İslam ve Demokrasi
Genellikle dinî düşünce ve dinî alanlarda problem olarak algılanan konular üzerinde düşünen kimse, esasen bu durumun, laik ortamın dayattığı şartlardan kaynaklandığını görecektir. Bu, bizim laik inanış ve değerleri sanki dinî şeylermiş gibi kabul etmemizden kaynaklanan bir sorundur. Genel çoğunluğun dinî alanlara taşıdığı ve teslimiyetlerini de beraberinde getiren böyle bir olgunun bugün bir çok teoriyi popülerleştirdiği ortada. Oysa bu yöndeki mevcut uygulamalarda gözlenen şu ki, bu teorileri hayat tarzı olarak kabul eden kimi insan toplulukları rahat hayata kavuşurken, kimileri de tam bir felakete uğruyorlar. Bu teorilerin içeriklerinin insanlar tarafından oluşturulmuş olması, uygulamalarda onları çok farklı pratiklerle karşı karşıya getirebiliyor. Biz diğerlerinin, bu teorilerden özellikle bir tanesinin (demokrasi fikrinin) harekete geçmesiyle oluşan ortamda ortaya çıktıklarını ve aralarında bu anlamda bir geçişkenlik arzettiklerini düşünüyoruz.
Demokrasiye Yüklenen Duygusal Anlamlar, Onu Toplumlar İçin Vazgeçilmez ve Karşı Çıkılamaz Bir Kimlik Haline Getiriyor
Demokrasi; tıpkı İslam ve Hıristiyanlık dinlerinin kendilerine ait mukaddesleri olması gibi, bir takım değer ve inanışları olan laik anlayış bütününün bir parçasıdır. Demokrasi, geçmişte bünyesinde demokratik nüveleri de barındıran bir vakıaya tepki olarak doğmuş bir teoridir.
Demokrasi; çeşitli düşünsel hatların ve saiklerin temsil edilmesinden ziyade, genelde duygusal çağrışımların temsil edilmesini kendisine kalkış noktası yapmış ve bu şekilde yola çıkmıştır. Bu süreçte o, insan için bir sıfat olmuştur: Demokrat kişi, dialog ve alçak gönüllülüğe önem verir. Dolayısıyla bunları yapmayan demokrat olamıyor. Yani, mesele hukukî bir statüden ziyade ahlakî değer ve ölçütler kazanmış oluyor. Böylece demokrasi anlamını halkın yaşadığı ahlakî değerler vasıtasıyla kazanmıştır. Bugün demokrasiyi tercih etmiş halk kesimlerinde, hala bir takım dinî kalıntıların mevcut olduğu da görülmektedir. Ama bu insanların hayatlarının sürekliliğinin sağlanmasında belirleyici etkenleri, ahlakî ağırlığıyla tanımlanan demokrasiye atfedilen kurallar oluşturuyor. Çünkü demokrasi, ateistler de dahil, bu anlayışı benimseyen insanların bilinç altında, ahlakî yanıyla yer almıştır.
Demokrasi tartışmaları, siyasi ortamlarda ve kamuoyunda güç meselelerden biri ola gelmiştir. Birbiriyle çelişen yorumlara gidilmesi; insanların çok değişik konumlarda bulunmaları, sosyal şartların farklılığı, sahip olacakları haklarını farklı telakki etmelerinden kaynaklanıyor. Bu çerçevede 'demokrasi'nin; fikir akımlarının sayısınca farklı anlamlara karşılık gelebildiğini tespit ettik. Özelde bizim açımızdan ilginç olan bir diğer terslik de şudur: Biz kendi anlayışımızı ifade etmekle, adeta halkın insanlığı ve haklarına karşı çıkan bir konum-daymışız gibi değerlendiriliyoruz.
Örneğin Marksizm kendisinin demokratik bir sistem olduğunu kabul ediyor. Oysa demokratik sistem, genel tanımıyla, halkın kendisi için yasalar koyması ve temsilcileri vasıtasıyla yönetilmesi olarak biliniyor. Fakat Marksizm halkın tercih ettiği çıkarlarıyla ilişkisi olmayan bir düşünce ve yasama yapısına sahip bir sistemdir. Burada biz Marksizm'in kendi rejimine demokrasi vasfını kazandırma girişiminin arkasında şöyle bir düşüncenin varlığını seziyoruz: Yaşadığımız çağda demokrasi, hiç kimsenin onun dışında yaşayamayacağı bir Unvan haline gelmiş, yaygınlaşmış bir sisteme dönüşmüştür. Buna bağlı olarak, tüm çağdaş ideolojiler, kendilerini demokrasi niteliğine sahip olma zorunda hissetmektedirler.
Bugün bu meselenin İslam'a kadar varan uzantıları da mevcuttur. Bazıları İslamî demokrasiden bahsediyorlar. Bu kişiler, İslam'da şûradan, demokrasinin İslamî bir şey olduğuna delil olarak söz ediyorlar. Oysa her iki hususun birbirlerinden temelde ne kadar ayrılıklar taşıdığının, içeriklerinin, birbirleriyle karıştırılmaması gerektiğinin ve bunlardan bir kısmının alınıp diğerlerinin bırakılmasıyla esasen bütünün tamamının reddedileceğinin farkına varamıyorlar.
Demokrasi tartışmalarında öne sürülen yaklaşımların çoğunun duygusal temel üzerine bina edildiği ortadadır. Oysa vakıa şudur: Bugün bir grup insan için insanî olan bir görüş ve uygulama, diğer insan grupları için gayr-i insanî olabiliyor. Genel işleyişe bakılacak olursa, demokrasiyi benimseyenlerce insanî olarak kabul gören şeylere karşı çıkmak bile, kişiyi veya toplumu gayr-î insanî bir konuma itiliveriyor. Bu noktada sizler siyasî küfre ve sapıklığa itilip dışlanıyorsunuz.
Terimlerin Tanımlanması Zorunludur
Bugün gelinen noktada, fikrî terimlerin her birinin tanımlanması elzemdir. Böyle bir uğraş önemli terimlerin birbirleriyle karıştırılmasını önleyecek ve meselelerin doğru olarak bilinmesini sağlayacaktır. Biz bunun yapılmasını akademik bir havaya girmemizden dolayı değil, bugünümüzü ve yarınımızı sağlıklı bir şekilde inşa etmek ve vakıayla yakın ilgisi bulunduğu için zorunlu görüyoruz.
Konuyla ilgili girilecek dialoglarda terimlerin belirlenmesi ve tanımlanması ayrıca önemli olacaktır. Bu, dialoglarda rahatlığı sağlayacak; herkesin farklı görüşler ileri sürüp çok ayrı sonuçlarda birleşmelerini önleyecektir. Kaldı ki kişiler değişik görüşlerde ısrar edeceklerine, anlayışlarını sınırlandırıp beraberce bir meseleyi ispat veya iptal etmeye yönelselerdi tek bir anlayışta birleşmeleri mümkün olabilirdi.
Fikrî terimlerdeki mevcut kargaşa, yaşadığımız siyası açmazlardan bazısının kaynağında yatan sorunlardan birini teşkil ediyor. Bu tespitimizi gündemde olduğu için "kavmiyet" terimi örneği üzerinde durarak açıklayalım: Bazıları bu kelimeyi 'ırkçılık' boyutunda anlıyor ve geçiştiriyorlar. Diğerleri de bunu insanî bir vasıf olarak ele alıyorlar. Onlara göre insanlarda var olan farklı fıtrî özellikler; onların bilişmeleri, tanışmaları ve medenî kaynaşmalarını sağlayan önemli vasıflardır. Yine bir kısım insanlara göre de, bu kelime, tarihî ve coğrafî planda insanın özelliklerinden birisidir.
Dikkat edilecek olursa, buradaki anlayışlar tek bir çerçevede toplayamayacağımız çok çeşitli görüşlerin yansımalarıdır. Oysa bu karışıklığın giderilmesiyle hiç kimse marksist veya başka bir ideoloji mensubuna da dönüşmeyecektir. Yanlışlar, doğru anlayış ve düşüncelerle giderilebilirler. Biz bu kargaşanın ilkellik ve gereksiz nefretten kaynaklandığını ve meselenin iyice etüt edilmemesinin doğurduğu sonuçlar biçiminde devam ettiğini düşünüyoruz, İslam bilinmeden, Arapçılık ve benzeri takıntıların arka planı etüt edilmeden sorunlarımız çözülmeyecektir.
Demokrasinin İki Özelliği
Birinci özellik: Öznelliğidir [sübjektifliğidir]. Yönetim biçimi oluşu açısından böyle anlaşılır. Yani genelde bir toplumun toplu iradesi üzerine kurulmuş bir düşüncedir. Bazı demokrasi taraftarları, bunu kısaca halkın çoğunluğunun iradesi diye tanımlıyorlar.
Demokrasi, insanların yaşantılarında istekleri doğrultusunda üzerinde yürümeye devam ettikleri yollardan birisidir. Onların bu tarzda başlıca istekleri: Fikir, kanun, tavırlar, programlar vs. hususlardadır. Bu hususlar, kanunlarla kurulmuş düzenin esaslarıdırlar ve ancak bunlarla hareket edildiğinde demokrasi sağlanmış oluyor.
Tabiatıyla demokrasi, mensuplarının hareket edebilmesi için geniş bir alan hazırlamış oluyor. İnanç özgürlüğüne tanınan imkan gibi. Çünkü inanç özgürlüğü olmadan, bir toplumun özgürlüğünden ve tercih hakkından söz edilemez. Diğerleri de kişisel özgürlük ve mülkiyet özgürlüğü. Nihayetinde bu ayrılıklara tanınan özgürlük, inançlarda olduğu gibi devlete itaatte de özgür olmayı beraberinde getiriyor. Görüş ve düşüncelere tanınan özgürlüklerin kaçınılmaz sonucu budur.
Konuyla ilgili düşünüldüğünde demokrasinin derinlemesine bazı özellikler içerdiği görülecektir. Bunlar: Bir toplum kendi kendisinin efendisidir. O, kendisi için karar verir, kanun koyar, kendisine hükmeder. Bu özellikleri, demokrasiye kendi kendisini belirleme yetkisi veriyor. Ben, ilmi açıdan burada ayrıntılara girmek istemiyorum. Ancak bu özellikleri içermesi açısından şunu hatırlatmakta yarar var; demokrasi ortamına krallık veya kilise vs. hegemonyasına tepki olarak girilmiştir.
İkinci özellik: Demokrasi bir çok farklı biçimlerin genişletilmesiyle oluşturulan bir çerçevedir. Bugün ya da gelecekte bir toplumu alçaltması mümkündür. Çünkü demokrasi sabit bir fikre, belli bir biçime bağlı kalamaz. O, ancak kendisini şiar edinen bir toplumun vereceği farklı kararlardan birisinde çoğunluğun bir şeydeki kabulleri üzerinde karar kılmasıyla gidişini düzenleyecektir.
Milliyetçilik, Bir Milletin Maslahatı İçin Zorunlu Bir Tercih Değildir
Bu prensibe binaen; halkın kararı, her zaman için kendi maslahatını gözetemeyebilir. Çünkü "düzeltme" [maslahat] ve "bozma" [mefsede] meselesi, bir bilinçlenme ve kişinin içinde bulunduğu şartlar muvacehanesinde eşyanın mahiyetini doğru olarak tüm açıklığıyla algılayabilmesi ile alakalı bir sorundur. Her yerin kendine özgü şartları vardır. Dolayısıyla, belli bir yer için doğru olan bir kaide, genele yaygınlaştırılamaz.
Demokrasi sistemi toplumun bir tercihidir. Fakat toplumsal maslahatlarda zorunlu bağlayıcılık olamaz. Çünkü bir konuda ileri sürülen herhangi bir söz ve kanaat üzerinde politikacılar ve devlet adamları ihtilafa gidebilirler, insanların yaşam tarzlarında güç kullanarak zorlamaya gidilemeyeceği için menfaatlerde homojenlikten bahsedilemez, insanlar seçme özgürlüğüne sahiptirler, birbirlerine kendi istekleri yönünde dayatmada bulunamazlar. Örnek olarak Avrupa demokrasisi için konuşacak olursak; Avrupa ve Amerika'da yaşayan insanların çoğunluğu için gerçekleştirilmesi öngörülen bazı menfaatlerin belli imkanlara sahip bazı insanları pratik olarak ilgilendirdiği görülecektir. Buna karşılık çoğunluğun kötü olarak algıladığı hususların, "pazarlıksız demokrasi" sözkonusu olduğu için değişik şartlara sahip bazılarınca kabul gördüğü, gene çoğunluğun yaşantısıyla uyum arzetmeyen inanış ve yaşantılara sahip olanlar tarafından benimsendiği ortadadır. Herkese tanındığı ileri sürülen haklara ve fiillere; güç yetirmek isteyen değil, gücü yeten, baskın gelen sahip olacaktır. Bugün Batı'da büyük malların sahibi olmak devlet erkanına yakın olmakla bağlantılıdır.
Bir diğer açıdan bakacak olursak: Avrupa veya Amerika'da yaşayan bir insan için netice itibariyle gerekli olan bir şey diğer ülkelerde yaşayan insanlar için zararlı olabiliyor. Kendi dayanaklarından yola çıkan ve bireylerinin maslahatı için harekete geçen demokrasi, bireylerinin bir kısmı için köklü ayrımlar yaratabiliyor. Birinci Dünya ile Üçüncü Dünya ayrımının arkasında yatan gizli mentalite budur. Birinci Dünya'yı özgür, mutlu yaşatan bu tarz, Üçüncü Dünya'yı bedbahtlaştırmış, bir zıtlığı doğurmuştur.
Batı toplumlarının tercihlerinden doğan demokrasi, neticesi itibariyle bu toplumlar için olumlu sonuçlar doğurmuştur. Zira, demokrasi; kraliyetleri güçlü devlet şekline çevirmiş ve kilisenin otoritesini de kapitalist ve sanayicilere devretmiştir.
Demokrasi nitelik itibariyle gerçek kanunlar çerçevesinde uygulanan hukukun bağlayıcılığına sahip olmadığı için zorunlu yönetim biçimi değildir. Çünkü demokrasi adına gerçek kanun ve siyaset doğrultusunda ortaya bir şey konulamıyor ki, gerçek özde ittifak edilebilsin. Hükümleri halk koyuyor. Tercihlerin farklılığı sayısınca çeşitlilik ortaya çıkıyor. Şimdi İslam'a geliyoruz: İslam genel olarak demokrasiden iki noktada farklılaşmaktadır:
1) İslam'da yasa koyan Allah'tır, insan değil. Bütün dinî düşünceler gibi İslam düşüncesinde yasa koyan Allah olup, peygamber ise vahyi alan ve aktaran kişidir. Hüküm koyma yetkisi Allah'a ait olduğuna göre başka bir hüküm kaynağına yer yoktur. Allah-u Teâlâ, Kitab'ında şöyle buyuruyor: "Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar." (Nisa, 65).
Burada aklımıza bir soru geliyor. Yegane hüküm kaynağının Allah olması salt teokratik yönetimi mi gerekli kılıyor? Yani Allah'ın naibi olması sıfatıyla yegane meşru sultayı temsil hakkını üstlenen halife veya imam dilediği şekilde yönetme ve tasarrufta bulunma hakkına sahip midir? Ona karşı çıkan Allah'a mı karşı çıkmış olur?
Pratik açıdan insan Allah konumuna getirildiğinde ve mutlak surette Allah adına hükmettiğinde, mutlak olanın hakimiyeti söz konusu olacak, had hudud sözkonusu olmayacaktır. Bu da, yöneticinin "masum" olması durumunda söz konusu olacaktır. Ancak biz; İslamî yönetimin "masum" vasfına sahip kişilerce yönetilmediği/yönetilemeyeceğini kabul ediyoruz.
Bu mutlak yöneticiye karşı kendinizi nasıl koruyacaksınız? O, Allah'ın ismiyle yönettiği için şu halde gözlerinizi yumup boyunlarınızı mı uzatacaksınız? Hiç kuşkusuz böyle bir durum teokratik yönetimlerden çok daha vahşi bir tabloyu oluşturacaktır, insan böyle bir vakıayı nasıl yaşayabilir?
Peygamber Bile Mutlak Yönetime Sahip Değildir
Biz meseleyi ayrıntılarıyla ele aldığımızda peygamberin dahi mutlak yönetim hakkına sahip olmadığını görürüz. Peygamber İslamî vahye bir harf bile ekleme yetkisine sahip olmamıştır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Eğer o (Rasul), bazı laflar uydurup bize iftira etseydi, elbette onun sağım (elini veya gücünü) yok ederdik." (Hakka, 44-45).
Görüldüğü üzere diğer bütün müslümanları olduğu gibi Peygamberi de yöneten Kur'an'dır. Peygamberin diğer müminlere kendilerinden daha yakın olması kanunî bir statüden dolayı değil, devlet adamı görevini üstlenmiş olmasındandır. Çünkü devlet, insanların kendi canlarından daha önemlidir, İslam şeriatında peygamber yöneticidir. Ve bizim inancımıza göre masumdur. Ama ona yönetim hakkı, masum olduğu için değil, önüne konular yasalar gereği verilmiştir.
Peygamber bir yakınıyla konuştuğunda, onunla arasındaki yakınlık bağının kendisine kurtuluş sağlamayacağı esası üzerine bunu yineleyerek konuşurdu. Şöyle ki: "Ey Muhammed kızı Fatıma! Allah katında olanı işle! Kuşkusuz ben Allah karşısında sana bir şey sağlayamam." O "Ey Allah'ın Rasulü'nün kızı!" gibi ifadeleri niye sık sık tekrarlamıştır? Yine o, sık sık, peygamber oluşunun yakınlarına bir örtü olamayacağını niye vurgulamıştır? Zira onlar diğer insanlarla beraber Allah katında aynı eşitliğe sahip olup, onlar gibi çalışmalıdırlar. Kaldı ki Allah, Kur'an'da peygamberine diğer insanlar gibi hitap etmektedir:
"Sana ve senden öncekilere şöyle vahyedildi: "Andolsun, eğer Allah'a ortak koşanlardan olursan amelin boşa çıkar ve ziyana uğrayanlardan olursun!" " (Zümer, 65).
Peygamberin şahsiyetinde Kur'anî atmosferi etüt ettiğimizde acaba "Allah'ı bırakıp bana kulluk edin" diyen bir insanı görüyor muyuz? Hayır! O kendi şahsiyetini daima Allah'ın kanunlarım tatbik eden ilk insan olarak düzenlemiştir.
Bu delilleri fazlasıyla zikretmemin nedeni şudur: İslam'da peygamber olan kimse mutlak yönetime sahip değildir. Onun hareketlerini, Allah'ın kendisine tebliğ ettiği hükümler belirler.
Müminlerin emiri Ali (r)'ye baktığımızda aynı yaklaşımı görürüz. O şöyle derdi: "Bana zalimlerin sözlerini söyletmeyin. Bana ait olduğu bilinen bir hak veya bana arzedilen bir adaleti ağır görerek hakkımızda zan sahibi olmayın. Hakkın söylenmesinden veya adil şûradan asla el çekmeyin. Zira ben hata etmeyecek değilim." insanlardan büyük çoğunluğun masum olduğuna inandığı bir halife onların bu zanlarına karşılık bunları söylemiş ve onlardan istişareye dayalı tavrı asla terk etmemelerini istemiştir.
Ümmet, yöneticisine "şu konuda hata ettin" diyebilmelidir. Biz peygamberin hayatının son dönemleriyle ilgili ona atfedilen şu sözleri aktarmayı uygun buluyoruz: "Kimin onuruna ve ırzına saldırganlıkta bulunduysam ve kimin bende hakkı varsa gelsin benden alsın."
Yukarıdaki bazı alıntılarla birlikte anlatmaya çalıştıklarımızdan, mutlakiyetçi bir teokratik düzenin algılanması ne derece doğrudur? Gördüğümüz o ki, ortada bir şeriat vardır ve bu şeriatın uygulayıcısı, onu herkesten önce kendi üzerinde uygulamıştır.
2) İslam çerçeve ve görünüm itibariyle bir şeriat ve hayatın bütün alanlarını kuşatan bir sistemdir, işte bu nedenle İslam, sözkonusu iki temel noktada demokrasiden ayrışmaktadır. Birinci nokta, İslam'da hüküm kaynağının Allah olduğu ve bir takım bütünlük arzeden kurallarla insanların yönetime iştirak edeceği şeklindedir. Bu kurallar da yine Allah'ın hükümleri ekseninde belirlenir. İslami yönetim biçimi mutlak hükmün yalnız Allah'a ait olmasıyla düzenlenebilir; yoksa Allah'ın yeryüzündeki tahtına oturmuş bir insana emanet edilmiş hegemonya tarzında, zevke dayalı mutlak yönetim biçimiyle değil!
Halk, İslam Dışı Bir Şeyi Onaylayamaz
İslam ibadet ve şeriatı ihtiva eden bir bütündür. Dolayısıyla halk İslam'a bu bütünün dışında bir şey katma hakkında sahip değildir. İslam ve demokrasi arasındaki ikinci önemli farklılık budur.
Bu esasa binaen özet olarak şunu söyleyebilirim: İslam bir şey, demokrasi ise başka bir şeydir. Bu tarzı benimseyen sadece İslam değildir. Bağlayıcılığı olan her düşünce böyledir. Nitekim Marksizm de bir düşünce olduğu için; Marksizm bir şey, demokrasi ise başka bir şeydir diyebiliyoruz. İslam, kendi düzeninde insanların maslahatını gözettiğini, bu yöndeki hükümleriyle beyan etmektedir. Çünkü, insanın maslahatını en iyi bilen hiç kuşkusuz Allah'tır. Evet, insanlar tartışabilirler, ama biz müslüman olmak istiyorsak ve bu gerici, mürteci(!) İslam'ı kabul ettiysek şunu iddia ediyoruz: İslam bir şeydir, demokrasi farklı bir şeydir.
Şûra, Demokrasiyle Uzlaşi Noktasıdır
Burada uzlaşabileceğimiz bir nokta bulunmaktadır. Bu İslamî bir kavram olan "şûrâ"dır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Müminler Rablerinin çağrısına kulak verirler, namazı kılarlar, işleri aralarında şûra iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıkları hayır için harcarlar." (Şûra, 38). Bu, demokrasi ya da bir tür demokratik şûrayı önermektedir. Ama bu, çıkan her kararın meşru olacağı anlamına gelmez. Burada gözetmemiz gereken temel bir nokta vardır. Biz halkla istişare ettiğimizde, eğer müslüman iseler onlara her şeyden önce söyleyeceğimiz şey şudur: Kararınız belli bir daire içerisinde olmak zorundadır: Yöneticinin, şartların ve İslamî statünün gözetilmesi... Halkın genel İslamî şartlar dairesinde bulunduğunda çıkan kararın meşruluğunun incelenmesi ve bundan sonra meşru iktidara arzedilmesi gereklidir.
İran'da yaşanan İslamî tecrübe ve demokratik tarzda gerçekleşmiş bir tecrübe olarak görülebilir. Ama, orada halk cumhurbaşkanına meşruluk kazandırmak veya herhangi bir kanuna meşruluk atfetmek hakkına sahip değildir. Onların yaptığı, halkın genel görüşünü teyid etmektir. Orada bir uzmanlar meclisi ve bir bilinç söz konusudur. Bu meclis kararlarda bir sapma gördüğünde halka baskı yapmaksızın bunları yeniden değerlendirmeye tabi tutmaktadır. Çünkü İslamî maslahatlar kararların bu şekilde verilmesini gerekli kılmaktadır.
İslam'da Özgürlük Anlayışı
Özgürlükler meselesine gelirsek; bunların oluşumunda İslam'ın belli bir yol izlediğini görürüz. Ciddiyet sahibi her düşünce bunu yapmak zorundadır. Oysa demokrasi, özgürlüğü herhangi bir düşünceye bağlanmamakta görmektedir.
Acaba demokrasi kendisini temelden iptal edecek bir düşünceye özgürlük tanır mı? Dolayısıyla özgürlük meselesini incelerken onu düşünce özgürlüğü ve İslam'ın yüce menfaatleri dairesinde incelememiz gerekmektedir, öyle anlara rastlanabilir ki; halkı yönetenler muhalif düşüncelere Özgürlük tanımayı geçerli bir durum sayabilirler. Zira biz bazı zamanlarda bastırılmaya çalışılan kimi düşüncelerin bu zorluk karşısında güçlendiklerini görmekteyiz. Dolayısıyla bazı genel kayıtlar (sınırlamalar) dahilinde bu düşüncelere özgürlük tanınması ve halkın onun hakkında konuşup tartışmalarım sağlamanın yararı olabilecektir. Oysa karar verilecek düşünce, halk tarafından benimsenen bir düşünce olduğunda; yöneticiler, baskı altındaki her şeyin halk katında ilgi göreceği gerçeğinden hareketle buna saygı duyacaklardır.
Bu esasa binaen şunu söyleyebiliriz: İslam, küfrü benimseyenlere belli haklar tanımaktadır. Çünkü mesele, bir takım İslam dışı etkilerin olabileceği için İslam'ın menfaatlerinin, gözetilmesine bağlıdır. Eğer halk özgürlük adına oluşacak ortam da zayıf düşecekse bazı muhayyirliklerin tanınacağı sözkonusu düşüncelerin yok edilmesi daha uygun olacaktır.
İşte bu nedenlerden dolayı başkalarına özgürlük tanırken her şeyden önce bunun kimin yararına olacağını belirlememiz gerekmektedir.
Olayın düşünsel [teorik] boyutu budur. Siyasî [ideolojik] boyutuna gelince İmam [devlet başkanı], halka devleti eleştirme özgürlüğünü vermek zorundadır. Partiler meselesine gelince; tabiidir ki hiç bir ciddi düşünce kendi düzeninin devrilmesine tahammül edemez. Sert tutuma dayalı baskılar düşünceye fırsat tanımaz. Bu sadece İslam'ın değil, bütün ciddi düşüncelerin özelliğidir.
Demokrasi, niteliği gereği, herhangi bir düşünceye bağımlı kalmaya kayıtsızlık anlamına gelir. Demokrasi her eğilime ve düşünceye imkan tanıyan bir yönetim biçiminin çerçevesini oluşturur. Bu nedenle bağımsızlık isteyen her düşünce insanların yararını temsil etme talebini devam ettirebilmek için mesajım muhafaza etmek zorundadır, inancı veya önerdiği esaslar hatalı veya doğru olabilir, mesele bu değildir. Çünkü biz burada asılları değil, çerçeveleri ele alıyoruz. Bugün; çok sesliliğin olduğu iddia edilen, İslam'ın hükümran olmadığı bir çok dünya ülkesinde; İslam taraftarları özgürlük davalarını sürdürmektedirler. Çünkü böyle bir düzende müslüman olarak diğer kesimin özgürlüğüne set çektiğinizde onlar da sizin özgürlüğünüzü kısıtlayacaklardır, İslam'ın hakim olmadığı çok sesli toplumlarda biz, olumsuzluklar da dahil özgürlük sevgisiyle besleniriz. Çünkü özgürlüğün diğerleri için olumlu olan yanları bizim için olumsuz olabileceği gibi, diğerleri için olumsuz olan yanları bizim için olumlu olabilmektedir. Gücümüzü ancak kendimize ait kaynaklardan almalıyız. Gücümüz, başkalarının zaafını fırsat bildiğimiz bir yanılsamadan kaynaklanın amali dır. Başkalarının zaafından güç kazananların gücü, başkaları güç kazanmaya başlayınca zaafa uğrayacaktır.
Bazı şartlar dahilinde demokrasi düşüncesinden ya da demokratik ortamdan yararlanmamız mümkündür. Bu bağlamda iki yöntemden (yoldan) bahsedilebilir: Devrim ya da demokratik yolların birinden yararlanma. Yönetime belli şartlarda demokratik yol vasıtasıyla ulaşmamız mümkündür. Bazı unsurlarından yararlanmak onu bütün olarak kabul edip aslın kendisine meşruluk kazandırmak anlamına gelmez. Mesele halka ulaşabilmek ve halkı bu vasıtayı kullanarak toparlayabilmektir. Meşruluk meselesine gelince; halka, bunu kullanarak meşruluğa ulaşmak istediğimizi söyleyebiliriz.
Anlatılanlar ışığında, İslamî hareketin demokratik tarzdan faydalanması kanaatime göre olumlulukları bakımından, olumsuzluklarına nisbetle daha zengin görülebilir. Olumsuzluklarını gündeme getirip tartışmamız neticede bu düşüncenin tamamen hatalı olduğu anlamına gelmemeli. Dünyada, mutlak olumluluğu ihtiva eden hiç bir şey olmadığı gibi, tüm olumsuzlukları bünyesinde barındıran hiç bir şey de yoktur. Mesele hangisinin ne içerikte olduğunu bilip, bunları tartışabilmektir. Bir düşüncenin reddedilebilmesi için, onun olumsuzluklarından söz etmemiz yeterli değildir. Aksine olumsuzlukların boyutunu etüt etmemiz gerekmektedir. Çünkü hükmü belirleyecek olan bu boyuttur.
Bu hızlı bir konuşmadır. Derinlik ve kapsamdan uzaktır. Düşünceyi harekete geçirebilmek için aktardığımız ön bilgilerden ibarettir. Düşünsel çerçeveye dayanan bilimsel derinliğiyle sunulan bir konuşma değildir. Dolayısıyla inceleme ve araştırmaya devam etmek gerekiyor. Mesele demokrasi ve diktatörlük meselesi olunca diktatörlük elbetteki daha kötüdür. Mesele demokrasi ve İslam meselesi olunca tabii İslam yegane alternatiftir.
Çev.; Muharrem Tan
- Sunuş
- Zulümde Yeni Boyut: Terörle Mücadele Kanunu
- "İslami Parti" Tartışmalarına İlişkin Açıklama
- Kürt Meselesi ve Ulusçuluk Üstüne
- İran İslam Cumhuriyeti'nde Velayet-i Fakih'in Konumu
- İran ve Devrimci İslam'ın Yayılışı
- İran İslam Devrimi: Değişim Kaynakları ve Tehditler
- İlahi Kültür Devrimi
- İran'da Eğitimin Dünü ve Bugünü
- Devrim Sonrası İran Eğitiminde Kültürel Devrim ve Değer Dönüşümü
- Suudi Arabistan'da Şii Azınlık
- Suudi Arabistan'da İslami Uyanış ve Değişim
- Irak'taki Şii Örgütleri
- İslam ve Demokrasi
- İslam Devriminin Sonuçları Üzerine
- İletişim Tekeli ve Müslümanlar