1. YAZARLAR

  2. Muhammed Hüseyin Fadlullah

  3. İslam Devletinde Güç Olgusu Üzerine

Muhammed Hüseyin Fadlullah

Yazarın Tüm Yazıları >

İslam Devletinde Güç Olgusu Üzerine

Haziran 1992A+A-

İslam devletinde gücün kaynaklarından söz etmek istediğimizde araştırmanın iki yönelimi olacağını görürüz.

A. Birinci yönelim, İslam'ın akide, şeriat, metod ve kavram planında düşünsel ve eylemsel boyutlu olumlu etkilerini ve insanlık medeniyeti içerisinde nasıl bir medeniyet hareketine temel oluşturduklarını ele alır. Böylelikle İslami harekette güç olgusu, insanın medeni ihtiyaçlarıyla ilişkisinde kendini gösterir. İnsan düşünce, ruh ve hayat boyutlarına sahip bir varlıktır. İslami hareketin bu yaklaşımında güç; birey ve toplumla sırf dini karakterli bir ilişki olarak kalmaz. Müslüman bireyin ahiretle ilgili sorumlulukları ve gücün sırf İslam'ın içsel bir özelliği olarak kalması yeterli değildir.

Bütün bunların ışığı altında güç konusunda İslam ile diğer ideolojilerin karşılaştırılması yapılıp İslam'ın onlardan üstünlüğü vurgulanacaktır.

Bu yapısıyla İslam'da güç; İslam medeniyetinin diğer medeniyetlerin tehditleri karşısındaki güçlülüğünde ve bunlarla düşünsel bir mücadeleye girebilme potansiyelinde kendini göstermektedir. Hangi düşüncenin daha doğru, vakıada daha etkili ve hayatta daha kapsamlı olduğunu bu mücadele ortaya çıkaracaktır, İslam'da güç ibadet, ahlak gibi dar dairelere sıkışıp kalmaz. Bazıları onun böyle olduğunu ve bu yapısıyla İslam'ın vakıadan uzak kaldığını savunurlar. Oysa gerçek, bunun tam aksidir, İslam, insan ile Rabbi arasındaki özel ilişkiden başka şeye yer vermeyen dar bir din anlayışına karşıdır.

B. ikinci yönelim ise, İslam'ın vakıa içindeki faaliyetlerindeki güç kaynaklarını ortaya çıkarmaya çalışır. Bu bağlamda İslam'ın kendine ait özellikleri, müslüman bireyin düşünsel ve ruhsal bilincinde İslam'ı özümsemesi İslam'a mensup oluşunun biçimi, din-mezhep ilişkisinin niteliğine bakışı ve bunun farklı mezheplere bağlı müslümanların ilişkilerine olumlu-olumsuz nasıl yansıdığı ele alınır.

Ardından İslam'da içtihad hareketinin ve bunun sonucu olarak doğan taklid farklılaşmasının boyutları ele alınır. Müslüman bireyin taklidde kendi kafasına göre çeşitlemeye gidemeyeceği, taklid edeceği müçtehidi belirlemede tamamen serbest olmadığı, aksine bunu belli şartlar dahilinde yapması gerekliliği ortaya konur. Tabiatıyla bu noktada birçok problem çıkmakta ve herhangi bir müçtehidle mukallidlerinin durumları meşru görülürken diğerlerininki meşru görülemeyebilmektedir.

Daha sonra taklid ile velayet-i fakih meselesinin ilişkisi gündeme gelmektedir. Bazılarına göre yönetimin meşruluğunun temeli velayet-i fakih ilkesidir. Görüş ve içtihad farklılıklarının doğurduğu bu sorunları ve meşruluk noktasında düşülen ihtilafları nasıl göğüsleyebiliriz?

Şimdi diğer sorunların incelenmesine geçmek istiyoruz. Bunlar, uygulamayla ilgili sorunlardır. Burada iki farklı görüşle karşı karşıya kalıyoruz: İlki, İslam'ı yaşanan siyasi vakıadan ve yönetimle ilgili eğilimlerinden uzaklaştırırken, diğeri ise din-siyaset ilişkisinin derinliğini vurgulamaktadır. Ancak bu yaklaşım da kendi içinde farklılaşmakta ve farklı yöntemleri ön plana çıkarmaktadır, örneğin Batı tipi çok partili yapılara dayanma, yönetime ulaşmak için parti faaliyetine dayanmama, siyasi mücadeleye katılma gibi yaklaşımlar mevcuttur, öte yandan ümmetin kapsamlı hareketindeki, tarihsel metodundaki mercilik kurumuna dayanmayı esas alanlar da vardır. Bu noktada İslam tarihi boyunca müslümanların mercilik-ümmet ve merciliğin toplumsal değişimdeki sorumluluğu gibi olguları yaşadıkları bilinen gerçeklerdir.

Bu bağlamda İslam'ın yönetime ulaşma çabalarının karşılaştığı değişik sorunlarla yüzyüze geliyoruz. Bilindiği üzere İslam, faaliyet gösterdiği bölgeleri baştan aşağı dolduran düşünsel, politik ve siyasal akımların oluşturduğu baskı ve kuşatma hareketleriyle sıkıştırılmış durumdadır. Bu akımlar, müslüman bireyi bütün tavır ve konumlarında kuşatmış bulunmaktadırlar, İslam dışı ideoloji ve eğilimler politik, kültürel ve sosyal alanlarda neredeyse tamamen egemen durumdadırlar. Öte yandan ekonomik, askeri ve polisiye sıkıştırmalar da müslümanları rahat bırakmamaktadır. Dünya istikbarı ekonomi, askeriye ve güvenlik konularında elinde tuttuğu imkanları en iyi şekilde değerlendirmektedir. Bu da müslümanların gündelik hayatlarında çeşitli iç ve dış baskılardan kurtulmalarına bir türlü izin vermemektedir, İslam, yaşadığı vakıayı olumlu yönde değiştirme ve büyük hedeflerine ulaşabilme yolunda bu tür baskı ve engellemelerden bir türlü kurtulamamaktadır.

Yukarıdaki problemlere ek olarak müslümanların kendi hayatlarında hakim olan bir takım içsel sorunlar mevcuttur. Bunlardan biri olan medeni bakımdan geri kalmışlık problemi, ümmet hayatında çok karmaşık ve düzeltilmesi zor yapısal bozuklukların oluşmasına neden olmuştur. Tutuculuk, yanlış taklid alışkanlıkları ve cahili adetler bunlardan sadece bazılarıdır.

Ana sorunun yapısını, boyutunu, olumlu ve olumsuz etkilerim ve çözüm operasyonunda ne gibi imkanlara sahip olduğumuzu tesbit etmek, çözüm için gerekli araçları belirlemek için bu noktalar üzerinde dikkatle durmamız gerekir. Çünkü güç ve zayıflık olguları düşüncenin öznel karakterinde saklı olan şeyler olmayıp uygun atmosfere bağımlı olan olgulardır. İslami hareket sürecinde bu boyuta olan ihtiyacımız, İslam'ın öznel malzeme sindeki güç kaynaklarını araştıran birinci yönelimdekiler kadar gereklidir. Çünkü, vakıa planında uygulama imkanı olmayan ilkeler, düşünce ve teori müzelerindeki güzel düşünceler olarak kalacaklardır. Uygulama noktasında sahip olunacak gerçekçi imkanlar, sahip olduğu düşünsel ve ruhsal malzeme bakımından güçlü olmayan teorilerin dahi kalıcılığım sağlayabilir.

Birinci yönelim, belli zaman dilimlerinde bireysel örneklerden hareket ederek tarihsel olumluluklar üzerinde yoğunlaşmakta ve sözkonusu olumlulukların yaşadığımız dönemde ne gibi olumsuzluklara kaynak oluşturduğunu gözden kaçırmaktadır. Bu da İslam'ın güç kaynaklarını genel anlamda aşırı idealist bir teoriye dönüştürmekte; sadece bazı bireysel alanlarda pratiğe indirgeyebilmektedir.

Bu durum, İslami deneyimi tarihsel boyutta inceleyenlerde bir şok etkisi yapmış ve onların, düşüncedeki idealizmle tecrübe planındaki büyük farklılığı gözlemlemelerine yol açmıştır. Bu büyük farklılığı gördükten sonra çokları, İslam'ın pratikte uygulanabilirliği konusunda karamsarlığa düşmüşlerdir. Özellikle İslam'ın örnek boyutunun çok ötesinde yaşanan uzun tarih dilimleri bu kimseleri daha büyük karamsarlığa itmiştir. İslam'ın o hoş ve tatlı görünümü uzun tarihimizin çok kısa dönemlerinde yaşanabilmiştir.

Birinci yönelimi temel alanlar, çoğunlukla -sanki her şey o imişcesine- komutanın (liderin) kişiliğinden söz ederler. Onlara göre lider, bu olumlu özelliklere sahip olduğunda deneyim mutlaka başarıya ulaşacaktır. Ama tarihi uzun uzun incelediğinizde durumun hiç de böyle olmadığını görürsünüz. Nice peygamberler ümmetleri tarafından yalnız bırakılmış, iyi ve kişilik sahibi nice alim ve imamlar hedeflerine ulaşmayı başaramamışlardır. Onlar bu gerçeklere rağmen hala iyi bir liderliğin hedeflerini gerçekleştirmek için çalışan iyi ümmetlerden bahsetmektedirler. Oysa biz bu lider ve ümmetleri etraflıca incelediğimizde birçok hata, sapma, sarsıntı hatta risaletin çizgisinden uzaklaşma içinde olduklarım görürüz.

Kendi kendimize sormadan edemiyoruz: Peki ama neden? Onlar bu sorumuzu cevaplarken, liderliği saran kötü şartlardan, ümmeti sarsan olumsuzluklardan, hareketi donduran bilinçaltı kalıntılarından, halkı kuşatan dış kaynaklı olumsuzluklardan söz etmezler. Deneyimin bu nedenle başarısız olduğunu itiraf etmezler. Şu halde biz, düşüncenin vakıa planındaki dinamizmini öğrenmek zorundayız. Başarılı olma imkanlarına ne derece sahip olduğumuzu ancak böyle bilebiliriz. Ve yine bu şekilde müslüman insanı gerçekçi bir sonuca ulaştırabiliriz. Düşünce vakıa planında harekete geçtiğinde kendisini kuşatan şartlara bağımlı olur. Onun başarılı oluşu veya başarısızlığı, birinci derecede bu şartlara bağlıdır. Başarılı olmak veya olamamak temelde düşüncenin gerçekçiliğini esas alan belli bir modelin olumluluk ve olumsuzluklarına bağlı olarak değişir. Ama birçok benzer model elde etmek için gerekli yolların en iyilerine ulaşmak gayesiyle sürekli çalışmak zorunludur. Bu da, eğitim, politika ve sosyal faaliyet planında şartlan iyileştirmekle mümkündür. Ama, sonuçlardan bir çoğuna ulaşmayı engellemeye çalışacak sayısız engeli de gözardı etmemek gerekir.

Bütün bunların ışığı altında gerçekçi bir sonuca ulaşabiliriz ki o da şudur: Düşüncedeki olumlu unsurlar, vakıanın tamamen bu olumluluklar yönünde işleyeceği anlamına gelmez. Aksine düşünceyi sunarken, beklenen gerçekçi sorunların da hesaba katılması gerekir, işte ideal ile vakıa arasındaki dengeyi kurmanın yolu budur. Bu esas üzerinden hareket ettiğimizde başarısızlığın belli bir noktada düşüncenin başarısızlığına delil oluşturmayacağını, aksine belli bir dönemde bir takım vakıadan kaynaklanan engellerin varlığına delil oluşturduğunu görürüz. Bu noktada bize düşen, sözkonusu engelleri şu veya bu şekilde ortadan kaldırmaya çalışmaktır. Bu sorunun çözümünde radikal bir tavır takınarak risaletlerin ve ilkelerin insanlara tamamen uygulanmaları için indirilmediğini söyleyebiliriz. Ancak bu noktada şunu ifade etmeliyiz ki, Allah bu risalet ve ilkeleri, insan için tamamen ve kapsamlı olarak uygulanmamalarını istemiştir, demek istemiyoruz. Aksine Allah'ın sınırsız ilmiyle bizim bunları tamamen uygulayamayacağımızı, birçok sorun ve engelle karşılaşacağımızı bildiğini ifade etmek istiyoruz. Sözkonusu engeller, uygulamadaki kapsamlılığı kısıtlayacaktır. Çünkü insanın sınırlı bir potansiyel güce sahip olması, çevresindeki şartlardan etkilenmesi, bilinçaltındaki bir takım kalıntıların tesirinden kurtulamaması onun şu veya bu noktada sapmasına neden olmaktadır.

Kur'an'ın, insanların çoğunluğunun doğruluk, inanç, şükür ve disiplinden uzak olduğunu vurgulaması da bu yaklaşımımızı teyid eder mahiyettedir. Peygamberler, kavimlerden tamamen olumlu karşılık görmemişlerdir. Bu durum, Allah'ın kainata koyduğu tarihsel yasalardan biri olabilir.

Bundan sonra, düşüncenin vakıadaki hareketinin incelenmesiyle ilgili ikinci yönelim üzerinde duracağız. Bu yönelim bize birinci yönelimdeki, düşünceye gerçekçi yaklaşım eğilimini vurgulamakta ama aynı zamanda henüz ilk deneyimde idealist bir anlayışa kapılmamızı engellemektedir, idealist yaklaşımın en büyük kusuru eski veya yeni herhangi bir problemin çıkması anında hemen bocalamasıdır. Oysa insan için gerekli olan gerçekçi ve dengeli bir bakışa ulaşabilmektir.

Yönetim ve hayat biçimi olarak İslam'ı temel alan kimselerin aşağıdaki soruyla düştükleri açmaz, bizim en büyük sorunumuzdur:

İslam, hayatın herhangi bir merhalesinde tam olarak uygulanabilmiş midir?

İslam, insan sorunlarını bir bütün olarak çözümleyebilmiş midir?

Bu soruyla karşılaştığımızda tarihin, bu tür tam bir uygulamanın yaşandığı evreye sahip olmadığım, insanoğlunun sorunlarını kapsamlı bir şekilde çözemediğini söylemek zorunda kalıyoruz, O zaman da karşımızdaki şahıs, bunun İslam'ın gerçekçi olmadığının delili olduğunu söyleyivermektedir. Ardından da İslam'ı çağdaş akım ve ideolojilere, hangi akla sığınarak alternatif gösterdiğimizi sormaktadır, içimizden bazıları bu tepkiler karşısında dökülmekte veya büyük bir karamsarlığa düşmektedir. Ama biz, buna şu şekilde karşılık vermekteyiz:

İslam, tarihinin hiç bir döneminde tam olarak uygulanmamıştır. Tarih boyunca kimi zaman dar, kimi zaman geniş bir şekilde uygulanmıştır, İslam'ı saran sorunlara göre çözümler farklılaşmış, hareket uygulamada değişiklikler göstermiştir. Bir dönemde uygulanan çözüm, başka bir dönemde dışlanmıştır. Bu da meseleyi, düşüncenin kendinden kaynaklanan öznel bir sorun değil, uygulamayı engelleyen geçici bir mesele haline getirmektedir.

Bu, İslam'ın gerçekçi olmayışı için delil olsa bile başka bir düşüncenin de gerçekçi olmayışına temel oluşturur. Biz tarih boyunca yüzde yüz uygulanabilmiş tek bir düşünceyle karşılaşamıyoruz. İslam'ın değeri muhtemelen şu noktada kendini göstermektedir ki, İslam, geçmişte olduğu gibi günümüzde de ümmet planında uygulanabilirliğini korumaktadır. Uygulama için gerekli şartların durumuna göre kısmen veya tamamen uygulanabilmektedir.

Buraya kadar ana konumuz için bir giriş yapmış olduk. Biz, İslam'ın soyut incelemeden uzaklaştırılmasına yönelik eğilimi geliştirmenin zorunluluğuna inanıyoruz, İslam, felsefî bir düşünce veya soyut bir kanun değildir, İslami araştırmaları pratik düşünceye doğru kaydırmak bir zorunluluktur. Düşünceye ilaveten İslam, müslüman bireyin bilincinde teori-pratik planında sürekli dinamik kalmalıdır.

Birinci yönelimde, İslam'ın net bir portresini sunma noktasında önemli sorunlarla karşı karşıya kalıyoruz. İslam'ın çağdaş deneyimini ayrıntılı bir şekilde sunmada güçlük çekiyoruz. Biz insanın, uygarlığın yol açtığı giriftlikle çok değişik mali, siyasi, sosyal ve kültürel ilişkiler ortamına girdiğini görüyoruz. Bu durum, düzenlemesi ve yapısı itibarıyla geçmiş toplumların bireysel ve toplumsal ihtiyaçlarına dayanarak oluşmuş İslam fıkhını yenilemek suretiyle yeni durumlara uygun bir İslami sistemi ortaya çıkarma ihtiyacını hayati hale getirmektedir. İçtihad hareketi çağın ihtiyaçlarına göre şekillenmelidir. İşte yukarıda zikrettiğimiz olumsuzluklardan dolayı İslam düşüncesi netliğini kaybetmiştir. Fıkıh uzmanları ve diğer ulema, çağdaş sorunlardan uzaklaşıp geçmiş toplumların yaşadıkları, geçmişe ait meselelere dalmışlardır. Hatta bazı büyük fakihlerimizin erkek ve kadın kölelerle ilgili hükümleri, sigortanın hükümlerinden daha iyi anlattıklarını görüyoruz. Bu fakihlerin büyük bölümü, sigortacılığın hukuki konumunu bilmemektedirler. Bu durumda hükümleri de vakıaya uygun olmayan teoriler üzerine inşa olunmaktadır. Çağımız fıkıhçı zihniyetinin hala taklidçi etkenlere boyun eğdiğini üzülerek görüyoruz. Bu da müslüman fakihin sürekli değişen şartlara ayak uyduramamasına yol açmaktadır.

Bu, çağın yeni sorunları için hiç bir çözüm girişimi olmadığı anlamına gelmez. Aksine yeni sorunlarla ilgili hayli fazla fıkhi çözüm girişimleri olmuştur. Ama henüz yeni ihtiyaçların genel yapısına yönelik çözümler sözkonusu değildir. Bu bağlamdaki çabalar, bireysel ve sınırlı araştırmalardan öte gitmemektedir. Şehit Seyyid Muhammed Bakır Sadr, el-Fetava el-Vadıha adlı eserinde İslam fıkhım yeni hukuki konumlara uygun olarak yeniden düzenleme girişimini başlatmıştı. Ama şartlar onun bu girişimini tamamlamasını engelledi.

İran İslam Cumhuriyeti'nde hem birey, hem de devletin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik yeni fıkhi çalışmaların yapılması hayati bir zorunluluk iken, ilmi havzalar hala sırf bireysel ihtiyaçları çözümlemeye yönelik eski tip fıkhi yöntemleri esas almaktadırlar.

Bu durumun en büyük olumsuzluklarından biri, içtihadı meselelerin ele alınışında nassı algılarken sırf bireysel düşünceyle hareket etme eğilimini beslemesidir.

Bu meseleyi ısrarla vurgulamamızın nedeni, şu olumsuzluğu gözler önüne sermektir: İslam fıkhı, çağdaş insanın değişken ve karmaşık ihtiyaçları karşısında ayrıntılı ve ikna edici bir hayat biçimi sunamamaktadır. İslam fıkhı salt genel ve özlü bir biçim sunmaktadır ki bu da yetersizdir. Fakihler mutlaka yoğun bir çaba içine girip ayrıntılı çalışmalar yapmalıdırlar. Oysa çoğu fakih böylesi bir çabayı sarf edecek geniş ilmi donanımdan yoksundur.

Biz bu sorunun çözümü üzerinde ısrarla durulması taraftarıyız. Çünkü yaşadığımız çağda İslam'a yönelik tehditlere göğüs gererken ona güç verecek olan yegane unsur budur. Bu durum, İslam için çalışanlara da İslam'ın ne olduğu hususunda açık bir fikir verecek, düşünce, şeriat, metod ve yaşam biçimi olarak İslam'ı daha iyi tanımalarını ve çağın insanının ihtiyaçları karşısında eli kolu bağlı kalmamalarını sağlayacaktır.

Meşruluğunu bu temelden alan İslami yönetim sürecinin ayrıntılı malzemelerine bakarak velayet-i fakih teorisini net ve açık bir portre halinde ortaya koymak zorunludur. Başka akımlara mensup İslamcı olmayan kimseler bu teoriye karşı çıkarken bazı noktalardan hareket etmektedirler. Velayet-i fakih teorisini yeniden gözden geçirmek için şu hususları gözden geçirmemiz gerekir: Ümmetin, yönetimin çarpıklığına engel olmak amacıyla onu kontrol etme görevini yerine getirirken bağlı kalacağı kayıtlar nelerdir? İslami yönetim deneyiminin gelecek dönemde başarılı olması ve yönetimin himayesi için ümmetin bu görevi ne şekilde yerine getireceği şer'i kayıtlarla belirlenmelidir. Çünkü İslam düşmanları en çok bu konuda müslümanların kafalarını karıştırmaya çalışmaktadırlar. Onlar, velayet-i fakih teorisinde yönetimin, mutlak ve uluhiyet sıfatları taşıyan tek bir bireyin kontrolü altında olduğunu söylemekte ve tüm güçlerin ona tabi olduklarım iddia etmektedirler. Onlara göre bu tek kişiyi sorgulayacak ve onu kontrol edecek hiç bir meşru makam yoktur. Çünkü devletin her heyet ve makamı meşruluğunu bu tek şahsa borçludur. Durum böyle iken onlar, nasıl olur da onu sorgulayabilir, gerektiğinde yerinden indirebilirler? İslam düşmanları bu noktalara ilaveten fakih için sözkonusu olan şer'i şartların da bu konuda yeterli güvence oluşturmadığını iddia etmektedirler. Onlara göre, yönetimde bulunan kimselerin sapmasını engelleyecek yeterli baskı araçları mevcut değildir, iktidardakiler, hatalarını bin bir bahane uydurarak geçiştireceklerdir.

Burada teoriye, meşruluk sınırlarını ve gerçekçi kayıtlarını ayrıntılı olarak eklemek zorundayız. Onu İslam düşmanı basının karalama ve kötü gösterme çabalarına karşı ancak böyle himaye edebiliriz. Velayet-i fakih temeli üzerine kurulu İslami yönetimin sağlıklı meşru zeminden kaymamasının garantisi de budur.

İslami sahada faaliyet gösterenlerin çoğu, İslami siyaset teorisinin çağdaş politik düzende hayli kapalılık arz ettiğini görürler. Biz, Doğu-Batı çatışmasının olduğu dönemde İslam'm, hem Doğu, hem de Batının mustazaflara yönelik baskılarına karşı çıktığını ve Doğu-Batı karşıtı bir çizgiyi temsil ettiğini biliyoruz. Bu iki kutup, dünyada zulüm ve istikbarın merkeziydi. Ama herkesin merak ettiği, bu ana çizginin ayrıntılarıydı. Batı'nın ardına gizlendiği siyasi arka plan bazı dönemlerde, özgürlük hareketiyle aynı düzleme girebilmekteydi, örneğin Afganistan meselesinde böyle bir durumla karşılaşmaktayız. Amerika, Sovyetlerin işgaline karşı yapılan cihadi faaliyetleri daima istismar etmeye çalışmıştır. Bu bağlamda Sovyetlere sürekli Afganistan'dan çekilmeleri için baskı yapmıştır. Doğu da aynı şeyi Filistin sorununda ve üçüncü dünyanın bölgesel sorunlarında yapmış ve kapitalizmden kurtuluş sloganıyla Batı'nın nüfuzuna set çekmeye çalışmıştır.

Biz de kendimizi özgürlük veya adalet gibi İslami temellere dayanan belli bir takım siyasi pozisyonlarda görüyoruz. İçinde hareket ettiğimiz alanın, aslında Doğu veya Batı'nın at koşturdukları siyasi bir arena olduğunun farkındayız. Dünyanın değişik bölgelerinde halka karşı sosyal, kültürel, siyasi veya ekonomik zulümlerin var olduğunu görüyor, buna ya Doğu, ya da Batı'nın neden olduğuna şahit oluyoruz. Uzun vadede bu şer mihverinin, İslam'ın siyasi seyrine karşı savaş açmasıyla karşılaşabiliriz.

Peki bu meseleyi nasıl çözümleyeceğiz? Bu dar dairede donup kalacak mıyız? Çünkü şu veya bu ulusal ya da uluslararası güç bizim hareketimizden kendi açısından yararlanmaktadır. Ayrıca İslam siyasi sisteminin sağlam ve köklü bir düşünsel çizgide kalabilmesini sağlayacak ilkelere de ihtiyaç duymaktayız. Bu nedenledir ki, İslami içtihadı fıkhi ve usuli kurallara dayandırarak harekete geçirmeliyiz, İslamcılar ancak bu şekilde net bir uygulama biçimine sahip olabileceklerdir. Bugün için teoride kısmen var olan açıklık, uygulamada neredeyse yok denecek ölçüdedir. Uygulamada kaosa düşmememizin yegane garantisi budur. Şu veya bu İslami hareketin bir diğerini sorumsuzlukla itham etmesinin önüne de ancak böyle geçilebilir. Bu hareketler, İslami platformda faaliyet göstermelerine rağmen sabit bir temelden uzaktırlar.

Bazıları İslam devletindeki özgürlükler meselesini ortaya atmaktadırlar. Düşünsel, politik ve sosyal konularda muhalif kana-ata sahip olanlara İslam devleti özgürlük tanıyacak mıdır? Basın, parti, sendika gibi zeminlerde bireylerin düşünce, çıkar ve tavırlarını himaye edecek midir? Yoksa bu devlet, özgürlükleri kısıtlayacak, siyaset, basın ve düşünce özgürlüklerine hiç bir alan bırakmayacak mıdır? Çünkü kafirlere bu hakkın tanınması imkansızdır. Sapıkların, insanların akide ve gelecekleri konusunda serbestçe hareket etme özgürlüğüne sahip olmaları mümkün değildir. Dolayısıyla bütün meselelerde devletin ana çizgisine bağlı kalması mı gereklidir?

Çokları, siyasi bir olgu olarak İslam devletini zulüm ve baskı devleti olarak görmektedirler. Onlara göre bu devlette temel insan hakları kabul edilmemekte, düşünce ve politika özgürlüğü kısıtlanmaktadır. Dolayısıyla bu devlet, insanların hayatlarına yönlendirme hakkını almaya layık değildir.

Biz, İslam'da bu özgürlüğün sınırlarının belirlenmesini büyük bir zaruret olarak görüyoruz. Biz İslami olmayan bir devlette bu özgürlüğü nasıl uygulayacak onun sloganını nasıl taşıyacağız? Bu özgürlüğe karşı İslam devletindeki tavrımız nasıl olacaktır?

Devrim planında dönüşüm meselesiyle karşı karşıya geldiğimizde, cahiliye enkazı üzerinde bunu nasıl başarabileceğimiz konusu oldukça önemlidir. Bu meseleyi nasıl çözümleyeceğiz? Marksizm'in, bütün çelişkileri gündeme getirerek inkarcı rejimin sonunu hızlandıran devrimci mantığını mı seçelim? İslami yönetime Marksist yöntemlerle mi ulaşmayı deneyelim? Yoksa bu noktada ıslahatçı mantığı mı benimseyelim? Yoksa üçüncü bir yönde iki mantık arasında mı hareket edelim?

Toplumsal değişimi kapsamlı bir halk devrimiyle gerçekleştirebilir miyiz? Yoksa bunu kurumlaşma yoluyla mı başarabiliriz? Yoksa bunu şartların, harekete dayattığı araçlara mı bırakmalıyız? Yönetimin değişim aşamasına ulaşma gayesi, meşru olmayan araçlara başvurmamızı haklı gösterebilir mi? Tabiatı itibariyle meşru olmayan araçlar bu büyük hedef için meşru kabul edilebilir mi? Bu hedefe ulaşma yolunda aşmamamız gereken sınırlar nelerdir? Bu yolda sarsıntı ve çarpıklığa kapılmamızı engelleyecek önlemler nelerdir?

İşte devrim veya ıslahatla ilgili teoriler karşısında İslamcıların karşılaştıkları soruların bazıları bunlardır. Hedef-araç ilişkisinin İslami meşruluk zeminindeki durumuyla ilgili sorunlar da bunlardandır, İslam'ın bu gibi soru ve sorunlar hakkında açık ve net görüşler ortaya koyması zorunludur. Aksi takdirde İslamcılar, büyük hedefe ulaşma yolunda İslam dışı teorilerden yardım istemek zorunda kalabilirler. Bu durumda İslami cemaatler gayri İslami araçlara başvuracaklardır. Ya da teorideki kapalılığın etkisiyle kültürel İslami hareketlere dönüşebilirler. Sonuçta değişim meselesi, pratikte dinamik bir değişim hareketinden zihinlerdeki değişim beklentilerine dönüşür.

Bu noktada İslami hareketin ulaşmaya çalıştığı hedef meselesini açıklama ihtiyacı duymaktayız: Acaba bu hedef, velayet-i fakih esasına dayalı tek bir otoriteye bağlı yüksek bir birleşik devletin kurulması mıdır? Hilafet ve imamet düzeninde olduğu gibi tek bir halife veya imam mı başta olacaktır? Yoksa bu birleşik oluş, devletin üniter olmayışı anlamına mı gelir? Velinin rolü, kurumlara meşruluğunu kazandıran şer'i gücü temsil edip doğrudan veya dolaylı olarak gözetim göreviyle mi sınırlıdır? Yani o, devletin en üst noktasında bir nevi en yüksek yol gösterici (Mürşid-i Ala) olacak ama devletlerin siyasi ve idari örgütlenmeleri ise birden fazla olacaktır. Bu devletler de onun başkanlığındaki yüksek bir meclisin çatısı altında birleşecektir. Yoksa velayet-i fakih teorisi velayetin birden fazla olmasını mümkün kılacak, en fazla bilme şartı aranmayacak mıdır? Federal bir örgüt veya birleşik bir plan çerçevesinde İslam'ın çıkarlarına bağlı olarak velayet makamının birden fazla olması imkan dahiline alınabilecek midir? Bütün bunlar İslami yönetim biçiminin genel çerçevesini saran ufukları açıklamaya yardım edecek hususlardır. Böylelikle İslami yönetim yeni uluslararası yapının karmaşık Örgütlenmeleriyle içice olan çağdaş gelişmelerle uyum içinde olabilecektir.

Bu meseleleri İslamcıların önüne ısrarla koyma nedenimiz, bunlar üzerindeki fıkhi-ilmi araştırmaların yoğunlaşması ve bu suretle siyasi İslami hareketlere yol gösterecek kapsamlı bir İslami teorinin düşünsel boyutlarının ortaya çıkarılmasıdır. Ancak bu şekilde yol, yöntem ve araçlar planında bir açıklık kazanılabilecektir. Bu konuda İslam'ın yaklaşımı henüz yenidir. Modern İslam devletindeki siyasi uygulama platformunda henüz derinlik yoktur. Bu da bizi, meseleyi, fıkhi ve siyasi düşünce noktasında sürekli canlı tutmaya itmektedir. Böylelikle İslamcılar bu konuda bilinçli bir kültüre sahip olarak açık ve net tavırlar sergileyebilecek ve bu minval üzerinde hareket edeceklerdir. Çünkü sorunlarımızdan bazıları, vakıaya değil varsayıma dayalı hayalci düşünüş atmosferindeki ayrıntıların arasında boğulmaktan kaynaklanmaktadır. Bu hayalcilik, hareket esnasında da kaygı, tereddüt ve sarsıntılara neden olmaktadır.

İkinci yönelimde ise mezhepçilik sorunuyla karşılaşmaktayız. Bu sorun, müslümanlar arasında bir takım psikolojik, eylemsel ve siyasi engellerin oluşmasına neden olmaktadır. Akide ve şeriatle ilgili konularda düşülen içtihadi ihtilaflar, fıkhi, usuli, düşünsel ve felsefi bir karmaşanın doğmasına yol açmış hatta mezhepler, diğer dinle ilişkisi olmayan bağımsız dinler gibi algılanmaya başlamıştır. Mezhepler arasındaki uzlaşma noktaları bir kenara itilerek sürekli ayrılık noktaları vurgulanır olmuş, bazı durumlarda ve bazı çevrelerde mezhep taraftarları birbirlerini küfürle itham eder olmuşlardır. Bu da İslam mezhepleri arasında düşünsel, ruhsal ve eylemsel bir mutabakat zemininin ortadan kalkmasına neden olmuş, değişik mezhepler arasında düşmanlık ve boykotlar hakim olmaya başlamıştır. Bu durum zaman içinde hayli köklü, girift bir siyasi yapının oluşmasına zemin hazırlamış ve farklı mezheplerin geniş İslami hareket platformu içindeki ilişkileri, diplomatik iyi niyet gösterileriyle birliği çağrıştırırken gerçekte ayrılık ve bölünme eğilimini taşımıştır.

Bu, İslam'ın müslüman toplumların hayatındaki rolünü, sözkonusu toplumların ortak İslami meseleler karşısındaki tavırlarını da olumsuz yönde etkilemiştir. İslam'ın büyük hedefine ulaşma çabalan da bu olumsuz etkileşimden nasibini almıştır. Değişik parti ve İslami hareket gruplarından her biri belli bir İslam mezhebiyle sınırlı kalmış, sonuçta siyasi İslami faaliyet zemini kaybedilmiş, ortak eylem koyma bilinci ortadan kalkmıştır. Bu da tek bir İslam devleti çatısı altında ortak siyasi planlama fırsatının doğuşunu sürekli engellemiştir.

İslam karşıtı sömürgeci güçler ve diğerleri, müslümanların bu durumundan yararlanmayı bilmişler, örneğin İran İslam Devrimiyle savaşlarında bu kozu kullanmışlardır. Onlar İran'ı dünya müslümanlarına açılmayan mezhepçi bir devlet olarak lanse etmeye çalışmışlar, sömürü, sosyal ve siyasi zulme karşı yapılan ayaklanmayı bir tür radikal Şii hareketi olarak göstermişlerdir. Onlara göre bu hareket, düşünce ve özgürlüğünü İslam'ın adalet, özgürlük ve eşitlik gibi temel ilkelerinden alan açılımcı bir hareket değildir. Onlar bu çabalarıyla İslam Devrimi'ni dünya İslam platformundan izole etmeye çalışmışlardır. Sadece İran'da değil, tüm ülkelerde olabilecek İslami hareketleri, ortak ilke ve sorunlara dayanan genel İslam vakıasının üzerine kurulduğu düşünsel zeminden kopuk hareketler olarak göstermeye çalışırlar.

Biz, birlik meselesinin iyi incelenmiş bir plan çerçevesinde gerçekçi bir şekilde araştırılmasının zaruretine inanıyoruz. Bu araştırmada psikolojik, düşünsel, tarihsel ve siyasal sorunlar da muhakkak hesaba katılmalıdır. Meseleyi olduğu gibi ele alıp şartlara göre çözümler getirilmeli, yüzeysellik, duygusallık ve sloganlardan kaçınılmalıdır. Çünkü sloganlar ve duygusallıkla, vakıaya nüfuz edecek çözümler bulunamamaktadır. Hayli karmaşık uzun tarihimiz, düşünce ve yöntemde bize birçok mezhebi olumsuzluklar taşımıştır. Öyle ki İslam ülkeleri, mezheplerine göre müslümanları ayıran değişmez barikatlar topluluğu haline gelmiştir. Sömürgeciler, inançsız, sapık ve çarpık akımları destekleyerek siyasi sürtüşmelerin durmasını sürekli engellemiştir. Belli bir İslami veya mezhebi ortamda yaşatılan sözkonusu akımların siyasi düşünce açısından yaşadıkları ortamla hiç bir bağları yoktur. Sömürgeciler, müslümanlar arasındaki ayrılıkları körüklemek, bölünmeleri güçlendirmek için sürekli yeni acılar doğurmaktan ve yapay sürtüşme ortamları hazırlamaktan geri durmamışlardır.

Siyasi birliğin yanı sıra düşünsel ve şer'i birlik üzerinde de durulmalıdır. Çünkü düşünsel ve şer'i birlik boyutundan uzak, sadece siyasi birlik üzerinde yoğunlaşmak, sağlam bir İslami kimliğin kazanılmasını engelleyecek, hatta meseleyi şartların ve çıkarların belirlediği şekilde hareket eden geçici bir siyasi duruma indirgeyecektir. Oysa düşünsel ve şer'i boyut, insanda tavır, düşünce, hedef ve kader birliği bilincini yerleştirecek ve müslümanların dış tehditleri sarsıntılı biçimde değil sebat içinde karşılamalarım sağlayacaktır.

İslam'ın devlete ulaşma sürecinde fıkhi plandaki içtihad hareketiyle karşılaşmaktayız. Bu noktada içtihadın, hayatın değişik meselelerine göre çeşitlendiğini görüyoruz, içtihadın bu durumu İslam fıkhı servetinin birçok olumluluklara sahip olmasını sağlayacaktır. Fıkıhtaki bu zenginlik, şeriatın keşfedilmesinde İslami ufkun da genişlemesine katkıda bulunacaktır. Böylece nassı anlama meselesinde donma olmayacak, kaidelerin çıkartılması ve istinbatın gelişmesi sağlanacaktır. Sonuçta sürekli bir düzeltme, gelişme ve ilerleme temin edilecektir, İslam fıkhını, diğer beşeri hukuk sistemlerine göre büyük bir hukuk sistemi haline getirecek olan da budur, İslam fıkhı bu yaklaşımla kapsam ve ufuk olarak genişleyecek, hayatın sorunlarına bakışında derinlik oluşacak, içtihad ameliyesindeki araçlarda esnekliğe kavuşacaktır. Bu haliyle İslam fıkhı, belki de dünya hukuk sistemleri arasında öncü olacaktır.

Ancak bu noktada İslam toplumuyla ilgili bir olumsuzluk sözkonusu olmaktadır. Bu olumsuzluk insanların şer'i hükümlerde taklid ettikleri müçtehidlerin içtihadlarındaki farklılaşmalarda kendini göstermektedir. Öyle ki aynı hanede yaşayan bireyler bile farklı müçtehidleri taklid edebileceklerdir. Örneğin birinin taklid ettiği müçtehid herhangi bir şeyin haramlığı veya necisliği yönünde görüş belirtirken diğerinin müçtehidi onun helalliği veya temizliği yönünde fetva verecektir. Bu da gerek psikolojik açıdan, gerekse uygulama bakımından bir ayrışmaya yol açabilecektir. Sonuçta İslam şer'i hükümleri bakımından aynı hanenin mensupları arasında dahi birliği sağlayamamış duruma düşecek ve tabii ki bunu yapamayan bir dinin koskoca ümmeti tek bir şeriat üzerinde nasıl birleştireceği sorulacaktır.

Bu durum bireysel planda kaldığında büyük bir problem oluşturmayabilir. Ama mesele devletin hukuki yapısıyla ilgili hale gelince büyük bir tehlike arz edecektir. Çünkü genel kanun, tek bir fıkhi sisteme tabi olmalıdır. Ancak bu şekilde bütün vatandaşların temel meselelerde tek bir hukuk sistemini paylaşmaları mümkün olabilir. Peki müçtehidlerin içtihadlarındaki farklılaşmaya bağlı olarak taklidle doğan farklılaşmalar nasıl çözümlenebilecektir? Devlet hangi temele dayanarak vatandaşı belli bir içtihadı taklid etmeye icbar edebilecektir?

Burada ortaya atılabilecek çözümlerden biri, merceiyet makamının birliğidir. Böylelikle hem taklid, hem de velayette birlik sağlanacaktır. Ama ilmi açıdan bakıldığında fıkhi eğilim, taklidte en fazla bilene uyulmasını gerektirmektedir. Taklid edilen kimse, şer'i hükümlerin istinbatında en yetkin olan, nas ve kaidelere bakarak şer'i hükmü en iyi anlayan kimse olmalıdır. Bu kişinin siyasi durumu ve sosyal durumu hiç önemli değildir.

Tabii olarak bu durum, sürekli ve değişken bir sorunun kaynağını oluşturmaktadır. Bu konudaki değerlendirme, ulemanın üzerinde ihtilaf ettikleri teknik usuli konulara dayanmaktadır. Dolayısıyla insanlardan bir grup falan müçtehidi üstün görürken, bir diğer grup başka müçtehidi üstün görecektir. Çoğunluk belli bir şahsı benimsediğinde dahi bu, azınlığın aynı şahsa bağlanmasını gerektirmeyecektir. Genel şer'i hükümlerde düşülen ayrılıklarda çoğunluğun azınlığa bir hükmü dayatması mümkün değildir. Hatta azınlık, çoğunluğun benimsediği hükme karşı çıkma hakkına dahi sahiptir. Çünkü Allah katında zimmetini ancak bu şekilde beri kılabileceğine inanabilir. Dolayısıyla iki zıt görüş arasında bir ihtilafa düşüldüğünde devletin kanununa karşı çıkmak vacip niteliğinde olabilir. Gördüğümüz gibi burada mesele demokrasiden farklılaşmaktadır. Demokraside çoğunluk azınlığa herhangi bir kararı dayatabilirken, İslami yaklaşımda bu doğru olmamaktadır.

Meseleyi irdeledikçe sorunun dallandığını görüyoruz. Devlet başkanının kararı dahi kendini taklid edenler için bağlayıcı olmamaktadır. O dahi, insanları kendi hükmünü veya başka bir müctehidin hükmünü taklid etmeye zorlayamaz. Siyasi, sosyal ve ekonomik konuların belirlenmesiyle ilgili konularda buna yetkili değildir. Bu durum, umumi velayetin, taklid eden, etmeyen herkesi bağlayıcı olduğu içtihadına dayalı devlet biçiminin hareketini sekteye uğratmaktadır. Peki bu içtihadı benimsemeyen kimselere mükellefiyet getirebilmek için hangi temele dayanılacaktır?

Bu konu, gerçekten de büyük bir sorundur. Devletin yokluğu halinde insanların vakıası planında, devletin varlığı durumunda ise devlet vakıası planında bu soruna çözüm bulmamız gerekmektedir.

Belirleme ölçütlerindeki karmaşaya rağmen daha çok bilenin taklid edilmesi meselesi, gerçekten zor bir sorundur. Bugün gerek İslam devleti içinde, gerekse dışında bu sorunla içice yaşamaktayız. Soruna, pratik ve gerçekçi bir fıkhı çözüm getirmek, hayati bir zorunluluktur. Merci odağı tek hale getirilmeli, sağlam ve bağlayıcı bir kaideye dayandırılmalıdır. Bu makam öyle bir makam olmalıdır ki her müslüman bu makama tabi olarak Allah huzurunda zimmetini aklayabilmelidir. Bu ya kişileri bir kenara bırakarak en fazla bilme özelliğini çok titiz bir şekilde tesbit etmekle ya da mercinin liderlik ve önderlik yeterliliğini kontrol edecek kayıtları koymakla mümkün olabilir. Bu belirleme yapılırken, nebi veya imamın insanların en mükemmeli olması gereğini vurgulayan kelami yaklaşımdan ilham alınabilir. Kelamcılara göre nebi veya imam, en azından sorumluluklarıyla ilgili konularda insanların en mükemmelleri olmalıdırlar. Yeterlilik meselesi, nebi veya imamın konumunun özelliğiyle değil, liderlik konumuyla doğrudan ilişkilidir. Çünkü bu makamlar, şan ve şöhretle değil; genel sorumluluklarla ilgili makamlardır.

Bazıları ise bu konuda en fazla bilme şartının gerekli olmadığı görüşündedirler. Bunlara göre adaletli, bilinen şartlan taşıyan her müçtehidin taklidi caizdir. Bu durumda karşımıza yeni bir mesele daha çıkmaktadır. Bu da araştırılması gereken bir konudur. Müçtehidlerin fetvaları arasında ihtilaf olması durumunda tercih konusu gündeme gelmektedir. Tercih ve ihtiyat konusunda belli bir kanaata ulaştığımızda ümmetin tek bir merci üzerinde ittifak etmesi mümkün olabilir. Bu durumda da müslümanların şer'i şartlara sahip tek bir merciye bağlı olmaları mümkün olur. Çünkü onun taklidi ve görüşü, herkes için bağlayıcı olacaktır.

Bu konuda fıkhı ayrıntılara girecek değiliz. Ama bu sorunları gerçekçi ve ilmi bir yolla gözden geçirmemiz son derece gereklidir. Çünkü mesele devletin olmadığı ortamlardaki bireyler planında pek büyük tehlike arz etmemesine rağmen, müslümanların devletin içtihadi çizgisine riayet etmedikleri ve seri gerekçelerle devlete karşı çıktıkları ortamlarda çok büyük tehlike arzetmektedir.

Bazıları, aslen helal olan bir şeyi haram veya aslen haram olan bir şeyi helal kılan ikincil tanımlamaları gündeme getiriyorlarsa da şu veya bu tanımlama dönemlere göre değişkendir. Bu da tanımlamalar meselesini sürekli sallantılı ve tutarsız bir mesele haline getirmektedir.

İslam devletinin siyasi yöntemleriyle ilgili olarak da bazı noktalar gündeme getirilebilir. İslam devleti, hedeflerine ulaşmada her türlü aracı meşru gören terörcü bir yöntemi mi benimseyecektir? Yani bireysel teröre izin vererek suçsuz insanların öldürülmesine gözyumacak veya İslam'ın yumuşak davranma için açık kapı bulamadığı önemli konularda kaba kuvvete mi başvuracaktır? Yoksa mesele siyasi gerçekçilik içinde ele alınacak ve devlet hedeflerine ulaşmak için bazen yumuşaklığa bazen de sert tedbirlere mi başvuracaktır? Yumuşaklık ve sertlik devletin iki gerçekçi tabanı olacak ve siyasi vakıada her ikisine de başvurularak herhangi bir istisna olmayacak mıdır?

Bu noktada "radikal İslamcılar" denen yapılara yönelik basının büyük saldırılarına değinmek istiyoruz. Dünya basım, İslami hareket mensuplarına bu tür yaftalar vurarak onları terörizmle ve kaba kuvvet taraftan olmakla suçlamaktadır. Bunu yaparken de, bölgesel ve uluslararası istikbara karşı verilen siyasi cihad faaliyetlerinde yaşanan olayları ve kullanılan yöntemleri kullanmaktadırlar. Örneğin Lübnan'da yapılan çok uluslu güçlere yönelik intihar saldırıları, İsrail ve ABD çıkarlarına yönelik saldırılar bunlardandır. Tabii İslamcılara isnad edilen adam kaçırma olayları da sık sık kullanılmaktadır.

Meseleyi İslami düşünce açısından incelemek zorundayız. Bu durumda, dünya emperyalizminin müslüman olan veya olmayan müstazaflara yönelik yoğun baskılarına karşı terör yönteminin ne derece başvurulabilir bir yöntem olduğunu gözden geçirmemiz gerekiyor. Emperyalistlerin baskıları, mustazafların siyasi, cihadi ve güvenlikle ilgili her türlü hareketlerini sekteye uğratmaktadır. Bunlara karşı alışılmış yöntemlere başvurmak hiç bir şey ifade etmemektedir. Çünkü emperyalistler, mustazaflara karşı hayli etkili baskı ve sıkıştırma araçlarına sahiptirler.

İslamcılar, müstekbirlerin çıkarlarına yönelik eylemleri yapma özgürlüğüne sahip midirler? Yol açabileceği trajedilere ve acılara rağmen bu tür eylemler yapılabilir mi? Çünkü bu tür eylemler mustazaflar açısından oldukça olumlu sonuçlar doğurmakta ve olumluluklar, olumsuzlukları bastırmaktadır.

Yoksa bu meselede riayet edilmesi gereken belli sınırlar var mıdır? Çünkü bazı tavırlar, İslam'ın dünya kamuoyundaki imajını zedelemekte, dolayısıyla İslami davet faaliyetini sekteye uğratmaktadır. Örneğin; uçak, gemi ve insan kaçırma, düşmana ait sivil yerleri bombalama bu tür eylemlerdendir.

Biz İslami faaliyette bulunan yapıların karar mekanizmalarının, İslami eylemler sergilerken çevre ve ortamı iyi etüd etmeleri gerektiğini vurgulamak istiyoruz. Çünkü bu tür inceleme ve etüdlerin eksikliği keyfi uygulamalara, yanlışlıklara kapı açacaktır. Bu da bizler için siyaset, güvenlik ve basın açısından önemli sorunlar doğuracaktır. Sonuçta, tamamen kuşatılacak ve İslami faaliyetin birçoğunu yerine getirme alanı bulamayabiliriz. Burada mesele, sözkonusu yöntemden doğacak tehlikeler değil, bu tehlikeleri ne derece göğüsleyebileceğimiz ve İslam'ın yüce menfaatleri için bunlardan nasıl yararlanabileceğimiz meselesidir.

Yönetime ulaşmayı hedefleyen siyasi hareket mensuplarını bazı geçici projeleri öne almaya zorlayacak temel problemlerle karşılaşabiliriz. Bu projeler, İslam'ın düşünsel çizgisiyle bağdaşmamasına rağmen, İslam'ın ilerlemesi ve önündeki engelleri gidermek için bazı zorunlu aşamaların atlatılmasına katkıda bulunabilir. Örneğin diktatörlük rejimi, siyasi havaya göre, demokratik yönetime öncelenebilir. Veya gayri müslim azınlık tarafından yönetilen bir ülkede politik çıkarlar, çoğunluğun yönetime geçmesini gerektirebilir. Bu ülkedeki müslüman çoğunluk, İslami çizgiye tam olarak sahip olmayabilir. Hatta devletin dayandığı temelle ilgili değişik düşünsel tezler arasında bocalıyor olabilir.

Peki bu gibi durumlarda siyasi açıdan sahneden uzak kalmamak düşüncesiyle İslamcılar -geçici olarak- bunu önerebilirler mi? Gündeme hakim olan diğer tezler karşısında geçici olumlu tezleri savunmalı mıdırlar? Yoksa çekinceli davranıp nihai çözüme ulaşmayı mı beklemelidirler? Yani şartların o dönemde uygun olmadığını söyleyerek şartların olgunlaşmasını mı beklemelidirler? Bu yaklaşımın dayanağı İslam'ın müslüman tabandaki duruluğunu korumaktır. Çünkü İslami açıdan meşru olmayan herhangi bir vasıtayı geçici olarak dahi olsa kullanmak İslam'ın müslümanlar nezdindeki imajını sarsacaktır. Sonuç olarak batılla yaşayacak ama onun meşruluğunu kabullenmeyecek bir konuma düşmüş olacağız.

Düşünsel ve siyasi özlemimiz, eylemci İslami çizgide siyasi faaliyet sahnesine katılmayı yerinde kılacak geçici bir siyaseti yakalayabilmektir. Bu, bizi hem hedefe yaklaştıracak hem de sahneden uzak kalmamızı engelleyecektir. Tabii temel çizgimizden de sapmayacağız, İslam'ın şer'i veya düşünsel ölçütleriyle oynayarak gerekçe bulmak istemiyoruz, isteğimiz, İslamcıların İslam adına, İslam dışı yol ve yöntemlerle hareket etmemelerini sağlayacak şer'i bir temel bulmaktır.

İslam dünyasına yayılmış İslami hareketleri incelememiz de yararlı olacaktır. Bu incelemede dikkati çeken husus, bu hareketler arasında müstekbir ve kafir güçlerden kaynaklanan iç ve dış tehditlere karşı göğüs germek için iyi etüd edilmiş ortak hareket planları, birleşme arzulan veya bağları olmayışıdır. Bu da sözkonusu hareketlerin birçoğunu cihadı faaliyet platformundan uzaklaştırmakta ve karşıt güçler için tehlike oluşturmamalarına neden olmaktadır. Sonuçta bunların büyük bölümü siyasi faaliyeten kültürel faaliyete yönelmekte, toplumsal değişim yönünde çaba sarfetmek yerine varsayım ve teori ortamına kapılmaktadır. Zaman içerisinde emperyalistlerle işbirliği yapan düzenlerle içice girmekte ve müslümanlık maskesini takan o rejimlerin İslamcı vitrinini oluşturmaktadırlar. İşte bu şekilde sözkonusu hareketlerin büyük bolümü sosyal ve kültürel cemiyetlere dönüşerek, düzenin vuracağı en ufak darbede siyasi kimliğinden soyunacak yapılar haline gelmişlerdir.

Biz, İslami hareketlerle sürekli ilgilenilmesi, yönlendirilmesi ve güçlendirilerek azgın güçlerin baskılarından korunması gerektiğini düşünüyoruz. Onlarla uzun diyaloglara girilmeli ve teksesliliği sağlayabilecek çalışmalar yapılmalıdır. Hepsi bulunduğu bölge veya mevkide organize edilmeli ve kapsamlı bir hareket için elele vermeleri sağlanmalıdır. Çünkü bu hareketlerin ihmali bir zaman sonra aynı hareketlerin net İslami çizgiyi baltalama hareketleri haline dönüşmelerine neden olabilecektir. Sömürgecilerle işbirliği yapan bazı gerici düzenler bunları gerçek mecralarından saptırabileceklerdir. Bu da bizim hedefe ulaşmamızı engelleyecek birçok sorunun doğması anlamına gelecektir.

Kanımızca, siyası ilişkilerin hangi girift düzleminde olursa olsun bu hareketlerle teması elden bırakmamamız gereklidir. Ne olursa olsun bu hareketlerin kitle tabanlarında Allah'a, Rasulü'ne ve İslam'a karşı samimi olan nice İnsanlar vardır. Liderlik kadroları çarpık yollarda olsa dahi samimi tabanlarını kurtarmak için bunlarla köprüler kurulmalıdır.

Ümmetin değişen siyasi vakıasında model olabilecek bir devlet yapısıyla ilgili bazı hususları dile getirdik. Bu bağlamda yaşadığımız İran İslam Devleti'ni canlı bir örnek olarak gözden geçirdik. Hedefimiz, düşünce ve eylem planında var olan aksaklıkları görmek ve bunların çözüm yoluna gitmektir. Aksi halde bunlar, yakın veya uzak gelecekte büyük zaafların doğmasına neden olabilecektir.

Ama bunun yanı sıra yaşayan İslami hareketin canlı örneklerinde etkinliğini göstermiş güç noktalarını da göz ardı etmememiz gerekir. Bizler, İslam devriminin başarıya ulaşmasında müslümanların merceiyet makamına bağlı olmalarının ne derece yararlı olduğunu gördük. Devrimin derinlik ve istikrar kazanmasında da bu makamın hayli büyük fonksiyonları olmuştur. Maddi ve manevi her türlü baskı aracıyla donanmış müstekbirlerin hücum ve tehditlerine rağmen devrim büyük bir zafer kazanmıştır. İnançlı halk, derin, dinamik ve güçlü hareketiyle devrimi sonuna kadar taşımıştır. Devrime çok büyük mali imkanlar sunmuştur. Devrim, taşıdığı bütün mali sorumluluklara rağmen hiç bir yabana güçten mali destek sağlamak zorunda kalmamıştır. Halk, sunduğu düşünsel, ruhsal ve fiili destekle devrimi sürekli himaye etmiş, yaygınlaşması için çalışmıştır. Bunun çok basit bir nedeni vardır: Halk, devrim sürecinde İslami ilkelerle beslendi. Devrim, inanan ümmetin zihninde hiç bir zaman, yaşanan siyasi bir hareket olarak görülmedi. Aksine insanın ruhuna, düşünce dünyasına, dini hislerine ve şer'i çizgisine hitap eden İslami bir vecibe olarak algılandı. Devrime katılan halk, bu devrimle Allah'a yaklaşacağına inanmıştır. Bu da devrime katılmayı, şer'i bir sorumluluk olarak görmesini sağlamıştır. Tıpkı ibadet edermişçesine caddelerde yürümüştür. Tabii bir ihtiyacı, ahlakının bir parçası, şahsi bir rolünü yerine getirircesine merceiyetin fetvalarına uymuş ve Allah huzurunda zimmetini ancak bu şekilde aklayabileceğine inanmıştır. Böylelikle fetva kelimesi, ruhsal duygunun eylemsel duyguyla buluştuğu dinamik bir çizgiye dönüşmüştür.

Bütün bunların ışığı altında müslüman insan, hayatının çeşitli kesitlerinde bütünlüğü bulmuş, bir boyutunun diğerinden kopuk olmadığını hissetmiştir. Bireysel ve toplumsal bütün faaliyetlerinin tek bir düzlem üzerinde hareket ettiğini görmüştür. Bu düzlem, fetva ve yönetimde velayete sahip olan şer'i liderliğe itaat etmek suretiyle Allah'a itaat çizgisinden oluşmaktadır.

İşte devrimin zafere ulaşması ve İslam devletinin kurulmasının sırrı budur. Devrimin sürekliliğinin, ayaklarını sağlamlaştırmasının ve bütün yönlerden siyasi, sosyal ve ekonomik her türlü kuşatmaya rağmen başarılı olmasının sırrı da budur. Devrim birçok alanda savaşmış, içten ve dıştan sayısız komplolara maruz kalmıştır. Halk, siyasi vakıadaki hareketinin aslında mescidteki hareketi olduğunun bilincine varmıştır. Bu da hareketi bir mescid hareketi yapmış ve mescid ülkenin bütün mücadelelerini kuşatacak bir genişliğe sahip olmuştur. Müslümanlar bireysel ve toplumsal hayatlarının her anında Allah'ın emir ve yasaklarına boyun eğme bilincini yaşamışlardır.

İşte halkın gerek devrim, gerekse hakim liderliğinin etrafında hal elenmesinin sırrı budur. Tehditler şiddetlendikçe, sorunlar çoğaldıkça, bu halelenme daha da güçlenmiştir. Çünkü ümmet sözkonusu tehditlerin, dini ve şer'i çizgisi için ne büyük tehlike oluşturduğunun bilincine varmıştır. Bu da siyasi boyuta ruhsal bir derinlik kazandırarak onun bir tür namaz hali olmasını sağlamıştır.

Ümmetle, açılımcı ve önder bir merceiyet ilişkisini ısrarla vurgulamamızın en önemli nedeni de budur. Bu ilişki siyasi çizgiyle şer'i sorumluluk arasında paralelliği devam ettirecek ve tehditlere rağmen sağlam ve güçlü tavırların sergilenmesini mümkün kılacaktır. Merceiyet makamında bulunan kimse, adil ve mutlak müçtehid olmasının yanı sıra liderlik şartlarına da sahip gerçek bir rehber olmalıdır.

Bütün bunların ışığı altında baktığımızda devletin sahip olduğu kitle gücünün iki düzlemde hareket ettiğini görürüz: Ümmetin İslam'la ilişkisi; ümmetin liderlikle ilişkisi ve İslami yükümlülüklerine bağlılığı. Bu durum, ümmetin liderliği desteklemesinde kişisellik unsurunu uzaklaştırmakta ve harekete temel oluşturmada dış kaynaklı soyut sorunları düşünsel tabandan çıkarmaktadır.

İslam devletinin gücünün veya İslami hareketin sağlamlığının vurgulanmasında yapmamız gereken; düşünce, ruh ve amel planlarında İslami eğitim hattını dinamik tutmaktır. Müslüman birey ve toplumun kişiliğini netleştirmenin yolu budur. Böylelikle müslüman, şahsının değil devletinin ve hareketinin insanı olacaktır. Dolayısıyla geçici durumlar, keyfi uygulamalar, küçük çıkar hesapları onu etkilemeyecektir, insan Allah'la ilişkisini bütün hayatıyla ilişkisi boyutunda yaşayacak, zulüm ve küfürle savaştığı her alanı, Allah yolunda cihad ve şehadet alanı olarak görecektir.

Bu hususu özellikle vurgulamak istiyoruz. Çünkü çağdaş insanın kişilik oluşumunda bir takım sakatlıklar olduğunu görüyoruz, örneğin İslamcıların bir çoğunun düşünsel ve ruhsal boyutu ihmal ederek siyasi ve askeri boyuta büyük ağırlık verdiklerini görüyoruz. Bu da siyasi uygulamanın çoğu zaman İslam ahlakından yoksun olmasına yol açmaktadır. Sonuçta hareket mensupları ruhsal bir kuraklık yaşamakta ve bu kuraklık zamanla insan ilişkilerinde kuraklığa zemin hazırlamaktadır. İnsani boyutun derinliğine dayanan siyasi ilişkilerin çoğu bundan olumsuz olarak etkilenmektedir. Düşünsel boyutun zayıflığı da gayri İslami düşünsel etkenlere daha kolay kapılmaya neden olabilmekte, yapmacık ve geçici hamaset havasına kapılanarak yanlışlıklar yapılmaktadır. Bu gibi durumlarda araçlara da fazla baskı uygulanarak birçok alanda düşünsel çizgiden uzaklaşmalarına yol açılmaktadır.

Burada şunu hatırlatma gereği duyuyoruz: Eğitim metodumuzda geçmişte düşülen yanılgılara düşebilir, siyasi ve askeri boyutu ihmal ederek sırf düşünsel ve ruhsal boyut üzerinde yoğunlaşabiliriz. Bu, mütekamil İslami kişiliğin oluşumunda büyük bir dengesizliğin doğmasına yol açacaktır. İslami kişilik, İslam'ı hayat düzeni haline getirmeyi hedefleyen siyasi mücadele ortamında oldukça uzun süredir varlık gösterememektedir.

Son olarak İslam'ın güç kaynakları olan akide, mefhum, yöntem ve hareketin değişmez bir temel oluşturduklarını ifade etmeliyiz. Diğer akımlar karşısında güçlü olunduğunu gösteren risaletin tam bir portresini oluşturmak için bu güç kaynaklarını kullanmamız gerekir. Bu güç kaynaklan devlet sistemi içinde hareket eden akidevi yapısıyla özgün bir İslam ümmetini inşa edebilir. Bu akidevi övgü, birey ve toplum için gerekli ruhsal, düşünsel ve ahlaki değerlerin doğmasını sağlar.

Ulema, düşünür ve araştırmacılardan birçoğu, bu kaynaklardan o kadar uzun uzun söz etmişlerdir ki bunların ana hatlarından yeniden söz etme gereği duymuyoruz. Burada söz konusu kaynakların çağdaş dünyamızdaki yeni ilişki ağları içindeki ayrıntılarından bahsetmek istiyoruz. Bu yeni ilişkiler, geçmiş dönemlerde ve fıkhın oluşum evrelerinde yaşanmamış ilişkilerdi.

Ancak en büyük ihtiyacımız, güç kaynaklarını pratik vakıada toparlayarak bunların paralelinde hareket eden müslüman birey tipini ortaya koymaktır. Tabii bu araç ve hedeflerle yaşayan bir ümmet ve planları harekete dönüştüren bir devleti de ortaya koymamız gerekir. Birey, ümmet ve devleti ortaya koyarak insanlık hayatındaki öncü mevkilerine yükselmelerini sağlamamız gerekir.

İşte önemle vurgulamak istediğimiz husus budur. Çünkü bütün sorun, devleti oluşturacak ve yürütecek birey ve toplumu var etmektir. Bunun için gerekli zemini hazırlayacak tabii şartları da hazırlamamız gerekmektedir. Böylelikle İslam tarihi yeniden harekete geçmeli, İslam'a iman bilinciyle yola çıkan bireyi ortaya koymalıyız. Bu birey, eylem ve davet hattında yalpalamadan yürüyecek, sosyal sorumluluklarında tıpkı Allah'ın yeryüzündeki halifesiymişçesine hareket edecektir.

Bu birey, yüce ruhi ve ahlaki değerler ortamında hareket edecek ve insanı, aile, bölge, renk ve ırk dairelerine hapseden dar ufuklardan uzak kalacaktır. O, Allah için, insanlık ve hayat için yaşayacak, dünyayı küçük bir cennet yapmaya çalışacaktır.

Biz, güce vakıa planında ulaşmak için çalışıyoruz. Ancak bu şekilde İslam ile müslümanlar arasındaki uçurumu kaldırabiliriz. Dolayısıyla hiç kimse şunu söyleyemez: İslam bir şey, müslümanlar başka bir şeydir!

Alemlerin Rabbine Hamdolsun.

Çev.: Muharrem Tan

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR