'İslam Korkusu Zirvesi’ ve TC-İsrail İşbirliği
Uluslararası emperyalizmin baş aktörlerinin bir gövde gösterisi niteliğini taşıyan ve resmi adıyla "Barışçılar Zirvesi" olan, ama gerçekte 'İslam Korkusu Zirvesi' olarak nitelenmesi gereken ve Mısır'ın Şarm el-Şeyh kentinde 29 ülkenin katılımıyla düzenlenen "Terör Zirvesi" 13 Mart 1996 günü sona erdi.
Zirveye ABD'nin "terörist ülkeler" listesinde yer alan İran, Sudan, Libya ve Irak katılmazken, Suriye de çağırılmasına rağmen iştirak etmiyordu.
Zirveye ilk tepkiler bu ülkelerin basın organlarından geldi. Suriye'nin Es-Sevra gazetesi "Şiddetin en başlıca nedeni olan İsrail terörizminin gündem dışı bırakılmaması" konusunda uyarıda bulunurken, Irak'ın Babil gazetesi, "Zirveye katılacak olan dünya liderleri, kendi çıkarlarıyla bölgede ve dünyadaki egemenliğini arttırmaya çabalayan ABD'nin çıkarlarını birbirinden ayırt etmelidirler" yönünde bir çağrıda bulunuyordu. Lübnanlı diplomatik yetkililer ise, zirveye katılmama yönündeki kararlarını şu gerekçelerle açıklıyorlardı: "Bu zirveye katılanların terörizmle, bir işgale karşı direnen halkın hakları arasındaki gerekli ayrımı yapamayacağına inanıyoruz".
Hamas'ın İsrail mevzilerine yönelik gerçekleştirdiği şehadet saldırılarının ardından, ABD'deki siyonist lobinin baskıları sonucu apar topar düzenlendiği iddia edilen bu zirveyi bir kaç veçheden değerlendirmek gerekiyor.
Yeni Dünya Düzeni projeleri çerçevesinde başlatılan Oslo süreci, Yeni Ortadoğu Düzeni olarak adlandırılabilecek ama aynı zamanda Hazar Denizi'nden Mısır'a kadar uzanan siyasi ve ekonomik çıkarların ABD ve İsrail adına kontrol edilebilir bir hale getirilmesi olgusunun start noktasıdır.
Bu düzenin en önemli unsurları OGİT ve METO'dur. OGİT, bir Ortadoğu Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (OGİK) oluşturup, buradan yola çıkılarak kurulacak olan bir güvenlik ve işbirliği teşkilatının adıdır. METO ise, bir tür bölgesel NATO niteliğini taşıyan askeri örgüttür: Middle East Traty Organization. İsrail merkezli ve ekonomik tabanı sağlamlaştırılmış bu entegrasyonu kavrayabilmek için zirvenin sonuçlarına bir göz atmak gerekmektedir.
Bilindiği gibi zirvenin hemen ardından ABD Başkanı Clinton, Kudüs'e geri dönerek burada yapılan iç kabine toplantısına katıldı. ABD Başkan Yardımcısı Warren Christopher ve Merkezi Haberalma Örgütü Başkanı John Deutch da "Güvenlik Antlaşması" ile ilgili görüşmeler için bir süre daha İsrail'de kalıp, İslami direniş örgütlerine karşı alacakları bir dizi tedbiri belirlediler. Bu tedbirler özetle şu maddeleri içeriyordu:
- Patlayıcıların bulunması ve imhası için ABD'den İsrail'e ileri teknolojik düzeyde araçların aktarılması ve gerekli eğitimin sağlanması.
- Birlikte yeni "Terör karşıtı" metod ve tekniklerin saptanması.
- CIA-MOSSAD koordinasyonunun güçlendirilmesi.
Bu "önlemler"in haricinde ABD, İsrail, Mısır, Filistin Özerk Yönetimi, Rusya ve Türkiye'yi içeren uluslararası bir 'Çalışma Grubu'nun oluşturulması kararlaştırıldı. Bu grup bilgi alışverişinde bulunacak, terör'le mücadelede yakalanan silahların kaynaklarını birlikte araştıracak ve "terör"ü destekleyen ülkelere karşı sert önlemler alacak.
Aslında bu süreç, çoktandır yaşanıyordu. Bu önlemlerin özellikle TC'yi ilgilendiren yönleri ikili anlaşmalar nezdinde uygulamaya geçirilmişti. Türk Silahlı Kuvvetleri ile İsrail Ordusu, MİT ile MOSSAD arasında işbirliği görüşmeleri çoktan yürürlüğe konmuş, MOSSAD MİT'le birlikte tek taraflı olarak TC topraklarında müslümanlara yönelik takip ve sorgulama eylemlerini sürdürmekteydi.
Bilindiği gibi Türkiye-İsrail arası ilişkiler İsrail'in 1948'de kurulmasından bir yıl sonra "elçilik" düzeyinde başlamıştı. Eisenhower Doktrini'nin uygulamaya geçirilmesinin hemen ardından 1958 Irak Darbesi'nin bölgede yarattığı etki sonucu ABD önderliğinde ve İsrail-İran-Türkiye arasında "Çevre Stratejisi" diye adlandırılan üçlü ilişkiler başlamıştı. Bu gelişmenin ardından dönemin İsrail Başbakanı Ben Gurion gizlice Ankara'ya gelip Adnan Menderes ve Fatih Rüştü Zorlu ile görüşmüş ve ilk istihbarat alışverişi kurumsal anlamda daha o zamanlardan tesis edilmiş, ancak bu gelişme çok sonraları ortaya çıkmıştı. "Çevre Stratejisi"nin ideoloğu Ben Gurion o günlerde şunları söylüyordu;
"Nasır yoluyla artan Sovyet nüfuz ve yayılmasına karşı durabilecek bir ülkeler grubu organize etmek amacımız" ve ekliyordu: "Bunun resmi bir ittifak olması da gerekmez". İşte bugün gelinen nokta İsrail-Türkiye arasındaki ilişkilerin tümden resmileştirilmesi boyutunu içermektedir.
TC Cumhurbaşkanı Demirel'in İsrail'i ziyareti esnasında sarfettiği sözler ve buna mukabil olarak Şimon Peres'in "Türkiye Ortadoğu'nun mihenk taşıdır" sözü TC'nin Oslo süreciyle başlayan Yeni Ortadoğu Düzeni'nde Mısır-İsrail-Türkiye üçgeni içerisinde yeni misyonunun resmileştirilmesinin ispatı niteliğini taşıyordu. Demirel şöyle diyordu:
"Üst düzey ziyaretlerle son yıllarda ivme kazanan ilişkilerimizin her alanda geliştirilip çeşitlendirilmesine önem atfediyoruz. Bu ziyaretim Devlet Başkanı düzeyinde İsrail'e yaptığımız ilk ziyaret olarak bu amaca hizmet edecektir... Türkiye ve İsrail, çalkantılı bir bölgede yerleşmiş iki ülke, aynı demokrasi ideallerini ve toplumsal ve ekonomik gelişme konusunda aynı emelleri paylaşıyorlar". Demirel'in bu açıklamaları ve "Ben de sizlerden biriyim... Türk-İsrail halklarının hürriyet ve güvenliği elele gitmektedir" sözleri TC'nin tarihi misyonunu bir kez daha gözler önüne sermesi açısından ibret vericiydi.
ABD politikalarının bölgedeki gönüllü taşeronu TC bu konudaki ilk faaliyetini zirve öncesi gerçekleşen İsrail-Suriye görüşmeleri esnasında ABD'nin direktifiyle "su sorunu"nu -Suriye'yi sıkıştırma amaçlı -gündeme getirerek gerçekleştiriyordu. Zirveye katılma ve İsrail'le ilişkileri geliştirmenin altyapısını sağlamlaştırma amaçlı İslami Hareket, İrfan Çağrıcı ve İran üzerine kamuoyunda yaratılmaya çalışılan ajitatif gündeme çanak tutan laik medya ve bir takım ırkçı-mukaddesatçı basın çevreleri ise bir konuyu sürekli olarak geçiştiriyorlardı. Tabii olarak ABD ve İsrail "Su sorunu" ve "PKK" meselelerini gündeme getirmeyi reddediyordu. Nitekim Suriye ile ilişkilerini normalleştirmeye çalışan İsrail bu meselelerin uluslararası bir sorun haline getirilmesine karşı çıkıyor ve ikili görüşmeleri içerdiğini vurguluyordu. Aslında bu durum bir takım laik kalemlerin ya da milliyetçi kesimlerin iddia ettikleri gibi TC'nin siyasi basiretsizliği ya da beceriksizliğinin bir sonucu değildi. Bu, TC'nin öteden beri süregelen misyonunu kavramak istemeyenlerin düştüğü acziyetten ileri geliyordu. Yani bu gelişmeler bir ihaneti değil, bir misyonu belgeliyordu. Bu misyon, İsrail'le yapılan "Manavgat suyunun İsrail'e peşkeş çekilmesi projesi", "Serbest ticaret alanı", "Yatırımların karşılıklı teşviki ve korunması', ''Çifte vergilendirmenin önlenmesi" ve "Ekonomik, ticari, sınai, teknik işbirliği" antlaşmalarıyla daha da verimli (!) ve somut hale geliyordu.
Aslında siyonizmin ve emperyalizmin işbirlikçisi TC'nin yerel ve bölgesel düzlemdeki politikaları "Yurtta Sulh, Cihanda Sulh" ilkesiyle çok önceden belirlenmişti. "Yurtta Sulh", tüm muhalif unsurları, yargısız infazlar, işkenceler, faili meçhuller ve politik ve askeri baskılarla susturmak, vatandaşı da "Milli birlik ve beraberlik" sloganıyla uyutup uluslararası sermaye güçleriyle birlikte sömürmek; "Cihanda Sulh" ise, dün olduğu gibi bugün de Yeni Dünya Düzeni'nin gönüllü piyadeliğini sürdürmektir.
TC bu hususta yalnız değildir. Özellikle 12 Eylül sonrası ve Özal dönemiyle birlikte bu politikalarına potansiyel muhalefet olabilecek birçok kesimi de kendisine yamamıştır. Eski devrim meraklılarını ve işbirlikçi laik kesimleri bir yana koyacak olursak, bu konuda TC'ye en büyük destek, milliyetçi-muhafazakar kesimlerden gelmektedir. Bunların başında da "Zirvede hoşgörü çağrısı" mesajını manşet yapan Zaman gazetesi gelmektedir. Hamas'ı Amerika'nın desteklediğini "keşfeden" İlhan Bardakçı'sı, Demirel'den ve "Adil barış"tan çok umutlu olan Fikret Ertan'ı, TC-İsrail yakınlaşmasını "terör"e maruz kalan İsrail ve Türkiye açısından sakıncalı bulan Fehmi Koru'su, İran'ı terörü destekleyen ülkeler sınıfında görüp, mezhebi takıntılarını faşizan dogmalarını beslemede kullanan Fethullah Gülen'iyle birlikte Zaman çevresi tüm bunlara rağmen kimi zaman satır aralarında TC politikalarındaki "Yükselen gelişmeler"i çekingen ve mahcup bir edayla da olsa "eleştirmek"ten de geri kalmıyordu.
Milli Gazete'nin 20 Mart 1996 tarihli nüshasında Bosna Dayanışma Vakfı Başkanı Cevat Özkaya ile yapılan röportajda geçen "Hamas'ın terörünü haksız görmeme rağmen İsrail'i temize çıkaran ve İsrail'i terörist olmaktan çıkaran bir terör olarak Amerika tarafından takdim edilmiştir" sözleri bir talihsizlik eseri olarak gördüğümüzü belirtmeden geçemeyeceğiz. "Türkiye Amerika'nın çıkarlarına karşı gelseydi, Türkiye de terörist ülkeler listesine girecekti" gibi TC'nin konumunu yumuşatıcı ve gerçek misyonunun görülmesine engel oluşturucu bu ifadeleri ise Özkaya'dan işitmek bizleri oldukça şaşırttı.
İslami basının bir bölümündeki -Akit Gazetesi vb. yayın organlarında- Zirve ve TC-İsrail ilişkileri ile ilgili eleştirel yaklaşımları olumladığımızı belirtmekte fayda var. Lakin 18 Mart 1996 tarihli Gündüz Gazetesi'ndeki köşe yazısında ihanet ve hayasızlığın tüm ölçütlerini aşan bir edayla Hamas'a, Hamas'ın mücadelesine destek veren müslümanlara fütursuzca saldıran ve Hamas'a Arafat'ın politikalarına yamanma gibi "parlak" bir strateji öneren Ömer Lütfi Mete'yi ise, kendilerine eleştiriler yönelttiğimiz çevrelerin içerisine dahil etmekten haya duyduğumuzu vurgulamak istiyoruz. Mete'nin köşe yazısında savurduğu şu hezeyanlar da yukarıdaki görüşlerimizi pekiştirir niteliktedir: "... İsrail'in bir dünya çobanı olduğundan hiç kuşku duymadığım halde, Hamas ve benzerlerini onaylamaktan ürperiyorum; onları alkışlayan müslümanların varlığından ötürü utanıyorum". Aslında Mete'yi ürperti ve utançlarıyla başbaşa bırakmak gerektiğine inanıyoruz. Ancak kendince "argo sanatının incelikleri" olan ve müslümanları nitelendirmede pervasızca kullandığı kavramları, hiçbir zaman anlayamayacağı konularda değil, daha iyi anladığını tahmin ettiğimiz futbol yorumculuğunda ve tribünde kullanması gerektiğini düşünüyoruz.
Zirveyle ilgili tüm ihanet ve komplo içeren yorumlan bir kenara koyacak olursak, hangi akla ve çıkara hizmet ettiğini bilemediğimiz, ancak "PKK meselesinin zirve dışı bırakılmasından dolayı milli hislerinin oldukça rencide olduğunu gözlemlediğimiz Mustafa Özcan'ın şu ifadelerine de yer vermeden edemeyeceğiz:
"... Hatta Yasemin Çongar'ın yazdığı gibi, geçen yıl ABD'de: 'Bize ne PKK'dan, bizi FKÖ karşıtı Şam'da üslenen 10 muhalif örgüt ilgilendirir' demiştir. Bu sözler zabıtlara geçtiğine göre öyleyse HAMAS bizi niye ilgilendirsin ki? Kurtaracaklarsa, kendi barışlarını kendileri kurtarsınlar... İsrail HAMAS'ın yaptığına benzer eylemler üzerine kurulmuştur".
Yorum yok!
Yorum yok, nitekim, dünya kamuoyunda estirilen "terör" havasını ciğerlerine tenefüs edip HAMAS'ın eylemlerini tartışma konusu yapabilme acziyetini gösteren müslümanların içinde yaşadığımız yerel ve evrensel koşulların ne idüğünü ve niteliğini kavrama ve buna yönelik bir misyonun sahibi olabilme yönünde katedeceği daha çok yol olduğu, başımıza örülen dikenli tellerin yakın gelecekte hissettireceği acılar kervanında daha bir gün yüzüne çıkacaktır.
"Zirve Bizi Korkutamaz!"
Filistinli muhalif grupların liderleri, Şam'da el-Vasat Dergisi'nin sorduğu "Zirve terörün durmasına mı, yoksa savaşın devam etmesine mi neden olacak" sorusunu şu şekilde yanıtladılar:
R. Abdullah Şallah (İslami Cihad lideri)
"Eğer bu zirve fiili olarak terör şeklinde isimlendirilen olguyu durdurmayı amaçlıyorsa, yapılabilecek en iyi şey, bu tür operasyonlara yol açan sebeplerin iyileştirilmesidir. Bu sebepler ise İsrail'in ve Özerk Yönetimin Filistin halkına karşı kaba kuvvete başvuran siyasetleridir.
Zirve başarısızdır, şehadet operasyonlarının dehşete düşürdüğü İsrail halkının moralini yükseltmeyi hedeflemektedir. Atom bombası da dahil olmak üzere en modern silahlarla donanımlı İsrail, şehadet operasyonlarını engelleyecek bir silahı hâlâ bulabilmiş değil. Amerika kamyonlar dolusu silah gönderdi. Bakalım Amerikan silahları İsrail'i insan bombalardan koruyabilecek mi?
Ahmed Cibril (FHKC-GK Genel Sekreteri)
Biz mustazaf halklar ve hareketler olarak inanıyoruz ki, başta Amerika olmak üzere konferansa çağıran ve bu zirve vasıtasıyla iradesini dayatmak isteyen devletlerin bizatihi kendisi teröristtir. "Terörle Mücadele" olarak isimlendirdikleri konferansa katılan devletlerin çoğu, İsrail'in Filistin halkının toprağını, Golan'ı ve Güney Lübnan'ı işgalinin sürmesini destekliyorlar. Bu zirveyi düzenleyen devletler, Siyonistlerin halkımıza ve Filistin'e komşu Arap devletleri olan Lübnan'a, Suriye'ye ve Mısır'a karşı seneler boyunca gerçekleştirilen katliamlara seyirci kaldılar, Siyonist yapıyı uluslararası hukuk ve güvenlik meclisi kararlarını yerine getirmeye çağırmadılar. Bu zirvedeki devletler İsrail'i Filistinli göçmenlerin vatanlarına dönmesini içeren 194 sayılı kararı uygulamaya çağırdılar mı? İsrail'in Güney Lübnan'dan kayıtsız şartsız ve derhal çekilmesini öngören 425 sayılı kararı uygulattırabildiler mi?
George Habbaş ("Halk Cephesi" lideri)
Filistin topraklarında Siyonistlere yönelik gerçekleştirilen operasyonlar tüm dünya kanunlarının ve uluslararası hukuki belgelerin kabul ettiği doğal ve meşru bir haktır, kendi toprağında saldırıya maruz kalan her halkın kendi kaderini tayin hakkını elde etmek için direnme hakkı vardır. Ayrıca Filistin toprağında olup bitenler terör olarak isimlendirilen çerçeveye girmezler. Terör başka şey, direniş başka şeydir. Biz toprağımızı ve ülkemizi savunmak için hakkımızı ve görevimizi yerine getiriyoruz. "Terörle savaş" adı altında düzenlenen Şarm eş-Şeyh Zirvesi, Filistin halkının yerine getirdiği meşru direnişe yol açan öze ilişkin hakiki sebepler ortadan kaldırılmadıkça Amerika'nın belirlediği hedefe ulaşamayacaktır. Filistin ve Arap halkı gaspedilmiş haklarını geri almadıkları müddetçe direniş ve şiddet durmayacaktır.
Marmara Üniversitesi'nde Terör Zirvesine Protesto
Filistin İslami direniş hareketlerinin katil Siyonistlere karşı ardarda düzenlediği başarılı operasyonlar sonrasında, siyonist çetebaşı ve dostlarının panik halinde Mısır'da topladığı "Terör Zirvesi" Marmara Üniversitesi müslüman öğrencileri tarafından kınandı. İşgal altında gerçekleştirilen istişhadi eylemleri sahiplenen müslüman öğrenciler, 13 Mart 1996 tarihinde Marmara Üniversitesi Merkez Kampüs'te siyonizmi ve emperyalizmi protesto etmek maksadıyla bir gösteri düzenlediler. Oldukça kalabalık bir öğrenci grubunun katılımıyla gerçekleştirilen protesto eyleminde bir bildiri okundu. Bildiride okunan ayetlerle Kudüs'ün müslümanlar için önemine değinildi. Siyonistlerin işgal ettikleri Filistin topraklarında gerçekleştirdikleri katliamlara dikkat çeken öğrenciler, işgale karşı direnen müslümanlara "terörist" yaftasını uygun gören tüm sömürgecileri ve işbirlikçilerini lanetlediler. Bildiri sık sık tekbir ve sloganlarla" kesildi. "Terör Zirvesi" ve emperyalistlere yönelik pankartlar asan müslüman öğrenciler, İsrail ve ABD bayraklarını yaktılar. Müslüman öğrenciler, Zirve'yle ilgili bir bildiri dağıttıktan sonra dağıldılar.
- Kimliğimizi ve Amaçlarımızı Somutlaştırmalıyız!
- Ordudan Sürekli Darbe Politikası
- Herşeye Rağmen İlkeli Olabilmek
- Parlamento Dışı İktidarın Gölgesinde Yeni Koalisyon Hükümeti
- Hukuksuz Devlete Adaletsiz Bakan
- Öğrenci Hareketleri ve Toplumsal Muhalefetin İnisiyatifi
- İşbirlikçi düzenin saldırısına yeni malzeme: İrfan Çağrıcı olayı
- Bayrampaşa Cezaevi'ndeki Müslüman Tutsaklar Bandırma'ya Sevkedildi
- Şehitler Günü Kutlandı
- Hamas, Eylemleriyle Ortadoğu'da Sömürgeci Statükoyu Sarsıyor!
- 'İslam Korkusu Zirvesi’ ve TC-İsrail İşbirliği
- Bahreyn'de Gerginlik Tırmanıyor
- İran Seçimlerinde Taraflar
- Sudan Seçimlerinde Halkın Tercihi: İslam
- Almanya'da 'Mazlumlarla Dayanışma Günü'
- İslam Devrimi Bir Süreçtir
- Allah'ın Hayata Müdahalesinin ve Şahitliğinin Bilincinde Olmak: Dua
- Güzel Yaşamak
- İşkence ve İmtihan
- Mücadele Sürecinde iman ve İnfak
- Modernite ve Postmodernite Arasında İslami Dönüşüm
- Türkiye'de İşkence Olgusu
- Yazıklar Olsun
- Mahkemeler
- Şehid Mevlüt Demir'in Anısına