1. YAZARLAR

  2. Mustafa Siel

  3. Kaf Suresi Tefsiri Bağlamında Tevhid ve Ahiret

Kaf Suresi Tefsiri Bağlamında Tevhid ve Ahiret

Mart 2013A+A-

Kur’an-ı Kerim’de 50. sırada yer alan Kaf Suresi, Mekke’de, müşriklerin İslam’a muhalefetinin şiddetlendiği, lakin henüz eziyet ve işkencenin başlamadığı risaletin dördüncü yılında indirilmiş olmalıdır. Ana konusu bu dönemde inen tüm sureler gibi tevhid ve ahirettir.

1- Kaf! Mecid olan Kur’an’a yemin olsun ki…

‘Mecid’ terimi, kendiliğinden onurlu, şerefli, kerem sahibi olup; başkalarını da bu keremden faydalandıran, onurlu ve şerefli kılan manasına gelmektedir. Kur’an’da, sadece Allah ve Kur’an hakkında kullanılmıştır. Çünkü gerçek manada şeref ve ikram (ekrem) sahibi olan Yüce Allah, Kur’an vasıtasıyla kullarını da bu onurdan faydalandırmak ve şereflendirmek istemektedir. Yani Kur’an, mecid olan Yüce Allah’ın ikram vasfına erişmenin tek vasıtası olduğundan kendisi de mecid’dir.

Kur’an hem Yüce Allah’ın mecid oluşuna hem de kendisinin insanların onurlanması için vasıta oluşuna, ayetlerinin içerdiği hak mesajlarla şahitlik eder. Kur’an’ın mesajları aynı zamanda Peygamber’in ve ahiretin gerçekliğine en büyük şahitler olduğundan, mecid olan Kur’an’a yeminle başlanarak, Kur’an’ın mesajlarının hakka, Peygamber’in ve ahiretin gerçekliğine olan güçlü şahitliği vurgulanmıştır.

2- İnkârcılar kendi içlerinden, sıradan birisinin onlara bir uyarıcı olarak gelmesine hayret ettiler de dediler ki, yeniden diriltilip ahirette daimi yaşayacağımız iddiası olacak şey değil.

3- Ne yani, biz öldükten ve üstelik çürüyüp toprağa karışarak kaybolmamızın ardından yeniden hesap için diriltileceğiz öyle mi? Uzak bir dönüş bu. (Asla mümkün olmayacak derecede çok zayıf bir ihtimal)

Kâfirler Peygamberimizin daveti karşısında üç türlü şaşkınlık ve hayret yaşadılar. Birincisi, ikinci ayette işaret edilen, hiç ummadıkları, kendileri gibi birisinin peygamber olarak görevlendirilmesinden dolayı duydukları şaşkınlık ve hayrettir.

İnsanlar genelde dinî önderlerin kendi içlerinden ve sıradan biri olmasını hazmedemezler. ‘Evin danası öküz olmaz’ atasözünde ifade edildiği üzere, olağanüstü ve sıra dışı insanları bu konuma layık görürler. Üstelik layık gördükleri bu insanların da olağanüstü vasıflar ve olaylarla ortaya çıkmasını isterler.

Peygamberimize karşı tavırlarının nedenlerinden biri bu idi. Kendisini peygamberlikten önce de emin ve ahlaklı olarak tanımakla beraber, gerek fakirliği ve gerekse tevazuu nedeniyle çok fazla önem vermedikleri bir kişiydi Peygamberimiz. Zuhruf Suresinin 31. ayetinde açıklandığı üzere, onlar peygamberliğe ancak iki büyük şehir olan Mekke ve Taif’in dünyevi açıdan büyük ve sıra dışı gördükleri büyüklerinden birinin layık olduğunu iddia ediyorlardı.

Peygamberimizin nübüvvetine ikinci itirazları, En’am Suresinin 37. ayetinde ifade edildiği gibi, peygamberliğini kabul etmeleri için olağanüstü deliller (mucizeler) getirmesi gerektiğini iddia etmeleriydi. Oysa gerçek, bu iddia ve beklentilerin tam tersidir. Peygamber içlerinden ve sıradan biri olmalı idi ki sıradan insanlara tebliğ ve şahitlik yapabilsin. Tok açın halinden anlamaz derler. O toplumu tanımayan ve sıra dışı bir insan, o topluma nasıl mesaj götürüp şahitlik edebilir ki? Yine, mucizenin söz konusu olduğu durumda özgür irade ile iman etmenin söz konusu olmayacağından, peygamberlerin insanların iman etmesini sağlamak için, Allah katından mucize getirmeleri söz konusu olamazdı.

Peygamberlere gaybi yardım olarak indirilen ve insanlar tarafından net olarak mucize olduğu anlaşılamayan mucizeler zaten insanların iman etmesi ile alakalı değildir. Bu ayet ve benzeri ayetler, Peygamberimizden iman etmek için talep edilen mucizelerin gerçekleşmediğini de ortaya koymaktadır.

Yanlış anlayış ve beklentiler her zaman geçerlidir. İnsanlar İslam hakkında iddiası olan insanların dünyevi birtakım üstünlüklere (ırk, cinsiyet, mal, diploma gibi) sahip olması gerektiğini düşünüp, bunlara sahip olmayanlara, gerçekten İslam konusunda dirayetli bile olsa itibar etmezler. Yine, şeyh, veli, hoca diye olağanüstü vasıflara ve kerametlere sahip olduklarını iddia ettikleri cahillere de büyük âlim ve Allah dostu vasfını yakıştırmaktan asla geri durmazlar.

Kâfirlerin üçüncü şaşkınlığı ise Peygamberimizin ahiret hayatı hakkındaki mesajları idi. Fıtratlarında bulunan ahiret bilinci ile ata olarak tanıdıkları İbrahim ve İsmail (as)’den kalan ahirete dair bilgiler nedeniyle, genelde ahiret ve hesabı açıktan reddetmek yerine, yeniden dirilişin imkânsız olduğunu gündemde tutmaya çalışıyorlardı. Bu tür iddialar ileriki ayetlerde, tabiatta bitkilerin her bahar tekrarlanan yeniden yaratılma sahneleriyle cevap verilerek çürütülmüştür.

4- Oysa biz iyi biliyoruz toprağın onlardan neyi kendisine katıp eksilttiğini. Bizim yanımızda, ölüp toprağa karışanların maddi ve manevi tüm özelliklerinin yazılarak kayıt altına alınmak suretiyle korunduğu bir kitap vardır.

Haşa Allah’a akıl vermek olan, “Toprağa karışıp kaybolunca nasıl yaratılırız?” şeklindeki edepsiz itiraza, “Biz biliyoruz onlardan toprağa nelerin karıştığını” diyerek, kulları edebe davet eden bir karşılık verilmektedir. Bu cevap bir ispat değil, bilinenin hatırlatılarak muhatapların edebe davet edilmesidir.

Çünkü müşrikler, Yüce Allah’ın gücünü ve kudretini kabul ediyorlardı. Buna rağmen toprağa karışmış cesetleri yeniden diriltemeyeceğini iddia etmeleri ise kendi kendileriyle çelişkiye düşmeleri idi. Yüce Allah, ölen her bir insana ait maddi ve manevi her türlü özelliğin kendi katında kayıtlı bulunduğunu, kıyamette her bir insanın bu kayıtlara göre yeniden inşa edileceğini ifade ederek, yeniden diriltilmenin mahiyetini izah etmektedir.

Bu ayette, insanların toprağa dağılan parçalarının yeniden bir araya getirileceğine değil, kayıtlara göre insanın sıfırdan yeniden inşa edileceğine işaret vardır. Tamamen kaybolmuş tarihî bir binanın, resim ve yazıya geçmiş özelliklerine göre başka bir malzemeden bir benzerinin inşa edilmesi gibi.

Dikkat edilirse, bitkilerin baharda yeniden yeşermeleri de buna benzer. Kuruyan bitkinin dağılan maddesi bir araya getirilmez, o bitkinin her türlü genetik özelliğinin kayıtları bulunan tohumdaki kayıtlardan, başka maddeler bir araya getirilerek, o bitkiye benzer yeni bir bitki inşa edilir.

Kayıtların korunduğu kitap terimi mecazi bir ifadedir. Yüce Allah her bir insana ait her türlü özelliği kendince malum bir şekilde kayıtta tutar ve bu O’nun için çok kolaydır. Nitekim günümüzde bu tür kayıtlar yazılı kitaplardan ziyade, elektronik ortamlarda muhafaza edilmekte, çok büyük bilgiler çok küçük maddelerde kaydedilip korunabilmektedir. 

5- (Aslında yeniden diriltilmeyi inkâra dair ciddi bir delilleri yoktu.) Buna rağmen gelen hak mesajları, işlerine gelmediği için ciddi olarak üzerinde düşünmeden peşinen reddettiler de çıkamayacakları bir çelişki yumağının içine düştüler.

Aslında onlar Peygamber’i ve yeniden dirilişi değil, insanın yaratılmış olan gayesini (hakkı) yalanlıyorlardı. Yani bu dünyada imtihan amacıyla bulunduklarını, dünyanın bir çalışma ve imtihan yeri olduğunu kabullenmek istemiyorlardı.

Onlar bu dünyada hayvanlar kadar özgür yaşamak, sınırsız yiyip içmek ve serbestçe her türlü cinsel faaliyette bulunmak istiyorlardı. Nitekim birkaç yıl önce, o müşriklerin memleketimizdeki takipçilerinden sözde bir gazeteci de hayvanlar gibi cinsel özgürlük istediğini yazacak kadar ileri gitmişti.

Meselenin özü budur: Dünyada hayvanlar gibi özgür yaşamak (fucur) ya da dünyada özgürlüğünü Allah’a teslim ederek (takva) ahiret hayatı için sabretmek.

Müşrikler hakka karşı tahammülsüz olduklarından, Peygamberimizin mesajını, hiç düşünmeden reddettiler. Eğer Peygamberimizin getirdiği mesajlar üzerinde önyargısız ve tarafsız olarak düşünselerdi, böyle basit gerekçelerle reddedemeyeceklerini anlarlardı. Bunun neticesi bir kısmı belki iman eder; iman etmeyenler de en azından, kendilerinin bile vicdanen tatmin olmadıkları böyle basit gerekçelerle reddetmeye kalkmaz, bu çelişkilere düşmezlerdi.

Lakin mesajlar üzerinde hiç düşünmeden reddettikleri için, artık geriye dönüp iman edemedikleri gibi, mesajlara karşı getirdikleri itirazlara kendileri de inanmıyorlar. Bu nedenle, hem vicdanlarıyla hem de birbirleriyle çelişen yeni itirazlar geliştirmeye çalışıyorlardı.

Mesela, Kehf Suresinin 36. ayetinde görüleceği üzere, “Kıyamet olmayacak ama olsa bile orada da paçayı yırtarız!” diye iddia ediyorlar. Başka ayetlerden anlaşıldığına göre bu paçayı yırtmayı da şefaat, fidye ya da birilerinin dostluğuyla (hullet) sağlayacaklarını düşünüyorlar. Müşrikler temelde haksız oldukları için, tutarlı bir itiraz geliştiremezler ve kaba güce başvurarak hakkı ortadan kaldırmaya çalışırlar.

6- Bu inkârcılar hiç bakıp düşünmediler mi üstlerindeki göğe, nasıl yerden itibaren bir bina gibi yükselttiğimizi ve yıldızlarla süslediğimizi ve onda en ufak bir çatlak ve gediğin olmadığını.

İnsanların hakkı görmek için uzaklara gitmelerine gerek yok. Başlarını kaldırıp göğe baksalar görebilirler hakkın ayetlerini, işaretlerini, nişanelerini… Belki şehirlerde tabiattan uzak kalabilirler, lakin şehirlerde de başlarını kaldırıp gökyüzüne bakma imkânları mevcuttur. Tabi dikkatli bakmalıdırlar, hayvanların baktığı gibi değil. Hakkın işaretlerini görmek için bakanlar (nazar) görebilir ancak bu ayetleri.  

7- Yine bakıp düşünmediler mi hiç üzerinde bulundukları yeryüzüne; onu nasıl yayıp genişlettiğimizi, üzerine kökü derinlerde sağlam ve sarsılmaz dağlar bıraktığımızı, üzerinde insanların gönlünü açan ferahlatan çiftler halinde sayısız bitkiler bitirdiğimizi.

Bir inek için en önemli şey ottur. Bu nedenle yeryüzünde sadece otları fark edebilir. İnsan için en önemli şey hak olması gerektiğinden, insan yeryüzünde hakkın işaretlerini, nişanelerini görmelidir/görmeye çalışmalıdır. Eğer göremiyorsa sorun var demektir. Hakkın işaretlerini görebilenler için, yeryüzünde milyarlarca ayet/işaret vardır. Her şey bir işarettir böylelerine.

8- Gökte ve yerdeki bu ayetler, Allah’a yönelmek isteyen kullar için hem delaletten hakka ulaştırıcı nişaneler hem de hakkı bulup hak üzere yaşamaya gayret ettikleri sürece, haktan gaflete düşmelerini engelleyici hatırlatıcı işaretlerdir.

5’ten 11’e kadar olan ayetlerde dikkat çekilen tüm tabiat ayetlerinin temel iki amacına işaret edilmektedir bu ayette. Bu tabiat ayetleri, gönülden hakkı arayan ve Allah’a yönelenlerden olmak kaydıyla, hem hakka ulaşmaları için hem de ulaştıktan sonra gaflete düşüp haktan ayrılmamaları için birer hatırlatma unsurudur. 

Bizlerin bu tabiat ayetlerini sık sık gözlemleyip haklarında düşünmemiz (nazar etmek), hidayete erişmek, imanda derinleşmek ve ‘yakin’e ermek açısından zaruridir. Bu tabiat ayetlerine yeterince nazar etmemek, insanın zamanla haktan gaflete düşmesine sebep olabilir.

9- İndirip duruyoruz gökyüzünden insanlık için hayırlı bolluk (bereket) vesilesi olan yağmuru. Sonra bitiriyoruz o yağmurun suyu ile sık ağaçlı bahçeler ve biçilen ekinlerden elde edilen buğday gibi taneli ürünler.

10- Uzun boylu hurma ağaçları ve bu ağaçların baharda üst üste dizilmiş patlamış tomurcuklarını.

11- Bunları kullar için birer rızık kıldık. Bu yağmur suyu ile adeta ölü olan toprağa yeniden hayat veriyoruz ya, işte kıyamette yeniden diriltilişiniz/çıkartılışınız da buna benzer bir şekilde olacaktır.

Bu ayette, gökte ve yerdeki ayetlerin diğer bir amacına işaret edilmiştir. Bunlar aynı zamanda insanlar için bir geçimlik aracıdır. Bu anlamda insanlarla hayvanlar eşittir. Yani her ikisi de yaşamak için yeryüzü rızıklarına muhtaçtırlar ve bunların peşinde koşmak durumundadırlar.

Lakin insan için bu geçici bir rızık olup, asıl rızık olan cenneti kazanmak için, bu geçici rızıkların asıl amacının hakka ulaştırıcı ayetler olduğunu hiç unutmamalı, asıl ayet olarak önem vermeli bu varlıklara. İnsan bunlara sadece geçimlik olarak bakar da ayetleri görmez ise hayvanlardan daha aşağı bir duruma düşecektir.

Kışın adeta ölü gibi olan yeryüzünün, bahar yağmurları ile adeta yeniden dirilmesi gibi olacaktır kıyamette yeniden diriltilişimiz. Ayette bitkiler için hayat verme, insanlar içinse çıkarılma (ihraç) teriminin kullanılması; bitkilerin bitirilmesinin insanlar için hiç de sanıldığı gibi kolay olmadığına, insanların yeniden diriltilmesinin de Allah için zor olmayacağına işaret etmek de olabilir.

12- (Ey Resulüm! Üzülme ilk defa senin kavmin yalanlamadı.) Nitekim yalanlamıştı önceden Nuh kavmi, Resse ashabı ve Salih peygamberin gönderildiği Semud kavmi.

Resse ashabının, Semud kavminin soyundan gelen ve helak edilen bir kavim olduğu rivayet edilmektedir. Kim oldukları ayetlerde açıklanmamakla beraber, ayetlerde geçtiğine göre, o günkü Arapların çok iyi bildikleri bir kavim olduğu kesindir.

13- Yine Hud peygamberin gönderildiği Ad kavmi, Musa peygamberin gönderildiği Firavun ve kavmi, Lut peygamberin gönderildiği kavim de yalanlamıştı peygamberlerini.

Ayette Lut’un kardeşleri (ihvan-u Lut) terimi kullanılmıştır. Lut peygamber gönderildiği kavimden değildi. Onların içine sonradan yerleşmiş bir muhacirdi. Lakin o kavimle olan sosyal bağları nedeniyle, kavmi için Lut’un kardeşleri terimi kullanılmıştır. Malum, kötü de olsa kardeş kardeştir ve ona karşı sorumluluk söz konusudur.

Aynı durum bizler için de geçerlidir. İyi/kötü tüm kavmimiz/halkımız bizim kardeşimiz olup, onlara karşı hakkı tebliğ ve ahiret azabı ile uyarma (inzar) sorumluluğumuz vardır. Hakkı tebliğ ve uyarıda bu hususu unutmamak, bu sorumluluk bilinci ile halkımızın iyiliği için şefkat ve merhametle hareket etmemiz gerekir.

14- Hud peygamberin gönderildiği verimli yeşil vadilerde yaşayan Medyen kavmi ile Güney Arabistan’da yakın zamanlarda yaşamış Himyer–Tubbe’a kavmi de yalanlamıştı. Gönderilen peygamberleri yalanladıkları için, helak edileceklerine dair tehdit tüm bu kavimler için gerçekleşti.

Bu ayetlerde, Peygamberimiz ve mü’minlere bir hatırlatma var. İnsanların bir kısmının, hatta kavimlerin çoğunluklarının hakkı inkârı yeni bir durum değildir. Tarih boyunca pek çok kavim, neredeyse tüm halklarını kapsayacak şekilde bir inkâr içinde olabilirler. Bundan dolayı canınızı sıkıp, kendinizde kusur aramayın. Eğer insanlar hakka talip olurlarsa, peygamber ve kitap bile gelmese, fıtratlarındaki ve tabiattaki ayetlere bakıp tefekkür ederek yine de hakkı bulabilirler.

15- Biz tabiatta devamlı tekrarlanan yeniden yaratılışı insanlardan gizleyip kendimize sakladık da inkârcılar tabiatta devamlı tekrarlanan bu yeniden yaratılışı görmekten mahrum olduklarından dolayı mı ahiret yaratılışını inkâr ediyorlar?

Hayır, öyle değil, tam tersine! Onların ahiret gerçeğinden hazzetmemeleri nedeniyle, ahirette dünyadakine benzer yoldan tekrar yaratılış gerçeği hakkında, bu gerçeğin üzerine örtülmüş ve yeniden yaratılış gerçeğini görmelerini engelleyici bir örtü var onlar için.

Önceki ayetlerde ve başka pek çok ayette işaret edildiği üzere, bitkiler, hayvanlar ve insanların devamlı yaratılıp durmaları tüm insanların yakından şahit olduğu bir durum olup, bu duruma nazar eden bir insan için, yeniden yaratılışın Allah için çok basit bir şey olduğunu anlamak çok kolaydır.

Bu nedenle ahiret diriltilişini inkâr edenler, dünyada tekrarlanan yaratılış ayetlerini görememekten değil, nefislerini ilah edinmeleri nedeniyle, hakkı arzu etmediklerinden dolayı, bu hakkın üzerinde, onu görmelerini engelleyici bir örtü vardır.

16- İnsanı biz yarattık, tabi ki nefsinin ona ne vesveseler verdiğini ancak ve en iyi biz biliriz. Çünkü biz insana şah damarından daha yakınız.

Yüce Allah, insana kendisinden bile yakın olduğunu anlatıyor. Yani Yüce Allah, insanın sadece diğer insanların da bilebildiği davranış ve sözlerini değil; insanın sadece kendisinin bilebildiği düşünce ve duygularını da iyi bilmektedir. Ve hatta insanın kendisinin bile farkında olmadığı ve bilinçaltı dediğimiz beklentiler, hedefler, arzular; Yüce Allah tarafından eksiksiz bilinmektedir.

Bu ayet ve takip eden ayetler, inkârcıların sözleriyle inkâr etseler bile, iç dünyalarında iman ile inkâr arasında çelişkiler yaşadıklarını, yani inkârlarından emin olmadıklarını anlatmaktadır.

Bu ayetten çıkarılacak bir diğer husus, Yüce Allah’ın insana her daim çok yakın olduğudur. İnsanın yapması gereken, bu yakınlığın her daim bilincinde olarak yaşamaya gayret etmesi, yani Allah’ın kendisine olan yakınlığını unutturan gafletten kurtulabilmesidir.

Tasavvufçuların iddia ettiği gibi, Yüce Allah’ı bir yerlerde aramak, O’na ulaşmak ya da yükselmeye çalışmak, yanlış ve boş çabalardır. Bilakis, Maide Suresinin 35. ayetinde açıklandığı üzere, ‘takva’ ve ‘cihad’ vesilesiyle Allah’ın rızasına erişip bu gafletten kurtulmaya gayret edilmelidir.

Vesvese, kişinin iç dünyasına, kişinin bilinçaltında bulunan nefsinin hevası ya da İblis şeytanı tarafından fısıldanan olumsuz beklenti, arzu ve hedeflerdir. Yani vesveseler insana ya şeytan tarafından ya da farkında olmadığı bilinçaltındaki nefsinin hevası tarafından fısıldanır.

Bu vesveseler, ‘sen büyüksün’, ‘sen her şeye layıksın’, ‘sen şuna hak sahibisin’ gibi, kişinin nefsinin arzularına uygun olan beklenti ve hedefler şeklinde olur. Vesveseler, sen şu kötü işi yap diye değil, kötü işler iyi imiş gibi gösterilerek fısıldanır.

Bu nedenle, hiç kimse kendi nefsini temize çıkarmamalı, bilakis farkında olduğu vesveselerini kınamalı, farkında olmadığı ya da doğru sandığı vesveselerinden korunmak ve kurtulmak için Yüce Allah’a yalvarmalıdır. Aksi halde, bu vesveseler doğru şeyler sanılarak kişiyi hâkimiyeti altına alıp, dalalete kadar sürükleyebilir.

Nitekim Araf Suresinin 20. Ayetinde anlatıldığı üzere şeytan, Âdem ve eşine, “Allah size cennetteki ağacı yasakladı ki, yiyip de cennetin sahibi ve ebedi yaşayanlardan olmayasınız.” diye sureti haktan görünerek vesvese vermiş, üstelik “Ben sizin iyiliğinizi istiyorum” diyerek yemin etmiştir. Bu vesveseyi doğru sanan Âdem ve eşi ağaçtan yiyince, hatalarının farkına varmışlar ve Yüce Allah’tan bağışlanma talep etmişlerdir.

Bu nedenle, iç dünyamızda oluşan her türlü niyet, hedef ve beklentileri, bize doğru ve hak gibi görünse bile iyi tahlil etmeli, nefsimizin hevasının ve şeytanın fısıldadığı batıl vesveseleri anlayıp temizlemeye azami gayret sarf etmeliyiz. Çünkü şeytan ve hevamız, bizi çoğu zaman Allah adına, doğruluk ve hak adına, sureti haktan görünerek kandırır.

17- Her ne zaman, insanın iç dünyasında, sağdan ve soldan zıt iki unsur karşı karşıya gelseler...

Bu ayet, insanın sağında oturup güzel amelleri, solunda oturup kötü amelleri yazan iki meleğin olduğu şeklinde anlaşılmıştır. Oysa ne bu ayette ne de başka ayetlerde, meleklerin insanların iç dünyasına vakıf olduğuna dair açık bir işaret yoktur. Bu tür iddialar, tamamen yorumlara dayanmaktadır. Oysa bu yorumlar, hem Kur’an’ın bütününe hem de 16. ve 18. ayetlere açıkça aykırıdır. Çünkü bu ayetlerde, insana şah damarından daha yakın olanın Yüce Allah olduğu, Rabbimizin insanın değil görünür amelleri ve düşüncelerini; insanın farkında bile olmadığı beklenti ve arzularını bile bildiği ifade edilmektedir.

Yüce Allah’ın açıkça bildirmediği bir husus olan meleklerin insanların iç dünyalarına vakıf oldukları ve amellerini yazdıkları inanışından, şirke açılan bir kapı olduğu için kesinlikle vazgeçilmelidir. İnsanların iç dünyasını sadece ve sadece Allah bilebilir. Ne melekler, ne peygamberler, ne şeyhler asla ve asla bilemez. Hele peygamberlerin ve şeyhlerin bilebileceğini iddia etmek, alenen şirktir.

Bu ve müteakip ayetlerde karşı karşıya gelen iki unsur diye ifade edilen, 31. ayette açıklanan, insanın farkında olmadığı bilinçaltındaki iki temel unsur dürtüleri (saig) ve vicdanıdır (şahid). İnsanın yemek, içmek, cinsellik ve diğer dürtüleri, insanı durmadan sınırsız bir şekilde bunları karşılamaya sevk eder. Bu esnada vicdan devreye girerek, insanın bu dürtülerinin hak sınırları içinde kalmasını sağlamaya çalışır. Bu sınırları aştığında insanı kınayarak, pişmanlık duymasını sağlar ve bu sınır ihlallerini hesap günü açıklamak üzere kaydeder.

Araf Suresinin 172-173. ayetlerinde açıklandığı üzere, tevhid ve ahiret bilinci her bir insanın fıtratında, bilinçaltına yerleştirilmiş olarak bulunur. Peygamberler ve getirdikleri kitaplar, bu bilinçaltını bilinç üstüne çıkarır. Yani insan hiçbir eğitim almasa bile, tevhidi, ahireti, hakkı ve adaleti bilen bir bilinçaltına sahiptir.

Bu nedenledir ki, tüm insanların iç dünyalarında, bilinçaltından kaynaklanan bu çatışmanın yansımaları her daim bulunur. İnsanlar her zaman her konuda bir iç çatışma yaşarlar. Bu çatışma neticesi, vicdan galip gelirse hak, doğru olan; dürtüler galip gelirse batıl, yanlış olan ameli yaparlar.

Hayatında ağırlıklı olarak dürtülerinin hâkimiyetine giren kişi, nefsinin hevasını ilah edinmiş ‘fucur’ içinde bir mücrim iken; vicdanının kontrolünü kaybetmeyen kişi ise sakınan bir muttakidir.

18- İnsanın iç dünyasında herhangi bir bilinç ve iradeye dönüşen düşünce (lafz) oluşmaya görsün, o anda insanın yanında onun iç dünyasını gözetleyen bir gözetleyici olan Allah vardır.

Yüce Allah, insanın iç dünyasındaki bu çatışmaları ve bu çatışmalar neticesi insanın bilinçli olarak verdiği tüm kararları, yöneldiği tüm hedefleri, tüm niyetlerini ve arzularını bildiğini, çünkü her bir insanı ne yaptığına ve yapacağına dair her an kontrol ve gözetlemekte olduğunu bildirmektedir.

O halde bizler, Yüce Allah’ın bizi her an gözetlediğinin bilinciyle donanmaya çalışmalı, değil davranış ve sözlerimizi, düşünce ve duygularımızı, niyet ve hedeflerimizi bile kontrol (murakabe) etmeliyiz ki, Allah’a karşı mahcup olmayalım. Eğer bu bilince ulaşabilirsek, bu takdirde sadece davranış ve sözlerimizde değil, duygu ve düşüncelerimizde de düzelme olacaktır. Hatta bilinçaltımızdaki vesveseleri daha iyi tanıyıp, bunların etkisinden kurtulabileceğiz.

19- Hakkı inkârla yaşayan kişiye ölümün belirtileri gelip o kişi sarhoş gibi bir hale gelince ve hep kaçıp durduğu imtihan gerçeği o kişiye malum olunca, ölüm meleğince o kişiye denir ki: Bu hayatın imtihan için olduğu gerçeği senin hep ilgisiz kaldığın, unutmaya çalıştığın şeydi ey insan! Şimdi kaçış yok artık, gerçek apaçık ortaya çıktı işte.

Ölüm sarhoşluğu tabiri, kişinin öleceğini anlamasını müteakip, bilincinin devreden çıkması ve bilinçaltının kişiye hâkim olmasını ifade eder. Nitekim bildiğimiz anlamda sarhoşluk da kişide bilinci devreden çıkartarak bilinçaltını hâkim kılmakta ve kişi muhakeme yeteneğini yitirmektedir. Ölüm sarhoşluğu haline giren kişi, hayatında hep ilgisiz kaldığı ve unutmaya çalıştığı, bu dünyaya imtihan için geldiği gerçeğini açık olarak hatırlar. Oysa kişi o ana kadar bu gerçeği unutmak istemiş, dünyada hiç ölmeyecekmiş gibi, dünya cennetmiş gibi yaşamaya çalışmıştı.

Bizler, ölüm sarhoşluğu halinde büyük bir pişmanlıkla hatırlayacağımız bu gerçeği şimdiden hatırlamalı ve hiç unutmamalıyız. Çünkü ancak bu takdirde hayata geliş amacımız olan imtihan için gayret edebilir, iç dünyamızdaki vesvese ve çatışmaları doğru tahlil edip, batıl olandan arınabiliriz. Dünyanın geçici olduğunu unutmak, şimdiden ahireti kaybetmek demektir. Ancak dünyanın geçici olduğunu idrak edip, bu idrak ile yaşayanlar imtihanı ve ahireti kazanabilirler.

Bu nedenle ölüm sarhoşluğuna yakalanmadan ölümü adeta yaşıyormuşçasına hatırlayabilir, öleceğimiz anı tahayyül ve hissedebilirsek, bu dünyada geçici olduğumuzu yakinen idrak edebilir ve dünyaya olan meylimizden uzaklaşabiliriz.

20- Suretlere üfürülmüştür, işte inkârcıların hep tehdit edilip durdukları gündür bugün.

19. ayette cehennemliklerin ölüm anlarındaki durumlarından bahsedilmişti. Bu ayette ise kıyametin gerçekleşmesinin ardından yeniden dirilme olayı anlatılmaktadır. Bu ve diğer ayetlerde ölümün ardından kabir hayatı ya da kabir azabından bahsedilmemektedir.

Kur’an’a göre ölümün ardından tam bir hiçlik söz konusu olup, bu hiçlik ancak suretlere üfürülmek şekliyle yeniden diriltilişle ortadan kalkmakta, kişi suretlere üfürülmesinin ardından sanki hiç ölmemiş de uykudan uyanmış gibi ahiret hayatına başlamaktadır.

Sur’a üfürülme ifadesi, kıyametin kopuşuna İsrafil isimli meleğin bir tür borazan olan ‘sur’a üfürmesiyle başladığı şeklinde anlaşılmaktadır. Kur’an’da İsrafil isimli bir melek ismi geçmediği gibi, bir meleğin borazana üfürerek kıyameti ve yeniden diriltilişi başlatacağına dair muhkem bir ayet de yoktur. Sur terimi, insan sureti kavramının çoğulu, yani insan suretleri manasına gelmektedir. Kur’an’dan anlaşıldığına göre, bir bitki gibi topraktan bitirilecek olan cansız insan suretlerine (sur) hep birden yeniden ruh (hayat) üflenecek ve tüm insanlar birden canlılığa ve bilince kavuşacaklardır. ‘Sur’a üfürülme teriminin en makul açıklaması budur kanaatimce.

21- Her bir insan, yeniden dirilişin ardından hesaba çekilmek üzere Rabbinin huzuruna gelir, yanında dünyadaki iç dürtüleri ve hakkın şahidi vicdan olduğu halde.

Bu ayette, yeniden diriltişin her bir insanın ölüm anındaki durumuyla olacağına işaret edilmektedir. Yani insan ölümde bir uykuya dalmış da yeniden diriltilişle uykudan uyanmış gibi olacaktır. Dolayısıyla her bir insan dünyadaki olumlu ve olumsuz durumunu hatırlayacak ve bunun bilincinde olacaktır.

Kişinin iç dürtüleri ve şahitle beraber geleceği ifadesi mecazidir. 17. ayette ifade edilen, kişinin iç dünyasındaki iki zıt kutbun; kişiyi dünyada olumsuz ve hakka aykırı olan şeylere itekleyen içgüdüleri (saig) ile bu yanlış ve haksızlıklara karşı uyaran ve engellemeye çalışan vicdanın (şahid) hesap anında adeta kişiden ayrı birer varlık gibi konuşacağı ve kişinin hakkında tanıklık edecekleri anlatılmaktadır. Nitekim Yasin Suresinin 65. ayetinde, hesap yerinde kişinin dilinin susup, ellerinin ve ayaklarının konuşacağı anlatımı da kişinin dürtülerinin ve vicdanının konuşması da bunun gibi mecazi bir ifadedir. Yani kişinin elleri ve ayakları gibi maddi unsurları yanında, dürtüleri ve vicdanı gibi manevi unsurları hesap yerinde birer tanık olarak kişi hakkında şahitlik edeceklerdir ki, bunun nasıl olacağını tam anlamıyla ancak Allah bilir.

22- Denir ki cehennemlik olana: Dünyada iken sen bu ahirette olacak hesaptan gaflette idin. Şimdi bu hesap yerinde kaldırdık üzerindeki gaflet örtülerini, bugün artık dünyada yalanlayıp durduğun hakkı çok keskin ve net olarak görüyorsun.

Bir şeyden gaflette olmak, o şeyi bildiği halde bilmez gibi davranmak anlamına gelir. Hiç bilinmeyen bir şeyden gaflet olmaz. O nedenle Kur’an’ın bir ismi zikirdir ki, zikir bilinip de gaflete düşülen bir şeyin hatırlatılması anlamına gelir.

Her bir insan, Araf Suresinin 172’den 174’e kadar olan ayetlerinde açıklandığı üzere, hem fıtrattan kaynaklanan iç bir bilgiyle hem de peygamberlerin getirdiği mesajların verdiği bilgiyle tevhid ve ahireti bilmektedir. Lakin hevasının (olumsuz dürtülerinin) etkisiyle bu hesabı unutmak istemekte, yok saymakta, yani gaflet içinde yaşamaktadır. Bu gafletten ilk önce 19. ayette açıklanan ölüm anında sıyrılmakta, ahirette ise ayna gibi gerçeği görmekte, lakin her iki durumda da iş işten geçmekte ve geri dönülmez cehennem yoluna girmiş olmaktadır.

23- Dünyada o kişiye hâkim olan iç dürtüleri der ki: İşte bu yanımdaki -sahibim olan kişi- hesaba hazır.

Buradaki yakınlık, kişiyi yoldan çıkaran iç dürtüleri olup, önceki ayetlerde saig olarak geçmişti. Furkan Suresinin 43. ayetinde açıklandığı üzere, kişi iç dürtülerinin esiri olur, yani hevasını ilah edinirse, bu şekilde onu yakın edinmiş olur.

24- Yüce Allah, kişinin iç dürtüleri ve vicdanına der ki: Her ikiniz, her bir hakkın üstünü örtücü ve bu durumunu ölümüne kadar inatla sürdüren kişiyi atın cehenneme!

Yani cehennemlik kişinin iç dürtülerinin ve vicdanının şahitliği, o kişinin cehenneme atılması için yeterlidir, başka hiçbir şahit ve kayıt olmasa bile. Çünkü 16’dan 19’a kadar olan ayetlerde açıklandığı üzere, kişi her bir hakka aykırı duygu, düşünce, söz ve hareketinde, dürtüler ve vicdan çatışmakta ve bu çatışma iç dünyada kayıt altına alınmaktadır. Ahirette tüm bu kayıtlar, dürtülerin ve vicdanın şahitliğiyle ortaya getirilmekte ve kişinin hiçbir mazereti kalmamaktadır.

25- Her türlü hayra mani olan, her türlü hak sınırlarını aşan ve bu yaşantısı neticesi, ahiret konusunda gün geçtikçe artan şüphe sahibi olan kişiyi.

Bu ayette, cehennemlik olan kişinin hayatındaki davranış özelliklerinden en belli başlıları sayılmakta, bu kişinin cehenneme girişinin sadece iç dünyasındaki kayıtlarla değil, hal ve hareketlerindeki açık olan suçları nedeniyle de olduğu bildirilmektedir. Bu kişiler, kendileri hayır yapmak bir yana, başkalarının hayrına bile engel olmaktadırlar. İnsanların maddi, manevi, cinsi, ailevi her türlü sınırlarını pervasızca çiğnemekte, nefislerinin hevasından başka bir sınır tanımamaktadırlar.

Zaten gaflette oldukları ahiret hesabını, bu kötü yaşantılarının bir neticesi olarak, gün geçtikçe daha artan bir dozda şüpheyle karşılamaktadırlar.

26- Bu cehennemlik kişi ki, Allah ile beraber başka ilah kıldı. Tüm bu nedenlerle ey kişinin iç dürtüleri ve vicdanı, ikiniz en önemli şahitler olarak atınız bu kişiyi korkunç dehşetli azabın içine.

Bu ayette, ahiretten gafil olmanın kaçınılmaz bir neticesine değinilmektedir. Ahiretten gafil olan kişi mutlaka Allah’a ortak (şirk) koşar. Öncelikle, hevasını ilah edinmiştir bu kişi. Lakin bununla da kalmaz, gerçek ya da hayali birtakım varlıkları Allah’a şirk koşar. Öyle ki şirkle ahireti inkâr ya da gafletle beraber bulunur. Şirki olan mutlaka ahiretten gafildir, ahiretten gafil olan da mutlaka şirk içindedir.

Hülasa tüm bu nedenlerle kişi ebedi ve dehşetli cehennem azabını hak etmiştir ve bu hak edişin en sağlam tanıkları olan iç dürtüleri ile vicdanı, kişinin cehennemi hak ettiğine dair hükmü beraber tasdik ederler.

27- Dünyada o kişiye hâkim olan iç dürtüsü der ki: Rabbimiz! Bu cehennemlik kişiye hakkın sınırlarını ben zorla çiğnettirmedim. Zaten kendisi haktan çok uzak bir sapıklık içinde idi de bu nedenle benim dürtmelerime kolayca uydu.

Burada kişinin iç dürtülerinin savunmasını görüyoruz. Kişiye hakkın sınırlarını çiğnettirenin iç dürtüleri olmadığı; kişinin haktan uzak olması, hakkı aramaması nedeniyle iç dürtülerinin yönlendirmesine kolayca kapıldığı ifade edilmektedir.

28- Yüce Allah kişi ile iç dürtüleri arasındaki bu tartışmaya müdahale ederek der ki: Huzurumda boşa hasımlaşmayın, çünkü iş işten çoktan geçti. Biliyorsunuz ki dünyada iken siz bu netice ile uyarılmıştınız.

İç dürtüleri ile kişi (nefs) arasındaki tartışmadan maksat, kişinin sapkınlığından iç dürtülerini sorumlu tutarken, iç dürtülerinse 27. ayette belirtilen savunmayla asıl sorumlunun kişi olduğunu söylemesidir. Yüce Allah’ın huzurumda tartışmayın diye müdahale etmesi ise artık bu tartışmanın bir fayda vermeyecek olmasını ifade eder. Yani iş işten geçmiştir, bundan sonra sonuç, yani ebedi cehenneme giriş değişmeyecektir. Yapılan yargılama, sadece kişinin bu sonucu hak ettiğini açıkça ortaya koymak içindir.

Çünkü Yüce Allah her bir insana hakkı anlamak ve tabi olmak için gerekli tüm kabiliyetleri vermiştir. İnsan hiç kimseden duymasa bile, fıtratına yerleştirilmiş olan tevhid ve ahiret bilinci sayesinde hakkı ve batılı ayırabilir ve hakka uyabilir. Buna rağmen Yüce Allah insanlara peygamberler göndermek suretiyle, fıtratında mevcut olan bu hak bilincini tekrar hatırlatmıştır. Artık insanın hakka uymamak için hiçbir mazereti kalmamıştır.

29- Bu hesap yerinde dünyadaki vaat ve tehditler asla değiştirilmez, çünkü biz kullar için asla böyle çok büyük haksızlıkta bulunacak değiliz.

Yüce Allah Araf Suresinin 18. ayetinde açıkladığı üzere, şeytanı ve ona uyanları cehenneme tıkacağını vaat etmiştir. Bu tehdidin hesap yerinde değiştirilmesi asla mümkün değildir. Eğer değiştirirse kullara çok büyük bir haksızlık (zallam) yapmış olur. Bu haksızlık birkaç açıdan ortaya çıkar.

Öncelikle, şeytana uymayan salih kullara haksızlık yapılmış olur. Çünkü onlar bu tehditten korkup sakınmışlar, dünya hayatını ahiret için harcamışlardır. Eğer dünya hayatında hevalarına uyanlar da cennete girerse, bu salih kullara çok büyük haksızlık olur.

Diğer haksızlık ise dünyada hevasına uyup da hesap yerinde affedilmeden cehenneme girenlere olur. Çünkü hevasına uyanların bir kısmı affedilirken, bunların affedilmemesi çok büyük bir haksızlıktır. Bu durumda tüm insanların cennete girmesi gerekir ki, böyle olursa ne dünyanın ne de imtihanın bir anlamı kalır. Dünya boş yere, anlamsız ve amaçsız yaratılmış, göstermelik bir imtihan alanı olur. Bu, hem pek çok ayette açıklanan, dünyanın boş yere ve amaçsız yaratılmadığı ilkesine ters düşer hem de Yüce Allah’ın amaçsız ve keyfi işler yapan, verdiği sözler ve yaptığı uyarıları yerine getirmeyen, adaletsiz, eksiz ve aciz bir ilah olarak anlaşılmasına yol açar. Bu durum da Yüce Allah’ı gereğince takdir edememek manasına gelir. Duhan Suresinin 38’den 59’a kadar olan ayetlerinde bu hususlar açıklanmıştır.

Fatır Suresinin 5. ayetinde, yanıltıcıların insanı Allah’ın rahmeti ile yanıltmasından kaçınılması istenmektedir. Buradaki Allah’ın rahmetinden kasıt, insanlar nasıl yaşarsa yaşasın, ahirette şefaat, dostluk veya başka bir vesileyle tüm insanları bağışlayacağını ummaktır ki, bu boş bir umuttur. Üstelik insanı haktan gaflete düşüren ve ebedi azaba duçar olmasına sebep olan bir umuttur.

30- Cehenneme “Dolmadın mı daha?” diyeceğimiz gün, der ki: Yok mu daha?

Bu konuşma mecazidir. Ne cennetin ne de cehennemin sınırının olmadığı, cennetin tüm insanları alabileceği gibi, cehennemin de tüm şeytan ve insanları alabileceği anlatılmaktadır. Bu nedenle, “Kâfirler ve günahkârlar varken cehennemde bize yer kalmaz!” gibi saçma sapan avuntulara kapılmamalıdır. Allah’ın vaadini dikkate almayan herkes için cehennemde yer vardır.

31- Zaten uzakta olmayan cennet, Allah’ın azabından korunmak için O’nun koyduğu sınırlar içinde yaşamaya gayret eden muttakilere, daha hesap yerinde iken, sanki yanlarında imiş gibi gösterilir.

Cennetin uzakta olmayışı, muttakilerin adeta cennetin yanında imiş gibi yaşamasını ve yeniden diriltilişin ardından cennete mutlaka gireceklerinin bilinciyle hesap yerine varmalarını ifade eder. Yani muttakiler, dünyada da cenneti yakın hissederler, yeniden diriltilişin ardından da mutlaka cennete gireceklerinin bilincinde olduklarından, içleri rahat ve huzurlu olarak hesap yerine varırlar.

Hesap yerine varınca, o ana kadar hiç görmedikleri cennet hemen yanı başlarında imiş gibi onlara gösterilir, hesap bitip cennete girmeden önce de cennetin yanı başında imiş gibi olurlar.

Bu ifadeler, muttakilerin ölümleri esnasında cennetle müjdelenmeleri ve yeniden diriltilmelerinin ardından cennete gireceklerinin bilinciyle, ölüm anından cennete girinceye kadar en ufak bir kaygı ve sıkıntı çekmeyeceklerini ifade eden pek çok ayette açıklanmaktadır.

32- Denir ki muttakilere: İşte bu, dünyada vaat olunduğunuz cennettir. Tüm gönülden hakka yönelen (evvab) ve Allah’ın koyduğu sınırları koruyarak yaşayanlar (hafız) için vaat edilmiştir.

Muttaki olmanın en temel iki vasfından biri, kişinin nefsinin hevasına ve dünya hayatına değil Allah’a ve ahirete yönelmesi; her daim Allah’ın rızasını ve ahiret kurtuluşunu araması, yani ‘evvab’ olmasıdır. İkinci vasıf ise bu arayışın neticesi ve gereği, Allah’ın rızasını kazanmak için, Allah’ın koyduğu sınırlara titizlikle uyarak yaşaması, yani sınırları korumasıdır. Ancak bu temel vasıflara sahip olanlar muttaki ve cennetlik olabilirler.

33- Dünyada iken gayb olduğu halde Allah’a karşı her daim saygı ve korku içinde olan; dünyaya değil ahirete, Allah’ın huzuruna ve cennete yönelmiş bir kalp (kalbi munib) ile hesap yerine gelen kimselerdir bu cennete girecek olanlar.

Muttakiler, çok merhametli (Rahman) olan Allah’ı, görmedikleri halde dünyada çok severler, lakin bu sevgi onları şımartmaz. Sevgiden kaynaklanan saygıyı ve bu saygının neticesi olan saygılı korkuyu (haşyet) en çok ve devamlı olarak Allah’a karşı duyarlar. Aslında her an bulundukları Allah’ın huzuruna ahiret günü hayatlarının hesabını vermek üzere çıkacaklarının bilinciyle, her an O’nun razı olacağı şekilde yaşamaya güçleri nispetinde gayret ederler.

34- Denir ki muttakilere: Girin cennete huzur ve esenlik içinde, işte size vaat edilen kesintisiz ve sonu olmayan sınırsız mutluluk, cennet hayatı.

35- Cennette muttakiler için canlarının isteyebileceği her şey olduğu gibi, bizim yanımızda daha fazlası da var.

Cennette istenilen her şey olacağı gibi, cennetliklerin de yanlış ve boş şeyler istemeleri söz konusu olamaz. Cennetlikler için Allah katında daha fazlasının olması ise Yüce Allah’ın kullarına ilahlık ve rabliğini; rahmet, sevgi ve yüceliğini daha kuvvetli hissettirmesi, kulların Allah’ın yüceliği ve sevgisiyle dolup coşması anlamına gelse gerektir. Zaten en büyük nimet de budur. Yunus Suresinin 7’den 10’a kadar olan ayetlerinde ve Yasin Suresinin 58. ayetlerinde bu hususa işaret edilmiştir.

36- Biz senin inkârcı kavminden önce, her yönden daha güçlü ve çeşitli imkânlara sahip nice kavimleri-nesilleri helak ettik. O yok ettiğimiz kavimler civar memleketlerin altını üstüne getirecek derecede güçlü idiler ama o helakimiz gerçekleştiği vakit sığınacak delik aradılar.

Mekke müşriklerinin inkârlarının temelinde, sahip oldukları dünyevi imkânlar, güç ve kudretlerinin verdiği büyüklenme ve kendilerine güven vardı. Bu ayette, bu büyüklenmenin boş ve kof olduğu, kendilerinden önce yaşayıp da inkârlarından dolayı helak edilen güçlü kavimler misal verilerek ortaya konuyor.

Ayette açıklandığı üzere, önceki helak edilen kavimlerin dünyevi güç, kudret ve imkânları Mekke müşriklerinden kıyaslanamayacak derecede daha fazlaydı. Bu kavimler, bu güç ve kudretlerini, diğer kavim ve memleketleri delik deşik etme, yani onlar üzerinde egemenlik kurup maddi ve manevi yönlerden sömürme amaçlı kullanmakta idiler. Tıpkı günümüzde başta Amerika olmak üzere Batılı ülkelerin yaptıkları gibi.

Lakin bu güç ve kudretleri, Allah’ın helak edici azabı geldiği anda en ufak bir fayda vermedi. Önceki kavimlerin kaçacak delik aramaları gibi bu zorba kavimler de Allah’ın azabı gelince kaçacak delik aradılar. Ama bulamadılar ve zelil bir şekilde yok oldular. Tıpkı Libya’nın zorba diktatörü Kaddafi’nin başına geldiği gibi.

Bu misal, günümüzdeki zorba devletler ve kavimler için de bir tehdittir aynı zamanda. Allah’ın helak edici azabı gelecek olursa, o süper denen güçlerinin bir hiç olduğunu çok iyi anlayacaklardır. Nitekim zaman zaman kasırga, deprem gibi doğa felaketi denen uyarılar onların boş bir büyüklenme içinde olduklarını hatırlatmaktadır o zorbalara ve onların zorbalığının altında yaşayan zayıf kavimlere. Lakin bu hatırlatmalar her iki tarafa da pek fayda vermemektedir.

37- Muhakkak ki, helak edilen bu kavimlerin durumunda hakkı hatırlamaya dair bir ibret vardır. Kalbi olan, yani hakka dair söylenenleri dinlemeye hazır ve istekli olan kimseler için.

Hatırlatmalar ancak hatırlamak isteyen, gerçeğin peşinde olanlara fayda verir. Hakkı değil aramak, hakkı duymak bile istemeyenlere yapılacak hatırlatmalar, onların nefretini ve haktan kaçışını artırır sadece.

En güzel uyarı ve hatırlatmalar Kur’an’da olmasına ve Arap müşrikleri bunları çok iyi anlamalarına rağmen, hakkı arzulamadıklarından bu hakikatleri görmek istemediler. Bizler de hakkı ne kadar güzel anlatırsak anlatalım, karşımızdakiler anlamak istemiyorsa, hiçbir fayda vermeyecek, hatta karşımızdakinin hakka ve bize olan nefretini artıracaktır. Bu nedenle bizler insanlara hakkı kabul ettirmeye değil, anlatmaya çalışmalıyız. Bizim yapabileceğimiz, her türlü vasıtayla, hikmetli ve en güzel şekilde hakkı anlatmak ve hayatımızla bu anlattıklarımıza şahitlik etmektir. Bunu yapabilirsek tebliğ ve uyarı görevimizi yerine getirmişiz oluruz.

Tabi ki, öncelikle kendimiz ne kadar anlayıp iman ettiğimizi ve hayatımıza aktardığımızı sorgulamalıyız. Çünkü insanlara sadece tebliğ ve şahitlik etmekle sorumlu iken, kendimiz yakinen iman edip salih amelle sorumluyuz.

38- Bildiğiniz gibi, gökleri yeri ve ikisi arasında olan her şeyi, altı evrelik bir süreç içinde biz yarattık ve bu uzun yaratma süreci içinde bize bir bıkkınlık ve usanç (luğub) gelmedi.

Göklerin ve yerin, yani tüm kâinatın bir anda değil, bugün yaklaşık on dört milyar yıl olarak tahmin edilen altı evrelik bir süreç içinde yaratıldığı ifade ediliyor ayette. Altı günde yarattık ifadesi, bildiğimiz gün anlamında değil, ilk yaratılıştan günümüze değin altı değişik evreden oluşan çok uzun bir süreç içinde yaratılışın gerçekleştiği anlamına gelmektedir.

Bu uzun süreç insanlar için usanç vericidir. Lakin Yüce Allah için böyle bir usançtan, bıkkınlıktan söz edilemez. Nitekim bunca uzun süreye rağmen kâinatın hâlâ tıkır tıkır işlemesi, Yüce Allah’ın kâinatın işini bıkmadan ve usanmadan ‘tedebbür’ etmesine en kuvvetli kevni ayet/delildir. Dolayısıyla, insanların kıyametin ardından yeniden diriltilip hesaba çekilmesinde de Yüce Allah için bir bıkkınlık düşünülemez.

Kâinatın yaratılışı ve bu sorunsuz işleyişi üzerinde tefekkür eden bir kişi, Yüce Allah’ın bu kâinatı imtihan amaçlı yarattığını ve bu imtihanın eksiksiz gerçekleşip, hesabın eksiksiz görüleceğini çok iyi idrak eder. Nitekim Âl-i İmran Suresinin 188’den 198’e kadar olan ayetlerinde bu tefekkür neticesi, kalbi, kalp gözü açık olan kulların tefekkürü anlatılmaktadır.

39- Ey hakka tabi olan kul, sabret onların inkârlarına, yalanlama, alay ve eziyetlerine. Çünkü sana uzun görünse de aslında hiç de uzun değil hesap ve ahiret için kalan süre. Hakkını vererek sabredebilmek için hakikati, Allah’ı ve ahireti gereğince hatırlaman gerekir düzenli olarak ki, bu hatırlama için Rabbini ona yaraşır bir övgü ile anmak (ve sebbih bi hamdi rabbike) için namaz kılmalısın her gün güneşin doğmasından önce ve batmasından önce.

40- Ve güneşin batmasından sonra gelen gecede. Rabbinin akla gelebilecek her türlü zaaf ve eksikliklerden çok uzak (subhan) ve yüce (ala) olduğunu hatırlamalısın namazlarının her bir secdesi esnasında.

Kâinatın milyarlarla ifade edilen yaşına baktığımızda, bir insanın 50–60 sene imtihan için sabretmesi bir hiç mesabesindedir. Üstelik bu imtihan neticesi kazanacağı sonsuz cenneti ve eğer imtihanı kaybederse içine düşeceği sonsuz cehennemi göz önünde bulundurursak, bu dünyada en olumsuz şartlardaki imtihana bile sabretmenin çok hafif bir şey olduğunu idrak edebiliriz.

Lakin insanın aciz ve aceleci oluşu, bu sabrı göstermesini zorlaştırmakta, insan hemen şimdi kurtuluşu arzulamaktadır. Fakat hikmet gereği insanın mutlaka sabretmesi gerekir. İnsanın bu sabrı gösterebilmesi için, mutlaka Allah’ı, ahireti, yaratılış gayesini, yani iman esaslarını doğru olarak bilip yakinen iman etmesi ve bilahare bu iman gerçeklerini düzenli aralıklarla ve Allah’ın istediği şekilde hatırlaması, yani zikretmesi gerekir.

Bu zikrin en azı, ayetlerde açıklanan ve Peygamberimizden bugüne kadar mütevatir olarak gelen uygulamayla, günde 5 vakit namazı Peygamberimizin kıldığı şekilde kılmaktır. Bu beş vakit, güneşin doğmasından önce kılınan sabah namazı ile, güneşin batmasından önce kılınan öğle ve ikindi namazları ve güneşin batmasından sonra gecede kılınan akşam ve yatsı namazlarıdır. Namazı gereğince kılan, yani ikame edenler, bu hakikatleri devamlı hatırlarında tutar, dünyanın belalarına sabretme gücü kazanırlar. Bu hususlar Bakara Suresinin 152 ve 153. ayetlerinde daha açık olarak ifade edilmiştir.

Bu nedenle imtihana sabır için mutlaka düzenli ve gereğince namaz kılmak (ikame) gerekir. Namazı terk edenler imtihanı peşinen kaybettikleri gibi, gereğince kılmayanlar da imtihanlarını tehlikeye sokmuş olurlar. Namaz, dinin direğidir. Bu direği son nefese kadar sağlam tutmak, dinin yıkılmamasının sigortasıdır. Namazımız ne kadar düzenli, içten ve ihlaslı ise dinimiz de o kadar düzenli, içten ve ihlaslı demektir.

Namazımızda sorun varsa, dinimizde sorun var demektir. Bu durum imtihanımızın tehlikede olduğuna delalet eder. Bu durumda imtihan için sabretmek bir yana, hakikati ve ahireti sırtımızın ardına atıp, dünyaya yönelme söz konusudur.

Namaz bizim için bir soluklanma, bir ihtiyaç, bir arzu değil de zoraki bir görev, bir an önce kurtulmayı gerektiren bir sorumluluk gibi geliyorsa; kulluğumuzu kontrol etmeliyiz. Çünkü bu durum, ahireti değil, dünyayı; Allah’ı değil, nefsimizin hevasını ön plana çıkarttığımıza, dünyayı bir amaç haline getirdiğimize delalet edebilir.

41- Yeniden diriltiliş esnasında çağırıcının çok yakından çağıracağı günün dehşetinden korunmak için, şimdiden bu dünyada hakka kulak ver.

Ayette diriltiliş ve hesap için, Yüce Allah’ın tüm insanları mahşer meydanına çağırması anlatılmaktadır. Tabi ki bu ayette haktan gafil yaşayanlara bir tehdit/uyarı (inzar) söz konusudur. Çünkü imanlı ve salih amelli cennet adayı kullar zaten bu çağrıyı korkuyla değil, sevinçle bekler.

Bu çağrıyı duymak istemeyenler, şirk koşan ve kötü amelli insanlar olup, onlara ahirette kötü duruma düşmemeleri için şimdiden hazırlık yapmaları, Kur’an’a kulak vererek o güne hazırlanmaları, böylece çağrıcının çağrısını arzuyla bekleyen ve duyunca sevinçle mahşer meydanına varan kullardan olmaları istenmektedir.

42- Ölü durumda olan tüm insanların, o mutlak gerçekleşecek olan dehşetli çağrı sesini işiterek yeniden dirilecekleri gün var ya, işte o gün yeniden diriltiliş günüdür.

Yeniden diriltilişle ilgili bu ayetler mecazi ve teşbih içeren ayetlerdir. Bir askerî birliğin yüksek sesli komutlara itaatine benzetilerek, yeniden diriltiliş ve hesap yerine gidişin nasıl olacağını Yüce Allah’ın tam olarak kavrayamayacağımız komutlarıyla gerçekleşeceğini; hiç kimsenin bu komutlara uymazlık yapamayacağını anlatmaktadır.

Dünyada insanlar Yüce Allah’ın çağrısı olan Kur’an’a uyup uymamakta serbesttirler. Lakin ahirette böyle bir serbestlik olmayıp, o gün tüm insanlar irade dışı olarak o çağrılara/komutlara harfiyen ve anında uyacaklardır.

43- Ey inkârcılar, çok iyi biliyor ve kabul ediyorsunuz ki, sadece biziz biz, sizleri yokluktan hayata getiriyor ve öldürüyor olan. Bundan kıyasla idrak edin, ahiret hesabı için geri dönüş de sadece bize olacaktır.

Müşrik inkârcılar, Yüce Allah’ın tek hayat veren ve öldüren olduğunu kabul ediyor, bu anlamda ortak koştukları sahte ilahların bir gücü olmadığını, kulların taleplerini Allah’a iletmek konusunda şefaatçi (aracı) olduklarını iddia ediyorlardı.

Mesela, günümüzde çocuğu olmayanların yatırlara giderek, evliya olduğuna inandıkları yatırın yüzü suyu hürmetine Allah’tan çocuk istemeleri ya da ömürlerinin uzun olması, kaza bela görmemeleri için bu yatırların yüzü suyu hürmetine Allah’a dua etmeleri bu duruma benzer.

Yüce Allah, kendisinin tek hayat verici ve öldürücü olduğuna inanan müşriklere, onları hesap için geri huzuruna toplayacağını, bu konuda şüphe etmelerinin saçma olduğunu bildiriyor. İlk defa yoktan yaratanın tekrardan yaratabileceğini ifade ediyor.

44- Çağırıcının yeniden diriltiliş için çağıracağı gün, yeryüzü/toprak insanlardan hızla sıyrılıp ayrılır ve insanlar adeta çimlenip topraktan çıkan bitkiler gibi sıyrılarak toprağın üstüne çıkarlar. İnsanları böyle topraktan çıkarıp hesap yerinde toplamak bizim için adeta çocuk oyuncağı gibi kolay bir iştir.

İnsanların yeniden diriltilişi, baharda bitki tohumlarının çimlenerek topraktan çıkışına benzetilmektedir. Nasıl ki çimlenen bitki o sert topraktan kolayca sıyrılıp çıkmakta ise insanlar da birer bitki gibi topraktan kolayca çıkacaklardır.

Nasıl ki milyarlarca bitkiyi her bahar topraktan çimlendirip çıkarmak Allah için çok kolaysa, ahirette de tüm insanları bu şekilde yeniden yaratmak kolaydır. Allah’ın tek hayat verici ve öldürücü olduğuna inanan Arap müşriklerinin, tabiattaki durmadan tekrarlanan yeniden diriltilişleri göre göre, Allah’ın çürümüş insan cesetlerini yeniden diriltemeyeceğini iddia etmeleri, kendi kendileriyle çelişmeleri olup, asla samimi ve iyi niyetli değildir. İşlerine gelmediği için bile bile inkârdır bu tutumları.

45- Onların yeniden diriltiliş ve ahireti inkâr ettiklerine dair sözleri, inanarak değil, işlerine gelmediği için ikiyüzlüce söylediklerini biz çok iyi biliyoruz. O nedenle onları iman ettirmek için kendini harap etme, çünkü sen onları zorla iyiliğe eriştirici, imana/hidayete erdirici (cebbar) değilsin. Kafanı takma bu ikiyüzlü inkârcılara, onları yeterince uyardıktan sonra kendi hallerine bırak. Sen asıl cehennem tehdidinden korkan kimselere, Kur’an ayetleri ile hakikatleri hatırlat ki, onlara fayda versin bu hatırlatmalar.

Önceki ayetlerde açıklandığı gibi, müşriklerin yeniden diriliş ve hesabı inkâr etmeleri, işlerine gelmediği, hesap vermeden yaşamak istedikleri içindir. Yoksa onlar, Allah’ın yeniden diriltmeye kadir olduğunu çok iyi bildikleri gibi, insanın bu dünyada imtihan için yaratıldığını ve ahirette mutlaka hesap vererek hak ettiği karşılığı alacağını biliyorlardı.

Bu bilgi, hem daha önceki ayetlerde işlenilen ve vicdan olarak isimlendirilen fıtratlarındaki tevhid ve ahiret bilincine hem de İbrahim, İsmail, Musa ve İsa peygamberlerin verdiği haberlere dayanmaktadır.

O halde, bile bile inkâr edenlerle fazla uğraşmaya, onlara hakkı zorla kabul ettirmek için uğraşmaya gerek yoktur. Çünkü tebliğciye düşen, hakkı insanlara çok rahat anlayacakları şekilde açıkça anlatmak ve bu hakka davet etmektir. Kafamızı takmamız gereken husus, tebliğ ve şahitliğimizi yeterince ve doğru olarak yapıp yapmadığımızdır.

Davetçinin, bu tebliği doğru ve yeterli bir şekilde gerçekleştirdikten sonra, insanları imana zorlamak gibi bir görevi ve yetkisi yoktur. İnsanları zorla iyiliğe sürükleyen tek merci Allah olup, peygamberlere bile böyle bir güç, görev ve yetki vermemiştir. Zaten ‘zorla güzellik olmaz’ denmiştir. Zorla güzelliği sadece Allah oluşturabilir, cebbar olan sadece Allah’tır.

Lakin mü’minler, Kur’ani hakikatlere iman eden diğer mü’minlere her daim Kur’an ayetleri ile bu hakikatleri hatırlatmakla yükümlüdürler. Tabi ki bu hatırlatma da karşılıklı anlayışa dayanmalıdır. Yani bir mü’min kendisine hakkı hatırlatmasından razı olduğu kimselere yapmalıdır bu hatırlatmaları. Eğer bir mü’min, başka bir mü’minin kendine hakkı hatırlatmasından şu ya da bu nedenle razı olmuyor, rahatsız oluyorsa, rahatsız olunan mü’min hakkı hatırlatmaya çalışmamalıdır.

Karşılıklı hatırlatmadan razı olan mü’minler, birbirlerine hakkı hatırlatmalıdırlar. Aksi halde kaş yapayım derken göz çıkarma, iyilik yapayım derken insanları haktan uzaklaştırma söz konusu olur. Nitekim Asr Suresinde, “Birbirlerine karşılıklı hakkı ve sabrı tavsiye ederler.” denmektedir. Bu karşılıklılık, hatırlatma ve tavsiyeleşmenin karşılıklı istek ve rızaya dayandığını ifade etmektedir.

Bir mü’min herkese hakkı tebliğ etmeye çalışır. Tebliğ ettiği kişi hakkı anladıktan sonra, artık tebliği bırakır. Bu kişi eğer bu hakka tabi oluyorsa, ona zaman zaman hakkı hatırlatır. Bu hatırlatma, o kişi istekli ve razı olduğu sürece devam eder.

Gerek tebliğ gerekse hatırlatmada, tebliğ edilen ve hatırlatılan kişilerde isteksizlik ve hoşnutsuzluk emareleri görülüyorsa, tebliğ ve hatırlatma bırakılmalıdır. Çünkü haddinden fazla ısrar fayda yerine zarar verebilir. Bizim bıraktığımız tebliğ ve hatırlatmayı, belki başka bir mü’min yapar ve bu, fayda verebilir. Ama ısrar edersek, bizim tebliğ ve hatırlatmamızdan rahatsız olan kişi, iyice haktan uzaklaşıp, başka mü’minlerin tebliğ ve hatırlatmasına da kulağını kapatabilir. Bu durumda biz kaş yapayım derken göz çıkarmış, o kişinin delaletine sebep olmuş oluruz.

Bu husus çok önemlidir. Tebliğci ve hatırlatıcı mü’min insan sarrafı gibi olmalı, tebliğ yaptığı ve hatırlattığı kişinin kendisinden, tebliğ ya da hatırlatmasından hoşnut mu yoksa rahatsız mı olduğunu devamlı gözetlemeli; onun durumuna göre tebliğ veya hatırlatmasını sürdürmeli ya da bırakmalıdır. Olur ki, şimdi bizden rahatsız olan birisi, onu rahat bırakırsak, ileri de bizim tebliğ ya da hatırlatmamızı arzulayabilir. Böyle bir durumu hissedersek, o zaman bu sorumluluğumuzu yerine getirebiliriz.

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR