1. YAZARLAR

  2. İsa Can

  3. "İslam'a Karşı İslamcılık" Üzerine

"İslam'a Karşı İslamcılık" Üzerine

Nisan 1994A+A-

27 Mart genel yerel seçimleri öncesinde tüm Türkiye, RP'nin yükselişinden rahatsızlık duyan laiklerin tam bir panik havası içerisinde başlattıkları İslam karşıtı bir kampanya ile karşılaştı. Laikler başta televizyon kanallarını, gazetelerini, dergilerini olmak üzere sahip oldukları tüm araçları bu kampanyanın hizmetine verdiler. Bu kampanyalarında kullanmak üzere, diğer İslam ülkelerinde benzer endişeler içerisindeki laiklerin ya da Batılı İslamiyatçıların İslam dünyasındaki fundamentalist hareketleri olumsuzlayan değerlendirmelerini içeren eserlerini de Türkçe'ye çevirdiler. Türkçe'de yayınlanan bu çerçevedeki eserlerden biri de, burada değerlendirmeye çalışacağımız, Milliyet Yayınları arasından çıkmış olan M. Said al-Ashmawy'nin İslam'a Karşı İslamcılık adlı eseridir.

Kitap Arapça olarak kaleme alınmış. Ancak elimizdeki nüsha, eserin Fransızca çevirisinden dilimize çevrilmiş ve Arapça orijinalinin tamamını ihtiva etmemektedir. Fransızca'ya -yazarın da onayı alınarak- eserin ancak bazı bölümleri çevrilmiş.

Mısırlı bir yüksek savcı olan al-Ashmawy, İslam'da siyaset ve hukuk kuramı üzerine çalışmakta ve bu alanda verdiği birçok eser var. Bu eserinde de işlediği ana tema siyasetin İslam'ın özüne ters olduğudur.

"Giriş" bölümüne başladığı şu cümle, yazarın eserinde vermek istediği mesajın özünü oluşturmaktadır: "Tanrı İslam'ın bir din olmasını istemişti, ama insanlar onu bir siyaset yapmaya kalkıştılar." (s. 1). Al-Ashmawy, devamla din ve siyaset arasında yaptığı ayırımı tanımlama ve vasıflandırma düzeyinde belirginleştiriyor: "Din geneldir, tümeldir, toptanlaştırıcıdır. Siyasetse kısmidir, aşiretçildir, zaman ve mekan anlamında sınırlıdır. Dini siyasetle sınırlamak onu dar bir alana, belirli bir topluluğa, bölgeye ve zamana mahkum etmek olur. Din insanı verebileceklerinin en iyisine ulaştırmayı hedefler. Siyaset ise en bayağı içgüdülerini uyandırmaya uğraşır. Din adına siyaset yapmak ise dini bitmez savaşlara, sonsuz partizanca bölünmelere dönüştürmek, nihai amaçları konum ve kazanım arayışına dönüştürmek anlamına gelir." (s. 111

Siyasetin tüm dini değerleri kullanma eğiliminde olduğu iddiasındaki yazar, bu iddiasını, İslam tarihinden verdiği örneklerle ispatlamaya çalışıyor. İslam tarihini bu eğilimin gerçekleştiği bir süreç olarak değerlendiriyor. Yazar, bu değerlendirmesinde Hz. Peygamber'i ve Hz. Ömer'i istisna tutuyor. Hz. Peygamber'i vahy aldığı için bu istisnaya tabi tutarken, Hz. Ömer'in Peygamber'e olan yakınlığı nedeniyle "bir daha tekrarlanması olanaklı olmayan" özellikleri dolayısıyla bu şerefe layık görüyor. Kanaatimizce yazarın vardığı sonuç zorlama ve inkar edemediği başarılı İslami hükümet deneyimlerini, tekrarlanamayacak bir niteliğe büründürerek örneklenme ihtimallerini müslümanların kafalarından kaldırma amacına matuf bir çabanın eseridir. Bu yönüyle de yazarın, sahabeyi insanüstü niteliklerle donatan kimi müslüman kesimlerle -farklı düzlemlerde ve farklı niyetlerle olsa dahi- düştüğü paralellik dikkat çekicidir.

Yazar, siyasetin İslam'ı kullanmasına örnek olarak İslam tarihinden Abbasi, Emevi vb. uygulamalarını örnek göstererek bu iddiasını kuvvetlendirmek istiyor. Bu iddia doğru olmakla beraber, yazar, benzer tarzda siyasi iktidarı meşrulaştırma çabalarının yalnızca İslam'a özgü olmadığını, farklı din veya ideolojiler için de bu özelliğin var olduğunu unutmuş gibidir. Örneğin, Cezayir'de müslümanlara yönelik devletin şiddet ve baskı politikaları "demokrasi" adına meşru gösterilmek istenmektedir. Benzer şekilde, emperyalist devletler "insan hakları, demokrasi" gibi kavramlarla işgalci politikalarını ve konumlarını meşrulaştırmak istemektedirler.

Yazarın terminolojisinde din "Öte dünyaya ait", siyaset ise "bu dünyaya ait" iki kavramdır ve bu yönleriyle din "kişisel", siyaset ise "toplumsal" karakter taşımaktadır. Yazar bu iki alanın birbirine karıştırılması halinde, siyasetin haiz olduğu süfli özelliklerin dinin yüce değerlerini kirleteceğini ifade ediyor. Gerçekten de yukarıda yaptığımız alıntıdaki tanımlama kabul edilecek olursa böyle bir sonuca varmak mümkündür. Fakat acaba gerçek böyle midir?

Bize göre siyaset -en genel anlamıyla- insanların/toplumların, toplumsal gelişmeler karşısında aldıkları tavırdır. Bu tavır alışla, insanların/toplumların dünya görüşlerinin, dinlerinin doğrudan ve kesin bir ilişkisi vardır. Bu anlamıyla din ile siyaset, birbirlerinin karşıtı değil; birbirini tamamlayan iki kavramdır. Ayrıca bu iki kavram bir öznellik ifade etmezler, tamamıyla nötr kavramlardır. Yani bu iki kavram arasındaki ilişki İslam için başka bir şekilde gerçekleşebileceği gibi, Hıristiyanlık, milliyetçilik, sosyalizm vb. için farklı bir şekilde cereyan edebilir.

Böylesi bir ayırımın muhtemel iki sonucu vardır. Birincisi müslümanları böyle bir fıtri olmayan bir ayırım yapmaya, tercihte bulunmaya zorlamak müslümanların kişilik bölünmesine uğramalarına neden olacaktır. Bu da, müslümanları tam bir atalet içerisine sürüklemek demektir. Bu tür bir bakış açısının ikinci sonucu ise, mevcut egemen rejimin varlığını devam ettirmesini sağlayacaktır. Eserin bütünü göz önüne getirildiğinde de yazarın Mısır rejiminin meşruiyetini sağlamak gibi bir amaca sahip olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır sanırız. Bu çabasıyla, yazarın İslam tarihindeki olumsuz örneklerden bahsederken eleştirdiği, sultan-halifelerin icraatlarını haklı, karşıtlarını ise haksız gösterebilmek için Kur'an ayetlerini ve Peygamber'in uygulamalarını çarpıtmakla suçladığı alimlerle aynı konuma düşmesi de ilgi çekicidir.

Eserin birinci bölümü "Allah'ın Egemenliği" başlığını taşımakta. Bölüm "Hakimiyet ancak Allah'ındır" sloganı temel alınarak işlenmeye çalışılmış. Bu sloganın anlamını hayatın her alanında ilahi iradenin tecelli edilmesi, insanın iradesinin tamamen bir kenara atılması olarak yorumlayan yazar, bu anlayışın tarihsel temellerini Eski Mısır'a, Yahudiliğe kadar götürmekte ve İslami olmadığını söylüyor. İslam tarihinde ise bu kavramın Hariciler tarafından kullanıldığını ve bu anlayışın Kaderciliği de doğurduğunu ifade ediyor (s. 29).

Öncelikle bu sloganın geçtiği ortamdaki anlamını doğru kavramak gerekir. Bu slogan -bilindiği gibi- Hz. Ali ile Muaviye arasındaki savaşta ortaya çıkan hakem olayı sırasında atılmıştır. Ancak bu söz, yaygın olarak bilindiği gibi insanların kendi işleri hususunda karar vermelerine karşı çıkmak amacıyla değil; meşru bir İslam devletine karşı ayaklanmış olan kişi veya gruba ilişkin Allah'ın hükmünün uygulanmasını istemek için söylenmiştir. Ayrıntılarına burada giremeyeceğimiz bu istek de, bizce gayet makuldür. Çünkü "hakem olayı" aslında meşru devlet ile asiler güruhunu "eşit"lemiş ve Allah'ın bu husustaki enirinin yerine getirilmesini engellemiştir. Basiretsizce alınan bu karar, İslam toplumunda yeni kargaşalıkların ortaya çıkmasına sebep olmuştur ne yazık ki.

Meseleye bu zaviyeden bakıldığında, yazarın eleştirdiği ilahi irade-beşeri irade çelişkisinin gerçekte mevcud olmadığı ve yazarın Haricileri -bu sloganlarından ötürü- Kaderciliğin müsebbibi olarak görmesinin de gerçek dışı olduğu anlaşılacaktır. Her nedense müslümanlara olumsuz eleştiriler yöneltilmek istendiğinde işe Hariciler'in olumsuzluklarından bahsetmekle başlanır. Haricilerin sahip oldukları özelliklerin hepsini doğru olarak kabullenmemiz mümkün değil. Ancak bu durum, -ne bize, ne de başkalarına- sahip olmadıkları pek çok yanlış özelliği onlara yükleme hakkını hiç kimseye vermemektedir. Bu tavrı müslüman sorumluluğunun bir gereği olarak gördüğümüzü belirtmekte fayda görüyoruz.

Yazar, Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenlerden "kafirler, zalimler, fasıklar" olarak bahseden ayetlerle ilişkin değerlendirmelerinde (s. 37-40) siyasi İslamcıların bu ayetleri çarpıttıklarım, "doğru Kur'an tefsiri yöntemiyle" bu ayetlerin muhataplarının ehli kitap olduğunu ve Mısır devletinin bu ayetlerin kapsamına girmediğini iddia etmektedir. Ancak al-Ashmawy, "Mısır devletini kurtarma operasyonu" sırasında, -farkında olmadan, belki de istemeden- Mekke müşriklerinin Kur'an'a ilişkin "evvelkilerin masalları/esatiri evvelin" tanımlamalarıyla paralelliğe düştüğünü belirtmek isteriz. Ayrıca, Kur'an ayetlerinin "kimleri kasdettiği"ni bulmak için değil, "insanları nelerden men ettiği ya da onlara neleri emrettiği" noktai nazarından okunmaları gerektiği kanaatindeyiz.

Yazar İslam tarihinde, müslümanların kendi toplumsal koşulları nedeniyle din dışında birtakım kurallar koyduklarını söylüyor ve hatta Hz. Ömer'in ayette olmasına rağmen müellefe-i kuluba zekat verilmesini kaldırdığı gibi örnekler veriyor. İslam şeriatı denen şeyin, aslında Kur'an ve sünnetin yanı sıra alimlerin fetvaları olduğunu belirterek, bugün için de içtihad yaparak benzer şekilde insanların kurallar koyabileceklerine işaret ediyor. Bu tesbitlerinde yazara katılmamamız mümkün değil. Ancak buradan kalkarak Mısır rejiminin uygulamalarının İslam şeriatına uygunluğunu ispatlama çabasını benimseyemeyeceğimizi belirtelim.

Bir devletin İslamilik ölçüsü yalnızca hukuk kurallarının niteliğiyle sınırlı olmasa gerektir. Toplumun ekonomi, siyaset, kültür, eğitim vb. kurumlarıyla bir bütün olduğu düşünülecek olursa devletin de sosyal, siyasal, kültürel, eğitimsel vb. politikaları bu niteliğin daha bir belirginleşmesinde önemli rol oynayacaktır.

Burada yazarın Mısır devletinin İslam şeriatına uygun olduğunu gösterme çabasına girerken, onun bakış açısı içerisinde olmaması gereken "şeriat"ı kabullendiğini görmekteyiz. Öyle ya, siyasi iktidarı elde etmeden "şeriat'ın (hukuk kurallarının) ne anlamı olabilir ki? Siyaseti İslam'ın özüne bir ihanet olarak değerlendiren yazarın normalde bu şeriatı kabullenmemesi gerekirdi. Ancak yazar bunu göze alamayarak, mevcut Mısır rejimini mevcut İslam şeriatına uygun göstermeye çalışarak Müslümanlardan gelen eleştirileri bertaraf etmeye çalışmaktadır. Bu da yazarın başka bir çelişkisi.

Yazar "İslam Hükümeti" başlıklı ikinci bölümde, müslümanların bugünkü toplumun sorunlarını çözecek diye sundukları İslami hükümetin, aslında bugün müslüman toplumların sahip olduğu sorunların yegane müsebbibi olduğunu Emeviler, Abbasiler, Osmanlılar vb. örnekler vererek anlatmaya çalışıyor. Yazarın meseleleri yalnızca İslam tarihi boyutu içerisinde ele aldığı, İslam dünyasının son üçyüz yıldır varlığını çok acı bir şekilde hissettiği emperyalist düzenden tamamen habersiz bir bakış açısıyla hareket ettiği dikkatimizi çeken bir özelliği. Bu tür tek boyutlu yaklaşımların içine yaşadığımız toplumların sorunlarını çözebilecek sonuçlar üretebileceğinin mümkün olmadığı da aşikardır.

Müslümanların İslam hükümetini asrı saadetin yeni bir uyarlaması olarak değil de, geçmişten ilham almış olsa da bugünün karmaşık problemlerine çözüm getirebilecek, bugünün şartlarına uygun bir model olması gerektiğini söylerken yazara sonuna kadar katıldığımızı belirtelim. Ancak bu modern örnek, -sık sık meşrulaştırma çabası içine girdiği- Mısır devleti olmasa gerektir. Ayrıca burada şunu da eklemek gerekir ki, yazarın bakış açısı içerisinde böyle bir çabanın bile hoş karşılanmaması gerekmektedir. Çünkü "Giriş" bölümündeki düşüncelerini baz alacak olursak, o, İslami hükümetin niteliğinden ziyade dünya işlerinin yönetimi ile dinin bir arada olamayacağı tazında bir inanç içerisindedir.

"Cihad" başlıklı üçüncü bölümde, yazar, siyasi müslümanların cihadı yalnızca "kutsal savaş" olarak algıladıkları, oysa cihadın "manevi boyutu yüceltme çabası" olarak görülmesi gerektiğini ifade ederken, -aynı zamanda yüklendiği misyon da olan- "siyasi ve eylemci İslam köktendinciliğe karşı akılcı ve maneviyatçı köktendinci" müslümanı önermektedir.

"Panislamizm" başlıklı beşinci bölümde İslam ümmetinin dayanışma ruhunu, yanlış bir çıkarsama ile milliyetçi perspektifle sınır ötesi devletlerin kendi milliyetçi çıkarlarını "İslam" kisvesi altında Mısır'a sokma çabaları olarak algılamaktadır. Uzun uzun bunun örneklerini vermeye çalışırken, yazarın, milliyetçi bakış açısının neden olduğu yoğun bir "paranoya"nın etkisinde kaldığını görmekteyiz.

Bu yazıda al-Ashmawy'nın eserini kısaca değerlendirmeye çalıştık. Ancak konu ile ilgili söylenebileceklerin bunlardan ibaret olmadığı da açıktır. Meselenin ayrıntılı bir değerlendirmesinin bu yazının hacmini kat kat aşacağı da ortadadır. Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Eser okuyucuya, Mısır devletini savunmak amacıyla bu devleti tehdit eden İslami grupları "mahkum" etmek amacıyla kaleme alındığı intibaını veriyor. Çaba böyle bir önyargıyla dolu olunca, elbette ki çalışma sırasında ele alınan konular da bu önyargıdan nasiplerini alacaklar ve yazar tarafından çarptırılacaktır. Yine bu önyargı nedeniyle, yazar bir kısırdöngü içerisinde dönüp dolaşırken yer yer tutarsız tavırlar da göstermektedir. Mesela, başlangıçta İslam-siyaset ilişkisini tamamen reddederken, daha sonra Mısır devletini İslam şeriatına uydurmaya çalışmaktadır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR