Kapalı Öyküler
28 Şubat darbesiyle başlayan süreçte Türkiye'de yaşayan Müslümanların gündemini yoğun şekilde meşgul eden başörtüsü yasağı, bugün gelinen noktada sistem açısından hedefine yaklaşmış görünüyor. Bu kişisel yorum; son zamanlarda Müslümanların çoğunluğunun yasağa karşı güçlü bir muhalefet dili geliştiremediği ve yasağa karşı net tavırlar sergilemediği düşüncesine dayanıyor. Gördüğümüz şudur ki; bugün Türkiye'de Müslümanların "başörtüsü" diye bir gündemi yoktur. Yasağın meydanlarda çözülebileceği inancını kaybedenler; çözümü siyasi mercilerden beklemektedirler. Oysa hukuki hiçbir dayanağı bulunmayan bu yasak mecliste koyulmamıştır ki; mecliste kaldırılsın!
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de Türkiye'deki adaletsizliği ve haksız uygulamaları aldığı son kararlarla perçinlemiş ve tutunabilecek bir dal olmadığını açıkça göstermiştir. AK Parti'nin seçimlerden önce kendisini oy vererek destekleyen kitleye, altına koltuğu çektikten sonra sırtını dönmesi ve rejimin kırmızı çizgilerinin yanına yaklaşmak bir yana; bu konularda olumsuz en ufak bir görüş dahi belirtmemesi mevcut durumun düzelebileceğine dair umutları iyice azaltmıştır.
Son öğrenci af yasasında sergilenen tutum ise AK Parti'nin başörtüsünü ne kadar 'sahiplenmediğini' ortaya koymuştur. Tüm bu olumsuzluklara rağmen yaşanan süreçte başörtüsü yasağını hedefine alan bir söylem geliştirerek, yasağa karşı tercihini direnişten yana kullananlar da marjinallik eleştirileriyle karşılaşmakta, yapılan eylemler ise kitlelerin desteğinden yoksun kalmaktadır. Bu durumun siyasi ve sosyal sebepleri yoğun bir araştırma gerektirmektedir. Bu yazıda sürecin analizi yapılmayacak; amaç, bir hikâye kitabından seçtiğimiz bazı metinler üzerinden; yasağın yarattığı travmaların izdüşümlerini takip etmek...
I. Kitap Hakkında
Kapalı Öyküler, geçtiğimiz sonbaharda Birun Yayınları'ndan çıktı. Kitapta yer alan on hikaye, on farklı hikayeci tarafından kaleme alınmış. Hikâyecilerin beşinin erkek, beşinin de kadın oluşu sanıyoruz ki bir tesadüften ziyade; kitabı "kadın-erkek eşitliği" tartışmalarından uzak tutmaya yönelik bilinçli bir tercih. Hikâyecilerin tercihinde kullanılan kıstaslar ise şunlar: Okurlara az çok tanıdık gelmeleri ve başörtüsü konusunda duyarlılıklarını daha önce yazdıklarıyla ya da söyledikleriyle açığa vurmaları. Böyle bir çalışmayla, "yara kabuk bağlamadan, edebiyat içinde bir not düşmek ve edebiyatın toplum sorunlarıyla kopukluk göstermesine karşı bir denemede bulunmak" amaçlanmış.
Kitaptaki hikâyeleri genel bir değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda; başını örtmek ve açmak arasındaki tercihin gerilimini yaşayan karakterlerin hissettikleri, peruk takmanın getirdiği yabancılaşma, saç kazıtarak gösterilen tepkiler, alternatifsizlikten kaynaklanan aşksız ve mutsuz evlilikler, duygusal kırılmaların yerinin asla doldurulamaması, yenilmişlik psikolojisinin getirdiği içe kapanmalar, kitlesel direnişin sonuç getirmemesine karşı bir tepki olarak muhalefetin bireysel tercihler üzerinden yürütülmek istenmesi, muhafazakâr kesimdeki dünyevileşmeyle başlayan tüketim kültürü ve başörtüsünün de moda haline dönüşmesi… gibi temaların, yazarların kendi dünya görüşlerine göre işlendiğini görüyoruz.
II. O Geçidin İzleri
O Geçidin İzleri, Cihan Aktaş'ın, başörtüsü yasağı uygulanmaya başlandığında medyanın gündemine çok sık gelen bir yerle ilgili hikâyesi. Öğrencilerin yolun karşısına geçmek için kullandığı alt geçidin; nasıl bir kara tünele dönüştüğünün anlatıldığı hikayede; geçit, "özelden kamusal alana geçişe ilişkin sayılan bir başkalaşımın" mekanıdır. Geçitten örtülü giren ve çıkışta başı açık ya da peruklu olan öğrencilerin psikolojisini içe dönük konuşmalarla anlatan Cihan Aktaş'ın kahramanın ismini vermemesi; sanırım bize, onun hikâyesi anlatılmayan binlerce öğrenciden biri olduğunu gösteriyor.
Başını açmak istemese de yasak karşısında gücünü yitiren ve içine düştüğü çaresizliğin üstesinden gelmeyi bir türlü başaramayan hikâye kahramanı, sürekli peruğun kendisinde oluşturduğu tiksinmeyi anlatıyor. Türbana karşıtlığı, onu kirli-beyaz bir peruğu tercih etmeye sevk ediyor. Başörtüsü, kahraman için "özgürleştirici, toplumun baskılarına ve tarihin kayıtlarına karşı özgüven kazandıran, kendi kamusallığını oluşturan bir kimliği" temsil etmektedir. Başını açarak bu kimliğinden vazgeçtiğine göre, kendisinin görünmesinin de bir anlamının kalmadığına inanır; üniversitedeki kalabalıkların arasında kaybolmayı seçer. İçindeki soğukluğu kıyafetlerindeki dağınıklık ve özentisizlikle sergiler. Ama içten içe de başörtüsü ve kimlik eksenindeki sorgulaması devam eder. Böylece içindeki yara gittikçe derinleşir. Kendisini değersiz hissetmesi, ondaki ilgi ve sevgiye olan ihtiyacı artırır. Direnmek için tutunacak bir dal aramaktadır, bir alternatif. Geçidin öteki yakasına başörtülü çıkmayı çok isteyen kahramanın, bunu yapabilmesi için hayatında ona güç verebilecek, onu harekete geçirebilecek bir şeyin olması gerekir.
Böyle bir aşamada, evlilik, hikâye kahramanının karşısına alternatiflerden biri değil; başka bir alternatifi bulunmayan çaresizlik olarak sunulur. İğrendiği o geçitten kurtulmasının tek yolu evlenmektir. Fakat bu şekilde yapılacak bir evlilik, kahramanı ikincil konuma itecektir; artık o "gece davetlerinde eşinin yanına yakışacak bir kadına dönüşecektir." Üstelik bu "aşk evliliği" de değildir. Aşk evliliğini gündeme getiren ise hikâyenin diğer kahramanı Rabia'dır. Geçidin içinde kimlik tercihi noktasında kaybolan ve sonunda bir daha örtünmemek üzere başını açan Rabia; kendi evliliğinin böyle bir temele oturduğunu dile getirmek isteyerek; sanki nişanlandıktan sonra okulu terk eden arkadaşı karşısında kendi konumunu izah etmeye çalışmaktadır.
Hikâye türban, YÖK, kamusal alan-özel alan, tarikatlar, aşk evliliği, siyasal İslam gibi konulara yapılan atıflarla devam ederken, kahramanın aslında hep o geçitte kaldığını görüyoruz. O geçidin izlerini ve başını açmanın yarattığı psikolojik gerilimi aşamayan kahraman; kendini yeniden değerli hissedebilmek ve sancılarından kurtulmak için bir yerden sonra, kendini hayatın akışına teslim edecektir. Bireysel bir çözülüşün ve yeniden tutunma çabasının hikâyesini anlatan Cihan Aktaş, kahramanı üzerinden yaşanan sürecin tahliline giderken, yasağın görünmeyen izlerine işaret ediyor ve yasağa karşı nasıl tavır alırsa alsın; yasakla ilgili hikayelerin her kahramanında ağır bir yara açtığını dile getiriyor.
III. Dazlak
Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, Dazlak isimli hikâyesinde, "herkes başını açacak diye kesin emir geldiğinde kararını çoktan vermiş olmanın rahatlığını" yaşayan bir kahramanı anlatıyor. Herkesin yarından umudu kestiği bir anda halen yarının var olabileceğine inanan bir öğrencinin okulu bırakmasıyla başlayan hikâye, yaşanan olay hakkında kahramanın aklından geçenlerin aktarılmasıyla ve onun o andan itibaren çevresinde değişmeye başlayan ilişkilerinin anlatılmasıyla devam ediyor.
Daha çok duygusal tepkilerin ve serzenişlerin yer aldığı hikâyede, öteki ya da diğerleri üzerinden kendi halini anlatan kahramanın yaptığı okul bırakma eylemiyle, bir anda nasıl özgüven kazanabildiğini görüyoruz. Fakat ne bu okul bırakmanın ne de bu karardan sonra çevreye yöneltilen tepkinin nedenleri hakkında herhangi bir ize rastlayamıyoruz.
Hiç düşünülmeden alınan "okulu bırakma" kararı daha sonra aile baskısı altında alınmış bir "okula dönme" kararına dönüşüyor. Birbirinden kopuk kopuk pasajlar halinde anlatılan olaylar bizi neyin neden gerçekleştiğini yakalamakta zorladığı için, kendimizi bir anda saçını kazıtan "dazlak" kızla karşı karşıya buluyoruz. Saçın uzunluğuna yapılan göndermeyle de sanki yapılanın etkisi artırılmak isteniyor.
Oldukça kötü ve gereksiz bir abartıyla son buluyor hikaye. Okula "dazlak kafayla" giden kız, bir anda kahramanın gittiği özel üniversite için tehlike kaynağı oluyor. Bir milletvekilinin "direnişçi kızlara görsellik tarafı ağır basan eylemler yapmalarını, mesela saçlarını kazıtmalarını önermesi" ve bu öneriden sonra "ilk kazıtma eyleminin kendi fakültesinde çıkması" üniversitenin dekanını telaşlandırıyor ve başörtüsü "dazlak bir kafaya" göre tercih edilebilir hale geliyor. Başörtüsü eylemleri, yurtdışına giden öğrenciler, kızlarına destek ve köstek olan anne-babalar, arkadaşlarını yalnız bırakan örtüsüz kızlar, moda ve tesettür gibi temaları da içeren bu hikâye dağınık bir şekilde başlayıp bitiyor ve geriye sadece saçını kazıtan kızın karşısında dekanın gösterdiği anlamsız tepkiler kalıyor…
IV. Son Leylek
Son Leylek'te, 29 yaşına gelmiş, başörtülü olduğu için öğretmenlikten atılmış ve ailesinin evlenmesi için yaptığı baskılara gönülsüz boyun eğmek zorunda kalan Ayşe'nin hikâyesini okuyoruz Yıldız Ramazanoğlu'nun kaleminden. Sabahın sekizinde yapılacak ilk görüşmenin etrafında dönen hikâyede kurgu, geri dönüşlerle ve geçmişin Ayşe'nin hayatında açtığı yaraların anlatılmasıyla gelişiyor.
Okuldan atılmış ve öğrencilerinden koparılmış olmak, geçmişi takdirlerle ve başarı belgeleriyle dolu olan Ayşe öğretmen için hayatında karşılaştığı en ağır imtihandır ve o bu imtihandan başarıyla çıktığına inandığı için artık hayatının geri kalan döneminde yaşayabileceği hayal kırıklıklarının hiçbirini önemsemeyecektir. Bu diğer hikâyelerde de karşılaştığımız bir ruh halidir. Başörtüsü yasağıyla karşılaşıldığı anda tüm kahramanlar için hayat sanki durmaktadır ve o andan itibaren her yaşanan olay ve her his, her düşünce yasaktan izler taşımaktadır. Ağır bir sorumlulukla karşılaşanlar, bunun altından kalksalar bile, zamanla bir içe çekilme/kapanma sürecine girmektedirler. "Zamanı durduracak, deneyleyecek ya da ayarlayacak gücü olmayan ona teslim olmak zorundaydı. her şeyin bir vakti saati var. İnsan ne kadar çırpınırsa çırpınsın bu böyle midir acaba?"
Zaman durmasa da yavaşlamaktadır. Başörtüsü yasağının muhataplarını değişik ruh hallerine sürüklemektedir. Kamusal alandan dışlanmışlığın olumsuz etkileri, kahramanlarda kendi "özel yerlerini" koruma gayretiyle kapatılmak istenmektedir. Yine bu noktada "aşk"la yapılacak bir evlilik, belki de kahramanların kaybettiklerini düşündükleri değerin, itibarın iadesi anlamına geldiğinden oldukça önemlidir. Ayşe için de evlilik gönüllü bir tercih değil, geriye kalan son çaredir.
Hikâyede karşımıza çıkan patron figürü ise "yeşil sermaye" sahiplerinin bir tasviri sayılabilir. Başörtülü bir çalışanının olduğu görünmesin diye onu arkada kalan bir odaya yerleştiren ve sadece orada oyalanarak yapabileceği sekretarya işleri veren patron bunu iyi niyetli bir tavır olarak sunmaktadır. "Utanılacak bir şey yapmadığı halde", kapalı kapılar ardında saklanılmasına anlam veremeyen İngilizce öğretmeni Ayşe Hanım için bu onur kırıcı bir davranıştır. Evliliğin yaşanan kırgınlıkları unutturacak ve huzura götürecek bir teslimiyet olması umuduyla biten hikâye, bize bir kez daha yasağın sebep olduğu hayal kırıklıklarını ve bunların etkilerini gösteriyor.
V. Zil Çaldığında
Zil Çaldığında, Hülya Aktaş'ın başörtüsünü, kimlik ve iman eksenine oturttuğu ve bir öğretmeni anlattığı hikayesi. Başörtülü olması, hikayenin kahramanını diğer öğretmenlerden ayırmaktadır. Okul idaresi tarafından istenmemektedir; açıktan bir suçlama ya da kınamayla karşılaşmasa da, idarenin hoşnutsuzluğu diğer öğretmenler tarafından da bilinmektedir ve onlar da arkadaşlarına "farklı bir canlı türü" gibi davranmaktadır.
Köyde öğretmenlik yaptığı sırada kahramanın başı açık olsa da namazını kılmaya özen göstermektedir. Köy halkı tarafından da sevilmektedir çünkü, "Kendilerine benzeyen, onlardan biriydi bu. Daha mütevazı ve daha halka yakın. Çocuklara da yaklaşımı candan ve sevecendi. Onlara kendi milli ve manevi değerlerini öğretiyor, şanlı tarihimizde iz bırakmış büyüklerimizi anlatıyordu."
Namaz kılarken örttüğü başörtüsünü, namaz kılmadığı zamanlarda da örtmeye karar veren Ayşe öğretmen, okul kapısından içeri girerken örtüsünü çıkarmaktadır ve bunun "iman zafiyeti" olup olmadığı noktasında kararsızdır. Fakat onu okula örtüyle girmekten alıkoyan "şiddetle suçlanacağı, hapislere düşeceği, kapalı yer korkusu nedeniyle orada günlerce nefessiz kalarak boğulma tehlikesiyle karşı karşıya olacağı korkusu"dur. İşkence, sürekli gündeme gelen ve birçok insanın bilinçaltında yer alan bir korkudur ve hikayede de bu korkunun insanları nasıl zor tercihlerde bıraktığı görülmektedir.
Başörtüsü tartışmalarında çok sık yapılan "öteki" vurgularından birine hikayenin sonunda rastlıyoruz. Başörtülü öğretmenin masumluğunun pekiştirilmesi için, ötekinin iticiliği artırılıyor ve karşımıza "kırk yaşlarında bakımlı, neşeli, yalnız yaşayan ve evine giren çıkanın belli olmadığı, herkesin yüzüne gülüp arkasından söylemediklerini bırakmadıkları" bir başka bayan öğretmen tasviri çıkıyor. Oysa ki başörtüsü konusunun "öteki"yle, yani başı açıklarla birlikte tartışılması, çok zaman konuyu zemininden taşırıyor ve bir süre sonra tartışma "mini eteklilere neden ses çıkarılmadığı" noktasına kadar varabiliyor.
VI. Lebdeğer
Kamil Yeşil'in Lebdeğer hikayesi, nerden ele alırsanız alın "sorunlu" bir çalışma. Bu yazının çerçevesinde çalışmalara salt edebiyat penceresinden bakılmadığı için, metnin söylemini analiz edeceğiz ve neden "sorunlu" olarak değerlendirdiğimizi anlatmaya çalışacağız.
Kamil Yeşil'in en büyük zaafı "başörtüsü yasağının neden uygulandığını" yanlış değerlendirmesinden kaynaklanıyor. Rejimle ilgili yaptığı tespitlerde gerçeklik payı bulunmakla birlikte, sistemin amaçlarını görememesi ve yasağın sebeplerini doğru okuyamaması; Kamil Yeşil'in başörtüsü yasağını sadece "saç açmaktan" ibaret görmesine yol açıyor. "Saçları çok mu güzeldi? Onu mu kıskanıyordu gözlerden? … Anlaşılan bir fetiş edinmişlerdi kendisinin ve daha binlerce kızın saçlarını. İllâ görmek istiyorlardı. O da taptıkları bu mabudtan mahrum edecekti onları."
Başörtüsünün siyasi bir tercih olmadığına ya da belirli bir kimliği temsil etmediğine dair yapılan abartılı vurgu hikayede göze çarpan bir diğer konu. Başörtüsünün bir "iman" meselesi değil, bireysel bir tercih olduğunu söyleyerek; örtünün siyasal simge, örtünmenin de siyasi bir eylem olmadığını açıklamaya çalışırken; Kamil Yeşil, anlaşılmaz izahlara sığınıyor. "Başörtüsünün dinde olup olmaması tartışmaları çok uzaktı ondan. Başörtüsünü dini bir gerekçe ile örtmüyordu o. Örtmek istiyordu ve bu isteği dinin emri ile çakışmıştı o kadar… O, kendi seçtiği pek de albenisi olmayan bir kumaşla örtüyordu başını. Birey olmak istiyordu ve bireyliğine sahip çıkmış, bireylik üzerine kurulmuş bir dünyada, bir ülkede ve fakültede yaşamak istiyordu. O nasıl dayatılmadan örtmüşse başını, kendince bulduğu çözümü de önermiyordu."
Hikayede "birey"in altını tekrar tekrar çizen Kamil Yeşil, aslında şahsiyet sahibi bir kişilikten ziyade, sadece istediği gibi davranmak isteyen "bencil/bireyci" bir tip çizdiğini fark etmiyor. Birkaç paragrafta "Ben bir bireyim" diye yazılıp duruyor ve hikayenin kahramanın örtünme sebebinin herkesten farklı olduğu anlatılmak isteniyor. "Arkadaşlarından bağlayış şekliyle de ayrılıyordu o, örtünün kendisi ile de." Ama bu söylenenlerin hiçbir dayanağı yok. Sadece boşluğa bağıran bir kızın "bireysel" değil "bireyci" talebi, hepsi bu.
Başörtüsü yasağına "Örtünün altında neler gizlediğimizi merak ediyorlar… saçlarımızı görmek istiyorlar." diye yaklaşınca, ve örtünme "Birey olmak ve bunu kabul ettirmekti tek isteği. Ben buyum, şimdi örtülüyüm, bir zaman sonra açabilirim veya ölünceye kadar böyle devam edebilirim; ama bu şimdiki gibi benim istediğim zamanda olabilir. Şimdi insan olarak örtünmek istiyorum ve bunun doğruluğuna inanıyorum." diye izah edilince yasağa karşı gösterilen tepki de "saç kazıtmak" oluyor. Hikayede neyin mücadelesinin verildiği anlatılamadığından, zafer işaretiyle biten hikayenin sonuna da bir anlam veremiyoruz.
VII. Örtünen
"Sonunda çıkardım örtümü." diye başlayan Örtünen hikayesi Sadık Yalsızuçanlar'a ait. Üniversitede ilkin "güzel, bakımlı ve çekici" bir kadın olan Melike Hanım tarafından uyarılan, sonra başka uyarıların da gelmesiyle başını açmak zorunda kalan bir öğrencinin hissettiklerini vermeye çalışan yazarın, hikayenin kahramanının ruh halini derinlemesine kurgulayamadığını görüyoruz. Özel okul, üniversite ve baba figürünün yer yer karşımıza çıktığı bu kısa hikayede, "özgürlüğe kapanan" Ankara Üniversitesi İngiliz Filolojisi'nde okumak için "açılan" ve "kendini iki yüzlü hisseden" kahramanın iç ezikliklerinin yüzeysel yansımalarını okuyoruz.
VIII. Balköpüğü Hikayesi
Balköpüğü Hikayesi'nde Çiğdem Can, en yakın arkadaşına büyükannesinin hayalinin bir sandıktan çıkarıp verdiği eşarbı hediye eden Ayşegül'ün hikayesini anlatıyor. Geleneksel anane tasviri ve geçmişe özlemle başlayan hikayede "örtünmenin" bir bakıma gelenekten beslenen örfi yönüne yapılan ince bir gönderme sezinleniyor. 'Sırlar kapısı' anlatısına benzeyen hikayede, kendisine hediye edilen eşarbı yapmacık bir edayla boynuna takan ve daha sonra ona diğer hediyeler gibi değer vermeyip bir kenara atan Şule'nin ani ölümü, bizi yazarın asıl söylemek istediğine götürüyor. Bir gün önce kendisine hediye edilen balköpüğü eşarbı çıkarıp atan Şule'nin tabutuna, o eşarbı koymak hediyeyi veren Ayşegül'e düşüyor. Din-kadın-simge üçgeninde dönen hikayenin belki de kayda değer en güzel yanı şu cümleler oluyor: "Ezelden beri Müslüman kadının simgesiydi başörtüsü. Bu etek, hırka ya da kadına ait herhangi bir eşya olamazdı. Olmamıştı."
IX. Elif
Elif adlı hikayeyi, Gökhan Özcan'ın başörtüsü direnişçilerine yazdığı bir mektup olarak okunabilir. Yazarın pürüzsüz diliyle kurduğu cümlelerde, bir iç hesaplaşmaya tanıklık ediyoruz. Gökhan Özcan kendi hislerinden yola çıkarak anlattıklarıyla tüm okurlarını bir vicdan muhasebesine çağırıyor. Direniş umudunu bir çağrıya dönüştürenlerin eksilmesiyle ne kadar çok şeyi kaybettiğimizi hatırlatıyor ve direnenlerden umudumuz olmaya devam etmelerini istiyor.
X. Dünyanın Doğduğu Yer
Selçuk Orhan, Dünyanın Doğduğu Yer'de, eğitim fakültesini yasak sebebiyle üçüncü sınıfta bırakan bir öğrencinin yaşadığı psikolojik bunalımları, ailesi ve yakın çevresiyle ilişkileri etrafında anlatıyor. "Önce bir söylenti olarak ortaya çıkan yasak karşısında bazı öğrencilerin örgütlenmesinin" söylenmesinden sonra, diğer hikayelerde sık gördüğümüz bir vurgu burada da karşımıza çıkıyor: Siyasi amaçlarla örtünmemek! Cemaat liderlerinin ikircikli tutumlarına ve zengin iş adamlarının yurtdışı burslarına, başörtüsü eylemlerine yapılan göndermelerin ardından, bir başka dikkat çeken husus da bir zamanlar kızlarının başını örtmesini isteyen ailenin yasak çıkınca kızlarına başını açabileceğini söylemesi, hatta bunda diretmesi.
Yasak karşısında direnenlerin sayısının hızla azalmasından, yani başını açanların, kapşonu ya da peruğu seçenlerin çoğalmasından sonra yalnız kalan hikaye kahramanı, kendi içine kapanır. Bu halin onda yarattığı bunalımlar onu iki seçenekle karşı karşıya bırakır: "Bir: Psikiyatriste gönderilecektim. İki: Annem kurşun döktürecekti." Kahramanımızın okulu bırakması ve bir iş aramaya başlaması, ailenin de ortaya başka bir öneri getirmesine yol açıyor: Evlilik! Oysa kahramanın ilgi duyduğu kişi Yalçın'dır. İş bulmasıyla piyasaya giren ve dünyalık kaygılarından ötürü geçmişini kurban eden ve kişiliğinden taviz veren bir tiptir Yalçın. Siyaseti üniversitede hobi olarak yapan, kitapları ise okumuş olmak için okuyanların halini anlatır adeta. Ailenin kahramanımızdan evlenmesini istediği kişi ise "geleneksel/muhafazakar" bir tip olarak çıkar karşımıza. Abisinin pek de sade sayılamayacak düğünü, ailesinin okulu bırakmasına karşı takındığı menfi tutum, Yalçın'ın dönüşümü, evlenmeye talip olan kişi… arasında sıkışıp kalan kahraman, hikayenin sonunda, sıkışıp kaldığı dünyasından kurtuluş yolunu içine "kaçmak"ta bulur.
XI. Öznesiz
Kitaptaki son hikaye Suavi Kemal Yazgıç'ın Öznesiz'i. Diğer hikayelerden farklı olarak Suavi Yazgıç, hikayenin kahramanı olarak bir erkeği seçmiş. İsmiyle birlikte düşündüğümüzde, yasak karşısında direnen "özne"nin doğrudan anlatılmadığı ama hep "özne" olarak etkisini gösterdiği bir hikaye bu. Eşi Ayşe'ye ihanet ettiğini anlatan kahramanın, ihanetle neyi kastettiği şu cümlelerle açıklanmış: "Yurtdışında okumuş, üniversitede doçentliğe kadar yükselmişti. Başörtüsü onun kariyerinin sonu oldu. Bense bütün kariyerimi onun önüne çıkan engellerin sayesinde yaptım. Onun önüne konan engeller beni yükselten basamaklar oldu. Benim için iş, siyaset ve kariyer kapılarını açan bir kartvizitti o. Her basamakta eşime biraz daha ihanet ettim aslında. Düzen böyle benim bir kabahatim yok deyip çıktım işin içinden. Gizliden gizliye benim adam yerine konulmamı sağlayan yasakla teşekkür ettim."
Yasağın sadece başörtülü kadınların hayatını çevrelemediğini ve yasak karşısında erkeklerin de ne tür tutumlar sergilediklerini hatırlamamız gerektiğini hatırlatan bu hikayede, kariyeri için önceleri eşinin "ezilmişliği" üzerinden siyaset yapan bir akademisyenin; rüzgar tersine döndüğünde yine kariyeri uğruna eşini nasıl terk ettiği anlatılıyor. Böylece Gökhan Özcan'dan sonra Suavi Yazgıç da okurlarını, özellikle erkekleri, vicdan muhasebesine davet ediyor.
Kapalı Öyküler, benzer temaları farklı açılardan işleyen ama iyi okunduğunda bazı konulara yaklaşımlardaki ortak tutumların nasıl sergilendiğini gösteren hikayelerden oluşmuş ortak bir kitap. Daha çok 'birey'in ön plana çıktığı ve yasak sıkı bir şekilde uygulanmaya başladıktan sonra tartışmaya açılan, konuşulan, gündeme gelen bir çok konuda yazarların hesaplaşmalarını bulduğumuz bu hikayeler, başörtüsü yasağının kişilerde ve yakın çevremizde bıraktığı izleri takip etmek isteyenler için önem taşıyabilir.
- Ordu ve Yargı’nın Tehdit Politikaları Tutar mı?
- Muhafazakar Demokrasi Bürokratik Oligarşinin Hizmetinde
- Ak Parti İslami Aidiyetleri Eritiyor
- Dünyadan Haberler
- Yeni Şafak İddialar Karşısında Susmamalıdır!
- Yeni TCK ve Medyanın Özgürlük Anlayışındaki Çarpıklık
- Van’da “İnanca Saygı Başörtüsüne Özgürlük” Mitingi
- Özgür-Der’in Avcılar Şubesi Açıldı
- Bursa’da “Başörtüsüne Özgürlük” Paneli
- Kamusal Alan ve Özgürlük Sorunu
- Başörtüsü Mücadelesi, İslami Kimlik Mücadelesidir!
- Başörtüsü, Vahyin Hayata Yansıyan Rengidir
- Mücadelede Geri Dönüş Olmamalıdır!
- Mücadele, Kulluk Görevinin Gereğidir!
- Örtü, Müslüman Kadının Onuru ve Rumuzudur!
- Başörtüsü; İslami Kimliğin Doğal Bir Parçasıdır
- Mezalim ve Soykırım Bağlamında “Ermeni Sorunu”
- Kışkırtılan Milliyetçilik, Bayrak Kutsama Yarışı ve Linç
- Milliyetçilik Dini Üzerine Düşünceler
- Felluce’de Yaşam
- Modern Teknikle Atatürkçülük İdeolojisi
- Kapitalist Yıkımcılığın “Doğal” Limiti
- Bir Fetiş Olarak Hıdrellez: Paganizmin Binbir Yüzü
- Kapalı Öyküler