1. YAZARLAR

  2. Mehmet Selimusta

  3. İslami Hareket: Savunma ve Sapma

İslami Hareket: Savunma ve Sapma

Mart 1990A+A-

Geçen sayımızda Abdulvahab el-Efendi'nin "İslamcılar: Sol ve Sağ" başlıklı bir makalesini; ilgilenen tüm okuyucuların katılımının beklendiği, bir anlamda "forum" bölümü olarak değerlendirdiğimiz tartışma bölümünde yayınlamıştık. Bu itibarla, el-Efendi'nin çağdaş İslami hareketlerin sosyo-politik yaklaşımlarını ve bunun pratikteki sonuçlarını ele aldığı makalesi üzerine dergimize gönderilen makaleleri yayınlarken bu bölümün her şeyiyle tartışmaya-eleştiriye açık olduğunu tekrar hatırlatmakta yarar görüyoruz. Gönderilen yazıların azla yer tutması ve konunun kapsamlılığı göz önüne alarak, bu sayımızda yeni bir tartışma makalesine yer veremediğimizi de belirtmek isteriz.

Çağdaş İslami Hareket değerlendirilirken her şeyden önce göz önünde tutulması gereken nokta, bu hareketin bir "savunma" hareketi olarak doğmuş olduğu gerçeğidir. Yazık ki, uzun yıllar hareket kendini bu savunma psikolojisi içinde ifade etmeye çalışmıştır. Böylesi negatif bir kalkışın sonuçta birtakım "sapma"ları, yanılgıları getireceği ise açıktır.

Abdülvahap el-Efendi, gerçekten önemli birçok sorunun altını çizmeye çalıştığı "İslamcılar: Sol ve Sağ" adlı makalesinde, İslami Hareket'in tarihine yaklaşırken bu savunma ve bundan kaynaklanan sapma gerçeğini pek göz önünde bulundurmamış gibidir. Oysa Müslümanların çeşitli coğrafyalarda yürüttükleri mücadelelerin yakın zamana -İran İslam Devrimi'ne- kadar en belirgin niteliği bu savunma pozisyonudur. İslami Hareket'in yeni zamanlardaki ilk temsilcileri olarak kabul edilen kişilerin emperyalist Batının siyasal ve kültürel saldırılarına karşı durmak çabasıyla geçen ömürlerine bakarak da bu sonuca ulaşabiliriz.

19. yüzyıl Müslümanların çok geniş bir coğrafyada sömürgeci Batı ile yüz yüze geldikleri ve yenilerek Batı egemenlik alanına girmeye başladıkları bir zaman dilimidir. Müslümanların Batı'yla ilişkileri 19. yüzyıldan önce de vardır, fakat daha sınırlı alanlarda kalmış, bütün bir ümmeti kuşatacak genişliğe henüz ulaşmamıştır. 19. yüzyıl bu açıdan ayrı bir öneme sahiptir. Müslümanlar bu yüzyılda nasıl bir görüntü yansıtmaktadırlar; siyaset, kültür, ekonomi alanlarında ne durumdadırlar gibi sorular, hem sömürgeciliğin elde ettiği ve etkilerini hala sürdüren kolay başarıları anlamamızı sağlayacak; hem de bir anlamda birbirinin mirasını devralarak günümüze ulaşan İslami Hareket içindeki oluşumların düştükleri sapmaları görmemizi, tahlil edebilmemizi kolaylaştıracaktır.

Malik bin Nebi'nin de belirttiği gibi, sömürgecilik olgusundan önce bir sömürgeleşmeye hazır olma olgusu vardır. 19. yüzyıl civarında Batı'yla karşılaşan Müslümanlar, kelimenin tam anlamıyla böylesi bir durumdaydılar. Sömürgeleşmeye uygun bir vasatı sergilemekteydiler. Emevilerle başlayan saltanat yönetimi zamanla emirlik ve sultanlıklara bölünmüştü. Böylece önce İslam'ın yönetim anlayışı ortadan kalkmış, kitlelerle yöneticiler arasında bulunması zorunlu karşılıklı denetleme fikri büyük oranda yaralar almıştı. Zaman içinde yönetimlerden ümidini kesen halk, kendi ihtiyaçlarını gidermek için gerçi birtakım kurumlar oluşturmuştu, fakat bütün bir ümmeti kuşatacak organizasyonlar ancak siyasi gücü elinde bulunduranların üstesinden gelebilecekleri zorluklar taşıyordu. Bu imkan bulunamayınca doğal olarak arklı çözüm yolu arayışları gündeme gelmişti. Başlangıçta üretilen bu farklı yollar, sonraki müntesiplerce mutlaklaştırılmış ve mezhepler, meşrepler giderek aşılması hayli zor bir taassup oluşturmuşlardı. Siyaseti sadece belli ailelerin tekelinde yürütülecek bir faaliyet sahası olarak algılamaya iyiden iyiye ikna edilip kendi kabuklarına çekilmeye zorlanan halk kitlelerinin, yaşadıkları problemler karşısındaki tavırları, tamamıyla pasif bir çizgiye oturmuştu. Bu pasif tavır daha sonra tasavvuf şeklinde ortaya çıkmış ve zaman içinde kendine özgü bir sisteme kavuşmuştu.

Bu gidişe karşı çıkmaya çalışan insanların çabaları, ana çerçeveyi değiştirmeye yetmediyse de ümmetin damarlarında dolaşan canlılık unsurları olmuşlar ve yüzyıllarca ümmete can vermeye, İslam'ın yaşayan gücü olmaya devam etmişlerdir.

19. yüzyıl çerçevesinde Batı ile bir ölüm-kalım savaşına girmek zorunda kalan Müslümanların başlarındaki yöneticilerin tavrı, kitlesinden kopmuş yöneticilerin yapabilecekleridir: Teslimiyetçilik ve taklitçilik... Başarılı görünen Batı'ya öykünme, bu dönemdeki yönetici ve aydın çevrelerin günümüzde de sürdürdükleri tek çıkış yolları olmuştur. Askeri alanlarda başlayan bu öykünmenin zamanla yönetim ve kültür sahalarında da uygulanmaya başlamasıyla, Müslümanlar yüzyıllardır yaşattıkları birçok geleneksel kurumlarını teker teker kaybetmişlerdir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, ortadan kaldırılan bu geleneksel kurumların birtakım iç sebeplerle, içten yöneltilen eleştirilerle değil, sömürgeciliğin ve uzantılarının baskısı sonucu oluşturulan atmosfer sonucunda birer birer yıkıldıklarıdır. Zaten Müslümanların ihtiyaçlarını karşılamakta hayli başarısız bir halde bulunan bu geleneksel kurumlar ortadan kaldırılıp yerlerine gerçekten İslami özden kaynaklanan yenileri de kurulamayınca ümmet, bütün hayati dayanaklarından mahrum bir yığına dönüşmüştür.

Böyle bir vasatta mücadele meydanına girmek zorunda kalan ve kimliklerinde bu vasatın belirgin özelliklerini de taşıyan ilk öncüler, son derece çetrefil siyasal, kültürel, ekonomik ve sosyal sorunlarla mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Yüzyılların biriktirdiği bu sorunlara yaklaşımlarındaki temel yöntem ise çoğu zaman Batılı saldırılara karşı savunma esasına dayalıydı. Yoksa problemleri kendi doğuş şartlarında ele alarak bir bütünlük içinde önce teşhis etmek, sonra da çözüme ulaşmak gayretini göstermek için ne imkanları, ne de zamanları vardı. İslami Hareket'in ilk öncü ismi olarak kabul edilen Cemalettin Afgani, bu savunmada siyaseti öncelerken ve siyasal birtakım manevralarla Müslümanları saldıran Batı emperyalizmine karşı uyandırmaya çalışırken, birlikte hareket ettiği Muhammed Abduh'un, herhalde siyasal anlayışa bir zemin oluşturmak için kültürel çalışmaları daha çok önemsediği görülüyordu.

Sözün burasında İslam ile Müslümanlar arasındaki farklılıklar gündeme getirilmelidir. 19. yüzyılda Müslümanlar -günümüzde de benzer bir hali yaşamaktayız- İslam ile bir aynilik yansıtmaktan oldukça uzaklaşmışlardı. Akide ve amel gibi konularda yüzyılların bulanıklığıyla kirlenmiş bir fikri mirası devralmışlar ve bu mirası eleştirerek değerlendirecek yeterli çabaları gösterememişlerdi. Afgani-Abduh ikilisinin faaliyetleri incelendiğinde, onların bu farklılığı ortadan kaldırma çalışmalarını ilk önemseyen kişilerden oldukları görülür. Fakat Afgani-Abduh zor şartlarda ortaya çıkmış ve öncelikle saldırgana karşı durmak ihtiyacını duymuşlardı. Bu savunma psikolojisi içinde kitlelere ulaştırmak istedikleri mesajlarına tam bir sistemli çerçeve oluşturamadılar. Kitle ile yeterli bir fikir akışını sağlayacak araçlardan da zaten yoksundular.

Bir bakıma Afgani-Abduh çizgisinin ana hatlarıyla devamcısı olmak karakteri gösteren daha sonraki İslami Hareket örneklerini, tabii İhvan-ı Müslimin ve Cemaat-i İslami ve benzerlerini de aynı savunma mantığı içinde tavırlar sergileyen, fikri yapılarını bile daha çok bu savunma psikolojisi içinde belirlemeye çalışan oluşumlar olarak görebiliyoruz. İran İslam Devrimi'nin Müslümanlara öz güvenlerini yeniden sağlamasına kadar bu psikolojinin İslami Hareket mensuplarına hakim olduğunu söylemek herhalde haksızlık sayılmaz.

19. yüzyıldan sonra yaygınlaşmaya başlayan "kaynaklara dönüş" hareketi, yaşanan problemleri ana kaynağın ışığında çözüme kavuşturmak, ana kaynaktan kalkarak bir anlamda yeniden yapılandırma anlayışı ile tevhidi, bütüncü bir arayış içine girmek ve her probleme hak ettiği değeri vermek yerine; probleme hak ettiği değeri vermek yerine; problemlerden kalkıp kaynaklara doğru bir gidişi içerdiğinden gerekli sonuca ulaşamadı. Bu sonuçsuzlukta kimi modern Batılı anlayışlara kaynaklardan hareketle İslami kılıflar giydirme boş gayretlerinin, kitlelerde yarattığı hoşnutsuzluk olgusunun ve kendini, var olanı koruma mekanizmalarını harekete geçirerek kitlelerde bir içe kapanma hali oluşturmasının da şüphesiz rolü vardır.

Afgani ve Abduh'la başlayan, sonraları siyasal yönü bir hayli tırpanlanmış olarak Reşit Rıza çevresiyle daha çok entelektüel düzeyde sürdürülen ilk hareketlenmelerin, bütün dünyayı etkileyen Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti'nin yıkılması, Hilafetin ilgası ve bütün İslam topraklarının Batının siyasal egemenliği altına düşmesi gibi büyük çalkantılar içinde etkisizleşmesinin ardından Mısır'da devreye giren İhvan-ı Müslimin'de, Hindistan ve Pakistan'dan başlayarak İslam dünyasının büyük bir kısmına etkilerini yayan Cemaat-i İslami -daha doğrusu Mevlana Mevdudi- hareketinde ve diğer birçok harekette en baskın unsur olarak görülen ve haklı olarak Abdülvahap el-Efendi tarafından sergilenerek üzerinde düşünülmesi istenen "içinde bulunulan şartlara göre yönlendirilen bir mücadelenin ister istemez sapabileceği" olgusu öncelikle bu hareketlerin doğuşu sırasındaki vasatla yakından ilgilidir.

Kendilerine bir kimlik olarak "Müslüman" adını seçen günümüz ya da yakın geçmişteki İslami Hareket mensuplarının İslam'la olan ilişkisinin boyutları, İslam'ın ana kaynağı ile ve risalet ile ilişkileri, içinde yaşadıkları geleneksel anlayışlarını sürdüren kitlelerle ilişkileri çerçevesinde sorun üzerine düşünülmesi icap etmektedir. İslami Hareket'in çağdaş oluşumu sırasında ya da daha sonra birer kitle temeli oluşturmaya muvaffak olduğu çevrelerde, Müslümanların kimlikleri daha çok ne olmadıkları negatif değerlendirmesiyle oluşmuş gibidir. İslam dünyasındaki en önemli sömürgecilik faaliyetinin, bu ülkelerde laik anlayışlı seçkinlerin palazlandırılmasından ziyade ve en az onun kadar önemli olarak, İslami fikirler sergilemek durumunda olanları ittiği, kendi kimliğini kendi değerlerinden hareketle ifade etmeye çalışmak yerine, karşı olunan değerler etrafından tanımlama durumudur ki, bugün bile bunca tecrübeye rağmen hala kurtulamadığımız bir sapmadır. Sömürgeciliğin baskısı ve sömürgeciliğe yandaşlık edenlerin gündeme getirdikleri sorunların ağırlığını kendi gündemimizden daha çok önemsiyor oluşumuz, kaçınılmaz olarak bizi böyle bir sonuca ulaştırmıştır. İşte öncelikle ele almamız ve üzerinde titizce düşünmemiz gereken de bu sonuçtur.

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR