1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. İtikadi Vahdete Ulaşma İmkanları

İtikadi Vahdete Ulaşma İmkanları

Temmuz 2007A+A-

21. yüzyılın başında Avrupa genelinde farklı halklardan oluşan ve kimlik kayıtlarında Müslüman yazan 33 milyon insan bulunmaktadır. Dünyada ise 1,5 milyar Müslümanın varolduğu söyleniyor ve bu nüfusun 1/3'ü ise egemen siyasi literatürde "azınlık" olarak değerlendiriliyor. Ancak kimliksel aidiyetleri Müslümanlıkla ilişkilendirilen bu büyük çoğunluğun İslam'la irtibatları sosyolojik bir tasniflemeden öteye gitmiyor. Çünkü İslam'la irtibatlandırılan bu sosyolojik küme içinde İslami kimliğini korumaya, aklamaya veya güçlendirmeye çalışanlar yanında; tamamen Batılı paradigmaya ait olan laiklik, liberallik, sosyalistlik, demokratlık, ulusalcılık gibi kimliklerle bütünleşenler kadar; dehri, ruhçu, cinci, Nur-u Muhammedici, vahdet-i vücutçu gibi pagan anlayışlar taşıyanlar; kavmiyetçi, kabileci, şeyhçi, şehirci, memleketçi takıma, hizipçi, mezhepçi yaklaşımları önceleyenler ile eklektik ve mozaik bir kimlik hali ön plana çıkmaktadır.

Kendilerine Müslüman denilen, ama kimlik açısından büyük bir mozaik küme oluşturan bu insanlar, genellikle "Onların çoğu Allah'a şirk koşmadan iman etmezler." (12/106) ayetini hatırlatmaktadır. Diasporada yaşayanlarla birlikte İslam coğrafyasında sayılan 1,5 milyarı bulan bu büyük çoğunluğa, bir de kesinlik ve itminan ifade eden "iman halleri" açısından bakılmalıdır. Ve Rabbimiz, insanların çoğunun ne kadar istense de iman edici olmadıklarım (12/103) bildirmektedir.

İslam'la vasıflandırılan bu büyük sosyal küme içindeki pozitivist, materyalist teist ve ateistler dışındaki ana dilim, kültürel veya sosyolojik de olsa kendilerini bir şekilde Müslümanlıkla vasıflandırmakta veya şekli ve yüzeysel de olsa Kur'an'la, Hz. Muhammed'le ve bazı İslami kavramlarla irtibatlı olduklarını ifade edebilmektedir. Vasıflanan bu büyük dairedeki daha alt kümeler ise diğer kimlikleriyle beraber kendilerini kıble ehli olarak görmektedirler. Daha örgütlü ve cemaatsel alt kimlikler ise genellikle "Firka-i Naciye" iddiasıyla itikadi mezheplere bölünmüşlerdir. İtikadi mezheplerin temel farklılıkları ise subut-i kati olmayan Kur'an dışı itikadi bilgilerden ve kesinlik taşımayan delalet-i zanni bilgi ve yorumlardan kaynaklanmıştır.

Kur'an'da, Tevrat ve İncil'in bir kısmına iman edip bir kısmına iman etmeyenler gibi "... Kur'an'ı parça parça kılanlar"a (15/91) yöneltilen uyarının bugünkü karşılığı da bu Müslüman denilen büyük sosyal kümeden başkası olmamalıdır. Bugün Müslümanların büyük çoğunluğu İslam'la ilgili itikadi kimliklerini, "hakke'l yakın"e, yani gayb konusunda kesin "ilim" ifade eden Kur'an'a göre değil de, Hak'tan hiçbir şey ifade etmeyen zanlara ve nefislerinin nevalarına uyarak (53/23) veya taklitçi bir şekilde ilimsiz yani "bigayr-i ilim" (30/29) olarak edinmişlerdir.

Müslümanlıkla irtibatlandırılan bu büyük sosyal küme içinde İslam'ı orijinal kaynağına ve uygulamalarına göre algılamaya ve tanıklaştırmaya çalışan; mezhepçi, eklektik ve tüm cahili eğilimlerden arınarak Allah'ın razı olacağı özgün bir kimliğe yönelen nitelikli ve dinamik mü'minlerin sayısı ise oldukça azdır. Ama bu az olan sosyal küme, İslam'ın hayatla ilgili en değerli sosyal örnekliği oluşturmakta ve birikimini taşımaktadır.

Rabbimiz insanlar veya iman edenler arasında ihtilaf nedenlerini birçok ayeti kerimede açıklamıştır.1 Rabbimiz, "Apaçık beyyineler geldikten sonra parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler" (3/105) gibi olmamamızı ve dini dosdoğru ayakta tutup, onda ayrılığa düşmememizi (42/12) hatırlatmış olmasına rağmen, zaman içinde Muhammed ümmeti de değişik sapmalar nedeniyle kendinde olanı değişik tarzlarda ve temel alanlarda değiştirdiği için, Allah'ın bağışladığı nimeti yitirmiş (8/53) ve rüzgarı kesilmiştir. (8/46)

Rabbimiz katından iletilen Kur'an'a ve sahih kabul edebileceğimiz tarihi rivayetlere baktığımızda, ilk Kur'an neslinin kurumsal olarak sosyal, siyasal ve kültürel açılımı Medine toplum modeli ile gerçekleşmiştir. Bu ilk Kur'ani toplum modelinden sapma trendini, görünürlük önceliği ile şu maddelerle sıralamak mümkündür:

1- Yönetimde keyfileşme ve saltanatlaşma eğilimi.

2- Denetimsiz fetihlerle gelen büyümeyi kuşatıp-eğitecek yeterli kadronun yetiştirilememesi.

3- İslamlaşma süreçlerinde, eğitim-öğrenim olgusundan çok, itaat olgusunun öne çıkması.

4- Saltanatlaşan iktidarlarla, Medine modelini oluşturan ilkeleri ve sahih uygulamaları korumak isteyen direnişçiler/muslihun arasındaki çatışma ve çelişme sürecinde, eğitim ve öğrenim mekanizmaları arasında istişari irtibatın kopması.

5- Fikri/kimliksel dönüşümünü tamamlayamadan "İslam olan" kitlelerin kültürel alışkanlıklarında kalıntısını taşıdıkları eski cahili değerlerin, İslami şekil ve kavramlara bürünerek varlıklarını devam ettirme imkanı bulmaları.

6- Müslümanların kültürüne sızan veya nefsani sapmalarla oluşan cahili tutum, davranış ve anlayışlarla salim akılların kirletilmesi; İslami asılların sonradan oluşan önyargılarla okunmaya ve yorumlanmaya çalışılması; mukallitliğin yaygınlaşması.

Bugün Müslümanlar, tevhidi ümmet yapısının dağılmış enkazı görünümündedirler. Bugün Müslümanlar Kur'an'ın muhkem ve delaleti açık nasslarına göre yönetilmemektedirler. Müslümanlar bugün, gelenekçi ve modernist sapma nedenlerinden arınmış, Kur'an'ın belirleyiciliğini ve üst kimlik olarak vahyi bildirimleri önceleyen herhangi bir devlet yönetimine de sahip değildirler. Müslümanlar ya küresel kapitalizmin hakimiyeti ve kuşatması altındadırlar, ya da ulusal devletlerin vatandaşı konumundadırlar. Ancak Müslümanların düştüğü bu zillet sadece emperyalizmin ve işbirlikçilerinin desiselerinden değil; aynı zamanda kendi ümmet olma diriliklerini kaybetmelerinden kaynaklanmaktadır.

6-7 asırdan bu yana vahye, tevhid ve adalete tanıklık yapan bir toplumdan ve siyasetten veya Kur'an temelli öğrenimin kurum ve süreçlerinden mahrum kalan Müslümanların "Kur'an ümmeti" olarak anılması, bir realite değil; olsa olsa geçmişe hürmeten yaşatılan bir duygudur. Ümmet diriliğini kaybetmemizle birlikte fikirde ve amelde yeniden ümmet diriliğini veya vahdeti yakalamak için ortaya konan ıslah çabalarının bir ürünü olan 20. yüzyılın son çeyreğindeki İslami veya tevhidi uyanış hareketleri de henüz Müslümanları uyaracak, gücüne oranla yeterli çözümler üretecek ve sosyal örneklikler oluşturacak bir model oluşturamamıştır.

Vahdet Özlemi ve Vahdetin Şartları

Ümmeti yeniden diriltme veya inşa fikri ve vahdet ideali, İslami aidiyet açısından önemli bir duyarlılık ve sorumluluktur. Ama son dönem Müslümanları, hem asırlardır süren ümmet varlığının zayi edilmesiyle doğan enkazın yükünü, hem de son dönem tevhidi uyanış çabalarının henüz sosyal bir modele kavuşamamasından doğan başarısızlığı bir mağlubiyet psikolojisi içinde yaşamaktadırlar. Ancak mağlubiyet psikolojisi içeren bütün bu ağır tabloya karşı, kendine Müslüman diyen toplulukları da, son dönem İslami uyanış sürecini de doğru analiz etmemiz gerekmektedir.

Hucurat Suresi'nde henüz iman düzeyine ulaşamamış bedevilerin, "İslam'a girdik" (49/14) hitabı ile İslam'a bağlılık dairesine dahil edilmeleri, önemli bir olgudur. Bugün İslami uyanış ve bilinçlenme istikametine giren veya tevhidi bilinç ve kimlik olarak derinleşen Müslümanların yanında, yeteri kadar vahiy dışı kimliklerden kopamamış ama samimiyetle kendini İslam'a nispet eden ve kıble ehli olan insanların varlığı da, en azından "İslam'a girdik" diyenlerin kabulüne benzer bir olgu halini hatırlatmaktadır.

Bugün de Müslümanlar arasındaki itikadi ve fıkhi konularla ilgili tarihi kopukluk ve ihtilaflar varlığını sürdürmektedir. Bazı ortak duyarlılıklar ön plana çıkartılarak söz konusu ihtilaflar hasır altı edilmeye çalışılsa da, bu konudaki yaraların kabuğu, yaşanan ufacık sarsıntılarda yırtılmakta ve kanamaktadır.

İtikadi planda dünden bugüne çoğu kez zanna, yani vakıasız içtihada dayanan ve gaybe taş atma konumuna düşen İbadi, Mürcii, Mutezili, Eş'ari, Maturidi, İsna Aşeri, Selefi akaid ve kelam ekollerinin ürettiği ihtilaflar, "akaid", "makalat", "firak", "milel ve nihai" kitaplarında görüldüğü gibi fikri ve ameli alanlarda da yaşayarak günümüze kadar taşınmışlardır. Allah, ayrılığa düşülen konularda Kıyamet Günü mutlaka hükmünü verecektir. (22/69) Ancak o gün azapla karşılaşmamak için dünya hayatı sona ermeden önce, nimetini hatırlamak ve dağılıp ayrılmamak konusunda Rabbimiz bizleri, dün de bugün de "Allah'ın ipine sımsıkı sarılmaya" (3/103) davet etmiştir. Tutunulacak kulp veya yürünecek istikamet, ölümlülerin ürettiği değerler değil, Rabbimizin ilettiği vahyi ölçülerdir:

"Bu indirdiğimiz mübarek bir Kitab'dır. Şu halde O'na uyun ve korkup-sakının. Umulur ki esirgenirsiniz." (En' am, 6/155)

Ancak Rabbimizin de bildirdiğine göre Kitab'ı okudukları halde akletmeyenler vardı. (2/44) Dillerini Allah'ın ayetleriyle eğip bükenler vardı. (3/78) Kitab'da kelimelerin yerlerini değiştirenler vardı. (5/41) Lanetleneceklerini bile bile Allah'ın ayetlerini gizlemeye cüret edenler vardı. (2/159)

Müslüman olduklarını söyleyen bazıları da, sırf mezhebi veya eklektik kabulleri sorgulanmasın diye, "Kur'an'ı biz anlayabilir miyiz?" gibi sorularla, mübin olan Kur'an'ın, geleneksel mukallitlerin ve modernist tarihselcilerin iddiaları gibi evrensel bir ölçü ve kabule götüremeyeceğini iddia etmeye çalıştılar. Oysa, Kitab'daki kelimeleri yerlerinden değiştirme veya Kitab'ın ayetlerini gizleme keyfiyeti bile, bir bilme halini veya vahyi hitabın maksadının anlaşılmasında açıklık gerçeğini ifade etmektedir.

Bugün de itikadi konularda ölçümüzü, ilk sahabe neslinin aldığı eğitim gibi, Rabbimiz tarafından konuyla ilgili olarak Kur'an'da belirtilen hitap, kavram ve hudutlar çerçevesinde edinmeliyiz. Ancak bugün de "İtikadımızı Kur'an'ın muhkem ayetleriyle sorgulayalım ve yitirdiğimiz vahdeti yakalayalım." denildiğinde, hermenötikçi veya tarihselci yöntemlere sığınan mezhepçi mukallitlerin ve en muhkem konularda bilinemezcilik veya görelilik putuna meyledenlerin itirazlarıyla karşılaşıyoruz. Oysa gaybi konularda itikad sahibi olmak hususunda hudutlarımızı insanların ölçüleriyle değil, Rabbimizin korunmuş olan vahyi bildirimleriyle belirleme mükellefiyetimiz söz konusudur. Ayrıca akaidimizde muhkem ve delaleti açık Kur'an nasslarını hakem edinme ölçüsü girift, muamma ve bilinemez bir usul değildir. Rasulullah (s)'dan bu yana gayb konusunda Kur'an'ın gösterdiği ölçüleri koruma cehdi içinde muvahhid insanlar ve ıslah temelli tanıklık çizgisi hep olagelmiştir.2

İnsanın kapasitesi oranında, subut-ü kati ve delalet-i kati nassı akaidinde ve itikadi vahdet konusunda rehber edinmesi; bir mezhebi, mezhepçiliği veya ön yargıları öncelemesi anlamına gelmez, bizzat Kur'an'da var olan nesnel ve evrensel gerçeğe yönelmek anlamına gelir.

Rabbimiz, "Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" tarzındaki Nuh(a)'a yönelttiği vasiyetini, bizler için de bağlayıcı kılmıştır. (42/13) O halde ayrılığa düşmemek için, ayrılık konulan ve nedenleri doğru teşhis edilmeli, zulmedenlere eğilim gösterilmeme (11/113) öğüdüne uyulmalı ve bu anlamda işlenmiş bir zulüm varsa, tevbe edilip ıslah yoluna (5/39) gidilmelidir. Ayrılığın karşıtı vahdettir. Tevhid ile aynı kökten gelen vahdet kavramı, eşsizlik, teklik anlamına gelmektedir. Vahid, kesinlikle parçalanma ve bölünme kabul etmeyen şeydir.3

Hakkın ve adaletin tanıklığını yapan Muhammedi ümmet yapısının sarsılması ve dağılmasıyla birlikte bütünlükleri bozulan Müslümanların hali vahdeti ifade etmemektedir. Kur'an nimetinin rehberliğini bıraktıkça tevhidi bilinçten ve şahitliğinden uzaklaşan Müslümanların dünkü parçalanmaları ve çatışmaları gibi; bugün de Afganistan'da ve Irak'ta birbirlerinin kanını dökme noktasına gelen Şii ve Sünni mezhepçiliği; rivayet ekolü ve çağdaş Selefilik ile dirayet ekolü ve Kur'an merkezli düşünce yönelimi arasında tekfire kadar varan diyalogsuz çatışma; batini tasavvufi ekollerin muhkem nassları çiğneyen yaklaşımları; batini cereyanları andırır tarzda tarihselcilik akımının Kur'an ahkamını veya metnini değiştirme teşebbüsleri; batini telakkilerin neo-gelenekçilik kılıfıyla gündeme sokulması; ayrıca demokrasi, laiklik, ulusçuluk/ "milliyetçilik" gibi akaid konusu edinilen seküler paradigmaya ait telakkilerin Müslümanların kültürüne eklemlenmesi üzücü tablolardır.

Kendini İslam'a nispet edenler arasında yaşanan bu köklü ayrışmalar ve çatışmalar karşısında, salim akıl ve salim kalp sahipleri tabii ki vahdet özlemini taşıyacaklardır. Ancak vahdete özlem duymak, temenni ve duygusallık boyutunda kalmamalıdır. Çünkü vahdet konusunda duyguları okşayan söylem ve teşebbüsler, iyi niyet gösterisi dışında kalıcı bir etki bırakamazlar. Ancak vahdeti gerçekleştirme hedefi, gerekli şartların tespitine, bu şartların yerine getirilmesine ve doğru bir planlamaya dayanırsa tutarlılık ve gerçeklik kazanabilir.

Müslümanlar arasında vahdeti sağlamak ve asırlarca yıkılan gönülleri birleştirmek, çöken duvarın tuğlalarını üst üste dizip onarmak kadar kolay değildir. Vahdet arzusu soyut bir özlemden öte, ayrılık ve aykırılıklardan uzaklaşmanın somut bir hedefi ise ciddi bir emeği ve sabrı gerektirir. Bunun için Müslümanlar, mevcut hallerini tarihi ve toplumsal olarak analiz edebilmelidir; yeniden güçlendirilecek veya inşa edilecek yapının zeminini ıslah edilebilmelidir. Binanın aslı veya zeminin alanı ise akidevi netlik ve dirilik sahasıdır. Çünkü düşüncelerimizi, metodumuzu dayandırdığımız kaynak, Rabbimizden bize Kur'an nimetiyle iletilen tevhid akidesidir.

Bizim düşüncemiz de, metodumuz da, nizam veya ilmihalimiz de akidemizden kaynaklanmalıdır. Tevhid akidesi, sözden ibaret veya içi boşandırılmış bir zarf değil, Rabbimizden olan arı duru ve vâkiî/yakîni olan vahiy kaynağına dayanmalıdır. Müslümanlar için vahdet özlemi, ciddi bir tarih ve toplum değerlendirmesini, kimliksel olarak da Kur'an merkezli bir özeleştiri ve muhasebeyi gerekli kılar. Çünkü vahdet ideali, İslam ümmetinin ıslahı ve yeniden inşası projesinden ayrı düşünülemez. Yoksa kimse kimliğine bulaşmış olan Kur'an dışı itikadlardan ayrışma yönelimini paylaşmadan, kendi zaaflarını tartışmak ve arınmak için takvayı üstlenmeden, vahiy temelli sahih bir inancı tanıklaştıramaz, dolayısıyla vahdet hedefine ulaşamaz.

Kur'an neslinin inşa şartlarını düşünsel, usuli, metodik planda idrak edemeyen hiçbir vahdet özlemi ve çağrısı gerçekçi değildir. Çünkü vahdet sorunu, İslam ümmetinin yeniden ihyası, Müslüman cemaat, toplum ve kavimlerin tevhidi kimlik temelinde bütünleştirilmesi davasıdır. Vahdet, öncelikle Kur'an dışı ve Kur'an'a aykırı olarak taşınan her türlü inanç, kültür ve gelenekten hicret edilmesi, vahiy temelli bir inanç ve hareket beraberliğinin sağlanması demektir.

Vahdeti sağlama yükümlülüğü, tevhidi bilinç ile davranan bütün muvahhid kişilerin, sosyal öbek ve grupların görevidir. Vahdete götüren diyaloglar, dayanışmalar ve ittifaklar olabilir. Ama vahdeti sağlayacak olan temel görüş; hayatın öncesi, anlamı ve sonrası ile ilgili yakîn ifade eden gaybi/itikadi tespit ve kabullerde anlaşmakla, bu konularda yakini/kesin bir ölçü sahibi olmakla başlar. Vahdeti ifade eden mü'minlerin kardeşliği; ancak temel inançlar, düşünceler ve eylemler konusunda edinilecek ortak dil, usul, inanç ve düşünce beraberliği ile kalıcı olabilir.

Vahdet, tevhidi kaygı taşıyan ve sorunlarının çözümünde Kur'an'ın muhkem nasslarını önceleyen kişi ve çevreler arasında gündemli diyaloglarla gerçekleşebilecek, tedrici bir gayreti, azmi ve sevinci gerekli kılan bir süreçtir.

Vahdet ve Arınma Süreci

Müslümanların son 6-7 asırda Kur'an ümmeti olma iradesinin gücünü ve kuvvetini yitirmesi ve son dönemlerdeki tevhidi uyanış çabalarının kalıcı bir sosyal örnekliği henüz kurumlaştıramamış olması, dünyevi düzlemde bir mağlubiyet psikolojisini büyütmüştür. Kapitalist tüketim kültürünün, modern yaşam tarzı olarak beşeri bir din gibi tüm hayatımızı kuşatması ve insanımızı ayartmaya çalışması yanında, Müslümanların süreçleriyle ilgili yaşadıkları eziklik ve dağılma hali, tevhidi kimlik ve mücadeleden soğuma ve kopmalara da neden olmuştur.

İç hastalıklarından kurtulmak kadar; küfür güçlerinin İslam coğrafyası üzerindeki baskısı, ifsadı, yıkımları karşısında da ağır acılar çeken Müslümanlar, İslami ümmet yapısının zinde günlerine özlem beslemekte, muhtaç ve çaresiz hale düştüklerinde de ilk elde fiili yardımı yine aynı kıbleye yönelen kardeşlerinden beklemektedirler. Ancak genel anlamda Müslümanlar kardeş olduklarını, daha ziyade dara düştüklerinde veya baştan sıkıştıklarında hatırlanmaktadırlar. Bu arada da Müslümanlar arası dayanışma ihtiyacı ciddi olarak vahdet duygusunu ve özlemini beslemekte ve büyütmektedir.

Vahdet sorunu. öncelikle olumsuz süreçlerin anaforuna kapılmamış, Kur'ani ilkelere tutunarak şartları aşmaya çalışan ve ayakta kalan, kardeşlik ve şahitlik temelinde birlikte iş yapma azmi taşıyan insanların ciddiye aldığı bir konudur.

Tüzel kişilik olarak İslam ümmetinin kaybıyla birlikte, dünden bugüne fikri ve ameli alanda vahyi asıllar üzerinden bir ıslah ve ihya cehdi ile yenilenen müminler ve sosyal oluşumlar, İslam'ı yaşamlaştırma sürecinin en önemli birikim ve kazanımlarını ifade etmektedirler. Müslümanların vahdetini oluşturma sorumluluğu da birinci elde İslami tanıklık ve mücadele için çaba gösteren, ayakta kalan öncü yapılara ve ıslah cehdi taşıyan öncülere aittir. Bu nedenle de ıslah önderlerinin ve tevhidi değerlere tutunan oluşumların vahdet konusunda ortaya koyacakları tespitler ve yol haritaları önemlidir. Çünkü İslam için ve Allah adına çaba gösteren bütün kişi ve oluşumlar için vahdet, hem fiili hem itikadi bir zarurettir.

Ancak İslami kitlelerin değer verdiği vahdet özlemi, çoğu kez sığ ve durumu geçiştirmeye yarayan seranomilere de konu olabilmektedir. Vahdet söylemi çoğu kez duyarlılıkları kuşatabilmek için bazı yetersiz hazırlık ve sığ yaklaşımlarla içi boş bir zarf gibi gündeme gelebilmektedir. Çoğu kez mezhep temsilcileri veya taassuplarıyla içine kapanan kişi ve cemaatler, farz ve muhkem olanda anlaşmak ve bütünleşebilmek için, kendi indi maslahatlarından veya menduplarından bile vazgeçme basiret ve takvasını gösterememektedirler. Hatta bazıları, Müslümanların özlemini ifade eden vahdet söylemini mezhebi, hizbi veya stratejik hedeflerini ambalajlamanın bir aracı olarak bile kullanabilmektedir.

Vahdet konusunda, İslami mücadeleyi yüklenmiş Muhammed Fadlallah, Hasan Turabi, Fethi Şikaki gibi kanaat önderlerinin yaklaşımları oldukça gerçekçidir. Onlar, mezhebi farklılıklara bölünmüş, dini anlama usulü konusunda ciddi farklılıklar taşıyan, tevhid akidesinin kuşatıcılığına rağmen farklı itikadi kabuller içinde olan İslami ekolleri, mezhepleri ve halkları kısa bir zaman içinde itikadi vahdete götüremeyeceklerinin idraki içinde davranmışlardır. Ayrıca onlar, aynı kıbleye yönelmelerine, aynı Kitab'a ve Rasul'e inanmalarına rağmen, mevcut İslami ekol ve sosyal öbekler arasındaki asırlar içinde oluşmuş itikadi konulardaki kimliksel farklılıkları hemen gideremeyeceklerini, bu nedenle de fikri veya itikadi vahdeti zamana bırakıp; şimdiden ed-Din adına sahip olunan doğruları olduğunca öne çıkartarak Müslümanların siyasi ve sosyal sorunlarını çözmek için "siyasi vahdet"i gerçekleştirmeyi önermişlerdir. Ve dahi onların diğer takdire değer bir tutumları da, siyasi vahdeti gerçekleştirelim derken, itikadi ve usuli alanlardaki farklılıkları küçümsememeleri, tali meseleler olarak görmemeleridir.

Siyasi vahdet tezi, tevhidi muhteva yeterliliğine gereğince sahip olmasa da, insani olanı ve İslam'a aidiyet kanallarını korumaya yönelik bir İslami duyarlılık çabasıdır. Kur'an'ın delaleti açık nasslarını rehber edinerek bütünsel olarak sabitelerimizi belirleme zindeliğinden mahrum olan bir vahdet projesine, "vahdet" demlemeyeceği malumdur. Aslında "siyasi vahdet" terkibiyle Müslümanlar arasında ortak düşmana ve ortak problemlere karşı bir ittifak veya diyalog halini oluşturmak kastedilmektedir. Siyasi vahdet, bir Kur'ani bilinç kaynaşmasından ziyade, parça doğrularımız üzerinden ortak duygu beraberliğini ifade etmektedir. Zorluklar ve kuşatılmışlıklar karşısında Müslümanlar arasındaki ittifaklar ve diyaloglarla sağlanacak kalbi yakınlıkların ve duyarlılığın derinleşmesi, düşünsel konulan karşılıklı olarak delil ve ikna temelli konuşmamıza ve gerçek vahdetin imkanlarını kavramamıza da vesile olacaktır.

Islah çabalarını önemseyen Müslümanlar arasında usuli ve fıkhi vahdete, tedrici diyalog ortamları ile kavuşulacağını gösteren en önemli örnek, 1947-48 yılları arasında yapılan "Daru't Takrib" çalışmalarıdır. 20. yüzyılda "İyilik ve takva konusunda yardımlasın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın." (5/2) ilahi buyruğu doğrultusunda gerçekleştirilmeye çalışılan bu çabalar, Sünni dünyada da Şii dünyada da var olan ıslah çalışmalarının yakınlaşmasına ve birbirlerine katkıda bulunmalarına yol açmıştı. Sünni dünyadan Mahmut Şeltut, Mustafa Abdurrezzak, Abdülmecid Selim; Şii dünyadan Hac Hüseyin Burucerdi, Muhammed Hüseyin Al-i Keşifu'l-Gıta, Abdulhuseyn Şerefuddin önderliğinde gerçekleştirilen bu "yakınlaştırma" çalışmaları vahdet özlemi için önemli bir adımdı; ama Ali Şeriati'nin tespitiyle her iki büyük grubun mutaassıp ve yobaz kesimleri tarafından saldırıya uğradı.4

İran İslam Devrimi sırasında tüm İslami oluşum ve hareketleri vahdet konusunda heyecanlandıran ses, Şah rejimine karşı yapılan gösterilerden yükselen "La Şiiyye La Sünniyye Vahde Vahde İslamiyye" sloganıydı. Ve devrimin ilk Cuma namazı imamları Talegani ve Muntezari'nin, vahdet namazları çağrısıydı. Daru't Takrib çalışmalarının bir iz düşümü olan, Şiiliği ve Sünniliği aşma ve İslami esaslarda bütünleşme azmi taşıyan bu slogan ve vahdet çağrıları, ne yazık ki devrimden bu yana çeyrek asır geçmesine rağmen geniş katılımlı, ciddi, derinliği ve sürekliliği olan bir kurum haline dönüştürülemedi. Hele İran Anayasası'nın giriş maddesine, söz konusu tasarımın İsna Aşeriyye itikadi mezhebine göre yapıldığının ve bu maddenin değiştirilemeyeceğinin yazılması; İran İslam Cumhuriyeti'nin ilk imamı olan Ayetullah Humeyni'nin vasiyetinde Şii mezhebini ve itikadını vasiyet etmesi, takrib çalışmalarının muhtevasını daraltan ve zedeleyen önemli zaaflardı. Mukabil zaaflar Suriye İhvan önderlerince de, Cezayir'deki Afganlılar (GIA) hareketinde de veya Selefi hareketin cihadcı veya kralcı kanatlarında da sergilenebildi.

İran Devrimi'nden bu yana İran İslami Yönetimi'nin düzenlediği "Sınırlar Ötesi Daru't Takrib Konferansları", her yıla bir tane bile düşmüyor. Konferanslarda işlenen konular ise itikadi mezhepleri aşıp Kur'an nasslarında buluşmak gibi bir muhteva taşımıyor. Daha ziyade var olan itikadi farklılıkları bir zenginlik gibi gösterip, farklılıkların diyalogun önüne geçmemesi ve ortak düşmana karşı dayanışmanın gerekliliği vurgulanıyor. Ayrıca medeni talepler ve temennilerden bahsediliyor. Tahran'daki 20-26 Ağustos 2006 İslami Vahdet Konferansı Kapanış Bildirgesi'nde de görüleceği gibi Müslümanların başındaki işbirlikçi ulus devletlerin güçlenmesinin teşvik edilmesi gibi bulanık siyasi hedefler de ifade edilebiliniyor.5

Aslında vahdet konferansı veya haftalarına "vahdete yönelim konferansları" denilip ve bu başlığın ağırlığınca hareket edilmesi çok daha doğru ve tutarlı olur. "Küresel İntifada" söylemi küresel kapitalizme ve işbirlikçilerine karşı bir dayanışma çağrısıdır. Müşterek düşmana ve küresel emperyalizme karşı, kültürleri ve kaygıları birbirine çok daha yakın olan Müslümanların, ittifak ve yardımlaşma sorumlulukları nedeniyle gerçekleştirecekleri temsilcilik düzeyindeki buluşmalar için vahdet başlığı yerine "dayanışma" başlığı kullanılması daha gerçekçi olur. Örneğin 2006 Mayıs ayında Tahran'da yapılan "Kudüs ve Filistin Halkıyla Dayanışma Konferansı"6 böyle bir girişimdi ve başarılıydı da.

Vahdet çalışmaları, ittifaklarla ilgili bir siyaset, strateji veya taktik diline değil, din diline dayanır. İtikadımızla ilgili din dilini öğreneceğimiz kaynak ise, insanların ürettiği görüşler veya mezhepler değil, Rabbimizin vahiy yoluyla ilettiği ve anlaşılması hususunda Rasulullah (s)'in örneklik yaptığı Kur'an vahyidir. Bu anlamıyla "takrib" çalışmaları bile bir vahdet projesi değil; belki bu projeyi gündemleştirecek olan mezheplerin yakınlaştırılması, neyi nasıl düşündüklerini anlama çabasıdır. Ancak bu çaba, zanni alanlarda kelami görüşlerini itikadlaştıran ekolleri ve okuma tarzlarını bir anlama kaygısıdır; ama kelami ve zanni görüşlerini akaidleştiren bu ekolleri/okumaları içselleştirme veya meşrulaştırma hali değildir.

Tevhid ile aynı kökenden gelen vahdet kavramı, önce Kur'an'ın anlaşılmasında ve vahyi bildirimlerin edinilmesinde "bir" olmayı ifade eder. Gaybi inanç alanında vahyin bildirdiği konular ve usul üzerinde ortak bir kabule/itikada varılmadan düşüncede, metodda ve istişarede sağlıklı bir uyum ve denge yakalamak mümkün değildir. Yukarıda da ifade edildiği gibi itikadı veya akaid konuları temelde aynı olmayan bir ümmetin sosyal, siyasi, idari ve kültürel alanlarda vahdet içinde olması mümkün değildir. Akaid konularında ihtilafa düşmüş olan Müslümanların dayanışması zorunluluk, duygusallık veya konjonktürel süreçlerle alakalıdır ve sürekli değildir. Müslümanların gerçek dayanışması ve mü'minlerin kardeşliği ise ancak ve ancak itikadı vahdetle mümkün olabilir. Tabii ki itikadi vahdet sadece bir bilgi çizelgesi ve koleksiyonu değil, sahih bilgiyi amelleştiren kalp ve tavır intifadasıdır; yani vahye şahitliktir. İtikadi konularda vahdeti yakalamanın yolu ise Kur'an eksenli bir hakemlikten, subut-ü kati ye delalet-i kati nass ile akaid ölçüsüne ve bilgisine varmaktan, gaybi konularda zanni vehimlerden arınmaktan geçer.

Şiileri, Sünnileri, İbadileri, Selefileri Kur'an dışı inançlardan arındırmaya çalışmak, kendi kabulümüze veya ekolümüze çağırmak değildir. Hep birlikte Kur'an'ın belirleyiciliğine çağırmak demek, Kur'an-ı Kerim'i, imam tutmak demektir. Bilindiği gibi Kur'an ayetlerinin hepsi muhkem, hepsi müteşabihtir. Ama dalalet açısından müteşabih olan ayetlerin anlaşılmasında başvurulacak olan, Kur'an'ın anası muhkem ayetlerdir. (3/7) İtikadi konularda ayetleri yorumlarken öncelememiz gereken muhkem ve delaleti açık ayetlerin hakemliğidir. Mesajı açık ve mübin olan Kur'an'ın gaybi alanlarla ilgili bildirimlerini, önyargılarından sıyrılma keyfiyeti gösteren her salim akıl sahibi anlayabilir. Yoksa Rabbimiz Kur'an'da akıl sahiblerine ey nas/insan diye hitap ederek, onları ilettiği vahyine akletmeye ve inanmaya davet etmezdi.

Tabii ki İslami okuma ve yorumlarımızı tektipleştirmemiz ve sadece kendi çıkartımlarımıza indirgememiz doğru ve gerçekçi olamaz. Çünkü yorumda öznellik söz konusudur. Kur'an'ı yorumlayan bir kimsenin tüm kültürel çevresinden soyutlanarak boş bir zihne sahip olması mümkün değildir. Yani hem yorumlayanın hem kültürel çevrenin Kur'an ayetinin yorumlanmasında öznelliklerinden kaynaklanan bazı etkenleri ilk elde aşmanın garantisi yoktur. Ayrıca yorumcu, ayette geçen ve farklı anlamlara gelen kelimenin hangi anlamını kullanacağı konusunda veya ayetin nüzul ortamını tespit konusunda da ihtilafa düşebilir. Ancak Kur'an'ın anlaşılmasında Kur'an'ın gösterdiği yöntem, hem yorumcunun hem de kültürel çevrenin öznelliğini sınırlandırır.7 Bu konuda sünnetullah olayındaki gibi Rabbimiz gaybi yardımına işaret etmekte ve samimiyetle kendini Kur'an'a açana Kur'an'ın da kendini açacağını vaat etmektedir.

Ancak Kur'an'da itikad konuşu içtihada açık bir alan değildir. Fıkıh alanında bile örneğin "domuz etinin haramlığı" gibi delaleti açık ve tartışmasız konular, her Kur'an okuyucusunun anlayacağı evrensel birer hitaptırlar. Gaybi konularda itikad edineceğimiz bahisler de bu açıklıkta ve tartışma kaldırmayan konulardır. Örneğin delaleti açık vahye göre, insanın ölümünden sonra Allah katında hesaba çekileceği gün Kıyamet'ten sonra mizan/hesap günüdür. Bu konu açık ve tartışmasızdır. Yani subut-ü kati ve delalet-i kati nassa dayanır ve zandan beridir.

Ama mizan gününden evvel bir de daha önce "Münker ve Nekir melekleri"nin varlığı iddiasıyla yaşandığı iddia edilen bir hesap günü inancı vardır ki, bu haberi Kur'an-ı Kerim'de doğrulayan delaleti açık hiçbir ayet bulunmamaktadır. Sadece Kur'an dışında oluşmuş ve kendine "hadis" rivayetleri ve akaid/kelam kitaplarıyla tanım bulabilmiş bu itikad umdesini bazı ayetlerle8 irtibatlandırıp zanni bir şekilde yorumlayanlar mevcuttur.

Rahmetli Seyyid Kutub da, idamına neden olan kitabı Yoldaki İşaretler'de kesinlikten uzak, zanna dayanan yorumlarla yapılan kelam münazaralarını, istikametten saptıran önemli yanlışlıklar olarak göstermişti. Ancak birileri, "itikadı konu ile irtibat kundan ayetler arasında içtihadı çıkartımlarda bulunulamaz mı?" diye de sorabilir. Tabii ki müteşabih ayetler de ve delaleti kapalı ayetler de anlaşılabilir. Ama bu tür gaybi konuların anlaşılmasında esas olamayacaklarına, dolaylı olarak da onların, ancak muhkem ayetleri anlamada vesileler olabileceklerine Rabbimiz muhkem ayetleriyle işaret etmektedir.

Dolayısıyla kabir hayatı ile ilgili Kur'an-ı Kerim'de delaleti açık, yani itikad umdesi oluşturacak hiçbir ayet yoktur. Sadece delaleti kapalı bazı ayetler, üretilmiş çevre kültürü ve insan akılının sınırlılığı ile yorumlanarak akaidleştirilmektedir ki bu tutum Kur'an bütünlüğüne aykırıdır. Kişi ancak bu tür ayetleri akaid umdesi oluşturmadan, hayra yorarak düşünebilir. Ama özellikle gayb konusunda hiçbir düşünce, muhkem ayetlerin hududunu aşmamalıdır.

Anlaşılacağı gibi, itikadi vahdet konusu, içtihad ve yorum alanıyla alakalı değildir. Çünkü içtihad ve yorum yukarıda kısmen değindiğimiz gibi kendine özgü nedenlerden dolayı zanni çıkartanlara dayanır. İtikad alanında zanni alan demek, yorum alanı demektir ki, o da felsefe ve kelam disiplinlerini hatırlatır. Çevre kültürünün değişeceğinin ve muhkem nassların her daim gözetilmesi ile birlikte, bu alanda kesin olmayan ama İslami maslahata uygun bazı açılımlar gerçekleştirilebilir. Fakat bu soyut açılımlar, ne itikadımızın ne de vahdetin konusu ve asılları değillerdir.

İtikadi vahdetin konusu ve asılları, önyargılarından hicret etme hikmet ve erdemini gösterebilen herkesin paylaşabileceği Kur'an'ın açık ve delalet-i kati ayetleridir. Çünkü Kur'an, "...Her şeyin detaylı açıklaması ve iman edecek bir toplum için de hidayet ve rahmettir." (12/111) Bu gerçeğe ulaşıldığında İslam'ın ne kadar kolaylaştırılmış temel bir hayat rehberi olduğu da idrak edilebilecektir.

Ruczdan/kirlilikten arınmak konusunda, Rasulullah'ın öncü sahabe nesliyle beraber örneklendirdiği vahyi inkılab yolunu takip ederek, onun sünnetini yeniden canlandırabilme mükellefiyetimizi unutmamalıyız. Yüzyıllardır köhnemiş ve bulanmış olan bir sosyal ve kültürel yapıyı hemen diriltmek ve arıtmak mümkün olamayacağı bilinci içinde, toplumsal inkılap hedefine ulaşma zaferini tadamasak bile, hedefe götüren muhkem yolun takipçisi, taşıyıcısı ve inkılapçısı olduğumuzun sevincine ve iç huzuruna kavuşabilmeliyiz.

Dipnotlar

1- "Ayrılıkların Nedenleri", Haksöz Dergisi, Sayı 8, Kasım 1991.

2- Hamza Türkmen, "Gaybi Konularda ölçü", Haksöz Dergisi, Sayı: 194, Mayıs 2007.

3- Rağıb el-İsfahani. Müfredat, Çıra Yay., İstanbul, 2007.

4- Ali Şeriatı, Ali Şiası Safevi Şiası, sh. 71-84, Ekin Yayınları, Haziran 2005.

5- Bkz: İran'da 19. ve 20. Vahdet Haftası ile ilgili konferanslar, www.haksoz.net

6- Bu konferansa bir yıldan beri Erbil'de hukuksuz olarak tutuklu bulunan Mustafa Eğilli kardeşimle birlikte Haksöz Dergisi adına davetli olarak katılmıştık.

7- Mehmet Paçacı, Kur'an'a Giriş, sh. 132, İSAM Yayınları, Ekim 2006.

8- (14/27, 40/46, 71/25, 45/21-22, 9/101, 32/21, 52/47, 2/154, 3/169, 22/58-59)

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR