1. YAZARLAR

  2. Bahadır Kurbanoğlu

  3. İslamcılığın Yeni Yüzyılı

Bahadır Kurbanoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

İslamcılığın Yeni Yüzyılı

Nisan 2011A+A-

Afrika ve Ortadoğu’da olup bitenleri herkes anlamlandırmaya çalışıyor. Kimine göre olan biten devrim falan değil; kimisi liberal demokrasilerin tehlikesinden dem vuruyor; kimileri de emperyalizmin yüzyıl önceki geri dönüşüne atfen başımıza örülen yeni çoraplara dikkat çekiyor. Bunların her biri tartışılmaya değer konular elbette. Yabana atılacak cinsten değiller ama ciddiyetle tartışılmalarına izin verilmesi kaydıyla.

İflas Eden, Emperyalizmin Hizmetindeki Oryantalist Söylemlerdir!

Oryantalist bakış açıları da cabası. İslamologlara göre “Siyasal İslam’ın İflası” noktasında yeni bir şey yok. “İflas” devam ediyor. Ama bu defa farklı sebeplerle. Hatırlanacak olursa Olivier Roy, yirmi yıl önce radikal İslami tecrübelerin gerek mücadele, gerek siyasetin dili, gerekse “iktidar olmaya hevesli şeriatçı yapıların daha önceki despotlardan farkının olmadığı” söylemleriyle oryantalizmin yüreğine su serpmişti. Gilles Kepel de ondan aşağı kalmıyor ve bu yeni dönemin yeni oryantalistik söylemini “AK Parti modeli”ni kendince müjdeleyerek ortaya koyuyordu.

Oryantalistik söylemlerin merkezinde yine Batı’ya sunulan “Meraklanmayın, endişe edecek bir husus yok, yine güçlüyüz, çözüm yine biziz!” mesajı hâkim. AK Parti formülünün sevinçle karşılanması da bundan. Onlara göre AK Parti süreci, Müslüman halkların Batılı demokrasi modeline rıza gösterişinin (yani ilerleyişinin) bir örneği. Kanlı ya da kansız Arap halkları da yakın vadede bu sürece dâhil olacaklar.

Oryantalizmin her zaman yaptığı şu: Emperyalizmin günah galerilerini hiç konu etmeden, sorunu ilerilik-gerilik retoriğine hapseden klasik tezlere bağlılığını ortaya koyarak, aslında “dinî” olanın geçmişte kalması gerektiği, aşılmış olması gerektiğinden hareketle, modern olanla uyumsuzluğunda, modernitenin her daim galip çıkacağı. Batılı güçlerin askerî-siyasi manevralarının Batı dışı toplumlar üzerindeki etkileri ve Batılı oligarşik güçlerin Batı dışı toplumlara kendi tecrübelerini yaşamalarını engelleyişi, kaynaklarının sömürülmesi ve despotik rejimlerin kollanmasının getirdiği sorunları hiç konu etmeyen oryantalizmin, bu gelişmeler karşısında da “Merak edilecek bir şey yok, her şey kontrolümüz altında!” mesajı vermeleri gayet doğal. Her ne kadar mesela George Friedman, “Bugünkü gelişmeler bu bölgelerde demokrasinin gelişimine sebebiyet verecektir ama bu liberal demokrasi olmayacaktır. Daha açık ifade etmek gerekirse, bura halklarının kendi tecrübeleri bu süreci belirleyecektir.” dese de bu zımnen, aslında bu halkların küresel sisteme entegrasyonunun önce ekonomik olgularla ardından da kültürel normlarla olması gerektiği şeklindeki beklentiyi de besleyen bir mahiyete sahip.

Libya’da olan bitenleri de bu bağlamda değerlendirmek mümkün. Tunus ve Mısır tecrübelerini yaşayan emperyalizmin, Libya, Bahreyn, Yemen üzerinden diktatörlere “Direnin, halklarınızın iradesine kolay teslim olmayın, arkanızdayız!” mesajı verirken, aynı zamanda halklara “Sizi kurtarmaya geldik, bize borçlanacaksınız, istediğimiz dizayna boyun eğeceksiniz!” emri vakisini de işletmekte.

İşte “İşin başından beri olayların arkasında küresel güçler var.” diyenlerin yanıldıkları nokta da burası. Bölge halklarının iradelerine bu derece sahip çıkacakları, bu iradenin aynı zamanda kendi çıkarlarını da zedeler biçimde emperyalizm karşıtlığında seyredeceğinin hesabı yapılamamıştı. Bu ani, ivedi, yangından mal kaçırır müdahaleler de bu anlama gelmekte. İsrail Başbakan Yardımcısı Dan Meridor’un “oluşma ve patlama momentlerini açıklama konusunda çok zorluk çektiklerini” itiraf etmesi de bundan. Aynı zamanda istihbaratın başında bulunan Meridor, “Özgürlük, adalet, eşitlik gibi herkesin özdeşleştiği sloganlarla yürüyen Arap halkının ‘şiddet’e, ‘asker’e, ve ‘İslamcı bir dile’ dayanmayan sesinin tüm stereotipik anlayışları kırdığını” ifade ederek -her ne kadar daha sonra değineceğimiz bu İslami dil meselesini anlayamasa da-  İslamologlardan bir adım önde tespitlerde bulunması ve “Bilmediğimizi bilmek bizim için çok zor.” demesi de sürecin her kesimde var olan ezberleri bozucu ve hesaplanabilirliği güç niteliklerinden kaynaklanmakta.

“Halkların Taleplerinin İslami Olmadığı” İddiası Oryantalistik-Liberal Bir Söylemdir!

Çokça tartışmaya matuf bu konuya kısaca değinmek gerekiyor. Bu söylemin bir ucunda “Merak etmeyin talepler seküler!” diyen oryantalistik bir dil bulunduğu gibi; aynı zamanda “tarihin bireyleşme-liberalleşmeye doğru ilerleyeceği” temennisi içerisinde olan liberallerin özlemleri vardır. Bir sonraki bölümde de değineceğimiz üzere siyasi taleplerin uluslararası alana yansıyan boyutu (ABD, İsrail, işbirliği, sömürü, Gazze vs.’ye ilişkin olanlar) İslami hareketlerin tezleri olduğu gibi; iç siyasete ilişkin “despotların yıkılması”, “ülkelerin halklara ait olduğu”, “siyasal özgürlükler”, “eşitlik”, “adalet” gibi söylemler de kimin söylediğine göre değişkenlik gösteren ortak doğrular, ortak talepler, fıtri hakikatlerdir. Dolayısıyla bu söylemlerin seküler talepler olduğunu iddia etmek; özgürlük dendiğinde “Sadece cinsel özgürlüklere vurgu yapılmaktadır!” demek kadar saçma, saptırılmış ve daraltılmış bir mahiyet arz eder. Oysa bütün bu talepler insanlığın ortak mahsulü haline geldiği gibi, aynı zamanda bugüne dek gerek emperyalizmin gerekse yerli despotların zoruyla da engellenmiş hususlardır. Dolayısıyla konu talepler değil, bu talepleri kimin dillendirdiğidir. Ve bu konuların ahlaktan hukuka, adaletten özgürlüğe kimler tarafından işlenip altının doldurulup yaşamlaştırılmak istendiğiyle alakalıdır. İslami olan tekil ve en doğrusu benimki tarzında serdedilecek olan ve ardına “İslam” kelimesinin ekleneceği hayattan kopuk, soyut talep ve tanılamalar değil, zaten hayata değgin olan, hayatla buluşan, hayati konulardır. İnsanların sancılarını çektiği bugünün çağdaş problemleri ne ise bunlara en adil çözümleri üretmeye çalışmak ve bu çözümler sayesinde kitlelerin kimlik edinme süreçlerini oluşturacak özgürlük ortamlarını inşa çabası zaten İslami olandır. Hele ki bu durum İslam coğrafyaları olarak adlandırılan ve sosyolojik olarak Müslümanların yaşadığı alanlarda gerçekleşiyorsa. Tüm sadeliği, tüm saflığı, tüm tecrübesizliği, tüm gençliğine rağmen talepleri dillendirenler Müslüman halklar ve onlara öncülük etmeye çalışan yüzyıllık geçmişlere sahip İslami hareketler ya da onlardan etkilenmiş olan çağcıl yapılardır. Elbette bunlar içerisinde Batıcıl tezlerle büyümüş, gelişmiş olan seküler yapılar da mevcuttur ama öncelikli olarak taleplerin meşruluğudur önemli olan ve hangi coğrafyalarda dillendirildiğidir. “Ekmek” derken bile ekmeği kimin istediği nasıl önemli ise “özgürlük” derken de özgürlüğü kimin niçin talep ettiği önemlidir, değerlidir.

Evet, oryantalistlerin rasyonel ve doğal olduğu kadar askerî ve siyasi başarılarını görece sürdürmeye devam edenlere politik dille katkı sağlayan bu tespitlerine müdahalede bulunacak halimiz yok. Ancak analiz edebilir, onların niyet/umut/gelecek perspektiflerini bir ölçüde masaya yatırmaya çalışabiliriz. Ama bu yazının asıl konusu, “iflas ettiği” ya da “Batılı seküler tezlere teşne olduğu” iddia edilen İslamcılığın içinde bulunduğu yolculuğa bir parça projeksiyon tutmak olacak. Gerek oryantalistik, gerekse kendi içimizden yükselen nakzedici, hafifsetici, umutsuzluk serdedici tezlerin gerçekliğinin sorgulanmasına da kapı aralamak olacak.

İslamcılık, XIX. Yüzyıl’daki Ufkuna Büyük Tecrübelerle Geri Dönüyor

Afgani ve Abduh’un çağı, Batı ile hesaplaşma içerisine giren İslam mütefekkirlerinin özgüven içeren duruşlarının ve üretimlerinin yeni bir başlangıcına işaret ediyordu. Onlar, daha önce başka bir yazımızda değinmeye çalıştığımız üzere “temkinli çağdaşlaşma”nın öncüllerini ortaya koymaya çalışıyorlar, bunu yaparken de -sonraları savunmacılıkla itham edilen- sadece savunmacı bir dil, düşünüş biçimi ve kavramsal birikimin değil, aynı zamanda karşılaştıkları kültürün olumlu taraflarından istifade ve bunların İslam coğrafyalarında tartışılmasını arzu ediyorlardı. Geçmiş tarihî birikime olan vukufiyetleri özgüvenlerini besliyor, hiçbir komplekse kapılmadan olan biteni anlamaya, anlamlandırmaya ve İslam coğrafyalarına yapacağı katkılar bağlamında tanımlamaya çaba gösteriyorlardı. Bu çabanın sağlıklı bir platformda yürüyebilmesi ise sağlıklı bir akıl, mantık ve iman düzlemine olan ihtiyacı belirgin kılıyor, bu da ana kaynaklara (en başta Kur’an’a) dönüş perspektifinin üzerinde zemin buluyordu.

Bu çabalar, aynı zamanda köklerini Batı’nın tarihî tecrübesinde bulan pek çok çağdaş konuyla hemhal olmayı, bunları gündemleştirip tartışmayı ve bu tartışmaları (sahip oldukları merkezî entelijansiya rolünün doğal uzantısı olarak) İslam dünyasına taşımayı da beraberinde getiriyordu. Mevcut rejimlerin ve yönetim sistemlerinin sorgulanmasından, siyasal özgürlükler meselelerine, dilin sadeleşmesinden kadın sorununa kadar pek çok konu masaya yatırılıyor ve ümmetin durumu hem sağlam-sağlıklı bir usul penceresinden hem de bu yeni, çağdaş birikimlerin gölgesinde tartışılıyordu.

Sonradan, özellikle bazı milliyetçi-muhafazakâr mahfillerin “Modernite ve Batılı kavramlar İslam dünyasına bu İslamcılar vesilesiyle girmiştir.” şeklindeki kalıplaşmış eleştirilerin odağı olmaları da bundan kaynaklanıyordu. Onların entelektüel gücü, sadece medreseleri ya da elit bürokrasiyi değil, Batılılaşma projeleriyle yeni serpilme dönemleri yaşayan ve sekülerleşme yolunda ilerleyen düşünce mahfillerini de etkiliyordu. Mesela, sadece son dönem Osmanlı İslamcılarının değil, Abdullah Cevdet gibi pozitivizmin Osmanlı’ya girişine önayak olan kişilerin Afgani hayranı ya da Mısır’da dilde sadeleşme teorileri üzerinden seküler dil milliyetçiliğini üretenlerin Abduh’dan etkilenmiş olmaları somut gerçekliğinde olduğu gibi. Batılı söylemler karşısında direngen yegâne gücü ve birikimi oluşturan bu İslamcı hinterlandın Batıcıl tezleri İslam dünyasına ekmekle suçlanmaları da bundandı.

Oysa bu eleştirel tezler bir anakronizme işaret etmekte, 19. Yüzyılın birikimini (ya da birikimsizliğini) görememekte, bu birikimin hangi mahfillerde kotarıldığını ya anlayamamakta ya da sözde anti-modernist söylemler altında bugünden bakarak o dönemin diline, siyasetine, birikimine tahfif edici ama anakronik eleştiriler getirmekteydi. Bu şahıslara bu sebeplerden ötürü hücum ederken de alternatif mahfiller ya da düşünce çevrelerini belirgin bir şekilde gösterememekte idi. Gösterememeleri çok normaldi, çünkü böylesi çevreler yoktu. Düşünce ve siyaset üretenler, direngen metotlar geliştirenler bu ıslahatçı çizgiden başkası değildi. Emperyalizm üzerine tespitler yapanlar ve o emperyalizmle somut alanlarda (basın yayın, bürokrasi, askerî cepheler) hesaplaşanlar bu çevreler olduğu kadar, aynı zamanda hem saltanat yapılarının sorgulanması ve dönüşümünü talep edenler, hem de entelektüel ve zihinsel düzeyde ümmetin hakiki ıslahını önceleyenler de bu insanlardı.*

Göremedikleri hususların en başında da bu çevrelerin Batı ile emperyalizm karşıtlığında, yani Batı’nın sömürgeci kötücül yanıyla hesaplaşırken, insanlık tecrübesi bağlamında -Batı toplumlarının kendi iyiliğine, hayrına- ortaya koyduğu üretimleri es geçmemeleri geliyordu. İnsanlık tecrübesiyle, İslam tarihinin ve verili halin tecrübelerini buluşturma çabası hem saltanat rejimlerinin direnişi hem de emperyalizmin baskın karakteri yüzünden akamete uğramış, seküler gelişmeler bu çabaların yerini alarak, kültürel dönüşümler üzerinde de etkide bulunmuştu.

Bu yüzyıl geride kaldığında, İslami-vahyi aklın direngenliği yitirilip Batılı tezlerin kopyalarıyla büyüyen yeni nesiller ortaya çıktığında, aynı zamanda Batı modernitesinin de pozitivist, ulusalcı, (ardından post-modern) tezlerle kendini yeniden ürettiği, bu üretimlerini de üçüncü dünyaya somut anlamda empoze ettiği yıllar geliyordu. Modernite, sekülarite, nasyonalizm vb. aydınlanmacı kapitalist kültür ve ilerlemeci-gelişmeci tezler artık sorgulanmadan, yeni elitler sayesinde hem eğitim alanlarında, hem de nasyonalist elit burjuvaziler sayesinde merkez siyaseti ve sosyal yapıyı dönüştürücü işlevler görmekteydi. Aynı dönemler, aynı zamanda İslami siyasetin, eğitim kurumlarının ve kanaat önderlerinin İslami kurumlarla birlikte adeta tarih sahnesinden silinmeye çalışıldığı dönemlerdi.

İşbirlikçi despotik yapıların yıllar yılı hüküm sürdüğü sözde bağımsızlık süreçlerinin ardından da günümüz gelişmelerini besleyen ve geçmişinde yazımızın başında atıfta bulunduğumuz şahsiyetlerin birikimlerinin var olduğu çağcıl döneme ulaşıldı. Aslında geçmiş yüzyılla olan bu ilişki toplumsal merkezi oluşturamasa da hep süregelmişti. Kimi zaman diktatörlerce, kimi zamansa emperyalist müdahalelerle ezilmeye çalışılan bu hareketlerin geçmiş yüzyıldan devraldıkları mirası gereğince geliştirememeleri ve işleyememeleri çok normaldi. Emperyalizm denen silindirin hem siyasi hem de kültürel bağlamlarda üzerlerinden geçtiği bu nesiller, o dönem üretimlerini “Şeytani Batı’nın karşısına koydukları bir İslam imajı”yla kotarmaya çalışmışlardı. Batı karşısında uğranılan yenilgiler ve kültürel erozyonlardan yegâne çıkış, Batı’yı tüm kurum, kavram ve üretimleriyle reddetmekte görülmüştü. Emperyal müdahalelerin sürekliliği de bu tepkisel konumlanışı haklı çıkarmakta, Doğu-Batı karşıtlığı, Batı-İslam karşıtlığı şeklinde, haklılık payesini sürdürmeye çalışan oryantalist tezlerin de gölgesinde üreyen bir karşıtlığı oluşturmakta idi. Bu karşıtlığın o dönem açısından varlık bulması, Batı’nın tüm kirli yönlerinin tecrübe edilmesiyle alakalı bir husustu. Bu siyasi duruş, İslam coğrafyalarında seküler mahiyetler taşıyan kültürel konum alışları da besledi. Yani sadece İslam kültürüyle yoğrulmaya devam eden çevreler değil, aynı zamanda sekülerleşmiş halk yığınları ya da ideolojik çevreler de kendilerini hep bu karşıtlık üzerinden tanımlayagelmekteydiler. Böylelikle Batı dışı toplumlar, çağdaşlaşma kapısından içeri, Afgani-Abduh döneminin temkinli, ıslaha matuf, kendisine ait bir dönüşüm çemberinden değil, sömürü ilişkisinin meşrulaşmasına ve görünür olmaktan çıkmasına da destek olur mahiyette, Batıcıl kopyalanmış kültürel kodlar vesilesiyle girmiş oluyordu.

Oysa yazımızın başında da belirttiğimiz şekliyle, XIX. Yüzyıl ıslahatçıları basit, kronik, dogmatik bir Batı karşıtlığından ziyade, Batı’nın o dönemde de açık bir şekilde işlettiği saldırı mekanizmalarına rağmen, onun gücünü, felsefi birikimini, tarihini anlama, kendi durumlarını sorgulama ve Batı tecrübesinden de bu bağlamda faydalanma, bu faydanın İslam toplumlarının dönüşümüne de katkı yapmasını bekleme anlamında bir metodu gütmekte, bundan da gocunmamaktaydılar. Eğer bu süreç devam edebilseydi, İslami birikimlere sahip bu coğrafyalar, bu birikimin olumlu yönlerini yeniden keşifle, Batı’nın tarihî tecrübelerinden faydalanmayı birlikte mayalayabileceklerdi. Maalesef bu tecrübî birikim akamete uğradıktan sonra, bu süreç tamamen Batılı kodların kopyalanmış, taklidî unsurlarıyla tecrübe edildi ve bugüne dek ulaşan tahrip gücü yüksek bir kültürleşme söz konusu oldu. Bu tahripkâr kültürleşme, her coğrafyaya farklı düzeylerde etki etti. Mısır’a yaptığı etkiyle Türkiye’de olan ya da Tunus ile Malezya arasında farklılıklar arz etti.

İşte bu tahripkâr sürece İslami retorik anlamında karşı çıkışlar ve tepkiler de farklı farklı oldu. Mısır ve Hindistan tecrübesiyle, Türkiye ya da İran tecrübelerinin farkı gibi. Ancak farklılıkların en aza indirgendiği husus, Batılı tezlerin ve kültürün yeter derecede tecrübe edilmişliği idi. Tıpkı siyasi bağlamda Batı çıkarlarının taşeronluğunu yapan rejimlerin çözümsüzlüklerinin de yeter derecede tecrübe edilmesi gibi.

Dolayısıyla, İslamcılık tecrübesi altında Batı’nın tüm kurum ve kavramlarıyla reddolunduğu, silahlı mücadelenin ve devrimci metotların Batı medeniyetine karşı koymada ve çözüm üretmede model olarak görüldüğü -ve oryantalistlerin bu bağlamda iflasına methiyeler düzdükleri- İslamcılığın çağdaş dünyada yepyeni normlar ve metotlarla görünür olduğu, cevap olduğu, umut olduğu bir sürecin içerisinden geçmekteyiz. Bu süreç, Batının hegemonik yapısına karşı silahlı mücadelelerin yükseldiği coğrafyaların çabalarını akamete uğratacak değil, aksine geliştirecek, tamamlayacak, gücüne güç katacak bir evrilme olarak da görülebilir.

İslamcılık, Müslümanların Çağdaşlaşma Tecrübesinin Yeni Bir Evresini Temsil Ediyor

Gerek oryantalistlerin, gerekse bazı İslami mahfillerin göremedikleri tablo da bu. Olivier Roy, yirmi yıl önce nasıl ki, siyasal İslamcılığın bitişini ilan ettiğinde, “Emperyalist saldırganlık son bulmadıkça bu direniş bitmez!” dercesine Afganistan’dan Filistin ve Lübnan’a kadar İslami direniş hem tecrübî anlamda gelişmiş hem de bu tecrübelerle somut neticeler alma şeklinde bir gelişmişlik göstermişse, şimdi de İslami hareketlerin yarım asırdan fazladır üretegeldikleri direniş hamlesinin ümmetin farklı coğrafyalarındaki filizlenmelerine şahit olmaktayız. Bu, işin bir yönü. Çok ama çok önemli olan direniş yönü. Çünkü direnişiniz yoksa varlık sebebiniz olarak koruyacak değerleriniz yok demektir. Oysa İslam, bu tablonun tersini içerir. Ama elbette ki İslam’ın tarihî birikimlerini düşündüğümüzde konu sadece direniş değildir. Daha doğrusu direnmenin boyutları sadece silahlı olanla sınırlandırılamaz. Sınırlanmadı da. Batılı güçlerin tüm baskıcı süreçlerine rağmen İslamcılık Afganistan’dan Hindistan ve Irak’a, İran’dan Filistin, Lübnan, Malezya, Mısır, Tunus ve Afrika’ya kadar farklı tecrübeleri de içselleştirdi. Bu tecrübeler aynı zamanda çağdaş gelişmelerle irtibatlı, insanlığın ulaştığı değer ve kurumlardan da bağımsız değil. Sadece emperyalizme karşı direnişte halklara öğrettiği somut, yaşanabilir, sonuç alınabilir değerler ve tezler kadar, aynı zamanda bu mücadele verilirken tecrübe edilen ve benimsenen seçimler, parlamentolar, uluslararası kurumlarla ilişki ve irtibatlar, temel haklar ve siyasi özgürlüklerin çağdaş İslami yorumlarının geliştirilmesi vb. konularda da geçmiş yüzyılla arada açılan makasın kapanması; hatta ziyadesiyle bu yüzyılın yeter tecrübeleriyle donanılması söz konusu oldu.

İşte siyasal İslam’ın bitmesini arzu eden oryantalistlerin de “Gelişmelerin momentlerini anlayamıyoruz!” diyen İsrailli yetkililerin de kendi içimizde gelişmeleri doğru okuma noktasında zorlanan ve yeni süreci neredeyse eskisine oranla daha tehlikeli görme istidadı gösterenlerin de anlayamadıkları hususlar bunlar.

Bugüne dek kendi birikimine, kendi tecrübelerine hiç imkân tanınmayan, halkların öze dönüşü olarak tanımlayabileceğimiz özgürlük süreçlerinin hayal bile edilemediği ortamlardan, bu gelişmelerin ufkunda umut olarak beliren iradelerin, taleplerin, arzuların, ümitlerin isyanına yapılan yolculukları iyi anlamak, kavrayabilmek gerekiyor. İslamcılığı tek bir potaya hapsedip “İşte şimdi bittiler!” diyen görüşler her on yılda bir yanıldıklarını anlamamakta nasıl ısrar ediyorlarsa, bizler de tekil anlayışlar, tekil okuma ve yorumlara hapsolup olan bitenin sapma, mecrasından kayma, daha tehlikeli olana doğru yelken açma gibi (üstelik henüz cenin aşamasında olan süreçlere, kavram, tanımlama ve kelimelere takılarak) gömlek biçmemeye dikkat etmeliyiz.

Yazımızın başındaki vurgumuza geri dönerek, bu çok uzunca sürecek tartışmalara şimdilik nokta koymakla yetinelim: Kendi tarihî tecrübeleri ile insanlık tecrübelerinin harmanlandığı, insanlığın fıtri üretimlerinin dinin aslına zarar değil, aksine katkı yaptığı düşünülen; imanın özgür ortamlarda yeşereceği, o halde imanımızın yeşereceği ortamların siyasi, kültürel, ekonomik ve askerî şekillerle kendi gücümüze dayanarak oluşturulması gerektiği ve hem despotların hem de Batılı oligarşilerin buradan yola çıkarak hakiki korkulara duçar oldukları İslamcılığın bu yeni evrilme döneminin üreticileri/şahitleri olabilmeli, değişimin salasına kulaklarımızı doğru yerden uzatabilmeliyiz!

Muhammed Abduh, İslam toplulukları için formüle edilmesi gereken ve Batılı bir kavramsal kodlama olan “siyasi özgürlükler” meselesini tartışıyor ve “Henüz bazı özgürlükler için erken.” diyordu. Şimdi Müslümanlar bu tartışmaları kaldığı yerden sürdürme azmi gösteriyorsa, gecikmeden bu çabaların içerisinde olmak gerekir. Bugün ufukta görünen de Müslüman halkların bu tecrübeleri yaşama arzusudur. Herhalde bunu en az Batılı seküler toplumlar kadar hak ediyorlardır!

 

* Bu eleştirileri yapanların çağdaşlaşma formları ise vahyin merkezde olmadığı bir muhafazakârlığı aşamamış ve ‘ulusalcılığın’ izdüşümü olan teorilerin milliyetçi açılımlarından da öteye gidememiştir. Gerek devlet, gerekse toplum tanımlamalarında durum bu minvalde iken, verili sistemik yapılarla da hesaplaşmaları sadece dolaylı yollardan olmuştur. Tasavvufun araçsallaştırıldığı bir maneviyatçılığın Batılı post-modern tezlerle buluştuğu bir anti-modernlik söyleminin de ötesine entelektüel anlamda geçilememiştir. Geçildiği zannedilen durumlar ise fildişi kulelerin soyut akademik diline hapsolmuş, pratiğe dair karşılıklarını Müslüman halklara sadra şifa olmak bağlamında üretememiştir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR