç tutmaktan çok daha önemlidir" fikrine inandım. Frantz Fanon'un şiddet üzerine yazdıklarından, Seyyid Kutub'un zulmün karşısında hicret etmek ve yer değiştirmek konusundaki fikirlerinden ve Ali Şeriati'den ilham aldım. Askerî darbeden kaçmak için Almanya'ya sığındım, Geri döndüm. Grozni'de Çeçenlerle birlikte Ruslar'a karşı savaşırken aldığım yaradan dolayı sağ ayağım aksar. Sırp kuşatması sırasında Bosna'ya gittim, orada evlendiğim Boşnak kızı Merzuka benimle birlikte İstanbul'a gelmiştir. Siyasi faaliyetlerim ve hicret fikrine inancım yüzünden hiçbir şehirde iki haftadan uzun kalamadığım için ikinci karımdan da ayrıldım. Beni Çeçenistan ve Bosna'ya götüren Müslüman gruplarla ilişkimi kestikten sonra Türkiye'yi karış karış dolaştım. İslam düşmanlarının gerekirse öldürülmesine inanmama rağmen bugüne kadar kimseyi ne öldürdüm ne de öldürttüm..." (s. 321-322)

Bu iç dökümüyle daha yakından tanımaya başladığımız Lacivert bir yerde şunları söylemekte: "... Amerikalıların dünyaya verdikleri en iyi şey kırmızı Marlboro'dur. Hayatımın sonuna kadar Marlboro içebilirim." (s. 323)

Lacivert, Kars kentine, genç İslamcıları örgütlemek için geliyor. Bu esnada kendisine hayran olan, şair Ka'nın üniversiteden arkadaşı olup soldan İslama dönen Muhtar'ın evinde kalıyor ve zamanla onun güzel karısı İpek ile gayrı meşru bir ilişkiye giriyor. Yıllarca süren ilişkiden sonra araya Kadife giriyor ve İslamcı kızların lideri olacak olan Kadife, Lacivert'i ablasından çalıyor. Onunla da kırıştırıyor Lacivert ve en sonda başka bir başörtülü kız olan Hande ile yaşamaya başlıyor ve bir baskın sonucunda öldürülüyor. Yani adam tam bir Kazanova!.. Marlboro sigarasına, Marianna dizisine ve kadınlara düşkün Lacivert şöhret düşkünü biri aynı zamanda. Roman, aslında her kesimin ideal tiplerini budayıp törpüleyerek, gözümüzde küçülterek, ideolojilerin kötülüğünü ve aşkı öldürdüğünü ima ederek bitiyor. Tam da günümüz egemenlerinin istediği gibi, gününü gün etmeyi ve dünyaya düşkünlüğü yücelten bir bakış açısıyla karşılaşıyoruz sürekli.

Romanının çok satması ve tartışılması için her dergi ve gazeteye mavi boncuk dağıtan ve bir televizyon kanalından diğerine koşuşturan Orhan Pamuk ne yapmak istiyor peki? O, elbette bir dereceye kadar oryantalist bir anlayışa sahiptir. Ama mutlak anlamda yaftalanamaz, suçlanamaz. Ondan çok daha kötüleri, tam bir işportacı ya da gammaza mantığıyla hareket edenler, açıkça 'görücüye çıkanlar' var aramızda çünkü. Hiç değilse o, anlatacağı şeyi az çok anlamaya, öğrenmeye, tanımaya, okumaya gayret eder. Kaldı ki o, mutlak ve teslimiyetçi bir oryantalistliğin hem iş yapmayacağını hem de gelip geçici olacağını bilecek kadar zekidir. Pamuk'un kafasında, kuyrukları birbirine değmeyen kırk tane tilkinin dolaştığı kesin. Kompleksleri değildir onu böyle yazmaya iten. Belki kendini aşırı beğenmişliğinin, gözünün yukarılarda olmasının ve kendince/kendini rahat hissedecek kadar bir özgüven sahibi olmasının etkisi vardır tutumlarında. Belki bu yüzden ortalama okuyucunun çoğu, onda rahatsız edici, beğenilmeyen çok şey bulsa bile ona tam anlamıyla ve her yönüyle kızamaz. Ona tam tekmil bir cephe alış söz konusu olmaz. Hiç değilse kendi tarihine, kültürüne, coğrafyasına yabancılaştırmaya çalışılan bir ülkede birçoğundan daha sıcak, daha yakın gelir kendisine okuyucunun. Pamuk tepeden bakarak ve küçümseyerek değil, içlerine karışarak ve kendisini de onların sıradanlığı, tuhaflığı, büyük beklentileri ve gülünçlükleri içerisinde eriterek yazar çünkü. Zenginliğin böyle bir bakışta olduğunu bilir. Daha iyi bir seçenek önermese de jakoben tutumlara gerçekten karşı olduğunu, hiç değilse törpülenmiş çoğulculuktan yana olduğunu kolayca hissedersiniz. Allah'a inanmaz belki ama kendince içini doldurduğu bir "kader"e muhakkak inanır. Romanlarında, bu girift, bu sisli ve renkli, bu postmodern ama bir o kadar da doğurgan kaderden başka anlatabileceği bir şey yoktur çünkü. O, kendi yetenek ve yaratıcılığının da burada mevzilenebileceğini çok erken zamanlarda görüp anlamıştır. Rus toplumunu 'bizim toplumumuz'a yakın görmesi ve büyük Rus romancılarını önemsemesi; Latin Amerikan edebiyatına kendi toplumuyla ilgiler kurarak göndermelerde bulunması asla boşuna ve tesadüfi değildir.

Konuşması gerekenlerin konuşmadığı, yazması gerekenlerin yazmadığı ve ülkenin yarı açık cezaevine dönüştürüldüğü bir ortamda Orhan Pamuk gibi göz kamaştırıcı bir 'karnaval hokkabazı'nı alkışlamak fazla yadırganmamalıdır!..

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR