1. YAZARLAR

  2. Bahadır Kurbanoğlu

  3. İstiklâl Mahkemeleri’nin Tarihi Misyonu Şapka İnkılâbı ve İskilipli Âtıf Hoca’nın İdamı

Bahadır Kurbanoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

İstiklâl Mahkemeleri’nin Tarihi Misyonu Şapka İnkılâbı ve İskilipli Âtıf Hoca’nın İdamı

Şubat 2012A+A-

“Kan ile yapılan inkılâplar daha muhkem olur,  kansız inkılâp ebedileştirilemez”

(Mustafa Kemal, 22 Ocak 1923, Bursa)

Bu araştırma yazısı, sadece 4 Şubat tarihinin İskilipli Âtıf Hoca’nın idam yıldönümü olması hasebiyle bir vefa borcunun ifası amacıyla değil, bizce yanlış bir ifadelendirmeyle “Cumhuriyet tarihi”1 olarak adlandırılan zaman kesitinin fikri, siyasi, askeri ve hukuki yönlerine ışık tutmaya yönelik mütevazi bir katkı yapmak amacıyla kaleme alınmıştır.

Nitekim bizler, bugün, yaşanmış ve bitmiş değil, aksine halen devam edegelen, etkisini kesintisizce sürdüren bir siyasal, askeri, sosyal tarihi kesitin içerisinde yaşamaya devam ediyoruz. Bugünü konuşurken, tarihe yönelmenin kaçınılmaz eğilimlerini canlı tutma zorunluluğumuz var. Bunlar konuşulmadan, bugünleri oluşturan medenileşme/uygarlaşma tanımları, kimlik tercihlerinin felsefi-siyasi yönü ve dogmalaştırma/tabulaştırmaların arka planı anlaşılamaz. Ve dahi kitlelerdeki zihinsel evrilmeler, pragmatik, hazcı, sekülerleşmiş eğilim ve pratiklerin tarihi sebepleri irdelenmeden, toplumsal ve siyasi ahlaki yozlaşmaların kökenleri ve ülkenin yaklaşık yüz yıllık bir zaman dilimi içerisinde içine sokulduğu zulümat iklimi anlaşılamaz. Çünkü tarih akideyi, kimliği, inanç değerlerini ve pratik edinimlerin meşruiyetini belirleyen bir heyüla olarak üzerimizde dolaşmaya devam ediyor. Tarihin böylesi bir misyonu olduğu bir vakıa. Tıpkı Aydınlanmanın, Marksizm ve Kapitalizmin aynı zamanda birer tarih yorumu olmak zorunda oluşları gibi. Tıpkı, ilahi ve beşeri tüm dinlerin aynı zamanda birer tarih yorumunun üzerinde şekillenmiş olmaları gibi. Tıpkı vahyi mübinin de yarıdan fazlasının bir tarih anlatımı içermesi hakikatinde olduğu gibi.

Resmi İdeolojik Tarih Anlatımı: Tahakküm Altına Alınan Düşün ve Yaşam Alanlarımız

Resmi ideoloji, tarihin tek taraflı, yanlı yorum ve görüşleri üzerine bina edilmiştir. Bu konuda devasa bir arşiv söz konusudur. Bir çok bilgiye ulaşımın yasal yollarla engellenmesi ve gizlide kalmış bir o kadar kapalı arşiv de cabası. Bu arşive meydan okuyabilmek çok kolay olmadığı gibi; bu arşiv oluşturulurken bir çok hakikat gizlenmiş, yok sayılmış ve tabulaştırılan unsurlara hizmet eden bilgilere yer verilmiş ya da bizatihi dogmalaştırılan meşruiyet unsurlarını destekler mahiyette bir kronoloji ve yorumsamalar üzerine bina edilmiştir. Nutuk, gazete ve dergiler, TBMM ve Başbakanlık arşivleri, ATASE gibi resmi olanlar dışında bazı hatırat kitapları da bu resmi tarih anlatısının kaynakları arasındadır. Resmi ideolojik bakışa alternatif bilgi ve yorumlar ise ancak sınırlı (izni alınmış) TBMM arşivleri ve hatırat kitaplarının satır aralarından edinilen bilgilerden beslenebilmekte, bu da oldukça sınırlı kalmaktadır. Resmi tarihe alternatif bilgilere kökten kaynaklık edebilecek mesela İngiltere devlet arşivleri yaklaşık yüz yıllık bir süredir teamüllere aykırı bir şekilde kapalıdır. Hakeza İstiklâl Mahkemelerine ait arşivler ancak AK Parti hükümeti döneminde henüz dijital ortama aktarma hazırlıkları aşamasındadır. Ankara İstiklâl Mahkemeleri Zabıtları 1926 (AİMZ) kitabının hazırlık aşamasında araştırmacı Ahmed Nedim’in de belirttiği gibi, bazı arşivler araştırmacılara eksik bir tarzda verilmektedir. (Ahmet Nedim bu konuda belgeleri talep ettikleri dönemin yetkililerini suçlamaktadır. AİMZ, 1993) Mesela AİMZ hazırlanırken özellikle 4. ve 5. defterler ve 6. defterin 181-189. sayfaları arası eksiktir. Ki bu defterlerde muhtemelen İskilipli Âtıf’ın diğer sanıklarla yüzleştirilmeleri esnasındaki ifadeler ve zannımca İskilipli’nin 8 ila 10 sayfa tutan savunması vardır.2

Bakir, açılmamış, açılmasına izin verilmeyen belgeler konusu bir yana, bir diğer husus da dönemin aktörleri kendilerini tamamen bir meşruiyet zırhı içerisinde gördüklerinden ve Mustafa Kemal’e “Hatasız ve taklit edilmesi mümkün olmayan bir akımın yaratıcısı”3 payesi biçtiklerinden,  Atatürk güzellemelerinin yer aldığı hatırat kitaplarında ve “Türkleştirme” ve “Medenileştirme” politikalarına ilişkin gizlenme gereği duyulmayan belgelerde resmi tarihe alternatif yaklaşım biçimlerine sahip olanların ellerine malzemeler sunan bilgiler mevcuttur. Zaten alternatif yaklaşım sahipleri yoğunlukla, bu dönem icraatlarını belgeleyen (ve gizlenmesi ihtiyacı hissedilmeyen) resmi arşivlerden ve hatırat kitaplarından istifadeyle savunularını pekiştiren, haklılık zeminlerini besleyen argümanlara ulaşabilmektedirler.

Elbette en önemlisi de eldeki bilgi ve bulguların yorumlanması meselesidir. En çarpıcı ayrılıklar da burada zuhur etmektedir. Nitekim bir yanda yaşanmış-yaşanmamış bilgilerle doyurulmuş resmi tarihi her vechesiyle mutlaklaştıran, olan biteni meşruiyet zırhına büründüren Kemalist-Ulusalcı yaklaşımlar; diğer yanda aynı bilgileri farklı yorumlayan, “medeniyet hamleleri”nin hem felsefi arka planına, hem de pratik karşılıklarına kendi dünya görüşleri zaviyesinden karşı çıkan anlayışların çatışması söz konusudur. Üstelik bu çatışma sadece tarihçilik, arşivcilik, doğrulama-yanlışlama meselesi olarak değil, bizatihi yaşanmışlıklar üzerinden gerçekleşmektedir. Yani bu yazının da konusunu oluşturan devrimlerin meşru olup olmaması, bu meşruiyeti sağlayan felsefi arka planın sorgulanması, devrimlerin hayata geçebilmesi için temel insanlık değerlerinin hiçe sayılıp sayılmadığı ya da mesela İstiklâl Mahkemelerinin meşruiyeti ve mahiyeti, hukukiliği ve siyasiliği, iç işleyişi ve hedefleri meselesinde olduğu gibi.4

İstiklal Mahkemeleri: Mahiyeti, Çalışma Biçimi ve Misyonu

İskilipli Âtıf Hoca’yı idama sürükleyen süreçleri irdelemeden önce “İnkılapların ruhu”nu temsil ettiği iddia edilen İstiklâl Mahkemelerinin işleyişi, mahiyeti ve misyonuna ilişkin değerlendirmelerde bulunmak gerekmektedir. Nitekim Âtıf hoca’nın idamına ilişkin sebepler de Şapka kanunundan yaklaşık bir buçuk yıl önce yazdığı “Frenk Mukallitliği ve Şapka”5 risalesinden çok daha geniş bir çerçeveyi haiz bulunan bu mahkemelerin ruhu ve amaçlarında mündemiçtir.

Üstelik, o günkü mahkeme heyetinin ya da bugünkü bazı tarihçi ve ilahiyatçıların6 İskilipli’ye yönelik itham, iftira, yalan, karalama, itibarsızlaştırma ve hukuksuzluk süreçleri işletmeleri ve bu yönde gerçeklerin ortaya konabilmesi işin bir vechesi; başta Şapka inkılabı olmak üzere, inkılapların ve tek adam diktasının önündeki engellerin kaldırılması adına tüm muhalif kesimlerin -gerek fiili olsun, gerek potansiyel İstiklâl Mahkemeleri açısından farketmiyor- sindirilip yok edilmesi başka bir veche.

İsitklâl Mahkemelerinin özellikle asker kaçaklarıyla ilgili olarak işletilen ilk dönemi 1920-1923 arasıdır. Bizim konumuzla bağlantılı dönem ise 1925-1927 arası “Şeyh Said isyanı” olarak adlandırılan hadiselerin bastırılmasına katkı amacıyla kurulup İstanbul, Ankara ve İsyan bölgesi -Şark İst. Mah.- olmak üzere “cumhuriyete, yeniliklere ve inkılap ruhuna muhalif” oldukları iddiasıyla, Mustafa Kemal’in diktatoryal gücünü sağlamlaştırma amacıyla tüm kesimlerin (basın, İslami kesimler, sosyalistler ve İzmir suikastı davasında görüldüğü üzere Mustafa Kemal’in eski ve halihazırdaki silah arkadaşları7) idamı ya da ağır cezalarla sindirilip susturulmasını içeren dönemdir.

Hemen tüm tarihçilerin -farklı yaklaşımlarla da olsa- üzerinde ittifak ettikleri husus bu mahkemelerin “yasalara bağımlı” ve “bağımsız” oldukları iddiasının geçersizliğidir. Mesela Ergün Aybars, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı vb. tüm Kemalist yaklaşım sahiplerine göre bu durum ülkenin şartları gereği normal olduğu gibi, aksine 1793’te bir gecede 17.000 kişinin öldürüldüğü Fransız İhtilali mahkemelerine ya da Bolşevik İhtilali dönemine nazaran daha adil ve “daha az kanlı” bir sürece imza atılmış olduğundan ötürü övgüye mazhar kılınmıştır.8 Kimileri bunu Mustafa Kemal’in hümanizmasıyla açıklarken9; kimileri de zaten oldukça çetin şartlarda görev yapmaya çalışan bu mahkemelerin adil olma çabalarına bağlamaktadır.10

Muhalif Bir Haykırış: “Allah Bu Yetkileri Peygamberine Dahi Vermemiştir!”

Daha bu mahkemelerin ilk günlerinde Erzurum mebusu Hüseyin Avni bey Meclis’te bu mahkemelere karşı olduğunu şu sözlerle haykırıyordu: “Bir kere, TBMM’ne Allah’ın vermediği salahiyeti, kendisinin başkasına verdiğine hayret etmekteyim. Yani Cenab-ı Hak, TBMM’ne hiç kimsenin reyi hududiyle bir kimseyi asmak kanaat-i zatısiyle asmak ve öldürmek için, o salahiyeti peygamberine dahi vermemiştir. Fakat TBMM bunun fevkinde her salahiyeti vermiştir. Binaenaleyh, aslen batıl olduğunu iddia ederim…”11

Daha ilk günlerden hukuk ve adalet adına muhalif çıkışlara sebebiyet veren bu mahkemelere tanınan yetkiler nelerdi. Önce kısaca bunlara bir göz atalım.

- Delile ihtiyaç hissetmeden vicdanen karar verebilmeleri12,

- Kararların sorgulanamadan derhal uygulanabilmesi,

- Sorumsuzluk,13

- Mahkeme heyetinin tüm asker ve sivil yöneticilere emir verebilmeleri ve yargılayabilmeleri, (Mustafa Kemal hariç.)14

- Temyiz hakkının bulunmaması15,

- Avukat bulundurma hakkının olmayışıdır.

Kemalist Tarihçilerin İstiklâl Mahkemelerini Meşrulaştırma Biçimleri

Kemalist tarihçilerin ortak oldukları hususlar üzerinden konuyu şu şekilde özetlemek mümkündür:

1- O dönemde belli baskılar olmuştur. Demokratik olduğunu ileri sürmemiz mümkün olmayan uygulamalar yapılmıştır. Bunları bugün övmek mümkün olmadığı gibi yermenin de fazla bir anlamı yoktur. Bir ihtilal ve yeni bir devletin kuruluş döneminde böyle şeyler olabilir.

2- Tarihte gördüğümüz diğer devrimlere nazaran en kansızı bu süreçtir.

3- Ulusal ihtiyaçtan doğan İstiklal Mahkemeleri devrimin bir parçası olduğu için devrimlerin gerçekleşebilmesi amacıyla çalıştılar.

4- Hukuk mahkemeleri olmadıkları için evrensel hukuk normlarına vurmak anlamsızdır.

İstiklal Mahkemeleriyle alakalı en ayrıntılı çalışmalara imza atmış olan Ergün Aybars, kitabında tıpkı Falih Rıfkı Atay, Ali Fuat Cebesoy, Tarık Zafer Tunaya, Uğur Mumcu, Toktamış Ateş, Ahmet Taner Kışlalı vb. kişiler gibi bu olağanüstü dönemi övgüsel yöntemlerle olağanlaştırma ve gerektiğinde ‘Tek Adam’ın üstün başarısı olarak lanse etme çabası güderken, aynı zamanda sahip oldukları sınırsız yetkileri kullanıp kullanmamalarına göre bu mahkemeleri övmektedir. Üzerinde durulması gereken yapılan yanlışlar ya da hukuksuzluklar değil (çünkü bunlar çok normal); ellerindeki tam yetkilere (delilsiz, sorumsuz, vicdanen karar verebilme gibi) rağmen zaman zaman bu yetkilerini mesela “ellerinde hiçbir delil olmamasına rağmen vermedikleri idam kararlarıyla ne kadar da adaletli olduklarının” tescillenmesi örneklerine rastlanmasıdır. (Aybars, s. 84)

Bu mahkemeleri birer terör aracı olarak görüp bir an evvel kaldırılması için çabalayanlar (ilk meclisteki muhalifler gibi) ya “kişisel menfaat” peşinde olanlardır ya da sürecin nasıl işletilmesi gerektiğini göremeyen “peşin hükümlüler”dir. (Aybars, s. 134)

Mesela 31 Temmuz 1922’de Meclisce kabul edilen kanunun getirdiği kısıtlayıcı hükümler Aybars’a göre “Mahkemenin ihtilalci karakterine zarar vermiştir.” Sonradan getirilen müddeiumumilik (savcılık) makamı da “tutuklama ve karar aşamalarında mahkeme heyeti için engel oluşturmuştur.”16

Aybars, 31 Temmuz 1922’de çıkarılan İstiklâl Mehakimi Kanunu’nun Mustafa Kemal’in otoritesini kısıtlamayı amaçladığını,17 idam kararlarının Meclis’in onayından geçmesi hükmünün mahkemelerin başarıları açısından olumsuzluk oluşturduğunu18 söylemekte, hüküm giyenlerin temyize başvurabilmeleri için uğraşan çevreleri de eleştirmektedir. Ona göre devrim mahkemelerinde sanıklara bu yolu açmak; içinde bulunulan ortamı anlayamamak ve onu yozlaştırmaya çalışmaktır. Bu meyanda hukuka uygun davranmaya çalışan savcıları da eleştirmekten geri durmamıştır.19

Böylelikle hukuka uygun davranma refleksleriyle hareket etmeye teşebbüs eden ya da bu konuda gafil davranan(!) hukukçu kökenli heyet mensupları da “İnkılapların ruhunu kavrayamamak” ve “gaflet içinde olmak”la suçlanmakta; bu durum da M.Kemal’in 16 Ocak 1923’te İzmit’te yaptığı basın toplantısında sarfettiği “İnkılabın kanunu mevcut kanunların üstündedir” sözüyle meşruluk kazanmaktadır.20

Tedhiş Mahkemelerinin Salahiyetinin Bir Sınırı Var mıydı?

Sınırsız salahiyetlerle donatılmış bulunan bu mahkemelerle ilgili olarak Hıfzı Velded Velidedeoğlu inkılap düşmanlarını ve Mustafa Kemal’e suikast düzenleyenleri asmış mahkemeler olduğunu ifade ettikten sonra, “…Ancak bir süre sonra milletvekilleri dahi kendileri tarafından yaratılan bu mahkemelerden son derece korkar hale geldiler; çünkü bunlar birer tedhiş mahkemelerine dönüştü…” demektedir.21 Samet Ağaoğlu, Babamın Arkadaşları kitabında22 en acımasız mahkemeler olan Ankara İstiklal Mahkemelerinin güçlerini doğrudan Mustafa Kemal’den aldıklarını ifade etmektedir. Ağaoğlu aynı kitapta Dr. Nazım’ın idamına razı olmayan savcı Necip Ali ve Dr. Reşid Galip beyin Kılıç Ali tarafından tehdit edildiklerini; diğer üyelerin (Necip Ali olsa gerek) Mustafa Kemal’den yardım istediklerini, çünkü üyeler üzerindeki etkisinin bilindiğini, ancak sonuçta idamı bizzat Mustafa Kemal’in istediğinin anlaşıldığını belirtir. Mustafa Kemal heyeti çağırır ve Dr. Nazım’ın idam edilmemesi durumunda ortaya çıkacak tehlikelerden bahseder. 23

İsyan Bölgesi Şark İstiklal Mahkemelerinde savcı yardımcılığı görevi yapmış olan Avni Doğan da “mahkemelerin siyasi iradeden bağımsız olmadığını, lüzumlu bulduğunda yasal sınırları hesaba katmadığını, salahiyetlerinin sınırsız ve kontrolsüz olduğunu, idam kararlarına savcının bir itirazı yoksa hemen uygulandığını ve sevilmeyen kişiler için de yapay deliller oluşturmaktan çekinilmediğini” belirtir. Şeyh Said’in yargılanması esnasında basına yönelik yargılamalarda istifade edilmek üzere kurulan tezgâhlardan da bahseder.24 Hakeza İzmir suikastı yargılamalarında Paris’te bulunan Rauf bey (Orbay) dönemin Meclis başkanı Kazım Özalp’e çektiği telgrafta “Siyasi hasımlardan kurulu ve bazıları ile de şahsi düşmanlıkları bulunan mahkeme üyelerinin önüne çıkmayı kurulan tuzak” olarak niteler. 1933 affına rağmen 1935 yılına kadar ülkeye dönmeyen Orbay, mahkemeye çıkmaktan kaçınmasının sebebini soranlara; “İstiklal Mahkemelerinin elinde oyuncak olmamak için” cevabını verir.25

Mahkemeler Mustafa Kemal’in Emriyle Lağvedildi

Bu mahkemelerin bağımsız çalışmadıkları, Meclis’e de bağlı olmadıkları26, aksine tek adamın emri altında bulundukları ve siyasi misyonlarını tamamladıktan sonra tek cümlelik bir emirle nasıl kaldırıldıklarına yönelik en veciz örneklerden biri de Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya kitabında aktardıklarıdır. Çankaya’da bir toplantı esnasında M.Kemal Kel Ali’ye; “Senin mahkemeyi kaldırmaya karar verdim. Artık gereği kalmadı.” der. Kel Ali meseleyi inceleyeceğini ve raporunu sunacağını söyleyince M.Kemal sinirlenir ve “Ne raporu? Sorunu ben inceledim. Senin mahkeme yarın kalkmış olacak!” diye bağırır. Atay’a göre “…çünkü artık terör devri sona ermiştir. Gazi’nin başka şiddet gösterilerine ihtiyacı kalmamıştır.”27

Diktatoryal Tiyatro’nun İlk Perdesi Kapandı

M.Kemal’in yakın arkadaşlarından Ali Fuat Cebesoy’un kendisiyle yapılan bir röportajda vurguladığı hususlar 1927 yılının Temmuz ayında, ardında pek çok inkılab, idam, sürgün ve tedhiş uygulamaları bırakarak tamamlandığını düşündüğümüz ilk dönemin nihai tablosunu gözler önüne serer mahiyettedir:

Atatürk’ün icraatı var ya, yenilikleri var ya, şapka giydirdi, kadın haklarını verdi, kanunu medeniyi kabul etti, bu icraatı var yani, bu memlekette mühim bunlar, bunlar kolay kolay herkesin yapacağı iş değil. Suikastı mahsus bir terör havası yarattı, bunları yapabilmek için. Böyle hareketleri vardır… Suikastı meselesinden evvelden haberdardı… Ani bir sürpriz değil. Ama onu öyle bir sahneye koydu ki mecliste, memlekette, hem bir terör, hem de aman Atatürk’ü muhafaza edelim, ne söylerse yapalım, fikrini hazırladı ve arkasından, öbürü arkasından, ille bunu yapacaksınız diye, şapkadan başlayarak kanunu medeni vesaire hepsini yaptı. Böyle hareketleri vardır. Şimdi bu hareketleri esas alacak olursak bu adam diktatör, diktatör. Ama esası diktatör değil çünkü başka türlü hareket zaaf vereceği için, yarım bırakacağı için, daha fenalık getireceği için burada bir mizansen sahneye koyardı. O mizansene ekseriye diktatörlük derlerdi. Yani ben öyle derim ki büyük sanatkâr ve usta bir aktör.”28

Kılıç Ali’nin oğlu gazeteci yazar Altemur Kılıç’ın “Babalarımız bu mahkemelerde kılı kırk yarardı”29 demesi gibi hukuken bu mahkemeleri savunmaya çalışan tarih dışı açıklamaları bir kenara koyacak olursak; genel anlamda tüm tarihçi ve hukukçular bu mahkemelerin işleyişleriyle alakalı hususlarda ortak kanaatlere sahiptirler. Gerek hatırat kitapları, gerek dönemin gazete ve dergileri, gerek resmi arşivler üzerine çalışmalar yapanlar, bu mahkemeleri hukuken savunmanın değil, olağanüstü hali ve inkılapları meşrulaştırmanın derdine düşmüşlerdir. Diğer yandan da mahkemenin üzerinde etkili olan şahıslar konusunda zaman zaman Mustafa Kemal’in mi yoksa İsmet İnönü’nün mü daha etkili olduğu tartışmaları yaşanmıştır.30

Bu hususlar bizlere birer tedhiş ve terör mahkemeleri olarak çalışan İstiklal Mahkemelerine yönelik “hukuksuz”luk eleştirilerinin bu mahkemeleri eleştirmede en hafif kalan yön olduğunu; nitekim mahkemelere atfedilen “devrimcilik” niteliğinin tüm tartışmaları bıçak gibi kestiğini göstermektedir.31 Bir devrimci ve karşı-devrimci ikileminde yapıp edilen her şey meşrudur. Ta ki karşı devrimciler tamamen ekarte edilene kadar. Bu arada sadece toplumun tüm kesimleri değil; neredeyse Mustafa Kemal, İsmet İnönü32 ve onların emrindeki üst düzey bazı zevat dışında hemen herkes karşı devrimci muamelesinden geçmiştir!

İşte İskilipli Atıf Hoca gibilerin idamına sebebiyet veren bu süreçte, -Milli Mücadele kadrolarının bile hayatlarının tek bir kişinin iki dudağı arasında olduğu ve kellelerinin alındığı bu diktatoryal dönemde, konu sadece İslami kesimlerin geçmişte ya da o gün ne yaptıkları değil, bizatihi varlıklarının hem o gün hem de gelecek açısından tehlike arzetmesi idi. Ne geçmişte içinde yer aldıkları iddia edilen olaylar; ne haklarında hazırlanan iddianame ve gerekçeli kararlar işin temeli idi. Kurdun kuzuyu yemeye niyetli olduğu bu süreçte suyu bulandırmanın çeşitli yolları aranıp bulunmakta idi. Bazen buna da gerek olmuyor; vicdanen (yani garez, kin ve siyasi emellere hasreten) alınan kararlarla insanların en kutsal hakları ellerinden alınabiliyordu. İskilipli hadisesinde de garip olan ve yanlışlık barındıran husus idam edilişi değil; idamından bir ay önce yargılandığı Giresun mahkemesinde beraat edişi idi! Nitekim zalimler tez zamanda yaptıkları hatadan döndüler ve “inkılapların ruhuna uygun” kararı almakta gecikmediler!

Toplumsal Laikleş(tir)menin İlk Adımı Şapka İnkılâbı

‘Tek Adam’ın zihnindeki Batılılaş(tır)ma, Medenileş(tir)me/Uygarlaş(tır)ma33 siyasetlerinin toplumsal ayağını oluşturan şapka devrimi sadece şekilsel bazda Avrupalılara benzeme girişiminin değil, aynı zamanda kimliksel olarak geleneksel, örfi ve dini değerlerden halkın uzaklaştırılıp “toplumdaki egemen insan tipolojisinin” değiştirilip yenilenmesinin de bir ilk adımını oluşturuyordu.34 Metin Heper’in tespitiyle “Dinin somut izlerini ortadan kaldırmak ve kişiyi değişiklik fikrine alıştırmak için”35 şapka kanunu çıkarılmış ve fes giymek yasaklanmıştır. Orhan Koloğlu İslam’da Başlık36 adlı çalışmasında şapka devrimine atılan ilk adımın donanmada 1925 Mayısında, Alman tipli keplerin benimsenmesi ve Cumhurbaşkanlığı Muhafız Birliği’nin ardından Kara Kuvvetleri’nin vizyerli kepi giydiğinden bahisle, Mustafa Kemal’in ordudan işe başlama taktiğinin arka planını Sultan Mahmud’a dayandırır.

Mustafa Kemal’in 30 Ağustos 1925’te Kastamonu gezisinde halka şapka giymeyi öğütleyişinden37 bunu zorunlu kılan Şapka İktisası hakkında 671 sayılı kanunun38 çıkartılmasına kadar, üç aya yakın bir zaman geçmiş ve bu süre zarfında memurlardan bazı okur yazar takımına kadar şapka giyimi yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Pahalı şapkalar üreterek ve ithal ederek zenginleşenlerin (Vakko gibi) olduğu39, memurların iki aylık maaşlarının şapka bedeli karşılığında taksitler halinde kesilerek ekonomik yönlerinin de tartışıldığı bu dönemi Mete Tunçay şu şekilde özetlemektedir (s.156):

“…Sonradan doğan tepkilerin şiddetle bastırılması üzerine ise, hiç kimsede şapka giymenin pahalı olabileceğini söyleyecek hal kalmamıştır; çünkü görülmüştür ki, artık sorun fes ya da şapka değil, onlardan birinin giyileceği kafayı yerinde tutabilmektir!… Bu dönemde iki önemli gözlem vardır…birincisi, büyük tepkiler yaratmamak için peçe ve çarşafın yasaklanması gibi resmi bir karar alınmamıştır; ikincisi de, yasa yapılmadan önce bir hava yaratmak, hiç değilse aydınların giyim alışkanlıklarında fiili değişiklikler meydana getirmek çabalarına girişilmiştir…”

Mustafa Kemal de, bu girişiminin sebeplerini Nutuk’ta sarih bir biçimde ifade eder:

“Efendiler, milletimizin başında cahil, gaflet ve taassubun ve ilerleme ve uygarlaşma düşmanlığının simgesi olan fesi atarak onun yerine bütün uygar dünyanın başlık olarak giydiği şapkayı giymek ve bu suretle Türk milletinin uygar yaşamdan düşünce olarak da farklı olmadığını göstermek gerekliydi. Bunu, Takrir-i Sükun Kanunu yürürlükteyken yaptık”40

Bu girişimin özellikle Takrir-i Sükun Yasası’ndan sonra başlatılması manidardır. Başta basın vasıtasıyla olmak üzere gelebilecek tepkilerin yaygınlaşması engellenmiş ve rahatlıkla cezalandırılabilmesinin önü açılmıştır.

Ayrıca, Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi de Mart 1926’da müftülüklere gönderdiği tamiminde: “Şapka başlıbaşına bir Hıristiyan adeti ve Hıristiyan sembolü değildir. Sadece başı güneşten korumak için ve libası tamamlamak için kullanılan bir serpuştur. Binaenaleyh şapka ile namaz kılınabileceğini duyurur, müftülerimizin halkı bu konuda tenvir eylemesini rica ederim”41 buyurarak, şapka-din-ibadet konularına da inkılap lehine açıklık getirmiştir(!)

Ayrıca baş açık namaz kılmakla da ilgili fetva yayınlanmış ve İstanbul Başmüftüsü konuyu şu kıyasla yorumlamıştı:

“Türkiye artık yeni bir anlayış, modern bir anlayış benimsedi. Bu anlayışa göre saygı duyulan kişiler önünde şapka çıkartılıyor. Bundan böyle baş açık bulunmak bir saygının ifadesidir. Faziletli bir kişinin karşısında gösterilen bu üstün saygı davranışını Allah’ın huzurunda yapmamak düşünülebilir mi?”42

Sosyolojik ortam ise şu minvaldeydi:

Şapka kanunu çıkmazdan evvel, özellikle gayrı Müslimlerin bir kısmı zaten şapka giymekteydi. Müslümanlar açısından ise züppelik ve gâvurluk alameti olarak görülmekteydi. Hatta Şevket Süreyya Aydemir İskilipli Âtıf’ı yargılayan heyetin reisi Kel Ali’nin kanun çıkmazdan evvel mahkemeye hasır bir şapkayla gelen Vakit gazetesi muhabiri Hikmet Şevki’yi nasıl tartakladığını, şapka taktığı için hakaretler ettiğini ve merdivenlerden yuvarladığını aktarır.43 İskilipli Âtıf Hoca da Frenk Mukallitliği ve Şapka risalesini bu tartışmalar üzerine kaleme almıştı. Maarif vekaletinin onayıyla yayınlanan ve takdirine mazhar olan bu kitapçık, kanundan sonraki olayların muharriki olarak değerlendirilecek ve Âtıf Hoca’nın da bundaki payı aranacaktır.44

Şapka Kanununa Tepkilerin Mahiyeti

Diktatoryal dönemin klasik provokatif “inkılaba ön hazırlık” politikalarının burada da işletildiğini söylemek yanlış olmaz. Kanaatimizce şapka meselesindeki tepkilerin abartılarak basın yoluyla kamuoyuna duyurulması ve her iki-üç günde bir şehri dolaşan İstiklâl Mahkemeleri marifetiyle de kanaat önderlerinin, halk fırkası muhaliflerinin, önde gelen müderris, müftü, imam ve eşraftan şahsiyetlerin ve halkın sindirilmesi operasyonunun işletildiğini görmek çok zor değildir. Basın’da “İrtica hadiseleri”45 kapsamında duyurulan bu olayların gelişiminin Menemen Olayı’ndan ya da Şeyh Said’in direnişine ön gelen Piran hadisesi provokasyonundan farkı yoktur. Bu demek değildir ki önde gelen, onurlu şahsiyetler bu kanunu ve uygulanması şartlarını eleştirmemişler, tepki vermemişlerdir. Elbette kanuna ve getireceği şartlara muhalefetler söz konusu olmuştur. Ancak bunlar bir isyan ya da örgütlü bir kalkışma olabilecek türden yaygınlık kazanmış olaylar değildi46 Tabii karşılanması gereken bir takım tepkiler bir yana, olayların genel mahiyetinin provokatif oldukları çok açıktı. Adeta şapka kanununun halk nezdinde zihinleri bulandırmadan(!) uygulanmasının önünü açacak gelişmeler tertiplenmiş ve mahkemeler marifetiyle zaten mahiyetleri sınırlı olan itiraz sahipleri (ya da olaylarla hiç ilgisi olmayan kişiler) bir kalkışma ve isyan içerisinde gösterilerek idam ya da ağır cezalara çarptırılmış ve böylelikle halkın da gözü korkutulup sindirilmiştir.

Mesela yasanın kabulünden daha bir ay evvel Tokat, Ankara’dan gelen seyyar İstiklal Mahkemesi ile tanışmıştı. Yayınladığı beyanname ile bütün Tokatlıları şapka giymeye teşvik etti. Yaptığı konuşmalarla şapkaya muhalefet ettiği ileri sürülen eski Erbaa Belediye Reisini üç yıl hapse mahkum etti.47

Sivas’ta yargılananların çoğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası(TCF)’nın eski mensuplarıdır. Sanıklar TCF ile ilgilerinin olabileceği, Halk Partisi aleyhinde çalışma ihtimalleri ve vaktiyle Halk Fırkası varken neden TCF’ye destek verdiklerine ilişkin sorularla yargılanmışlar ve sonunda akli melekelerinin yerinde olup olmadığı belli olmayan Çil Mehmet48 adındaki bir genç idam edilirken, Sivas Belediye başkanı ve meclis üyeleri 10’ar yıl kalebend ve kürek cezalarına çarptırılmış49, birinci dönem Sivas mebusu olan Emir Paşa (Merşan) 3 seneliğine Isparta’ya nefyedilmişti.50

Erzurum’daki olayı İsmet İnönü “Gericilerin gâvur memur istemeyiz” sloganıyla ayaklanması olarak nitelemiştir.51 İdam edilen kişilerin başında ise Erzurum’un en itibarlı şahsiyetlerinden Ahmediyeli Akif Külebi ve Papilacı Mahmud vardı. Mehmet Sılay, İskilipli Atıf Hoca kitabında Erzurum hadiselerinin başlangıcını şu şekilde anlatıyor:

“…Gidelim Hükümet konağının önüne, vali beye rica edelim. Kar da yeni yağmış…Bizim kulaklarımız üşüyor. Bahara kadar müsaade etsin, baharın örtelim başımıza şapkayı. Şimdi arasak da şapka bulamayız zaten. Nereden bulacağız?... Daha kalabalık konağın önüne varmadan hafiyeler birkaç cahili kışkırtarak pencerenin bazı camlarını taş atarak kırdırmışlar. İzmirli Vali Zühtü bey hemen Ankara’ya, Erzurum’da halkın isyan ettiğini telgrafla bildirmiş. Seyyar İstiklal Mahkemesi hemen Erzurum’a geldi. Örfi idare-Sıkıyönetim ilan edildi ve gece sokağa çıkma yasağı konuldu. Emir üzerine halk evlerindeki silahları getirip örfi idareye teslim etmişler. Yekün olarak 2500 tüfek toplanmış. Gazeteciler Vali beye sormuşlar:

- Kaç mermi sıkıldı devlete karşı bu tüfeklerle?

- Hiç!

O halde bu bir isyan değil, basit bir taşkınlık olayıdır. Bu arada hadise günü kimliği meçhul kişilerce hükümet konağı önünde iki, cami avlusunda bir kişi olmak üzere halktan üç kişi de öldürülmüştür…”52

Bu arada Erzurum’daki yargılamalarda Şalcı Şöhret Bacı adındaki dul bir kadın da oğullarının tevkif edildiğini düşünerek zâbitlere hakaret edince “Ula uşaklar ben bir hatun kişiyim, şapkayla ne işim olur?” nidaları arasında başına çuval geçirilmiş bir halde idam ediliyordu. Bu hadiseyi hiçbir gazete nakletmedi. Yıllar sonra Çetin Altan bu idamlarda rol alan kişinin dedesi Tatar Hasan Paşa olduğunu ve bu olayı kendisine naklettiğini yazdığında kamuoyu bundan haberdar olur.53

Maraş’taki hikaye bunlardan farklı değildir. Camii Kebir müezzini Hafız Mehmet, Cami kapısına asılan ve üzerinde; “Hükümetimiz ve askeri memurlarımızdan fazlaca istirham ederiz. Şapkanın sonu iyi getirmez. Bu hususu bildirsinler…!!!” yazılıdır. Cami abluka edildikten sonra irticaın başı olarak lanse edilenler cami imamı ve imama bu kağıdı getiren müezzindir!54

Rize55’de koparılan yaygara ise Biçeli Mehmet adındaki bir kişinin şu sözleridir: “Ey ahali! Ankara ihtilal içindedir. Mustafa Kemal Paşa üç yerinden yaralı olarak doktorlar elindedir. İsmet Paşa ortadan kaldırılmıştır. Dindar paşalarımız hükümeti ellerine aldılar. Şeriatı kurtarıyorlar. Korkacak bir şey kalmamıştır. Erzurum yapacağını yaptı, biz de iştirak edelim.”56

Giresun’daki olayın çıkışını ise burada dört gün mesai yapan mahkeme reisi şöyle özetlemektedir: “Giresun hadisesi, iki mürteci köy imamının ceplerinde Kur’an-ı Kerim olduğu halde bazı kimselere müracaat ederek tecdid-i iman ettirmesi…iki ay evvel İstanbul’dan Muharrem Efendi isminde bir yarım softanın Hüseyin isminde bir şahısla tevhid-i mesai ederek ora halkına camide şapka ve kız mektepleri aleyhine vaaz etmek ve şapka giymiş olanlara tecdid-i nikah ettirmek gibi hareketlerle başlamıştır.”

Hükümet konağına yürüyüşe geçen elli kişi devletten ne isteyebilir? Ya da aklı başında hangi müderris ya da imam bu şekilde basit nümayişlerle bir harekete kalkışabilir.57 Hadi olayların sürüklediğini düşünelim; peki böylesi vakalar jandarma ve yerel mahkemeler marifetiyle halledilemez mi? Özcesi İstiklal Mahkemeleri, basın ve kışkırtıcılar marifetiyle toplumsal yapı sindiriliyor ve bundan sonra atılacak adımların da önü açılmış oluyordu. Hatta bu dönemde hızını alamayan aynı basının Mehmet Akif’i işgal sıralarında Ruslara hizmet eden; Abdülmecid’i Ermeni casusu ilan etmesi gibi haberlerine de rastlanıyordu.58

İskilipli Âtıf Hoca da Laleli’deki evinden ilk alındığı sırada bu olaylarla ilgili olarak tanık olacağını düşünüyordu. Sonrasında Hafız Muharrem adında biri ile yüzleştirilip herhangi bir cürmü vaki olmadığı ve olaylara karışanlarla da bir ilgisi olmadığından kısa sürede salıverileceğini düşündüğünü yakın arkadaşı ve birlikte yargılandıkları Tâhir’ul-Mevlevî’ye ifade ediyordu.

Genel Değerlendirme

Şapka inkılâbına yönelik olarak tepkilerin oluşması, dönemin sosyolojik yapısı açısından çok normaldir. Nitekim henüz bu kanun yürürlüğe girmezden evvel Süleyman Nazif gibilerle İskilipli Âtıf Hoca’ların gazeteler üzerinden yazdıkları yazılarla atıştıkları ortamlar zaten vakiidir. Bu bapta mesela Nazif, “İmana Tasallut” risalesiyle İskilipli’nin şapka aleyhindeki görüşlerinin dini yönünü eleştiriye tabi tutmuştur. Kel Ali (Ank. İst. Mah. Reisi) gibi yargılama işini adam asmaca oyunu gibi gören ve sanıklara “asacak başka adam yok mu?” nazarıyla bakan ve diktatörlüğün emir eri konumundaki kişilerin dahi şapka giyenlere tepkilerini ortaya koyduğu bir sosyolojik ortam söz konusudur59

Ancak bütün bu algılar çok kısa bir zaman dilimi içerisinde bıçakla kesilir gibi tersine çevrilmiş; önceden hesabına kitabına vurulmuş bir süreç işletilmeye başlanmış; böylelikle sadece dönemin tepkisel çıkışlarına meydan verdiği düşünülen şahsiyetler değil, geçmişin hesapları bahane edilerek inkılapların önünde düşünsel ve pratik engeller oluşturabilecek ve halkı “köhne safsatalarla”(!) yani İslam’la uyarıp silkindirebilecek kişilikler de İstiklâl Mahkemeleri marifetiyle tarih sahnesinden silinmiştir60

Şapka Kanunu ve Uygulamaları İle İlgili Kemalist Spekülasyonlar

Resmi ideolojinin saikleriyle bu konuyu irdeleyenlerin bir kısmına göre; Şapka İktisası Kanunu sadece devlet memurlarına şapka giyme zorunluluğunu getirmiş, halka yönelik bir zorlama söz konusu olmamış ve şapka giymediği için hiç kimse cezalandırılmamıştır.61

Tabii bu iddialar üzerine insanın aklına hemen yakın tarih geliveriyor: Başörtüsü yasağı kanunla mı sağlanmıştır? Ya da “dininin gereği olarak başörtüsü taktığı için” bu ülkede ceza alan bir kişi dahi vakii midir? Anayasa’da laiklik ilkesi dururken, ceza kanunlarında bunca madde varken, yönetmeliklerle işler yürütülebiliyor iken, bir kişiyi “dininin gereği olarak başörtüsü taktığından ötürü” cezalandırmaya ne hacet? Bu fazlaca “dürüst” ve halkın sabrını gereksizce zorlayan bir tutum olmaz mıydı?

Elbette şapka kanunu dolayısıyla ortaya konulan tepkilere imza attıkları iddia edilen şahsiyetlerin hiçbiri şapka kanunundan dolayı ceza almamıştır. Ya isyana teşvik, yataklık vs. ya geçmişinde Hıyanet-i Vataniye Kanunu’ndan yargılanmışlığa gerekçeli kararlarda hukuksuzca atıf yapılarak62 ya da İskilipli’de de görüldüğü üzere Ceza Kanununun 45 ve 55. Maddesi uyarınca “…Teşkilât-ı Esasiye Kanununu tamamen veya kısmen tağyir…” gibi delile ihtiyaç hissettirmeyen “vicdani!” kararlarla hüküm giymişlerdir. Ancak bu kişiler mahkemelerde sürekli olarak şapka konusunda takındıkları tavırlar, geçmişte yazdıkları yazılar, yine geçmişte ya da o günlerde yaptıkları vaaz ve nasihatlar ve olaylara katıldığı sabit görülmüş(!) insanları tanıyıp tanımadıkları üzerinden sorgulara çekilmişlerdir.63

Söz konusu iddiaya ek bir ikinci saptırma konusu da iktidarın halka yönelik tutumunu özetleyen “Açık baş gezersen gez ama başını örteceksen şapka giyeceksin!” tespitidir.64 Bu, traji-komik olduğu kadar, hem sosyal bilimlerle hem de halkın hafızasıyla dalga geçmenin bir tezahürüdür. Bir iki anekdot bu konuda ne demek istediğimizi anlatmaya yetecektir.

Ilgaz Dergisinde Hüsnü Açıksöz, Mustafa Kemal’in Kastamonu’ya gelişini söyle anlatıyor:

“Atatürk Kastamonu’ya geldiği gün şapkalı kimse yoktu. Ertesi gün terzilerin hepsi şapka

yapmaya başladılar. Manifaturacılarda kaput bezi kalmamıştı. Bu bezler şapka oluyordu.

Kenarları bir türlü dik durmayan şapkalar şapkaya benzemiyordu. Nitekim iki gün evvel Atatürk İnebolu’ya giderken kalpaklı, fesli bıraktığı Kastamonu’yu şapkalı bulmuştu. Atatürk’ün Kastamonu’ya varışının ertesi gününden itibaren şehirdeki terzilerin tellal bağırtarak kendilerinde şapka dikildiğini duyurmuşlardır. Terziler geceli gündüzlü uyuma bilmeden ısmarlanan şapkaları dikmişlerdir.”65Bir diğeri, Alman gazeteci-yazar D.V. Mikusch’un aktardıkları:

“Birçok fırsatlarla sokakta, vapurda, gösteri salonlarında şapkalar fese hücum etti. Fes daima yenildi, yani parçalandı, ayak altına alındı ya da denize atıldı... Hemen yürürlüğe giren bu kanuna aykırı her türlü davranış için tedbirler alındı. İstanbul’da komiserler kendilerine bağlı memurlarla birlikte İstanbul’u Galata’ya bağlayan büyük köprünün (Galata Köprüsü) başını ve şehrin başlıca yollarını tuttular. Fes ya da kalpak giymiş olan herkesi tutuklayarak, başlıklarını ellerinden alıyorlar ve karşılaştıkları sarıklıların ise ellerindeki belgeler kontrolden geçiriliyordu [Müftü, İmam olup olmadığını anlamak için]. En küçük karşı koyma, suçlunun tutuklanmasına neden oluyordu...”66

Burada dikkat edilmesi gereken önemli husus şudur: Dönemin sosyolojik yapısı gereği zaten (hele ki doğu illerinde) başı açık dolaşmak ya da ibadet etmek söz konusu değildir.67 Üstelik sadece kanaat önderleri değil, pek tabiidir ki halk da bu dönemde özellikle bu işin dini yönünü sorgulamaktadır. M.Kemal’in kadın kıyafetine (tesettüre) direkt dokunmaktan çekinmesi ve bu işi (ilerleme, aydınlanma, medenileşme işini!) önce erkeklerden başlatması ve şapkadan bahsederken sürekli zihinlerin içindekilere, düşüncelere atıf yapması boşuna değildir. Konu ettiği husus dindir!68 Ama en yakın arkadaşlarından Falih Rıfkı Atay’ın tespitlemesiyle “Kemalizm aslında büyük ve esaslı bir din reformudur!”69 diyerek kastettiği anlamda değil tabii ki!

Sadece, Kapalıçarşı’da açtığı dükkanın önünde cumartesi günleri oluşan izdihamı dağıtmak için polis çağırmak zorunda kaldıklarını anlatan Vitali Hakko’nun anılarına bakmak bile, şapka takma konusunda halkta oluşan endişe ve baskı ortamını anlamak için yeterli bir karinedir diye düşünmekteyiz.

Acaba Şapka İktisası Kanununa muhalefet mi İstiklâl Mahkemelerinin il il dolaşmalarına sebebiyet vermişti, yoksa il il dolaştırılıp muhaliflerin sindirileceği İstiklâl Mahkemeleri yargılamaları için Şapka İktisası Kanunu bir bahane olarak mı kullanılmıştı? O dönemi yaşayanlar ve bedel ödeyenler açısından bu sorunun bir önemi var mıydı acaba? El cevap: Farkeder mi?

Hukuki, Siyasi, Askeri, İnkılâbî Zulümatın Kurbanlarından Biri: Şehid İskilipli Âtıf Hocaefendi

İskilipli Âtıf Hoca’yı idama götürdüğü iddia edilen sebeplere geçmeden önce gerek İstiklâl Mahkemeleri gerekse Şapka İktisası Kanunu’yla birlikte yaratılan siyasal ortamın kavranması önemli idi. Bu konu üzerinde uzunca durmamızın sebebi de Âtıf Hoca’nın idamına sebebiyet verdiği iddia edilen gerekçeli karardan çok daha önemli olan husus, bu ortamı yaratanların siyasi hedef ve gayelerinin kavranabilmesi idi. Bu yüzden yazımızın giriş bölümünde İstiklâl Mahkemeleri üzerinde teferruatla durmamız Âtıf Hoca’nın akibetinin bütünlüklü bir şekilde kavranabilmesi açısından gerekliydi.

Öncelikle ifade etmek gerekir ki, İskilipli Âtıf Hoca’nın idamının şapka risalesi ya da şapka kanunu ile alakalı olmadığını iddia eden görüşler yenidir. Gerek devri sabıkta, gerekse bu dönemin ardından yazılmış hatıratlarda bu gerçeğe reddiye namına bir tespite rastlamak mümkün değildir.70 Dolayısıyla meseleye ‘Tek Adam Tarihçiliği’ ya da ‘Diktatoryal tarihçilik’ açısından bakan71 bugünkü bazı tarihçi ya da ilahiyatçıların onun için ağızlarına almaktan çekinmedikleri “Hain”, “Milli Mücadele düşmanı”, “İngiliz işbirlikçisi”, “Yunan uşağı”, “Kelime-i şehadet düşmanlarıyla işbirliği yapan72 gibi ifadeler sadece belge ve arşivlere gereğince ulaşmamış ya da eksik ve yanlış bilgilerle donanmış olmalarından değil, öncelikle Âtıf Hoca gibilerin temsil ettikleri İslami kimliğe düşmanlıkları ve meseleye tarihi açıdan marazlı bir noktadan bakmalarından ileri gelmektedir. Tabiidir ki tarihe “Kutsanmış Milli Şef”in safından bakmak, onu irtica, yobazlık, hurafecilik ve gelenekçiliğe savaş açmış bir kahraman olarak görüp, zoraki yorumlarla böyle lanse etmeye çalışan kişiliklerce Âtıf Hoca gibiler ağızlarıyla kuş bile tutmuş olsalar, durdukları yer itibariyle hücuma uğramaktan kurtulamayacaklardır. Ama insanın ağırına giden husus, yanlış bilgiler ya da cehaletten kaynaklanan sebeplerle Âtıf Hoca gibilerin yerilmiş olması değil; zorba güçlerin saflarını meşrulaştırmaya çalışanların onbinlerce kişinin izlediği TV programlarında gözlerimizin içine baka baka insafsızca ve haysiyetsizce bu onurlu insanlara iftiralarda bulunmaları, kendilerinin yolunu izleyen bizlere de hakaret etmekten çekinmemeleri, onları yargılayan mahkeme heyetlerinden bile daha galiz, kindar ifadelelerle, yalan ve çarpıtmalarla bir itibarsızlaştırma siyasetini güdebilmiş olmalarıdır. Kemalistleri bile gölgede bırakan bu tutum sahipleri elbette hem tarih önünde, hem bizlerin karşısında, hem de din günü Âtıf Hocaların huzurunda gereken hesabı verecektir. Bizlere düşense, onlara olan vefa borcumuzu -Allah’ın izni ve ihsanıyla- gereğince yerine getirebilmektir.

Önce “İnkılap tarihi çocuğu” edası ve cesaretiyle(!) serdedilen bu iddialara bir göz atalım.

Tarih 28 Kasım 2008. Avrasya Televizyonu. Ceviz Kabuğu Programı73. İlk konuşmacı, İskilipli Âtıf Hoca ve Şapka İktisası Kanunu ile ilgili olarak araştırmaları bulunduğu iddia edilen ve o dönem Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim görevlisi olan Prof. İsmail Yakıt. Yakıt, Âtıf Hoca’nın idamının şapka ile ilgisi olmadığını, asıl meselenin Kuvayi Milliye çalışmaları hakkında yaptığı karalama kampanyalarından kaynaklandığını ifade ettikten sonra şöyle diyor:

“…Asıl mesele Teâlî-i İslam Cemiyeti(TİC) başkanıyken Anadolu’ya Yunan uçaklarıyla attırdığı ve İkdam gazetesinde yayınlamış olduğu beyanname. Bunlarda şapka ile ilgili bir şey yok... Kurtuluş Savaşını baltalamakla ilgili şeyler var bunlarda. Ki İkdam gazetesi Atatürk hakkında idam kararı çıkaran gazetedir. TİC adına Yunan uçaklarıyla 60 bin adet bildiri atılmış havadan. Onun idamı Kuvayi Milliye’ye karşı yaptığı çalışmalarla alakalı…”74

Ardından programa telefonla katılan Prof. Yaşar Nuri Öztürk, Yakıt’ın zayıf vurgularla yaptığı tespitlerini, dinleyicinin zihninde daha bir pekiştiriyordu:

İskilipli Atıf Hoca’nın mahkeme kayıtlarına da geçen idam nedeni şapka değildir. Ankara İstiklal Mahkemesi zabıtlarında göreceksiniz ki şapka risalesinin adı birkaç kere geçiyor ancak esas muhakeme İstiklal Savaşına ihanet üzerine oturtulmuştur. Bu da Damat Ferit ve İngilizlerle yapılan işbirliğinin vücut verdiği sonuçlarla ilgilidir. İdam kararının neresinde şapka var? Dinci yalancılık bunu böyle yayıyor. Bu çok insafsız, vicdansız , hayasız bir yalandır…”75

Yaşar Nuri ayrıca, “TİC’in İkdam gazetesinde yayınlanan ve Yunan uçaklarıyla halka dağıtılan bildiride Âtıf Hoca’nın dahli olduğu”nu belirtip, mahkeme safahatındaki tutumuna yönelik “elbetteki inkâr edecek, başka ne yapacaktı ki!” şeklindeki sözlerle (Mahkeme reisi) Kel Ali’nin cümlelerini tekrarlıyordu.

Hulki Cevizoğlu da yazımızın şapka meselesiyle ilgili başlık altında gereğince izahatına çalıştığımız hususlarla ilgili bildik iddiayı yineliyordu:

“…Atatürk ile Kurtuluş mücadelesine karşı çıkanlar, hatta Atatürkçülerin bir kısmı Şapka Kanunu’nu bilmiyor. Bunların arasında ne yazık ki, bazı partilerin genel başkanları bile var. Şapka Kanunu ’Herkes şapka giyecek’ demiyor. ‘Sarık, fes ya da başka bir şey giymeyeceksin. İlla bir şey giyeceksen şapka giyeceksin’ diyor. Kanun, o tarihte devlet memurları ile milletvekillerine şapkayı zorunlu kılmıştı.”76

İskilipli Âtıf Hoca ile İlgili İddiaların Genel Özeti

1-İdamının “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı risalesiyle ilgisinin olmayışı.

2-O’nun İttihat Terakki döneminden bu yana karanlık emeller taşıyan, İngiliz ve Yunanlılarla işbirliği içerisinde zararlı faaliyetleri olan ve Milli Mücadelenin karşısında bir vatan haini olması.

3-İkdam gazetesinde yayınlanıp Yunan uçaklarıyla dağıtılan Teâlî-i İslam Cemiyeti imzalı beyannamenin hazırlanmasında baş müsebbip olduğu ve idamına sebebiyet veren amillerin başında bu tutumunun geldiği.

4-İdamına sebebiyet veren en kuvvetli diğer amilin, cumhuriyete, yeniliklere ve inkılaplara düşman olması.

5-Nihayetinde şapka hadiselerinde cereyan eden ve anayasayı tağyir amacı güden isyanlarla ilgisi olduğu.

İddialara İlişkin Cevaplar

Âtıf Hoca’nın Laleli’deki evinden alınıp Giresun İstiklâl Mahkemelerine götürülme sebebi77 Şapka hadiseleri ile ilgili yargılamalardı. Nitekim tüm yüzleştirme, sorgulama ve yargılamaların ardından da beraat etmişti. Yani Giresun mahkemesi ne Hoca’nın ne de yazdığı kitabın hadiselerle illiyet bağı olduğuna kanaat getirmemiş ve beraatine karar vermişti. Bu husus Kemalist tarihçilerce daha sonra Ankara İstiklâl Mahkemelerinde hakkında verilen “salben idam” kararının sebeplerinin farklılığına ilişkin karine olarak kullanılmaktadır. Yani İskilipli Âtıf, Şapka hadiselerinden yaklaşık bir buçuk yıl önce (Basım tarihi 12 Temmuz 1924) yazdığı risaleden dolayı “kanunun geriye doğru işletilmesi” hükmüyle yargılanmış değildi. Ve bu iddia mesnetsizdi. Giresun Mahkemesinde beraati de bunun deliliydi. Giresun’da yargılanması olaylara karışan insanlarla bir ilgisinin olup olmadığına dairdi78. Bu tespit bizim araştırmalarımıza göre “hukuki açıdan” doğrudur. Nitekim zaten hukuken böyle bir yargılamayı sağlayacak bir kanun da söz konusu değildi. Olsa olsa “Şapka kanununa muhalefet”ten söz edilebilirdi ki; bunun da risalenin bir buçuk yıl evvel yazılmış olmasıyla bir ilgisi yoktu. Beraat ettirilmesi olaylarla ve kişilerle ilgisinin bulunmamasına dairdi.79

Ancak bu husus sadece Giresun Mahkemesi için söz konusu edilebilir. Ki burada da savcılık iddianamesinde tutuklanma sebebi;

“Frenk Mukallitliği ve Şapka adındaki bir kitabı yazdığı ve muhtelif bölgelere göndererek halkı isyana teşvik ettiğinden dolayı İstanbul’da 7/12/1341 (M. 1925) tarihinde tevkif edilen Fatih dersiâmlarından Hoca Âtıf…” olarak belirtilmektedir.80

Üstelik, eğer İstiklâl Mahkemeleri ile ilgili bir hukuk tartışması yapıyor olsaydık (ki karşı iddialara binaen iddianameyi ve gerekçeli kararı mecburen tartışacağız) en adil kararın Giresun Mahkemelerinde verildiğinin biz de altını çiziyor olacaktık. Ancak dikkat edilirse burada bile tutuklanma sebebi “kitabı yazdığı…” ibaresiyle tanımlanmaktadır. Yani geçmişte herhangi bir suç unsuru teşkil etmeyen bu risale biraz sonra da değineceğimiz üzere, Ankara İstiklâl Mahkemelerinin vicdani(!) kararını kuvvetlendiren diğer amillerle birlikte anılmasına karşın, esas amil hükmünde kabul görülecektir. Hatta mahkemenin verdiği gerekçeli karar81 layıkıyla incelenmezse Âtıf Hoca’nın bu risaleyi geçmişte neden yazmış olduğuna dair mahkeme heyetinin isnâdları, Giresun yargılamalarından sonra neden serbest bırakılmadığı ve İstanbul’a getirilişinin ardından tekrar neden Ankara’ya gönderildiği ve hakkında hiçbir suç unsuru ve delil bulunmayan bir kişinin neden bir günde alınan bir kararla idama mahkum edildiği anlaşılamayacaktır.

Önce 2 Şubat 1926 Salı günü yapılan ilk celse duruşmasında okunan iddianameye bakalım:

“…Rizeli asileri tahrik etmek suçuyla yakalanmış kişilerin evleri arandığı zaman, Hoca Âtıf Efendi’nin Şapka ve Frenk Mukallitliği adındaki kitabı ortaya çıkarılmıştır…”82

“…gerçekten o bilinen ve meşhur kitabını 1340’ta (M. 1924) yazdığını ve Maârif Vekaleti’nin özel izniyle neşrolunduğunu iddia etmektedir. Yaptığımız araştırmalara göre bu beyanı doğrudur. Ancak Rize’de mahkeme heyetiniz tarafından yapılan tahkikata göre, oradaki kitapçıya iki defa kitap gelmiştir. Kitabın bu ikinci defa gönderilmesinin83 Rize İrtica hadisesinde büyük bir etkisinin olduğunu, ‘vicdânen’ kabul etmekteyim…”84

Dikkat edilirse iddianamede iki husus ön plana çıkmaktadır. Bunlardan birincisi, kitabın isyan bölgesinde elden ele dolaşımının Âtıf Hoca’nın bilgisi dahilinde olduğunun zanna dayalı çabası ve Âtıf Hoca’nın bu amaçla kitabı yeniden bastırdığı zannı. Zan, ihtimal, vicdanın sesi(!), hepsi var ama delil yok! Zaten detaylarına burada giremeyeceğimiz Âtıf Hoca’nın savunmalarında hem kitabın tekrar basımı konusu inkâr ve ispat edilmekte, hem de olaylara adı karışmış bulunan kişilerle tanışıklığı ve irtibatı bir türlü kurulamamaktadır.85

Bu yapılamadığı için de kitapla ilgili “pek muhtemel” tespitlerin ardından Hoca’nın siyasi geçmişi kurcalanarak, alınacak “vicdani kanaat”e dolgu malzemeleri sunulmaktadır (AİMZ, s. 274-275):

“Esasen Hoca Âtıf Efendi tâ Meşrutiyetten bu güne kadar, memlekette ortaya çıkan inkılâb hadiselerinin ve yenilik hareketlerinin en amansız düşmanıdır. Meşrutiyetin ilanından sonra ‘Beyanu’l-Hak adıyla bir gazete çıkartmışlardır. Bu gazete, memlekette karanlık ruh ve zihniyetin hakim olması düşüncesini yaymak vazifesiyle mükellef idi86…Mahmut Şevket Paşa’nın katledilmesi hadisesi dolayısıyla Sinop’a sürülmüştür87… Teâlî-i İslam Cemiyeti’nin reisliğine geçmiştir…(kendisi) cemiyetin bazı hizmetlerinden bahsediyor. Cemiyetin ortada bir hizmeti varsa; o da maalesef Yunan teyyareleriyle, düşmana karşı muharebe etmekte olan Türk yavrularının fikir ve zihniyetlerini zehirlemek için propaganda beyannameleri atmaktır…”88

Ardından, her ne kadar bir siyasi geçmiş kronolojisi sunulmuş olsa da bunların hukuki bir değerinin olmadığını ifade eder şu tespitler sıralanacaktır:

“…Şüphesiz ki bütün bunlar maziye karışmış şeyler. Hepsi milletin yüce vicdanında affa mazhar olmuş şeylerdir.89 Yalnız, Hoca Âtıf Efendi’nin şahsiyetini gözler önüne sermek bakımından çok kıymetli ve çok mühimdir...”90

Görüldüğü üzere mahkeme iddianamesi bütün bunlar olmuşsa bile hukuki bir değerinin olmadığı ama hakkında kanaat oluşturmak için kuvvetli “karineler” hükmünde olduğuna kanaat(!) getirmiş, 3 Şubat 1926 çarşamba günü yapılan 2. celsede de bu görüşlerine daha bir açıklık getirmiştir:

“…Teâlî-i İslam Cemiyeti(TİC)den bahsederken, Hoca Efendinin TİC mensubu olduğu ve suça iştirak ettiğini tespit ettiğim için kendisine hücum etmiş bir vaziyette değilim… Maznûnun şahsını ve suçluluğunu aydınlatabilme gayretiyle TİC’den bahsetmişimdir. Yoksa TİC’de yapmış olduğu işlerden kendini sorumlu kabul etmek maksâdı güdülmemiştir.91 Esasen TİC’de kendisi suçların en büyüğünü yapmış olsa dahi iddianamemde de arzettiğim gibi bunlar affedilmiş şeylerdir. Ve kanûnen yeniden cezâ tâkibâtı yapmak hakkını kaybetmiş şeylerdir…”92

Ve son sözler:

“…Kendisinin modern bir yaşamla bağdaştırılabilecek bir durumda bulunup bulunmadığını ve kitap hakkındaki iddialarının takdirini de yüce mahkemenizin takdirine havale ederim.”93

Başta şapka risalesi olmak üzere kitaplarının değerlendirilmesi konusu94 da ayrı bir bahis olarak ele alınmıştır:

“…kitapları incelendiği takdirde görülecektir ki, inkılâb ruhuyla, bugünün ruhuyla, Türkiye Cumhuriyeti ruhuyla hiçbir zaman bağdaştırılması mümkün değildir. Bunlar Cumhuriyet Türkiye’sine suikasddan başka bir şey olamaz…”95

Savcı müderrisliğe soyunarak kitapların muhtevasını değerlendirirken, sosyologluğa da girişerek “…asrın en büyük sosyologlarından Marks gibi alimin taklide96 ne büyük ehemmiyet verdiği”ne de değindikten sonra vicdanî kanaatini(!) açıklıyordu:

“…Hoca Âtıf Efendi’nin Rize’deki hadise ile neşr ettiği eser arasında bir bağlantı bulunduğuna dair tam bir vicdânî kanaat sahibiyim. Hareketi, Kanûnî Cezâyı Umûmî’nin 55’inci maddesine göre 45’inci maddesinin son fıkrası karşılığına rastlayan iş ve suçtandır.”

Gerekçeli Karar ve Değerlendirme

3 Şubat 1926 tarihinde Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin İskilipli Mehmet Âtıf Hoca hakkında oy birliğiyle aldığı karar ve gerekçeleri:

“Bunlardan Hoca Atıf Efendinin Türkiye Cumhuriyeti’nin yenilik ve ilerlemeye doğru attığı adımlara mâni olmak ve halkı isyan ve irticaa teşvik etmek kastıyla İstanbul’da 340 (M. 1924) sonlarında Frenk Mukallitliği ve Şapka adlı eseri yayınladığı97 ve muhtelif vasıtalarla memleketin muhtelif mahallelerine dağıttığı sıralarda İstanbul Polis Müdüriyeti tarafından Birinci Şube raporuyla 24/8/1341 (1925) tarihi ile Dâhiliye Vekâleti’ne ihbar edildiği, adı geçen vekâletin 26/9/1341 (1925) ve 4717 numaralı emirleri ile mezkûr risalenin toplatılmasının ve dağıtılmasının yasaklanmasının İstanbul’a bildirildiği ve kitapların bir miktarına el konulduğu hâlde, emrin uygulanışı tarihinden bir müddet sonra adı geçen eserin isyânın çıktığı mıntıkalarda yapılan aramalarda elde edilmesi98 ve muhakemeleri yapılan maznûnlara yöneltilen suallerden eserin isyandan bir iki ay evvel bahsedilen muhitlere gelerek elden ele gezdirilmek sûretiyle99 gizliden gizliye okunduğu ve Şapka İksâsı Hakkındaki Kanun’un kabul edilmesi üzerine muhtelif mahallerde şapka aleyhinde propaganda da bulunan kişilerin tevkifi esnasında yapılan aramalarda bahsedilen esere tesadüf edildiği ve yapılan tahkikatta adı geçen eserin masum halkın fikirlerini iğfal ve irticaa teşvik maksadıyla Anadolu’nun içlerine ve bilhassa doğu vilayetlerine ücretsiz olarak gönderildiği100 ve eserin basımı ve dağıtımı hükümetçe men edildiği halde basımı ve dağıtımı için gayretler gösterildiği101, çeşitli bölgelerdeki isyanın çıkışında amil ve en mühim tahrik vâsıtası olduğu ve Âtıf Efendi; geçmiş hayatı itibârıyle de 31 Mart irticâ hadisesinde ve Mahmut Şevket Paşa merhumun katledilmesinde de alakadar bulunduğundan çeşitli suçlar ile cezaya çarptırıldığı ve Sinob’a sürüldüğü ve bundan başka millî mücâdelenin en buhranlı zamanında Anadolu içlerine doğru uzanmış olan işgal ordusuna mukavemet edilmemesi hususunda başkanlığını yaptığı Teâlî-i İslâm Cemiyeti adına düzenlediği beyannâmeleri sonradan aldığı çeşitli inkâr tertiplerine rağmen Yunan tayyareleriyle istiklâli ve hayat hakkı için mücadele eden Anadolu köylerine attırdığı102 ve yeniliğe ve Cumhuriyete dâimî bir düşman vaziyeti almış olan adı geçen kişinin son isyan hâdisesi ile maddeten ve mânen alâkadar bulunduğu bir çok delil ile anlaşıldığı ve ortaya çıktığı103… için hareketinin karşılığı olan Kanun-ı Cezâ-yı Umumî’nin 45. maddesinin “Her biri cürmün husûlü maksadıyla ef’âlimiz buradan beri ya bir kaçını icrâ eylerse eşhâs-ı mezkûreye hem fiil denilir ve cümlesi fâil-i müstakil gibi mücâzat olunur” diyen muharrer fırkası dolayısıyla adı geçen kânûnun 55. maddesinin “Türkiye Cumhuriyeti’nin Teşkilatı Esasiye Kanunu’nu tamâmen veya kısmen tağyir… veya ifâ-yı vazifeden men’ine cebren teşebbüs edenler idâm olunur” diyen muharrer fıkrası mucibince İskilipli Âtıf Hocanın salben idamına.”

Görüldüğü üzere mahkeme kararının hemen geneli şapka risalesinin daha yazıldığı andan itibaren amaçladığı iddia edilen hedefleri, dağıtımı, etkileri vb. üzerine oturtulmuştur. Geçmiş olaylar ise dolgu malzemesi hükmündedir. Üstelik yargılama sürecinde de İskilipli’ye bu konularda da kısmen sorular yöneltilmiştir. Kararda bunlara gönderme yapmak apayrı bir hukuksuzluk örneğidir. Sanığın iddia edilen TİC beyannamesinin tekzib edildiğine dair mahkemeye sunduğu somut deliller Mahkeme Reisi Kel Ali başta olmak üzere heyet tarafından dikkate alınmamış, aksine İskilipli yalancılık ve durumu kurtarma çabası gütmekle itham edilmiştir. İsnadlarla ilgili olduğu iddia edilen deliller sıralan(a)mamıştır. Çünkü Giresun mahkemesi örneğinde de görüldüğü üzere isnadları ispat edecek illiyet bağları kurulamamıştır. Ve oybirliği ile alınan karar tamamen kılıf hükmündedir. İskilipli’nin hükümete karşı ya da “…Anayasayı kısmen ya da tamamen tağyir…” suçunu işlediğine dair delil diye sunulan belge ya da itiraflardan değil; ancak mahkeme heyetinin dünya görüşlerine uymayan hususları, onun kitaplarından, fikirlerinden, yaşam biçiminden ve geçmişte işlediği iddia edilen cürümlerden çıkarsamalar yaparak alınan bir karardan söz edilebilir.

İskilipli Âtıf Hoca ve Geçmişine Yönelik İftiralara Cevaplar

Âtıf Hoca’nın yılları Fatih dersiâmlığı ve medreselerin ıslahı projesini hayata geçirme mücadelesiyle geçmiştir.104 Bu bapta çeşitli resmi görevlerde105 bulunduğu gibi, hiçbir vakit İslam’ın izzet ve şerefini idarecilerin arzularına kurban etmemiştir.106 Onunla aynı mahkemelerde yargılanmış olan Ali Haydar Efendi’nin çevresine, gözyaşları içerisinde “…Biz ruhsatla hareket ettik, o azimetle; o kazandı!” dediği rivayet olunur107. Hakikaten de İstiklâl Mahkemelerinde yargılanan pek çok müderris, alim şahsiyetler o çetin şartların altında kalplerinin onaylamadığı cümleleri sarfetmek zorunda kalmışlar ve zaman zaman da hatıratlarında bu halden sitemkâr tarzda bahsedenler olmuştur. Bu durum elbetteki onların kınanmasını beraberinde getirmez, ancak Ali Haydar Efendi’nin ikrarlarına da yansıdığı şekilde İskilipli Âtıf Hocaefendi’nin şahsiyeti hakkında bize önemli bir veri sunar. Nitekim, onun yargılanması esnasında aynı ortamda bulunan Şevket Süreyya Aydemir de, kendisini tanımadığı halde, mahkemelerde ayakları titreyenler, salonun yolunu şaşıranlardan bahsederken, İskilipli’nin metaneti ve sakinliğine de vurgu yapmadan edemez.108

Medreselerin ıslahı konusunda o derece derinlikli ve yetkin çalışmalar ortaya koymuştur ki, Bosna’dan Kırım’a kadar kendisinin İstanbul’u terk edip davet olunan bölgelerde de çalışmalar yapması için teklifler almıştır. Bugünkü YÖK Başkanlığına tekabül eden görevleri üstlenmiş olmaktan başka aynı zamanda gazetelerde yazıları yayınlanmış; siyasi ve ictimai konularda karşıt fikirlerden kalemşörlerle atışmaları da meşhur olmuştur. Sebilürreşad, Beyanu’l-hak vb. pek çok dergi ve gazetede hemen her konuda yazıları çıkmıştır.

Kurucusu olduğu Cemiyet-i Müderrisin, Mondros mütarekesi sonrası İttihatçıların gözden düşüp İtilafçıların başa geçtiği Damat Ferit Paşa hükümeti döneminde müderrislere yönelik hukuksuzlukları gidermek amacıyla oluşturulmuş (ve aynı zamanda ilmi) bir cemiyet idi. Tarih anlatılarında Teali-i İslam’la bir tutulan bu cemiyetle TİC arasındaki bağ sadece İskilipli ve Seydişehirli Hasan Fehmi olmasına rağmen109 sonrasında, bu bağ ve hükümetle TİC’in girdiği ilişkiler üzerinden her türlü spekülatif konu gerek diğer üyeler gerekse Başkan Âtıf Hoca üzerinde yıllar sürecek ithamların da konusu edilmiştir.

İşte bu konuların en önemlisi olan Mustafa Kemal ve arkadaşları aleyhindeki beyanname meselesi, o güne dek İtilaf devletlerine110 ve Bolşeviklere yönelik beyannameler dışında siyasi hiçbir olaya karışmayan bir sosyal cemiyet olan TİC üzerindeki bakış açısını da etkilemiş; İskilipli’nin de cemiyeti terkinin ardından cemiyet önce tamamen İtilafçıların kontrolüne geçmiş, bir süre sonra da fesholmuştur.

Teâlî-i İslam Cemiyetine Ait Olduğu İddia Edilen Beyanname Meselesi:

Burada zaman zaman birbirine karıştırılan iki ayrı beyanname söz konusudur. Dürrizade Abdullah Efendi’nin fetvalarının yer aldığı hükümet beyannamesi ile Teâlî-i İslam’a ait olduğu öne sürülen ve Yunan uçaklarından atıldığı ifade edilen beyanname birbirine karıştırılmaktadır. Dürrizade’111nin etkili olmadığı düşünülen bu girişiminin ardından Teâlî-i İslam’ın onayı ve imzasıyla yayınlandığı iddia edilen beyanname yayınlatılmıştır. Beyannamenin kısa hikayesi ise şöyledir:112

Milli Mücadele aleyhinde bir beyanname yayınlanacaktır. Bu konuda da seçilen cemiyet, hem halk üzerindeki etkisi hem de temiz siciliyle TİC olacaktır. Bu girişime şiddetli itirazları olan İskilipli Âtıf ve Tahiru’l-Mevlevî beyannamenin cemiyet namına mühürlenmemesi için bir mücadele içerisine girerler.113

Mevlevî ile Şeyhulislam Mustafa Sabri arasında geçen diyalog şöyledir:

TM- Efendi TİC adına bir beyanname neşr edilecekmiş öyle mi?

Ş- Evet, hükümetçe114 görülen lüzuma binaen öyle bir şey yapıldı.

TM- Peki ama cemiyetin haberi yok.

Ş- Evet, nikâh-ı fuzulî kabilinden bir şey oldu.

TM- Aman efendi hazretleri nikah-ı fuzuli’de iltihak rızası lazımdır. Bizse buna razı olmayacağız. Çünkü TİC siyasi değil, ilmi ve dini bir cemiyettir. Biz hükümetin işine karışmayacağımız gibi hükümet de bizim işimize karışmasın.

Mustafa Sabri hiç beklemediği bu cevap karşısında şöyle der:

-Hükümet bir fetva neşr etmişti. Fakat onlar da mukabil bir fetvâ eylediler. Şimdi ilmi bir cemiyet tarafından yazılmış bir beyanname ile halkın fikrini düzeltmek istiyoruz. Bunun için de en uygunu sizin Teâlî-i İslam Cemiyetidir.

T. Mevlevî çıkışır:

-Efendi hazretleri! TİC buyurduğunuz gibi ehliyetli bir cemiyet ise ilk önce azanın re’yi alınmak ve rızası sağlanmak lazım gelirdi. Yok… öyle değil de her teklife kavuk sallayacak bir güruh ise böyle dalkavuk alayının beyanatı da bir tesir husule getirmez.

Şeyhulislam bu oylama teklifini, nasılsa üyelerin çoğu medrese hocasıdır düşüncesiyle kabul eder. Oylama sonucu beş red ve beş kabul oyuna karşılık İskilipli’nin vereceği karar önem kazanır ve o da red oyu verir.

Mustafa Sabri’nin damadı Zeki bey, bu beyannamenin yayınlanması için baskı yaptığı bir toplantı esnasında115

“Siz kabul etseniz de etmeseniz de hükümet bu beyannameyi Anadolu’ya gönderecek” dedikten sonra, Teâlî-i İslam’ın mührü olmadan, Vakit gazetesinin iddiasına göre116 Eskişehir semalarından Yunan uçaklarıyla dağıtılmıştır.

Aynı Vakit Gazetesi’nin 1034. nüshasında ise, İskilipli’nin Ankara İstiklâl Mahkemelerine makbuzunu (ve belki de kayıp bölümlerde aslını) sunduğu tekzibname/yalanlama yayınlanacaktır.117 Âtıf Hoca’nın bu tekzibnameyi beyannamenin yayınlandığı İtilafçıların etkisindeki İkdam gazetesinde değil de Milli Mücadele’ye destek veren Vakit’te yayınlatmış olması da hem siyaseten akıllıca bir davranış hem de niyetinin ve tavrının açık bir göstergesidir.

Tahir’ul Mevlevî de savunmalarında (AİMZ, s. 315-330) tafsilatlı bir şekilde bu konuya değinmekte ve hatta Zirâat Nezareti’ndeki görevine bu konudaki muhalefetinden dolayı son verildiğine dair vesikayı da mahkeme heyetine sunmaktadır.118

Netice itibariyle bu olayın ardından cemiyetten istifalar söz konusu olmuş, başkan İskilipli Mehmed Âtıf da konuyla ilgili yargılanması esnasında, beyannâmenin yayınlanmasından sonra cemiyetle alakasının kalmadığını beyan etmiştir.119 Gerçi bir müddet sonra zaten cemiyet yönetimine İtilafçıların hakim olması120 ve Âtıf Efendi'nin yönetim dışı bırakılması ile cemiyetle ilişkisi tamamen kesilmiştir.

Burada dikkat edilmesi gereken husus, belge ve ifadelere inanmayan -konuya da vakıf olmayan- Mahkeme heyetinin ısrarlarıyla, bugünkü iddia sahiplerinin iddialarının örtüşmesidir. O da şudur121:

İskilipli’nin bir tekzibname yayınladığı doğrudur ve belgelidir. Ancak mahkeme heyetinin de iddia ettiği gibi

1-Bakmışlardır ki Anadolu halkı Milli Mücadele’ye destek veriyor; kendilerini kurtarmak için bu girişimde bulunmuşlardır. (Mahkeme heyetinin iddiası)

2-Topyekün istifa yoluna gidilerek toplu bir tepki gösterilemez miydi? (İnsaf ehlinin meraka mebni sorusu)Bu iddialar maalesef ya dönemin şartlarını gereğince kavrayamamış olmaktan ya da tarafgirlikten kaynaklanmakta.

3-Zaten başta İngilizler olmak üzere, hükümetin de baskısıyla oylamada bile beş kabul oyu çıkmıştır.

4-Hepsinden önemlisi tekzibname hafife alınacak bir tepki değildir ve İtilafçıların ve Damat Ferid’in dönem üzerindeki etkileri düşünüldüğünde ciddi riskler de içermektedir. Nitekim Zeki bey oylama öncesi ve sonrası resmen üyeleri tehdit etmiştir. Ayrıca böylesi basın yoluyla (hele ki Mustafa Kemal’in resmini yayınladığı için on gün süreyle kapatılan bir Milli Mücadele organı olan Vakit gaz.’nde) ortaya konan açık bir tepki, resmen hükümet politikalarını baltalamak anlamı taşıyacağından, tepki koyanların hem görevleri, hem ilmi ve siyasi pozisyonları açısından ciddi bir risktir!

5-Ortada henüz Milli Mücadele’ye ciddi manada destek veren bir halk falan yoktur ki bu etkiyi görerek İskilipli bu harekette bulunsun. O zaten İstanbul’dadır ve yıl 1920’dir. Aksine cemiyetteki bu kırılmadan sonra cemiyet İtilafçıların eline geçmiş ve zaten İskilipli ve T. Mevlevî de cemiyetle ilişkilerini kesmişlerdir. İngilizlerin, cemiyeti tercih etmeleri boşuna değildir. Cemiyet hem İskilipli döneminde kirlenmemiş, bazı İtilafçıların ve hükümetin oyuncağı olmaktan da korunmuştur; hem de halk üzerinde ciddi bir etkisi vardır. Ancak bu siyasi olayın ardından, cemiyetin de itibarı sıfırlanmış ve bir süre sonra da bir takım siyasi mülahazalarla fesholmak zorunda kalmıştır.

6-Dolayısıyla İskilipli’nin o dönemde bu tekzibname ile yapmaya çalıştığı şey olsa olsa İngilizlerin ve Damat Ferit’in oyuncağı olmaktan cemiyeti korumak istemek ve beyannamede belirtilen hususlarda halkın zihnini bulandıracak meselelerin önüne geçmek arzusudur.

7-Bizce, bugüne dek hiç değinilmeyen temel sebep ise İttihatçı zihniyet ya da Mustafa Kemal’le arası ne olursa olsun, zulme ve işgale karşı direnmeye çalışan halkın bu çabasının baltalanmasına izin vermek istememiş ve gücü oranında buna karşı koymuş olmasıdır.

Şunu unutmamak gerekir ki yazımızın sınırlarını aşmak anlamına gelebilecek İtilafçıların sanki yekvücud bir bütünlermiş gibi değerlendirilmesi (ve çarpıtılması) meselesi de ayrı bir tartışma konusudur. Bu bölümün başında aktardığımız gibi, haklı bir isyan karşısında İskilipli’nin fetvası Abdülhamid dönemi için ne ise, İttihat Terakki dönemi için de aynıdır. Aynı ilkeler İskilipli açısında bu dönemde de geçerlidir.122

Sonuç ve Genel Değerlendirme

1-Öncelikle Atıf Hoca Müslüman, alim ve İslamcı bir şahsiyettir. Eserleri ve hayatıyla bu durum sarih bir biçimde ortadadır. Böyle bir şahsiyetin bahsedildiği gibi emperyalistlerle işbirliği yaparak vatan haini olması olabilecek şey midir?123 Eğer kastedilen Vahdettin’le olan ilişkisi ve Hilafet’le alakalı görüşleri ise, aynı dönemde acaba Mustafa Kemal Anadolu’da gittiği yerlerde hangi literatürle konuşmaktadır! Kendi iktidarlarının meşruiyeti adına Takrir-i Sükun kanunu ve İstiklâl mahkemelerinin estirdikleri terör ortamını fırsat bilerek Mehmet Akif’e bile işbirlikçi sıfatını yakıştıranların torunları da aynı şeyi bugün Âtıf Hoca için yapmaktan çekinmemektedirler. Öyle ya, birileri “kahraman” ise, birileri de “hain” olacaktır!124

2-Âtıf Hoca gerçekten vatan haini olsa idi Cumhuriyetin ilanından sonra Mısır ya da başka bir ülkeye kaçabilirdi. Batılılarla işbirliği yapmış bir adamsa para sıkıntısı da çektiği bu süreçte neden Fransız gazetesinde yüksek ücretle yazmayı reddetti?

3-Yunan uçaklarından atıldığı iddia edilen beyanname İskilipli’nin başkanlığını, T. Mevlevî’nin azalığını yaptığı TİC’e ait değildir. Çünkü TİC toplantısında hükümetin dışarıdan baskılarına rağmen bu konuda karar alınması engellenmiş ve bu beyannameye TİC’in mührü vurulamamıştır. Dolayısıyla uçaklardan atılan beyannamenin altında varolduğu iddia edilen Teâlî-i İslam imzası hükümsüzdür. İngilizlerin baskısı ve hükümet marifetiyle ortaya konan bu icraat yazıda tarihi belgelerle ispatladığımız üzere, İskilipli, T. Mevlevî ve diğer azaların muhalefetine rağmen gerçekleştirilmiştir.

4-Eğer Teâlî-i İslam’ın beyannamesi dolayısıyla vatan haini ise ve idam edildiyse, neden Tahir’ul Mevlevî aynı yargılamalarda beraat etti? Savcı onun için 3 yıl sürgün, Atıf hoca için de 3-15 yıl istemişti. AİMZ zabıtlarından da öğreniyoruz ki, bu sebepten ötürü Âtıf Hoca’nın yüzleştirildikleri arasında T. Mevlevî de var.

5-Üzerinde, geçmişte içinde yer aldığı iddia edilen olaylardan dolayı125 vatan hainliği kisvesi bulunan bir şahıs, Laleli’deki evinde İstanbul merkezli bir hayat sürerek, Âtıf Efendi Kütüphanesi Neşriyatı adı altında on yıl boyunca elli kitap basmayı hedefler mi?126

6-Diyelim ki iddia edildiği üzere TİC’in başkanıyken İngilizlerle ve Yunanlılarla işbirliği yapmıştır127. Peki o halde neden hiç yargılanıp suçlu bulunmamıştır? Böyle olsa idi bile ya 150’likler arasına girerdi (ki bu vaki değil) ya da 1922 Genel Affı’yla affolunmuş olur ve hukuken de Lozan gereği zaten yargılanması mümkün olmazdı. Ki savcı da bu hususa iddianamesinde değinmekte. (Her ne kadar gerekçeli kararda -dolgu malzemesi kabilinden- geçmişte yaptığı iddia edilen fiillerden hukuksuzca bahsedilerek verilen “vicdani” karara mesned olarak gösterilse de.)

7-Madem ki yazdığı dönemde bu risale sorunluydu, neden Maarif Vekâleti yayımına izin verdi ve neden İskilipli’yi takdirname ile onurlandırdı?128

8-Bazı tarihçilerce İskilipli’nin Yunan askerleriyle ilgili yazdığı iddia edilen yazılar konusu ispata muhtaçtır! Nerededir bu yazılar? İskilipli’nin yazdığı gazete, dergi ve risaleler ortadadır. Bunlardan birinde bu türden bir yazı dahi yayınlanmış olsa, vatanperver(!) tarihçi ve ilahiyatçılar bunları bulup çıkarmazlar mıydı?

9-Daha İttihat Terakki döneminden itibaren, Mahmut Şevket Paşa suikastıyla da ilişkilendirilerek hain olduğu iddia edilen bir kimse Donanma Cemiyeti için kitap yazar mı? Gelirini bağışlar mı? Donanmadan takdirname alır mı?

10-İngilizlerle işbirliğine dair ne türden bir ilişki biçimi söz konusudur? Aksine Yunan işgalini ilk kınayan ve İngilizlerin de içinde bulunduğu İtilaf güçlerinin bulunduğu binaya giderek kınama bildirisini okuyan cemiyet, İskilipli’nin başkanı olduğu cemiyettir:

“Kötü politikalar yüzünden zebun düşmüş bir milletin zaafını istismar etmek hiçbir din ve insaf ölçülerine sığmaz. Gayeniz milletimizin şahsında İslam’a darbe vurmaksa bunu açıklayın, ona göre başımızın çaresine bakalım!”129

11-Hukuk tarihinin neresinde görülmüştür ki, müddeiumuminin (savcılık makamının) 3 ila 15 yıl talep ettiği130 bir ceza bir gecede “salben idam”a çevrilsin? Tersine genel teamül savcının isteğinin altında bir cezanın verilmesidir. Hadi heyet savcının talebini yetersiz görmüş olsun, bu da derece farkı itibariyle 18 yıl olur, 20 olur. Ama burada mahiyet itibariyle farklı bir hükme varılmış ve idam kararı verilmiştir.

12-Madem ki İskilipli’nin geçmişinde, “suç”muş gibi deklare edilen Cumhuriyet’e, yeniliklere düşmanlık, inkılab ruhuna aykırılıklar söz konusu idi; o halde 6 yıl neden beklendi? (ya da ‘Genel Af’tan sonra 1922’den 1926’ya kadar 4 yıl) Bu ruha aykırılık içeren kitapların basımına neden izin verildi? Bu ruha aykırılık meselesi ne zamandan beri suç addedilir oldu? Şapka takanları tevkif edip nezarete attıran, döven, şapka kanununun ardından da takmayanları isyankâr addeden bir mahkeme reisi (Kel Ali) mi buna karar verdi, yoksa “İnkılab ruhunun önünde yer alma cesaretini gösterecek olanlara behemehal haddini bildirecek!” olan irade mi? Her iki koşulda da bu, intikam duygusuyla bir hesaplaşma, tarihi geriye işleterek ne adaletin ne de hukukun esamisinin dahi okunmadığı tedhiş mahkemeleri aracılığıyla131 İslami kimlik sahiplerine haddini bildirme, bu kimliği temsil eden akîl insanları, alimleri, kanaat önderlerini ortadan kaldırma ve İslami tüm görünürlük unsurlarını yok etme hedefi olarak adlandırılmalı değil midir?

13-Kimden, nereden gelen emir, direktif ya da şifre ile daha önce Giresun mahkemelerinde beraat eden; Ankara’da savcının üç ila onbeş yıl talep ettiği İskilipli Mehmed Âtıf Hocaefendi bir gecede alınan kararla idam edilmiştir!

Doğrusu bu cevabı merak etmiyoruz. Çünkü o ve onun gibi nice değerli, yılların mahsulü ortamlarda yetişmiş, nesillerin ifsadını engellemeye dönük çabalar içerisinde olan şahsiyetler132 bu coğrafyada yepyeni bir ulus-toplum yaratma adına “Tek Adam Diktası”nın amaç ve hedefleri doğrultusunda, evrensel fıtrî değerlerin ayaklar altına alındığı “Diktatoryal Tarih”in kurbanları olarak şehadet şerbetini içmişler ve bu dünyadaki görevlerini tamamlamış olarak Rablerinin huzuruna kavuşmuşlardır. Mezkur tarihi süreci kutsayan ve onları itibarsızlaştırmaya çalışanları da yanlışlarından dönüp ilim ve hidayet yolunda hakkı ve hakikati gereğince sorgulamaya ve Allah’ın tüm insanlığın mayasına ektiği fıtrî (ve diktatoryal tarih boyunca ayaklar altına alınmış) değerlere davet etmekle mükellefiz.

Onların itibarları devlet tarafından iade edilsin ya da edilmesin, o itibar eserlerinde, salih amellerinde, mücahedelerinde, bizim gönüllerimizde, kalplerimizde, akidelerimizde ve hafızalarımızda capcanlıdır. Rabbimize duamız, onlara olan vefa borcumuzu gereğince yerine getirebileceğimiz sorumluluk duygusunu bizlere bahşetmesi, onların gerçek hikayelerini çocuklarımıza ve yeni nesillere layıkınca aktarabilmeyi nasip etmesi, bu yolda göstereceğimiz cehd, gayret ve azmin karşılığında din günü bizleri Âtıf Hocaların arasına katarak, şehid ve şahitlerle birlikte haşretmesidir!..

Şüphesiz hepimiz Allah’tan geldik ve yine ona rücu edicileriz!...

 

Dipnotlar:

1- Özellikle 1923-1938 arası rejimini tanımlarken, halk kavramının karşılığına gelen “cumhur” kelimesiyle bağdaşık bir tarzda “Cumhuriyet” olarak ifadelendirmek siyaset bilimi açısından sorunlu bir tanımlama olup olmaması bir yana, siyasi sistemin işleyişini belirtme açısından yanıltıcı, saptırıcı ve zaaflıdır. Birinci Meclis’in tasfiyesini ve İkinci Meclis’in kuruluşunu içeren ve ilk darbe (1924) olarak niteleyebileceğimiz dönemden itibaren 1927’nin sonuna kadar “Diktatörlüğü İnşa Dönemi”; 1927-1938 arasını ise “Diktatoryal Dönem” olarak adlandırmak daha anlamlıdır. İstiklâl Mahkemelerinin 1925-1927 yılları arasındaki işleyiş mantığı ve hedefleri açısından da bakıldığında “Tek Adam”lık ya da “Milli Şef”lik dönemine giden süreç bu yıllar arasında mukimleşmiştir. Kemalist tarihçilerin “İnkılapların ruhu adına” bu dönemde yapılanlara meşruiyet atfetmeleri ayrı bir husus; izlenen siyasetlerin “tek bir lider”in ajandası olarak övgülere mazhar kılınması ve “o tek lider”in konumunu sağlamlaştırmaya doğru ilerlemesi ayrı bir husustur. Nitekim, özellikle 1927’nin sonbaharından itibaren artık tüm yapıp edilenler, tüm üretimler, doğru-yanlış tüm olgular “Atatürk’e mal edilmiş”; (Atatürkçülük Nedir, Ne Değildir, 2007) yanlış yapması ya da “inkılapların ruhu”ndan sapması muhtemel tüm muhalefet unsurları (Muhalif siyasiler, İslami kesimler, basın, eski silah arkadaşları, eski ittihatçılar) öldürülmüş, ekarte edilip siyaset dışına itilmiş ya da sindirilip susturulmuştur. “Biat”li kesim dışında mezkur dönemde hedeflenen siyasetlere itiraz edebilecek en küçük muhalefet birimi kalmamıştır. Yeni Meclis tamamen itaatkar 316 kişiden oluşur ve bir süre sonra İstiklâl Mahkemelerinin de görev süreleri tamamlanarak (1929) “tiranlık” ya da “bir Dikta rejimine giden süreç böylelikle inşa edilmiş olur” (Bu konulardaki pekiştirici bilgiler için bkz. Ali Fuat Cebesoy, “Siyasi Hatıralar, 2007” ve “Bilinmeyen Hatıralar, 2005”; Kazım Karabekir’in anıları.; vb.) Mete Tunçay da ‘Tek Parti…’ kitabının 154-155, 186. sayfalarında aynı konuya atıfta bulunur. Mustafa Kemal’in en yakın arkadaşlarından Falih Rıfkı Atay’ın, Mustafa Kemal’in Çankaya’da Kel Ali’ye İstiklal Mahkemelerinin kapatılması emrini vermesini yorumlarken ifade ettiği “Çünkü artık terör devri sona ermiştir. Gazi’nin başka şiddet gösterilerine ihtiyacı kalmamıştır.” tespitinde de olduğu gibi. (F.R.Atay, Çankaya, s. 406.)    

2- Zira gerek Âtıf hoca’nın yakın arkadaşı Tahir’ul Mevlevî’nin hatıratında, (Matbuat Alemindeki Hayatım ve İstiklâl Mahkemeleri, Nehir yay., İst, 1991) gerek mahkeme heyetinin ifadelerinde (AİMZ, 1993) gerekse farklı tanıklıklarda İskilipli’nin uzunca bir savunmayı mahkeme heyetine okuduğuna dair vurgular vardır. Sonradan hikayelendirildiği şekliyle İskilipli’nin Hz. Peygamberi rüyasında gördüğü ve kendisini yanına çağırdığı için savunma vermediği şeklindeki rivayetler gerçeği yansıtmamaktadır. Ne asılmadan önceki gece yanında bulunan kişiler ne de Tahir’ul-Mevlevî hatıratında böyle bir diyalogdan bahsetmemektedirler.

3- “Atatürkçülük Nedir Ne Değildir, 2007” kitabı Atatürkçülüğün ne idüğüne ilişkin makalelerle bu konuda okuyucuya ciddi bir malzeme sunmaktadır.

4- Bu duruma en veciz örneklerden biri, Ergün Aybars’ın İstiklâl Mahkemeleri başlıklı çalışmasıdır. Ciddi bir arşivcilik örneği olan bu çalışma, Aybars’ın Doktora ve Doçentlik çalışmalarının bir yekünüdür. Ve hakkında çok sınırlı bilgilere sahip olduğumuz İstiklâl Mahkemeleri konusunda en temel birkaç kaynaktan biridir. Bu derece önemli bilgileri ihtiva eden bu eserde, olayların, davaların, kişilerin yorumlanması bölümlerinde inanılmaz sübjektif, ideolojik değerlendirmelerle karşılaşılmaktadır. Bilimsellik-nesnellik endişesinden ziyade, dönemi ve her türlü uygulamayı İstiklâl Mahkemeleri örneği üzerinden bir meşrulaştırma çabası hakimdir. Her türlü eleştiri “Onlar hukuk değil, olağanüstü ihtilal mahkemeleri idi” duvarına toslamaktadır. Aynı zamanda Kemalist zihnin tarihe bakışını veciz bir tarzda özetleyen bu çalışmayı yazımızın İstiklâl Mahkemeleri’yle ilgili bölümünde irdelemeye çalışacağız.

5- İskilipli Âtıf Hoca’nın diğer risaleleri şunlardır: 1- Nazar-ı Şeriatta Kuvve-i Berriyye ve Bahriyye’nin Ehemmiyet ve Vücûbu (1910); 2- Muînu’t-talebe (1910); 3- Medeniyyet-i Şer’iyye ve Terakkiyât-ı Dîniyye (1913, 1975); 4- Mîr’atü’l İslam (1916); 5- İslam Yolu (1922, 1991); 6- İslam Çığırı (1923); 7- Tesettür-ü Şer’î (1923, 1981); 8- Din-i İslam’da Men-i Müskirât (1924)

6- Avrasya TV’nin 28 Kasım 2008 tarihli ‘Ceviz Kabuğu’ programına katılan Isparta Süleyman Demirel Üni. Öğr. Gör.’lilerinden İsmail Yakıt ve Prof. Yaşar Nuri Öztürk, İskilipli’ye iade-i itibarın konuşulduğu o günlerde, itibarsızlaştırma misyonunu üstlenmişler arasındaydılar. Gerek İskilipli’ye, gerekse onu savunanlara ilişkin galiz, hakaretamiz ifadelerin kullanıldığı programda, Âtıf hoca’ya yönelik serdedilen “hain” yakıştırması da diğer ifadelerin yanında hafif kalıyordu. Tek düze milli mücadele tarihçiliği bilgilerinin üzerine inanılmaz yorumlarla eklemeler yapan bu iki ilahiyatçı hakkında program sonunda aklınızda kalan şu oluyordu: İskilipli’yi İstiklal Mahkemeleri’nde yargılayan ve hakkında önce beraat, ardından 3-15 yıl talep eden heyet bile bu iki müfteriden daha insaflı insanlardı. Yazımızın İskilipli ile ilgili bölümünde bu yalan, iftira, belge karartma ve hafızalarımız, aklımız ve vicdanımızla dalga geçilen hususlara tafsilatlı bir şekilde değinmeye çalışacağız.  

7- En yakınlarından Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele İstiklal Mahkemelerinde yargılanıp idamdan dönmüşler; Rauf Orbay ve Fethi Okyar idamla yargılanmamak için yurt dışına kaçmışlar; Anadolu’ya geçerken annesini ve Şişli’deki evinin anahtarını teslim edecek kadar kendisine güvendiği İsmail Canbolat, Cavit bey ve Sarı Edip Efe gibi bir bölümü de idam edilmişlerdir.

8- Uğur Mumcu’nun “Devrim bir şiddet olayıdır! Devrim, şiddet ile gelir… her devrim idam sehpalarıyla, giyotinlerle başlar; sonra evrim sürecine dönüşüp barışçı yöntemlerle gelişir. Hangi devrim kansız yapılmıştır? Hangi devrim toplumsal gerilimler yaşatmamıştır?” sözleri, mahkemelerin işleyişini içinde bulunulan ahvale bağlayarak meşrulaştıran çabalara klasik bir örnektir. (Mumcu, Gazi Paşa’ya Suikast, Tekin yay, İst, 1993.) 

9- Aynı açıklama biçimine başvuranların, yeri geldiğinde Atatürk’ün bu mahkemelere çok az müdahalede bulunduğu, İzmir suikastı davasında başta Kazım Karabekir gibi arkadaşlarını kurtarmak için(!) bu yola başvurduğu ama bunun dışında mahkemelerin üzerinde hiçbir baskı unsurunun bulunmadığı şeklinde çelişkilerine de rastgelinmektedir. Ergün Aybars’ın çalışması bunun örneklerini bizlere sunmaktadır. Ancak tersi iddiaların da bizatihi M.Kemal’in en yakın arkadaşlarının hatırat kitaplarında yer almaktadır. Yeri geldiğinde bu hususlara değinilecektir.

10- Yine bunların başında Ergün Aybars’ın araştırması gelmektedir. Ancak ne gariptir ki aynı Aybars mesela İstanbul İstiklal Mahkemelerini “hiçbir idam kararı vermemiş olmak”la da suçlamaktadır. Aybars, adil olma çabasının ölçütünü ise “vicdanen karar verebilme yetkisi bulunması ve sorumsuz olmasına rağmen” bu mahkemlerin “haklarında hiçbir delil bulunmayan sanıklara idam kararı verilmemiş olması”na bağlamaktadır. (Aybars, s. 84, 90)

12- Aybars, s. 134.

13- Aybars, s. 154. Üstelik mesela “Üç Ali’ler Divanı” olarak adlandırılan ve Gaziayıntap mebusu Kılıç Ali namıyla Ali Küçüka, Afyon mebusu Kel Ali namıyla Ali Çetinkaya hukukçu olmayıp, asker kökenli milletvekilleridirler. Aynı heyetteki Reşid Galip bey de doktordur. Tek hukukçu kökenli olan savcı Necip Ali’dir. Hukukçu olmayan hakimlerden oluşan bu durum diğer İstiklâl Mahkemeleri için de geçerlidir. (Bkz. Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri, 1998, s. 409-417, Mahkeme Üyelerinin Biyografileri bölümü.) 

14- Özellikle Birinci dönemde Meclis’te bu konuda şiddetli tartışmalar olmuştu. Muhalifler, mahkemeleri bağlayıcı kararlar alarak mahkemelerin işleyişinin hukuki bir zemine çekilmesine çalışmaktaydılar. Nitekim teoride, Meclis adına çalıştıkları için sorumlulukları Meclis’e karşı idi ama bu sorumluluk mahkeme çalışmalarını bağlayıcı değildi. (Aybars, s. 101) İkinci dönem ise, zaten başlıbaşına bir otorite sahibiydiler.

15- İzmir suikastı davasında görüldüğü üzere tüm “sakıncalı” paşalar bu mahkemelerin önüne çıkarılmış, Kâzım Karabekir’in tutuklanmasına şaşıran ve bir yanlışlık olduğunu düşünüp kendisini oradan aldırtmak isteyen İsmet İnönü de bir süre sonra kendisinin de bir emirle aynı duruma düşebileceğini görmüş ve geri adım atmıştır. İşte bu mahkemelere bu gücü veren TBMM’nin yasal dayanakları falan değil, bizatihi Mustafa Kemal’in konumudur. Mahkemelerin sorumsuzluk noktasında sadece cesaret aldıkları değil, aynı zamanda gerektiğinde “direktifler”le destek aldıkları kişi de O’dur. (Şark İstiklal mahkemeleri savcı yardımcısı Avni Doğan, Kurtuluş Kuruluş ve Sonrası kitabında kendisinin Ankara’dan ikinci derece zevattan sık sık telgraflar alıp yönlendirildiğini ifade eder -s. 173-174-. Samet Ağaoğlu ise Babamın Arkadaşları kitabında benzer bir görüşmeyi savcı Necip Ali ve Mustafa Kemal’le ilgili olarak aktarır. s. 144-145. Aktaran Ertunç, s. 132; 175, 176 ve 178. dip.)

16- Mahkeme heyetlerinin sanıklara çok kez tekrarladıkları şu ifade durumu özetler mahiyettedir: “...İnkâr filan edeyim deme! Temyizsiz, istinafsız bir mahkeme karşısında bulunuyorsun. Ufak bir yalan söylersen okkanın altına gidersin!” (AİMZ, 1993) (Ayrıca Bkz. Kılıç Ali’nin hatıratındaki vurguları, Aybars. s. 156) Ankara İstiklal Mahkemelerinde Zabıt Katipliği yapmış olan Hıfzı Veldet Velidedeoğlu Milli Mücadele Anıları adlı kitabında İstiklal mahkemeleri hakkında şunları söylüyor: "Mübalağasız denilebilir ki, bunlardan her biri kendi başına bir Büyük Millet Meclisi, kendi başına birer diktatördü.”

17- Aybars, s. 129. Üstelik Aybars bütün bu girişimleri, Meclis’teki muhaliflerin İstiklâl Mahkemelerinin gücünü kırma girişimleri olarak görmektedir.

18- Aybars, s. 130. Mustafa Kemal’e muhalefetin daha çok kişisel sorunlardan kaynaklı olduğu iddiası ile ilgili olarak, ayrıca bkz. 99-100.

19- Aybars, s. 132

20- Asker kökenli Lütfi Müfit ile hukukçu Ahmet Süreyya Özgeevren arasında çıkan anlaşmazlığı aktarırken, savcı Süreyya beyin “yetkilerinin İstiklâl Mehakimi Kanunu ile sınırlı olduğunu, bu yetkinin dışına çıkılamayacağını…” belirtmesine karşılık, Lütfi Müfit’in “bizim belli bir amacımız vardır. Ona varmak için ara sıra kanunun üzerine de çıkarız” sözünü aktardıktan sonra Aybars şöyle demektedir: “Lütfi Müfit beyin sözlerinde inkılapçı eylemin ve İstiklâl Mahkemelerinin karakterini belirtmesi yönünden büyük bir gerçek payı vardır.” (Aybars, s. 251) Savcı Süreyya beyin başbakan ve cumhurbaşkanına gönderdiği mektuplar ve aldığı cevapları aktardıktan sonra ise İstiklâl Mahkemelerinin çalışma usullerine Ankara’nın bakışını da manidar bir şekilde özetleyen şu tespitlerde bulunuyordu: “Görülüyor ki, hükümet ve onun da üstünde cumhurbaşkanı inkılapçı uygulamanın sınırlandırılmasını istemiyorlardı. Nitekim, Süreyya bey yalnız kaldı. Yargıçlar ile savcı arasındaki anlaşmazlık, Ali ve Lütfi Müfit beylerin ‘gerekirse kanunların üzerine çıkarız’ görüşünün üstün gelmesiyle sonuçlandı.” (Aybars, s. 252)

21- Bu aynı zamanda, M.Kemal’in herhangi bir sözü ya da işaretinin bütün kanunların üzerinde olduğunun da ikrarının bir nişanesidir.

22- Cumhuriyet Gazetesi, 25 Mart 1973, “Ankara İstiklal Mahkemeleri” başlıklı makalesi. (Akt. Ertunç, s.113)

23- 1969, s. 96, 97.

24- 1969, s. 144-145.

25- Ertunç, s. 114. (Eşref Edip de Beyan yay. arasından çıkan ve İstiklal Mahkemelerindeki savunmalarından oluşan Sebilürreşad’ın Romanında 1925 yılında yapılan kendisiyle ilgili yargılamalarda, Şeyh Said’in savunmasında onsekiz yerde Sebilürreşad isminin geçtiğinden bahseder. Bu durumdan sitemkâr bir şekilde bahsettikten sonra, adaleti elden bırakmaz ve bunun arkasında mutlaka muttali olamadığı bir hikmet olabileceğinden bahseder. Olayı farklı bağlamlarda aktaranlar bu konuda, Şeyh Said’in kandırıldığından, Sebilürreşad’ın ismini sıkça anarsa cezasının hafifletilip Trakya’ya sürgüne çevrilebileceğinden söz ederlerken, Eşref Edip idamına sebebiyet verebilecek bu gelişmede sitemkâr tutumuna rağmen, hakka tecavüz etmeme şuuruyla daha temkinli davranır. (B.K.)

26- Mumcu, Gazi Paşa’ya Suikast, Tekin yay, 1992, s. 103; Akt. Ertunç, s. 114.

27- Ki o dönemde Meclise bağlı oldukları hukuken delillendirilse bile Meclis’in durumu ortadadır. Bu, her ne kadar zaman zaman kısık sesli muhalif çıkışlara rastlansa da bir darbe Meclisidir. 1924 darbesinin ürünü bir Meclis. Ki 1925-1927 arası İstiklal Mahkemeleri sürecinde de gereken mesajı almıştır. Zaten onun da ömrü Temmuz 1927’de sona erer. Ağustos’ta seçim olur ve Eylül 1927’de tamamen Atatürk’e itaatkâr 316 vekilli yeni Meclis çalışmalarına başlar.

28- Atay, Çankaya, s. 406.

29- Ali Fuat Cebesoy, Bilinmeyen Hatıralar, Temel yay. 2001, s. 364; Akt. Ertunç. s. 129.

30- ART, Ceviz Kabuğu programı, 28 Kasım 2008.

31- Feridun Kandemir, İstiklal Mahkemelerinin doğrudan doğruya İsmet İnönü’den aldığı emirlerle çalıştığını ve bu dönemin İsmet Paşa’nın baskı dönemi olduğunu vurgularken; (Aktaran Ergün Aybars, s. 402-403.) Ergün Aybars bu tespite itiraz etmekte ve dönemin tek liderinin Atatürk olduğunu vurgulamaktadır. Yani bu yarışta İsmet İnönü’yü ön plana çıkaranlara karşı çıkmakta, delilsizlikle suçlamaktadır. Ama işin ilginç tarafı aynı kitabında Aybars, Atatürk’ün sadece birkaç davada ricacı olduğunu belirterek mahkemelerin olabildiğince bağımsız çalıştığını da ispata gayret sarfetmektedir. Bu türden ikilemlere bu tarz kitaplarda çokça rastlanmakla birlikte, o kişi veya bu kişi fark etmez, (ki kuvvetli karineler, tıpkı Avni Doğan’ın itiraflarında yer aldığı gibi, zaman zaman İsmet İnönü’nün de mahkeme heyetine direktifler gönderdiğini ispatlamakla birlikte, tek etkin merciin yine Mustafa Kemal olduğunu göstermektedir.) mahkemelerin muhalifleri sindirmede bir iki şahsın keyfi istek ve emelleri doğrultusunda çalıştığının ikrarı olarak anlaşılmalıdır.  

32- Her ne kadar mesela Ahmed Emin Yalman, “Olağanüstü bir devrin icaplarından doğan bu mahkemeleri ideal bir yargı sistemi saymak hatıra gelmez. Gelişigüzel seçilen birkaç milletvekili tarafından ilk hislere göre verilen hükümler arasında bir hayli hatalılar ve haksızlıklar olmuş, adaletten çok, önce ortalığı susturmak ve bastırmak gayesi aranmıştır” (Gördüklerim ve Geçirdiklerim, c. 2, s. 245; Akt. Aybars, 403.) dese de, Aybars’ın herkese yönelik olarak kullandığı klasik eleştirisinden kurtulamamıştır: “Yalman…konuya sübjektif yaklaşmış ve mahkemelerin inkılap mahkemeleri olduğunu unutmuştur…” 

33- Bir ara İsmet İnönü’de kulağına gelen bilgiler vesilesiyle bu muameleye maruz kaldığını hissetmiştir!

34- Halide Edip Adıvar’a göre, devrimler arasında en ciddi muhalefeti yaratan bu yasaya sokaktaki adamın karşıtlığı, yasayı yapanlardan gerçekte çok daha Batılıydı. (“Dictatorship and Reforms in Turkey”, Yale Review, 1929 Güz sayısı, s. 30; Akt. Tunçay, s. 157.) Bu anekdotu bu devrimin dışarıdan nasıl göründüğüne ilişkin bir misal olması hasebiyle aktarma ihtiyacı duyduk. Avrupalılaşma cihetinde topluma şapkayı dayatıyorsunuz ama sizin bu yaptığınız Avrupa’dan hiç de aynı tarzda görülmüyor. Mustafa Armağan da TV Net’de “Tarih Atlası” programında (8.12.2011) Batılı araştırmacıların “hut revolution” kavramıyla karşılaştıklarında “şapkanın devrimi mi olur?” diye şaşırdıklarından bahseder. 

35- Ertunç, s. 153. (Ayrıca bkz. Doç.Dr.Seçil Akgün, “Şapka Kanunu” başlıklı makale, pdf, içinde: “…Atatürk;..Milleti millet yapan, ilerlemeye ve aydınlanmaya götüren kuvvetler vardır. Fikir kuvvetleri ve sosyal kuvvetler. Fikirler manasız ve safsata dolu olurlarsa hastadırlar. Sosyal yaşam akıl ve mantıkla ilgili olmayan yararsız, hatta zararlı bir takım akideler, ananelerle dolu olursa felce uğrar…” diyerek, düşünce değişikliğinin yalnız kafanın içerisinde kalmayıp, sonradan sızmaları engellemek için dışındakinin de değişmesi gerektiğine vurgu yaptığı iddia edilmektedir.

36- Bürokratik Yönetim Geleneği, ODTÜ İdari Bilimler Fak. Yay., Ank. 1974, s. 92; Akt. Ertunç s. 154.

37- Ankara, 1978, s. 79; Akt. Mete Tunçay, Tek Parti, s. 156, 33. dipnot

38- “Uygar ve milletlerarası kıyafet, bizim için, çok cevherli milletimiz için lâyık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve tabiatıyla bunları tamamlamak üzere başta siper-i şemsli serpuş. Bu serpuşun adına şapka denir. Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi, işte şapkamız! İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca varmak için, gerekirse bazı kurbanlar da verelim!” (K.Z.Gençosman, Atatürk Ansiklopedisi, İst, X, 67; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri C II, s. 210-211)

39- Şapka İktisası Kanunu Meclis’ten Nureddin Paşa ve Ergani Milletvekili İhsan beyin itirazlarına karşın şu şekilde geçti: “Türkiye Büyük Millet Meclisi azaları ile idarey-i umumiye ve hususiye ve mahalliye ve bil’umum müessesata mensup memurun müstahdemin Türk milletinin iktisap etmiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının da umumi serpuşu şapka olup buna münafi bir itiyadının devamını hükümet men eder.”

40- “Milyonlarca lira hârice aktı gitti. Bundan da Yahudiler istifade ettiler. İtalya ve Fransa’da mevcut yeni ve eski şapkaları milyonla memlekete soktular. İki-üç frank kıymeti olan bu şapkalar, en aşağı 10 liraya (120 frank) satıldı. Bunların çoğu zımpara kağıdı ile temizlenmiş şapkalardı.” (Dr.Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, c. 4, s.1315; Akt. Sılay, 334) (Ayrıca bkz. s.331-332-336 Vitali Hakko’nun ‘Şen Şapka’dan zengin oluşunun hikayesi: Vitali Hakko, iş hayatına sıfırın altından başladığını, Atatürk devrimleri olmasaydı bugünlere gelemeyeceğini anlatıyor.

41- s. 895

42- Ceylan, Din-Devlet İlişkileri, c II. s. 44

43- a.g.e., s. 44

44- Suyu Arayan Adam, s. 369. (Akt. Sılay, s. 238-239)

45- Erzurum, Rize, Maraş, Konya, Giresun, Kayseri, Diyarbakır ve Sivas gibi illerde, şapkaya karşı tavır alındığı iddasıyla seyyar İstiklâl Mahkemeleri kurulmuştur. (Mehmet Sılay, İskilipli Atıf Hoca, s. 80) Âtıf Hoca da önce Giresun İstiklal Mahkemesinde yargılanıp beraat etmiş, ardından Ankara İstiklâl Mahkemesi’ne sevkedilmiştir.

46- Bu tepkiler daha yasanın kabulünden bir hafta sonra Meclis’te yasaya muhalefet eden Nureddin Paşa’ya yönelik olarak başlatılmış, basın yoluyla “Millet Meclisinde İrtica Paşası’nın işi ne? Şapkayı değil fesi, teceddüdü değil taassubu, inkılabı değil irticaı müdafaa eden Nurettin Paşa’nın Türk İnkılap Meclisinde yeri yoktur.” (Cumhuriyet, 2 Aralık 1925; Akt. Tunçay, s. 157) şeklinde yazılar kaleme alınmıştır.

47- Tarihçi Mustafa Armağan da bu konuda benzer noktalara temas etmiştir: “…Oysa burada Erzurum, Rize ve Elazığ'da vuku bulan şapka protestoları (iddia edildiği gibi 'isyanlar' değil) bahane edilerek 190 küsur 'elebaşı'(!) yakalanıp idam edilecek, yazdığı kitapla onları 'isyana' teşvik ettiği iddia olunan Atıf Hoca da bilahare yanlarına gönderilecektir…” (Mustafa Armağan, Zaman gaz., 21.Ocak.2012)

48- Sılay, s. 360.

49- Gazeteler bu haberi “Sivas’taki mürteci İmamzade Çil Mehmet Necati İdam edildi” şeklinde vermişlerdir. (Tunçay, s. 158)

50- Sılay, s. 361.

51- Tunçay, s. 159.

52- Tunçay, s. 156.

53- Sılay, s. 366.

54- Sılay, s. 366-367.

55- Tunçay, 159.

56- Şehrin karşısına demir attığı ifade edilen Hamidiye Kruvazörü gelen tepkiler düşünülenin üzerinde olduğu için mi buraya getirilmiştir, yoksa devletin ciddiyetini gösteren bir güç gösterisi midir? Birkaç gülle ile dağların dövüldüğü iddiası, Rize’de çok büyük hadiselerin vuku bulduğunu iddia eden 15 Aralık 1925 tarihli Hakimiyet-i Milli’ye gazetesine aittir. (Sılay, s. 79)

57- Tunçay, 160. (Ulucami nam mevkiinde ictimâa davet edilen halk, bunun bir toplu dua olduğunu düşünmüş. Halkın toplanmasının ardından içlerinden bazıları Jandarma karakolunu basarak altı jandarmayı esir alıp, Rize’yi yağmalamayı tasarlamışlardır!) Böylelikle mizansen tamamlanmıştır! (B.K.)

58- Eklemek gerekir ki, Ankara’daki din adamları bile Rıfat Börekçi’yi ziyaret ederek yakındılar ve “Seninkini gördün mü? Nihayet bize şapkayı da giydirdi” diyerek şikayette bulunmak istediler. Ancak Rıfat Börekçi, “Efendiler, onun her yaptığı doğrudur. Eğer dininizi değiştirin derse, tereddüt etmeyin, onda da bir hikmet vardır.” yanıtını vererek onların şikayetlerini dinlemedi. (Uluğ İğdemir, Atatürk’ün Yaşamı, c. I, Ankara 1980, s. 29; Akt. Doç.Dr.Seçil Akgün, “Şapka Kanunu” başlıklı makale, pdf. internet kaynaklı.)

59- Tunçay, s. 161.

60- “…Mecdi bey, eski Meclis binasının önünden geçerken, balkonda oturan Ali Çetinkaya (Kel Ali) kendisini gördü. Yakalatıp huzuruna çıkarttı: ‘Bu gâvur şapkasını giymekten utanmıyor musun?’ diye bağırıp çağırdıktan sonra, kendisinin zindana atılmasını emretti. Daha sonra M.Kemal’in Kastamonu’daki konuşması Kel Ali’ye ulaştı. Şapka bulabilen herkes onu istasyonda karşılayacaktı. Ali Çetinkaya şapka arayıp dururken aklına birden zindana attırdığı Mecdi bey geldi. “Bana Mecdi’nin şapkasını getirin” dedi, “ama kendisi içeride kalsın!” Ve Kel Ali Mustafa Kemal’i ilk defa bu şapka ile karşıladı. (Sılay, s. 333)

61- İstiklâl Mahkemelerinde yargılanan ve 1925-26 yıllarında hapis yatan Şevket Süreyya Aydemir’in o döneme ilişkin tespitleri de bizim savunularımızı destekler mahiyette bir tabloyu ortaya koymaktadır: “Normal ölçülere göre mütalâa edildiği zaman, bu adamların çoğu elbetteki ölümü hak eden birer suçlu değildiler. Bunlar birer suçlu olmaktan ziyade, yerleşmek kaygısında olan bir inkılabın, zaruri ve temsili birer kurbanıydılar…” (Aydemir, s. 411, 413; Akt. Ertunç, s. 190, 108.dip.)

62- Çarpıtma olduğu çok açık olan bu iddiayı bizatihi zaten çok kısa olan bu kanunun birinci maddesinin son cümlesi nakzetmektedir. (…Türkiye halkının da umumi serpuşu şapka olup buna münafi bir itiyadının devamını hükümet men eder…) Bu cümle bile yaşanan sosyolojik değişime direnmenin faturalarını halka ödetmiştir. Ancak kastedilen halk için “itiyat” haline getirilmesi konusunun 1939 yılında Ceza kanununun 526. Maddesi uyarınca üç aya kadar hapis cezasıyla müeyyidelendirilmesi (Tunçay, s. 157) konusu ise, bu gülünç bir iddia olur. Diktatoryal dönemde zaten halk üzerinde uygulanan bir çok zulümat kanunsuzca yapılmış (Hatta bu konu çok partili döneme geçilirken CHP’nin parti programına bile aksetmiş, kanunla kayıtlanmamış fiillere müeyyide uygulanmaması konusu hassas tartışmaları getirmiştir. (Bkz. Eşref Edip, CHP ve Din, Beyan yay., İst.) Mesela “Ezanın Türkçe okunması” konusu da kanunlaştırılmış değildir. Ama uygulamada nice zulümler meydana gelmiştir. (Kanunlaşması 1941 İ.İnönü döneminde) Mesela Tekke ve Zaviyelerle ilgili kanunda medreselerin kapanması mevzubahis değildir, ancak bakanlığın tamimiyle gerçekleştirilmiştir. Kur’an öğretmek ve okutmak da kanunla yasaklanmış değildir ama uygulamada nelerin yaşandığına tarih -ve jandarma ve emniyet teşkilatı zabıtları- şahitlik etmiştir. (Laikliğin pekiştirilmesi amacıyla kanunsuz uygulamalar ve kanunların uygulanmasındaki trajik yaşanmışlıklarla ilgili daha geniş bilgi için bkz. Dikici, s. 161-192)

63- Bu hukuksuzluk meselesi Lozan Antlaşması maddeleri ve 1922 Genel Affı ile ilgili bir konu olup ileride değinilecektir.

64- (Geniş bilgi için bkz. Ahmed Nedim, AİMZ 1926, İşaret yay. ve Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri, Milliyet yay, 1998) Aynı cendereden İskilipli Âtıf Hoca da geçmiş; Giresun’da olaylarla ve yazdığı risaleyle ilgili hiçbir illiyet bağı bulunmadığı gerekçesiyle beraat etmiş; ancak Ankara istiklâl Mahkemesine sevkedildikten sonra tablo değişmiş, mizansen yerli yerine oturmuş ve “inkılabın ruhu” gereğince işletilmiştir!

65- Yakın dönem Kemalist tarihçilerin hemen hepsinin dillendirdikleri bu tespit 28 Kasım 2008 tarihli ART Ceviz Kabuğu programında da Hulki Cevizoğlu ve İlayihatçı iki profesör İsmail Yakıt ve Yaşar Nuri Öztürk tarafından da dillendirilmişti.

66- Kamuran Özdemir, Cumhuriyet Döneminde Şapka Devrimi ve Tepkiler, Yük.Lis.Tezi., Eskişehir, 2007, s. 47.

67- Gazi Mustafa Kemal, Avrupa ile Asya Arasındaki Adam, çev.: Esat Nermi Erendor; Istanbul, Remzi Kitabevi 1981, s.353-354

68- Bu konuyla ilgili fetva ve görüş bildirmek durumunda kalan Diyanet Reisi ve İstanbul Başmüftüsünün açıklamalarına yukarıda değinmiştik.

69- Evet, konu edilen husus dindir! Ed-din’dir! Yaşar Nuri ya da İsmail Yakıt gibi ilahiyatçıların sürekli altını çizmeyi çok sevdikleri “dinin yorumu” değil! Elbette fes’e yüklenen anlam örfleşmiş bir yorumdur ama herhalde şapkaya yüklenen anlam da bu yorumsallığın tashihi (ıslah edilmesi) değil, bu örfe köken oluşturan kaynağın tamamen kökünün kazınmasıdır. Vahyi aklın ve ondan südur eden ictihadi umdelerle hayatı, insanı, toplumu, tarih ve geleceği tanımlayan örfleşmiş ya da temel kaynağa dair tüm düşünüş ve yaşam biçimlerinin sökülüp atılmasıdır. Elbette dönemin elitlerinin tüm yapıp etmelerini (Kemalist Batılılaşma ve inkılap projesini) “sahih İslam”a gidişin önünü açmak olarak algılayan modernist, pozitivist hurafeci rasyonel akıl müntesiplerinin “çıkarları gereği” bunu kavrayamamakta ısrarcı olup nefislerine uymaları anormal değildir!

70- M.Kemal diktatoryal dönemde bu türden meşrulaştırmalara ihtiyaç duymamış, aksine bu tarz açıklamalardan (“…bu prensipleri gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır..”) beri olduğunu (1 Kasım 1937 Meclis konuşması) belirtse de, muhtemelen onun ne yapmaya çalıştığını halen anlamakta zorlanan F.R.Atay gibiler, din menşeli(!) yorumlarla inkılaplar sürecine anlam katmaya devam etmekteydiler: “Tanrı, bir peygambere verdiği şeriatı, ikinci bir peygamberde değiştirmekle…hükümlerinin toplum evrimini izlemesi gerektiğini göstermiştir. Muhammed son peygamber olduğuna göre, ondan sonra nesih hakkı insan aklına kalmıştır. Onun için İslam bilginleri “zamanla hükümlerin değişeceği” ictihadında bulunmuşlardır. Mustafa Kemal’in yaptığı işte bu nesih hakkını kullanmaktı.” (Çankaya, s. 393) İnsanın “hani dinde zorlama yoktu?” diyesi geliveriyor. “Hangi peygamberde görülmüş nesih hakkını(!) kullanırken bütün bir topluma zulmetsin? Nesih hakkı(!) ne zamandan beri halkların en temel fıtri haklarının neshedilmesi anlamına gelmiştir?” diye sormadan edemiyor insan. Mezkur ilahiyatçıların bu konuda da ne düşündüğü ciddi bir merak konusu! 

71- Bu konuda gerek Tahir’ul-Mevlevi’nin hatıratında, gerekse Ali Haydar Efendi vb. yargılamalar esnasında bizzat yanında bulunmuş şahsiyetlerin açıklamalarında bu hususun altı defaatle çizilmiştir. Şevket Süreyya da aynı minvaldeki görüşlerini kendi şehadeti ışığında hatıratında belirtmiştir.(Bkz. Suyu Arayan Adam.) Zaten bunun dışında bir iddia o dönemi ve yaşanan süreci değerlendirmek açısından muhal olurdu. Dolayısıyla hiç kimsenin aklına mahkeme kararına bakarak böyle bir irtibatsızlığı kurmak gelmemiştir. 

72- Böyle niteledik, çünkü buna ‘Milli Mücadele tarihçiliği’ bile demek abesle iştigaldir. Nitekim Milli Mücadele yıllarını bizlere aktaran -ya da yaşanmışlıkları farklı yorumlayan- farklı ve çeşitli kaynaklar da elbette ki mevcuttur.

73- Bu galiz ifadelerin tümü ART’deki programa katılan ilahiyatçılarca zikredilmiştir.

74- Programdan daha önce haberdar olmak nasip olmamıştı. Âtıf Hoca ile ilgili bu çalışmayı yaparken internet taramalarımız esnasında rastgeldik. Bu programı öne çıkartmamızın sebebi programda vurgulanan ve altı çizilen hususların aynı zamanda Kemalist tarihçilerin iddiaları olmasıdır. Hatta fazlası var eksiği yok. Bkz. bir sonraki dipnot.

75- Yakıt, programın ilerleyen dakikalarında hızını alamayarak, İskilipli’nin mahkeme heyetinin sorusuna karşı cevaben söylediği; “Arkanızdaki Türk bayrağı da bez, İngiliz bayrağı da, o halde bunu indirip onu asın” şeklindeki adetle alamet arasındaki farkı anlatmaya çalıştığı konuşmasını bile “Bakın İngiliz bayrağını asın diyor” şeklinde yorumlayarak onun nasıl bir İngiliz hayranı olduğunu ispata(!) çalışırken, Hulki Cevizoğlu kendisini müdahalede bulunmak zorunda hissederek, “o kadar da değil” demeye gelen bir açıklama yapmaktadır. (Yani adeta “sizi İskilipli’ye vurmanız için davet ettik ama işin suyunu da çıkarmayın” dercesine)

76- Yaşar Nuri, konuşmalarının ilerleyen safahatında onun “hainliğinden”, “kelime-i şehadet düşmanlarıyla yaptığı işbirliğinden”, “olmayan bir itibarın iadesinin söz konusu edilemeyeceğinden”, “İkdam gazetesinde yayınlanan bildirinin altında imzası bulunduğundan” dem vururken, programın ilerleyen bölümlerinde elinde bu bildirinin arşiv belgesinin bile bulunmadığını ikrar ediyor, Yakıt’ın elinde bulunan belgeyi bir zahmet Hulki Cevizoğlu’na bırakmasını talep ediyor; bu arada bizler de Yakıt’ın itirafıyla, elindeki belgenin internetten indirme bir sayfalık bir nüsha olduğunu öğreniveriyoruz! (Oysa bu zat, aynı programda internet tarihçiliği yapanlara demediğini bırakmamıştı!)

77- Aynı iddiayı Yaşar Nuri de tekrarlıyor ve ekliyor: “Şapka konusu çok aklî bir konudur. O bahsi burada açmayalım” (Keşke hazır ağzına geleni sıralamışken, o bahsi de açsaydı da, merakta kalmayıp konunun ne türden bir aklîlik(!) içerdiğini de öğrenebilseydik!..

78- Âtıf Hoca, İstanbul’da ilk karakola götürülüşü esnasında, kısa sürede salıverileceğini düşünmüştü. Çünkü ortada kendisi ile alakalı bir cürüm söz konusu değildi. Yaklaşık bir ay tutuklu kaldığı bu sürenin ardından Giresun’a sevkedilirken bile, Şapka hadiseleri ile alakalı bazı şahıslarla (özellikle Hafız Muharrem) yüzleştirilmek üzere tanık sıfatıyla götürüldüğünü düşünmekteydi. Yakın arkadaşı ve birlikte yargılandıkları Tahir’ul-Mevlevî’nin Matbuat Alemindeki Hayatım ve İstiklâl Mahkemeleri kitabında Âtıf Hoca ile Tahir bey arasındaki diyaloglara bakılabilir.

79- “…mahkeme heyetinin bütün zorlamalarına rağmen, sanıkların ifadeleri ile de hocanın hiçbir rolü ve suçu olmadığı açığa çıkmıştı…” (Nedim, AİMZ 1926, s. 112)

80- Tahir-ül Mevlevi ile aralarında geçen konuşma: “Atıf efendi ile aynı otomobile tesadüf etmiştik. ‘Geçmiş olsun’ dedim. ‘Evet, kefeni yırttık. Bereket versin ki, Muharrem -Giresun’da Şapka olaylarının elebaşı olduğu iddiası ile asılan şahıs- ile tanışmıyordum’ cevabını verdi.” (Matbuat Alemindeki Hayatım ve İstiklâl Mahkemeleri, Nehir yay, 1991)

81- AİMZ, s. 289.

82- Zâbıtlarda adları geçen diğer pek çok sanığa özellikle Âtıf Hoca hakkında ve Frenk Mukallitliği risalesini satıp satmadığı, hangi tarihlerde sattığı ya da dağıttığı gibi sayfalarca tutan sorgulamalar, mahkemenin ana konusu hakkında yeter derecede fikir vermektedir. Elbette Âtıf Hoca başta olmak üzere, aynı sanıkların sürekli geçmişlerine atıflar söz konusudur ki bu durum isyan(!) hadiseleriyle ve hükümeti yıkma girişimleriyle(!) suçlanan sanıklar hakkında verilecek “vicdani” kararları güçlendirmek amacıyla yapılmaktadır. Ancak bu geçmişe atıf meselesinin de hukuki bir temeli olmadığı çok açıktır. Bu tespitler sadece bize ait olmayıp, iddianame ve gerekçeli kararlarda mahkeme heyetlerine ait ikrarlar ve ifadelerdir ki yeri geldiğinde değinilecektir.

83- AİMZ, s. 272. (Cümlenin öncesinde isyan bölgesindeki olaylara dair özet bir giriş, sonrasında ise İskilipli ile alakalı olmayan bölüm vardır. B.K.)

84- 26 Ocak 1926 tarihli muhakemede (AİMZ, s. 109-111) bu konu ile alakalı Âtıf Hoca Rize’ye ikinci bir defa 30 adet kitap gönderildiği hususunu ısrarla reddediyor ve yüzleştirilme talep ediyor. Kitap satış adetleriyle ilgili olarak da hesap veriyor. Hesaplamalar öyle bir raddeye varıyor ki, komik bir şekilde bazen 10, bazen 30 adet kitap mevzubahis oluyor. Âtıf Hoca polisin aldığı 1600 adedin ardından sadece evinde üç nüsha bulunduğunu ve kitabın tekrar basımının söz konusu olmadığını heyete ispatlamaya çalışıyor. (Aynı mahkemede yargılanan Tahir’ul-Mevlevî de hatıratında şu diyaloğu naklediyor: “...’Sorunu nasıl görüyorsun?’ diye sordum. …Şapka risalesini kanunun neşrinden bir buçuk sene evvel tab’ettirmiş olduğuna, ikinci bir defa basılmak şöyle dursun, ilk tab’ının tamamiyle satılmadığını ispat eylediğini haber verdikten sonra ‘cürüm bulunmadı ki ceza verilsin. Tabii beraat umuyorum’ dedi. ‘Benim için ne düşünüyorsun?’ dedim. ‘Ben şapka risalesini yazmışken beraat ümidini beslersem, sen onu hakk-ı sârihin bilmelisin’ cevabını verdi. (AİMZ, s. 322) Bu diyalog aynı zamanda, yargılamaların temel sebebinin de geçmiş hadiseler değil, bizatihi risalenin kendisi olduğunun da bir vecheden daha ispatıdır.

85- AİMZ, s. 275, 276. (Bu cümlelerin ardından özet olarak, kitabın elden ele dolaştığı, ticari amaçla yayınlanmadığı ve elinde bir-iki kitap kalmış olduğu iddialarına inanılmadığı belirtilerek yine zanna ve ihtimale dayanarak şöyle denmektedir: “Pek muhtemeldir ki; Hoca Âtıf Efendi, son zamanda, şapka meselesi ortaya çıktığı zaman derhal piyasaya kitap çıkarmış ve satmış olmasına çok kuvvetle ihtimal vermekteyim…”

86- Tafsilatlı soru ve cevaplar için bkz. AİMZ, s. 109-113

87- Dikkat edilirse, geçmiş değerlendirmeleri İttihatçı bir halet-i ruhiye ile yapılmaktadır. Söylenmek istenen şudur: Bu öyle bir adamdır ki, geçmişte bunları yapmışsa, bugünkü olaylarla ilgili bizde kanaat oluşturan hususlarda da mutlaka dahli vardır!” 

88- Âtıf Hoca, bu olayla ilgili hiçbir dahli olmadığı anlaşıldığından, dönemin hükümeti tarafından “özür dilenerek” geri çağırılmış ve resmi görev alarak İstanbul’da yaşamaya devam etmiştir. (Sılay, s. 20)

89- Bu konuya bilahare Âtıf Hoca’ya ilişkin diğer iddialarla ilgili bölümde değinilecektir.

90- Milletin yüce vicdanından önce zaten Lozan Ant. gereği, 1922 Genel Affıyla, 1914-1922 arası suçlar affedilmek zorunda kalınmıştır. Bu konudaki tek istisna 150’liklerdir. Dolayısıyla İskilipli’nin geçmişte işlediği cürümler üzerinden bazılarının iddia ettikleri gibi yargılanabilmesi imkanı zaten yoktur. Daha önemlisi bu af meselesi yargılanıp hüküm giymişlerle alakalıdır. Âtıf Hoca’nın ise ne 1914’ten sonra, ne de mütareke döneminde suçlanıp yargılanması söz konusu olmamıştır. Dolayısıyla iddianamede böyle bir meselenin gündeme gelmesi bile aslında abestir. Ancak bugün onun yargılanmasını ve idamını altı yıl önce Yunan uçaklarından atılan bildiriyle irtibatlandırmaya çalışarak mahkeme heyetinin hukuksuzluğuna kılıf arayanlara da bir cevap mahiyetindedir.   

91- AİMZ, s. 275.

92- Cümledeki inceliğe dikkat çekmek gerekir: TİC’den bahis hocanın suçluluğunu aydınlatabilmek gayreti içindir, yoksa TİC’de yapmış olduğu işlerden kendisini sorumlu tutmak değil! Mahkemenin işi hukuk kılıfına uydurma çabası takdir edilesi! Ne de olsa savcılar hukukçu kökenli! Kulağı tersten göstermekten bir farkı yok. Hocayı TİC’den suçlamaya ne hacet. O gün yarım bırakılmış iş bugün pekala tamamlanabilir! Hıyaneti Vataniye’den geçmişe dönük yargılayamıyoruz ama vatan haini imiş gibi yargılayabiliriz. Dün TİC içerisinde suç işleyenler, bugün neden bu ortamda masum sayılsınlar ki! İşte bizim bugünkü bazı tarihçi ve ilahiyatçıların anlamakta zorlandıkları husus bu. Mahkeme hukuki anlamdaki adaletsizliğini geçmişte olan hadiselere falan dayandırmıyor; sadece onlardan siyaseten kuvvet alıyor. Hukuksuzluk, şapka risalesi ve şapka hadiseleri birleştirilerek oluşturulacak kılıfla kitabına uydurulacak!

93- AİMZ, s. 280. (Tabii şu önemli hususun altını da çizmek gerekir ki; savcı Necip Ali (Küçüka), iddianamedeki tüm zorlamalara rağmen ve yine hukuksuzca da olsa, Âtıf Hoca için 3 ila 15 yıl arası bir ceza üzerinden takdir bildirmiştir. O halde nasıl olup da iddia makamını da aşar bir tarzda idamına hükmedilmiştir. Burada da hukuk tarihinin ender gördüğü bir katliam söz konusu olacaktır. Ama zaten karar hukuken değil, siyaseten muhtemelen Ankara’dan gelen “şifre/işaret” ile nihayetlendirilmiştir. Bu konuya değerlendirme bölümünde bilahare değinilecektir.)

94- AİMZ, s. 281.

95- “İdamında yazdığı risalenin bir etkisi yoksa bütün bu çaba ne içindir?” diye sormak gerekiyor. Cevabı biz verelim: Bütün bu çaba, idama giden sürecin yol işaretlerini dizmek içindir. 

96- AİMZ, s. 276. Görüldüğü üzere iddianamede kin ve nefret içeren ifadelerle, hukukla ve yaşanan hadiselerle hiç ilgisi olmayan bir delil oluşturma gayreti söz konusudur. Sözde henüz oluşmamış kanaati güçlendirme adına, aslında hem tarih, hem de ilme yönelik bir tecavüz de söz konusudur. Savcının bahsettiği kitaplar basıldığı ve Maârif Vekaletince onaylanıp, onurlandırıldığı dönemde cumhuriyet ruhu nerededir? O dönemde cumhuriyet ruhu yok mu idi ki bu kitaplar basılabildi? Bu ruh cumhuriyet ruhu mudur, yoksa diktatoryal ruh mu? diye sormak gerekiyor!

97- Bu “taklid” meselesi, hocanın Frenk Mukallitliği eleştirilerine sözde cevaben gündeme getirilmektedir. Böylelikle Marks da, hocaya yönelik hukuksuzlukların küçük bir malzemesi olarak tarihi kayıtlara geçmektedir.

98- Cümleye dikkatleri çekmek gerekir: “…halkı isyan ve irticaa teşvik etmek kastıyla İstanbul’da 340 (M. 1924) sonlarında Frenk Mukallitliği ve Şapka adlı eseri yayınladığı…” Bu, hukuku geriye işletmek değil de nedir? Daha eserin yayınlandığı andan itibaren yazarın “halkı isyan ve irticaa teşvik kastı”nda olduğu ifade edilerek, niyetine yönelik bir isnad durumu söz konusudur. Acaba müellif böyle bir ikrar ve kabul de mi bulunmuştur?

99- Eserin yasaklanma hadisesinin ardından tekrar basıldığı mahkemece ispat edilememiştir. (Bkz. AİMZ)

100- Eseri bu bölgelere ulaştıranlarla İskilipli Âtıf’ın yüzleştirilmeleri bölümü AİMZ evraklarında yoktur. Yani araştırmacılara dönemin TBMM komisyonu tarafından verilmemiştir. Ancak bu kişilerin İskilipli’yi tanımadıkları, onunla bu bapta bir ilişkiye geçmedikleri (ve bu ilişkinin mahkemece ispat edilemediği, İskilipli’nin elimizdeki savunmalarından anlaşılmaktadır.(Daha geniş bilgi için bkz. AİMZ’nin İskilipli ile ilgili bölümleri.)  

101- İskilipli bu iddiayı da savunmalarında reddetmiştir. Zaten ispatı da kabil değildir.

102- Hiçbir delile dayanmayan vicdani kanaate(!) bir örnek de bu iddiadır. Tersi yönde ifade ve evraklarla Âtıf Hoca buna cevap verdiği halde dikkate alınmamıştır.

103- Nihayetinde mesnedsiz, delilsiz iddialar sona ermiş ve dolgu malzemesi olarak geçmişine dair karalamalara geçilmiştir. Bu durum hukukçuların "zoraki yorum” dedikleri olguya tekabül etmekte. Üstelik bu konularla alakalı İskilipli mahkemeye (tekzibname makbuzu gibi) evraklar sunduğu halde.

104- Hangi deliller?! Bu deliller Giresun’daki heyetin elinde yok idi de, nasıl olup da 2-4 Şubat arası Ankara’daki heyetin eline ulaştı? Ulaştı ise neredeler? Zabıtlarda yoklar! Savcı bile “vicdani kanaatin zanla oluştuğunu…” belirtirken, heyetin bu yalan ve iftira üzerine oturan gayreti hangi hukuk terimleriyle açıklanabilir?!

105- Hayatı ile ilgili geniş bilgi için bkz. Tahir Olgun (Mevlevî)’un “Matbuat Alemindeki Hayatım ve İstiklâl Mahkemeleri”, Nehir yay. 1991, İst; Mehmet Sılay, İskilipli Âtıf Hoca (1876-1926), Denge yay., 2011, İst.

106- Aynı İskilipli, anlaşamadığı ve aralarında husumet bulunan İttihat Terakki hükümeti döneminde bile, tükenmiş olan Donanmayı yeniden toparlamak amacıyla Donanma Vakfı’na katkı olması hasebiyle 1910 yılında Nazar-ı Şeriatte Kuvve-i Berriyye ve Bahriyye’nin Ehemmiyet ve Vücûbu adlı risalesini yazmış ve risale kısa sürede donanmaya maddi destek sağlanması yönünde etkili olmuştur.

107- Medeniyyet-i Şer’iyye ve Terakkiyât-ı Dîniyye (İnkılab yay.) kitabının 134. sayfasında “Halifeye İsyan” başlığı altında şu somut tespitlerde bulunmuş bir alimdir: “…Buna binaen deriz ki: İşte Meşrutiyetin esası 11 Temmuz 1324 (24 Temmuz 1908) tarihinde orduyla Arnavutluk’un Abdülhamid hükümeti aleyhine kıyamları ancak zulmü kaldırmak maksadına dayandığından meşru olduğu gibi; bu defa da orduyla Arnavutluk’un tekrar İttihat ve Terakki hükümeti aleyhine kıyamları ancak zulmü devirip mahvetmek maksadına dayandığından şeriat nazarında bu hareketleri bağy ve fesat değil, emr-i bil-maruf ve nehy-i anil-münkerdir…”

108- Emin Saraç Hocaefendi, 02.02.2007 tarihinde, Fatih camiinde, bizzat şahit olduğu sözleri şu şekilde aktarıyor: "Ali Haydar Efendi İskilipli Atıf Efendi için ‘O azimetle amel etti, biz ruhsatla amel ettik’ der, ellerini dizlerine vurur ‘Atıf Efendi kardeşimiz kazandı, biz kaybettik!’ derdi.” (http://www.hicrethaber.com/haber.php?haber_id=22286)

109- “Hükümlüler arasında sarıklı bir müderris göze çarpıyordu. Müderrisin başında fes ve sarık vardı. Cübbesi ve kıyafeti temizdi. Suçu, o sıralar yayınlanan şapka kanununa muhalefet etmekti. Fakat bu suç, bir takım ithamlarla da karışınca mahkemeden en ağır hükmü yemişti. Artık son saatlerini yaşıyordu. Hocanın yüzü sakindi. Metanetini muhafaza ediyordu. Yalnız dudakları kımıldıyor ve galiba bir dua okuyordu. Fakat eskiden kalpaklı ve şimdi hasır şapkalı zat, bu hükümle de kanmamış gibiydi. Bağırıyor, çağırıyordu. Acaba Hoca'yı bir tekmeyle merdivenlerden aşağıya yuvarlayacak mı diye bekledim. Fakat olmadı. Müderris, bu sözler üzerine kendisine değilmiş gibi bekledi. Sonra sağanak geçince yürüdü. Muhafızların arasında merdivenlerden indi. Önümüzden geçerken gene dudakları kımıldıyordu.” (Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam. Akt. Sılay, s.238-239)

110- Bkz. Kemal Gurulkan, 1996.

111- İstanbul'un itilaf kuvvetleri tarafından, başta İngilizler olmak üzere işgalinden bir ay kadar önce gazetelerde Teâlî-i İslâm Cemiyeti'nin İstanbul'un Makkar-ı Hilâfet ve Saltanat olduğuna ve öyle kalacağına, dair işgâl kuvvetleri mümessillerine bir muhtıra verdiği haberi görülür (Alemdar, 14 Şubat 1336, nu: 424-2724; Akt. Gurulkan, 1996.)

112- Dürrizade’nin fetvasının da İngilizlerin baskısıyla alındığına dair bir kaynak mevcuttur: Orhan Duru, Amerikan Gizli Belgeleriyle Türkiye’nin Kurtuluş Yılları, 1978, İst.) Duru, burada “yayınlanan fetvanın Amerikalı diplomatların  verdiği bilgilere göre  İtilaf devletlerince dikte ettirildiğini ve akıllıca da bulunmadığını belirttiklerini vurguluyor. s. 88)

113- Bu konuda istifade edilebilecek kaynaklardan bazıları şunlardı: Tahir Olgun, 1991, s. 29-30; Mahfel, 1340 Ca., sayı 19, Kemal Gurulkan, 1996; AİMZ, Tahiru’l Mevlevi ile ilgili bölümler ve araştırmamız esnasında dikkatimizi çeken Makriköylü (Bakırköy) Hasan Efendi’nin Muhakemesi’dir. (AİMZ, s. 107-108)

114- Gurulkan, 52.

115- Ankara İstiklal Mahkemelerinde yargılanan TİC’den Makriköylü Hasan Efendi savunmalarında bu “hükümet” meselesinden daha fazlasını aktarmaktadır: “…Mustafa Sabri’nin Zeki adında bir damadı vardı., o geldi, toplantıda söz aldı. Dedi ki; ‘hükümet tarafından görevle geliyorum, hükümetin size bir teklifi var…Dedi ki, İngilizler bütün dernekleri genel bir incelemeden geçirmişler. TİC’in siyasetle iştigal etmediğinden ve halk arasında kötü bir şöhreti olmadığından bu cemiyet namına Anadolu’ya bir beyannamenin yazılıp atılmasını…” dedikten sonra AİMZ’yi hazırlayan Ahmet Nedim’in tespitleriyle savunmanın bundan sonraki bölümleri kaybedilmiştir. İngilizlerin baskısını alenen ifadelendiren bu son cümleler Cenab-ı Allah’ın hikmeti gereği bizlere yırtılmadan ulaşmıştır. Bundan sonraki cümleler elimizde değildir. Nedim bu noktada şunları söylüyor(s. 108): Burada 3. Defter (sh. 69-122) sona ermekte. Bundan sonra gelen 4. ve 5. defterler ise (sh. 123-170) kayıptır…) Nedim ayrıca yaptığı incelemede bu iki defterde Aziz Mahmud bey ile muhtemelen Âtıf Hoca’nın yüzleştirilmesi bulunduğundan söz etmekte. Bu ihtimal bizde de aynı kanaati oluşturdu. Çünkü Âtıf Hoca’nın savunmalarında heyete liste olarak sunduğunu söylediği isimlerle ilgili bölümler AİMZ yazarına verilen arşivlerde yoktur. 8-10 sayfa tuttuğu söylenen savunması da. (B.K.)

116- Gurulkan, 53.

117- (23 Teşrinievvel 1920 Nu.1032)

118- Ankara İstiklâl Mah. yargılamalarında Âtıf Hoca’dan bu konu ile ilgili belge istenmekte, o da bu makbuzu mahkeme heyetine iletmesine ve konu ispata kavuşmasına rağmen, heyet başkanı Kel Ali tarafından azarlanarak; “sen bunu ancak gizli bir maksad için yaparsın…baktın ki aksi tesir yaptı, Anadolu halkı Milli mücadeleye destek verdi…” diyerek, (AİMZ, s. 114) kendisine sunulan bu delil karşısında ne yapacağını şaşırarak hakaretlere başvurması, İstiklal mahkemelerinde ne ilktir ne de sondur!

119- Kemalist tarihçilerin ve çeşitli söz konusu ettiğimiz ilahiyatçı müfterilerin iddia ettikleri gibi eğer İskilipli bu konudan dolayı hukuken ithama maruz kalmış ise sormak gerekiyor; “O halde aynı konudan sorgulanan T.Mevlevi’ye mahkeme heyeti neden inanmış ve beraatine karar vermiştir? Madem ki bu konu Mevlevi nezdinde açıklığa kavuşmuştur, İskilipli açısından kapalı kalan husus nedir?” (Zaten Mevlevi’nin yargılanmasının menşei de 5 ad. risalenin satışı ile ilgilidir. Geçmişe dönük sorular mahkeme heyetinin kanaat güçlendirme(!) sorularıdır.) Maalesef Mevlevi’nin de savunmalarının bir bölümü kayıptır. Yani dönemin TBMM komisyonu tarafından araştırmacıya verilmemiştir.

120- AİMZ, s.109-115.

121- T. Mevlevî, 115; Akt. Gurulkan. T. Mevlevî aktarıyor: “’Hükümet namına söylüyorum ki’ diye başlayan ve beyannâmenin mutlaka mühürlenmesi lazım geldiğini, aksi bir durumun vatana ihanet sayılacağı ikazına rağmen yapılan oylamada beş kişi reddine, beş kişi de kabulüne taraftar olmuş, fakat başkan Âtıf efendinin red oyu kullanması ile beyannamenin mühürlenmesi reddedilmiştir. Hükümetin aldığı bir karar üzerine meşihatça hazırlanan fakat mühürsüz de olsa Teâlî-i İslam adına Yunan uçakları ile atılan bildiri Teâlî-i İslam’ın sabıkalı olması için yeterli delil sayılacaktır. Başkan İskilipli Mehmed Âtıf da konuyla ilgili yargılanması esnasında, beyannamenin atılmasından sonra cemiyetle alakasının kalmadığını beyan etmiştir. (AİMZ, s. 114’te İskilipli heyete “…eğer öyle olsaydı onlarla beraber olurdum, cemiyete devam ederdim. Halbuki devam etmedim. Bu da bir delildir. Eğer devam etseydim bu düşünceniz akla gelebilirdi…”) Gerçi bir müddet sonra zaten cemiyet yönetimine itilafçıların hakim olması ve Âtıf Efendi’nin yönetim dışı bırakılması ile cemiyetle ilişkisi tamamen kesilmiştir.” (Mevlevî, s. 115)

122- Bu konuda insaflı ve ilmi bir araştırmaya imza atmış olan Kemal Gurulkan bile (s. 53) muhtemelen Milli Mücadele tarihçilerinin aktardıklarının etkisiyle T. Mevlevî’nin sözlerini sıraladıktan sonra neden daha sert bir tepki göstermediklerini sorgulamaktadır. Ona göre de konu tekzible geçiştirilmeyip toplu olarak istifa edilmeliydi.

123- Geniş bilgi için Bkz. Medeniyetimizin Sosyal Dinamikleri, Beyanu’l Hak dergisi Aralık 1911-Ekim 1912 yazıları; İnkılab yay, Mart 2011.

124- Yaşar Nuri Öztürk ART’deki programda onun eserlerindeki görüşlerinin zaaflarını ortaya koymaya çalışarak, adeta isnadlarına delil olarak bu hatalı(!) görüşleri kullanmaya çalışmaktadır. Bu inanılmaz bir çabadır. Bir mütefekkirin görüşlerine katılmayabilirsiniz ama bu görüşlerin onun hainliğine(!) delil olduğuna ilişkin olarak kullanmak olacak iş midir? (Eserleriyle ilgili nitelikli bir değerlendirme için bkz. “İslamcı, Alim ve Şehid, İskilipli Mehmed Âtıf Hoca”, Bülent Gökgöz, Haksöz dergisi, Şubat 2012, s. 251.)

125- İskilipli Âtıf Hoca’nın torunu Ahmet Faruk İmal’in, “Korku İmparatorluğunun Çatırdayan Temelleri ve Dedem İskilipli Âtıf” (www.iskilipinsesi.com) başlıklı makalesinde ifade ettiği karşılaştırma oldukça manidar: “En küçük belgeye dayanmadan insanları darağaçlarına gönderebilen İstiklâl Mahkemelerini meşrulaştırmak için dönemin şartlarını öne sürenlerle, Ergenekon gibi bir davada çuvallarla belge, ses kaydı, görüntü ve bilgilere rağmen insanların tutuklu olmasına yaygara yapanların aynı kişiler olması düşündürücü”

126- Mahmut Şevket Paşa suikastındaki rolü; başkanlığını yaptığı cemiyetin faaliyetleri; imzaladığı iddia edilen beyanname ve yazıldığı dönemde ve yazıldıktan sonra suç unsuru oluşturduğu iddia edilen risalesi.

127- Bu, 1923’ten hesaplasak 1933 yılına kadar yayın hayatına eser kazandırma hedefine matuf bir arzudur ki, üzerinde şüpheler bulunan, geçmişi kendisini sürekli kovalayan ve henüz temize çıkmadığı ve hayatı üzerinde riskler bulunduğunu düşünen bir insanın yapacağı bir hesap mıdır?

128- Tekrar hatırlatmak gerekir ki, İskilipli Âtıf Hoca'nın Milli Mücadele'ye karşı fetva verdiği için hukuka uygun olarak yargılandığı ve idam edildiğini iddia edenler, aslında bununla farkına varmadan İstiklal Mahkemelerinin hukuk dışı ve siyasi mahkemeler olduğunu da ikrar etmiş olmaktadırlar!

129- Anakronizme düşmeden konuyu araştıranlar açısından, bu konudaki gereken cevapları gerek şapka devrimi ile ilgili bölümde, gerekse İstiklâl mahkemelerinin kişilerin hayatlarını geriye doğru sorguladığı hukuksuzluklar bölümünde değinmiştik.

130- Sılay, s. 44.

131- Vakit gazetesi, 3 Şubat 1926.

132- Aybars, s. 251-252’de Savcı Süreyya Özgeevren’in yargıçlarla yaşadığı anlaşmazlıkta yargıçların Ankara İstiklâl Mah.’nde olduğu gibi ceza kanununun her maddesini uygulamaya çalıştıklarından sitemle bahsettiği bir mektubu Milli Savunma Bakanı Recep beye gönderdiğinden bahseder. Savcının; bir sanığın hain olduğundan ama çıkarılmış bulunan af kanunundan yararlandığından, kendi yetkilerinin de İstiklâl Mehakimi Kanunu ile sınırlı olduğundan, bu yetkinin dışına çıkamayacağından bahisle Ankara’ya bu durumu şikayet ettiğini ama Ankara’nın yargıçlardan yana tavır koyduğundan bahseder. (Ki İskilipli için böylesi bir geçmiş yargılama ve kesinleşmiş suç durumu zaten söz konusu değildir.)  

133- Bu zatların da kimlikleri, yargılama ve savunma safahatları hakkında geniş bilgi için bkz. AİMZ, 1926.

 

KAYNAKÇA

-Belgelerle İstiklal Mahkemeleri: 1, Ankara İstiklal Mahkemesi Zabıtları 1926, Haz. Ahmed Nedim. İşaret yay. Kasım 1993, İst.

-Ergün Aybars, Prof. Dr., İstiklal Mahkemeleri, -Yakın Tarihimizin Gerçekleri-, Milliyet yay. 2.Baskı, Eylül 1998, İst.

-Mehmet Sılay, İskilipli Atıf Hoca (1876-1926), Denge yay. 3.baskı, Aralık 2011, İst.

-Ahmet Cemil Ertunç, Cumhuriyetin Tarihi, “Yaşadıklarımızın Dünü-Bugünü”, Pınar yay. 5.baskı, Mart 2010, İst.

-Ahmet Turan Alkan, İstiklal Mahkemeleri, Alternatif Üniversite, Şubat 1993, İst.

-Hasan Hüseyin Ceylan, Cumhuriyet Dönemi, Din/Devlet İlişkileri I-II-III, Rehber yay., 9.baskı, Eylül 1991, Ank.

-Kemal Gurulkan, Teâlî-i İslam Cemiyeti, İst.Üni.Sos.Bil.Ens. TC.Tarihi Ana Bilim Dalı, Yük.Lis.Tezi, İst. Üni. Kütüphanesi, 1996, İst.

-Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması 1923-1931, Tarih Vakfı Yurt yay. 4.basım, Mart 2005, İst.

-Atatürkçülük Nedir Ne Değildir, Derleyen Ahmet Köklügiller, IQ Kültür Sanat Yay., İst, 2007.

-İskilipli Mehmed Âtıf, Medeniyetimizin Sosyal Dinamikleri (Medeniyet-i Şer’iyye ve Terakkiyât-ı Dîniyye) İnkılâb basım yayın, Mart 2011, İst.

-İskilipli Âtıf Efendi, Frenk Mukallitliği ve Şapka.

-Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, Toker yay, 1969.

-Kamuran Özdemir, “Cumhuriyet Döneminde Şapka Devrimi ve Tepkiler”, Anadolu Üni. Sos.Bil.Ens. Tarih Ana Bil., Yük. Lis. Tezi, 2007, Eskişehir.

-Burcu Özcan, “Basına Göre Şapka ve Kılık Kıyafet İnkılâbı”, Marmara Üni. Türkiyat Araş. Ens. Türk Tar.Ana.Bil Dalı, Cum.Tar. Bil. Dalı Yük.Lis. Tezi, 2008, İst.

-Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yay., Ekim 1999, www.belgeler.com

-Nurgül Dere, Tâhir’ul-Mevlevî, 4 bölüm, www.cevaplar.org/index.php?content_view=4095&ctgr_id=98

-Doç.Dr.Seçil Akgün, “Şapka Kanunu” başlıklı makale, pdf, internet kaynaklı.

-Dr. Ali Dikici, Milli Şef İsmet İnönü Dönemi Laiklik Uygulamaları, Ank. Üni. Türk İnk. Tar. Ens. Atatürk Yolu dergisi, Kasım 2008, s 161-192.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR