1. YAZARLAR

  2. Hamid İnayet

  3. İslam ve Siyaset

İslam ve Siyaset

Temmuz 1994A+A-

Siyasi düşünce iki yüzyılı aşkın bir süredir müslümanların entellektüel hayatlarının en baskın tarafını oluşturmaktadır. Aslında bu mesele çeşitli müslüman ulusların bağımsızlığa ulaşmak ve vatanlarını Batılı güçlerin boyunduruğundan kurtarmak için bu dönem boyunca giriştikleri bitmez tükenmez mücadeleler dikkate alınarak açıklanmalıdır. Mücadele henüz hedeflenen amaçlarına ulaşmamıştır. Bundan dolayı gelecekte İslami düşüncelerin sürekli siyasallaşmasına (politization) yol açacaktır. Motive edici diğer bir saik ise müslüman ülkelerin ya da sözde "Daru'l-İslam"ın içindeki ecnebi dünyanın temel ekonomik, stratejik ve siyasi emelleri bağlamında gözlemlenebilir. Bu Batı ve onun "enerji kriz"i sorunu dolayısıyla bir endişeye sebep olmaktadır. Ancak çağdaş İslam'ın siyasi özelliğini anlamak için daha temel bir konu dikkate alınmaksızın bu açıklamaların hiçbirisi yeterli olmaz. Bu özellik, insan hayatını düzenleyen şumüllü bir projenin alanı İslam ise, tamamıyla bu programın tatbikinde gerekli bir araç olan siyaset arasındaki tabi bağdır. Batılı İslam münekkitleri bu bağın temel üstünlük arayışının özü olduğu fikrine sık sık itiraz ederler. Bununla beraber müslümanlar diğer büyük dinlerin müntesiplerinden farklı olarak İslam'ın yeknesak ve genel geçer bir yorumuna kesinlikle sahip değillerdir. Şüphesiz bedeli gelenekseller için her ne kadar ağır olursa olsun, değişik müslüman gruplar tarihsel birikimleri ve onları kuşatan gerçeklerle, fakat ferdi ve içtimai meselelere diktatörvari bir yaklaşım içeren terimleri de her zaman kullanmadan Kur'an ayetlerini ve nebevi sünneti tahlil ettiler ve yorumladılar. İslam kültüründe din ile siyaset arasındaki bağa ilişkin diğer bir yanlış anlayış ise, müslümanlar arasında var olan tüm siyasi görüş ve kurumların dini bir kutsiyeti haiz olduğu şeklindeki (tarihi gerçekliği de olan) bir düşüncedir. Aslında bu anlayışın tam zıddı doğrudur: Müslümanların büyük bir bölümü tarihlerinin önemli bir bölümünde bu geleneklerle aldatılmış, sınırlı hatta cüz'i bir bağı olan ya da iktidarlarını inananlar nezdinde meşru olarak gösterecek ölçüde şeriatı gözetleyen rejimler tarafından yönetilmişlerdir.

Bu hususlar dikkate alındığında, müslümanların durumunda siyasete karşı gizli bir eğilim olduğu gerçeği şüphe götürmez. Bunun saiki doğrudan doğruya İslami öğretilerin ruhundan neşet etmektedir. Fakat bu çoğunlukla, bir devlete gösterilen siyasi teslimiyet ve itaatin veya duyarsızlık ve kayıtsızlığın ya da her ikisinin de ardına saklanan bir eğilimdir. Siyasetin özü hakikaten başkalarıyla birlikte yaşamak ve çalışmak sanatı ise, bu durumda İslam'ın beş şartı (namaz, oruç, zekat, hac ve "şahedeteyn" -Allah (c.c.)'ın birliği ve Muhammed (s)'in peygamberliğine şehadet etmek-) -hatta bunların dördü bile- İslam'ın müntesipleri arasında birliktelik ve işbirliği ruhunun yükseltilmesi için uygundur. (Bazı müslümanlar tarafından İslam'ın altıncı şartı olarak kabul edilen cihad ise aynı ruhu oluşturmada daha büyük bir potansiyele sahiptir.) Şayet siyasetin temeli güç elde etmektir şeklindeki diğer bir bakış açısından bakılırsa İslam'dan daha siyasi bir dünya görüşü bulmak oldukça zordur. İnsan doğasını daima kişinin fizyolojik ve ruhsal ihtiyaçlarına uygun bir şekilde tanımlayan İslam insanın yalnızca amaç ve ideallerinin izah ve ifadesi ile asla yetinmez. Bilakis İslam sürekli bir şekilde bu ideallere ulaşma yollarını araştırır. Güç ise bu sonuca varmak için gerekli olan başlıca araçtır. Kur'an inananları "usvetü'l-hasene" yani en güzel bir örnek olan Hz. Muhammed (s)'e tabi olmaya çağır (Ahzab Suresi, 21. ayet). Peygamber İslami öğretiler temelinde bir yönetim vazetmiştir. Dolayısıyla peygamberi kendilerine örnek olarak alan müslümanlar da böyle bir sorumluluk ile mükelleftirler.

Tabii ki İslam ile yönetim sanatı olarak siyaset arasındaki dayanışmanın daha basit bir sebebi vardır: Pek çok ortak ibadetin ifade edilmesi veya "farz-ı kifaye" (bir kimsenin kendisi için ya da başkasının yine o kimse yararına yerine getirdiği dini vazife) en önemlisi "emr-i bil ma'ruf, nehy-i ani'l münkeri veya iyiliği emredip kötülükten sakındırmak" gibi bir sistemin gelişmesi oranında başarılabilir. Ki şayet bu sistem tamamıyla İslam'dan kaynaklanmıyorsa başka amaçlar doğrultusunda ilgi ve taraftar toplar. Bu durumda İslam'dan neşet eden veya İslam'a meyleden bir yönetim altında yaşayan müslümanlar sıkı bir şekilde bu yönetimi muhafaza etmeye çalışmalıdırlar. Diğer taraftan İslam'a düşman bir yönetim altında yaşamını sürdüren müslümanlar ise eline geçen ilk fırsatta bu yönetimi devirmek için çaba göstermelidirler. Sonuç olarak eğer siyaset, "kim yönetmeli veya niçin biz bu emirlere itaat etmeliyiz" tartışmasına dayanmaktaysa uyanık hiç bir müslüman basit ve sıradan bir tavır olsa bile bu soruları sormaya ve onun taraftarlarıyla tartışmaya gerek duymaksızın kendi tarihini anlayamaz. Dört yüz yılı aşkın bir süredir görüldüğü şekliyle müslümanlar başkaları tarafından yönetildiği yani yabancıların idaresi altında ve onlara bağımlı bulunulduğu süre zarfında bu tür bir yorum ve davranış etkin olmaya başlamıştır. Tüm bunlar İslami düşüncenin siyasallaşmasının ardındaki ancak teorik ve potansiyel olan unsurlardır; daha doğrusu müslümanı yeni bir tür siyasi unsur olmaya zorlayan doktrinel girişimlerdir. Ancak açıktır ki tüm etkenlerin somutlaştırılması, başka özelliği ifade, toplanma ve eylem özgürlüklerini barındırmak olan elverişli bir çevre gerektirmektedir. Bunun için şimdiye kadar söylediklerimizi dikkate almaksızın, entellektüel aktivitenin bağımsız ve farklı bir dalı olarak siyasi düşünceye ve İslam kültürüne yapılmış yeni bir ilavedir, diyebiliriz. Çoğu müslümanlar kendilerini temel özgürlüklerinden mahrum bırakan rejimler altında yaşadılar ve halen yaşamaktalar. Belki sosyologlar bu muhakeme şeklini önemsiz ve sıradan sayabilir ve hatta genel anlamda demokratik bir sistemin temayüzüne tekaddüm veya refakat etmesi gereken içtimai ve siyasi durumların var olmamasından daha önemsiz görebilirler. Bunun örnekleri ticari ve endüstriyel ilerleme ve özerk burjuvazisinin yerleşmesidir. Bu itirazlar her zaman İslam'ın doktrinel temelleriyle ilgili olmayan birtakım meseleleri ortaya koyar. Biz bu çalışmada düşüncelerle ilgilendiğimiz için bu meseleleri bir kenara bırakıyoruz.

İslam tarihinde bağımsız bir siyasi düşüncenin olmayışı, siyasi ve içtimai faktörlerden ayrı olarak metodolojik bir sorunun varlığıyla ilgilidir. Temel olarak müslümanlar diğer bilimlerden ve siyasi bilgiden farklı olarak siyaset (bilimin)i pek nadir etüd etmişlerdir. Yönetimin doğası, yönetimin şekilleri, idarecilerin özellikleri, idarecilerin güçlerinin sınırları ve vatandaş hakları gibi konular fıkıh ve kelam üzerine yazılan kapsamlı risalelerin bir bölümü olarak incelemeye tabi tutulurdu. Her şey "şeriat"in sınırları içinde idi. Avrupa'nın askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel saldırılarının baskı ve zorlamaları sonucunda ve ancak 18. yüzyılın sonlarından itibaren, bazı elit müslümanlar özel siyasi konular üzerinde bağımsız eserler yazmaya başladılar. Modern tarihte İslam ile Batı arasındaki kültürel alışveriş açısından bu tür fikirlerin yayılmasında kullanılan dil fevkalade önemlidir. Batılılaşma kendi miraslarından beslenen eğitimli geniş kitlelere havale edilinceye kadar (ki hala edilmemiştir), çoğu reformcular kendi görüşlerini, fıkhi terimler, Kur'an ayetleri, nebevi hadisler ve ara sıra da yabancı kaynaklardan yaptıkları bazı alıntılar aracılığıyla İslami bilimlerin dilini kullanarak ifade ettiler. Ancak zamanın geçmesiyle eğitim sisteminin çeşitli kademelerinde geleneksel liderlerin yerini tedricen batılılaşmış aydınlar aldı. Eğitimli sınıfın, eskiye ait olan her şeyin müslüman(toplum)ların geri kalmasından sorumlu olduğu doğrultusunda artan inançları, aydınlar arasındaki birliği ağır bir şekilde yaraladı. Buna rağmen eğitimli halkın büyük bir bölümü İslami değerlere bağlı kaldı. Küçük bir grup ise gittikçe artan bir şekilde Batı kültür ve medeniyetini insanlığın şimdiye kadar meydana getirmiş olduğu en güzel şey olarak övmekle uğraştı. Bu grup -yazılı olsun, sözlü olsun- bu tür methiyelerini, genellikle müslümanların çoğu tarafından bilinmeyen bir dil ve ifade tarzı ile takdim etti. Bu şekilde geleneksel toplumun kültürel birliğinin bozulması dilde karışıklığa yol açtı. Bu durum, içtimai ve siyasi meseleler üzerine her sınıf ve yaş grubundan müslümanlar arasında düzenli, sistematik ve faydalı tartışmaların devam ettirilmesi önünde başlıca engel teşkil etti. II. Dünya Savaşı'ndan sonra müslümanların anlayış ve genel görünümlerinde ters istikamette bir gelişme gözlendi; -müslümanların özgürlük ve refahı için ne kadar hayati ve vazgeçilmez olursa olsun- biçim ve muhteva olarak kendi dini inançlarına uygun olduğu tamamıyla aşikar olmaksızın, hiç bir siyasi düşüncenin dertlerini gidermede, onları başarılı bir sonuca götürmeyeceği gerçeğinin farkına vardılar.

Echo of İslam (Mayıs 1993)

Çev.: Akif Demirci

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR