1. YAZARLAR

  2. Fethi Kılınç

  3. Islah Çabalarının Kökeni ve Sürekliliği Üzerine

Islah Çabalarının Kökeni ve Sürekliliği Üzerine

Ocak 1999A+A-

I

Malik b. Nebi, İslâm dünyasının son bir kaç yüzyıldır karşı karşıya kaldığı sömürgeleşme olayı ve olgusunu izah ederken biri "dahilî" diğeri ise "haricî" olmak üzere iki ana nedene başvurmaktadır. Ona göre sömürgeleşme denilen vakıanın sadece "öteki"yle ya da dış nedenlerle açıklanması doğru bir yaklaşım değildir. Zira eğer bir sömürüden (isti'mâr) söz edilebiliyorsa, sömürüye müsait olma durumundan da (isti'dât li'l-istismâr) söz edilmesi kaçınılmazdır. Bir toplumun ya da ümmetin başka bir topluluk veya güç tarafından istilaya uğraması ve siyasî, ekonomik, fikrî ve kültürel bir sömürgeye maruz kalması, sadece karşı tarafın gücüyle izah edilemeyecek bir karmaşıklığa sahiptir ve bu durum aynı zamanda böyle bir sömürüye maruz kalan tarafın ona karşı koymasını engelleyecek zayıflıkta ve çaresizlik içerisinde olmasıyla da yakından irtibatlıdır.

Aslında Malik b. Nebi'nin ifade etmeye çalıştığı bu açıklama tarzı, sömürgeleşme vakıası karşısında XIX. yüzyılın başlarından itibaren ıslah önderleri tarafından dile getirilen içe yönelik eleştirilerin formülleştirilmiş halini ifade etmektedir. C. Afgânî ve M. Abduh gibi müceddid şahsiyetler, o dönemde bazı gelenekçilerin yaptığının aksine bütün suçu ve olumsuzluğu emperyalist Batı'da görmemekte, aynı zamanda mevcut zillete duçar olan İslâm dünyasının kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan nedenlerin de bu olumsuz durumu hazırladığı ve ona kaynaklık ettiğini dile getirmekteydiler. Buna göre İslâm ümmeti, tarihî süreç içerisinde Kur'anî değerlerden uzaklaşmış, gerek fikrî gerekse amelî bir bozulmanın içerisine düşmüştür. Bu nedenle Batı'nın maddî ve manevî hegemonyasına karşı koyamamış, ona direnememiş ve kendisini bu durumdan kurtaracak dirilişi gerçekleştirememiştir. O halde müslümanlar yeniden izzet sahibi olmak ve gerçek manada ümmeti ihya ve inşa etmek istiyorlarsa, öncelikle bir iç devrimi gerçekleştirmeleri gerekmektedir. Bunun yolu ise, yeniden Kur'an'a dönerek fikrî ve amelî ifsadı ortadan kaldırmak, olumsuzlukları ıslah etmek ve emperyalizmle baş edebilecek her türlü teorik ve pratik olgunluğa ermekten geçmektedir. Fakat daha sonraları ıslah hareketinin önemli simalarından S. Kutup'un da üzerinde önemle duracağı gibi bu yol "uzun vadeli bir yol" olup, sabırla izlenecek bir programı ve çabayı gerektirmektedir.

II

Islah hareketinin aslında din temelli bu sömürgeleşme felsefesini kökünden yanlış bulan gelenekçi yaklaşım, İslâm dünyasının mevcut durumu almasını, iç nedenlerden çok dış nedenlerde aramaktadır ve ıslah önderlerinin içe yönelik eleştirisini gereksiz ve anlamsız görerek, bu eleştiriyi ve ıslah çabasını Batı hegemonyasının İslâm toplumunda oluşturduğu şoka ve psikolojik duruma bağlamaktadır. Buna göre Batı'nın "ileriliği" karşısında aşağılık kompleksine kapılan bu öncü şahsiyetler suçu, Kur'an ve Sünnet'te göremediklerinden, onların tarih içerisindeki algılanışı ve uygulanışında görmüşler ve İslâm'a dokunamadıklarından, onu sözde yanlış olarak algılayan ve uygulayan müslümanları eleştirme yolunu seçmişlerdir. Oysa günümüze kadar yaşanarak gelen İslâmî anlayış ve uygulamaların yanlışlığından ya da Kur'an ve Sünnet'e aykırı olduğundan söz etmek doğru değildir. Bu anlayışa göre modernist hareket ile bir anlamda bugünkü İslâmî hareketlerin temelini oluşturan ıslah hareketi, iki farklı hareket ve tavrı ifade etmemekte, aslında modern Batı'nın belirlediği aynı tip hareketi ifade etmektedir. Batı etkisi ve belirlemesiyle İslâm tarihini yanlış okuyan bu hareket, gelenekten, bir başka ifade ile sahih İslâm tarihinden bir kopmayı veya bir kırılmayı ortaya koymaktadır.

III

S. Ahmed Han'ın başını çektiği modernist hareketin, Aydınlanmacı Batı paradigması içerisinde kaldığı ve projesini buna göre oluşturduğu doğru olmakla birlikte, aynı şeyi ıslatıcı ekol için söylemek doğru değildir. Kuşkusuz modernist ekol ile ıslahçı ekol, tarihi eleştirel okuma noktasında bir benzerlik içerisindedir. Bununla birlikte "olması gereken"in ne olduğu konusunda modernist ekol ile ıslahçı ekol arasında ciddi bir farklılaşma olduğu gibi, sömürgeciliğin mâhiyetini teşhis ve tesbit noktasında da önemli ayrışmalar söz konusudur. Burada dikkati çeken en önemli noktalardan biri, modernist ekolün aksine ıslahçı ekolün içsel eleştiri yanında emperyalizmin ve ifsadın kaynağı olarak "dış etkeni" ya da modern Batı'yı da ciddi bir eleştiriye tabi tutması ve onun karşısında hem teorik hem de pratik açıdan başkaldırıcı bir tavra girmesidir. Bu bakımdan emperyalizmin etkisini kırmak için ülke ülke dolaşan ve bir uyanış hareketi başlatma girişimine katılan Afganî'nin, İngiliz egemenliğine bağlılığını ortaya koyan "Sir" Ahmed Han'a karşı göstermiş olduğu tavrı ve hatta onun Aydınlanmacı geleneğin etkisi altında serdettiği naturalist fikirlerine karşı kaleme aldığı Dehriyyun'a Reddiye1 adlı eseri oldukça manidardır.

IV

Her şeye rağmen burada sorulması gereken asıl soru şudur: Islah hareketinin üzerinde durduğu içsel problemler, modern Batı'nın belirlemesi sonucu ilk defa olarak keşfedilen ve ortaya konulan problemler midir, yoksa tarih içerisinden bugüne kadar uzanan bir hareketin devamı niteliği mi taşımaktadır? Bir başka şekilde söylemek gerekirse, kendini İslâm'a nisbet eden insanların ve hatta toplumun fikrî ve ameli düzeyde eleştirisini gerçekleştiren ıslahçı tutum nevzuhur bir tutum mudur, yoksa tarihten gelen tecdid ve ihya hareketinin sürdürülmesi midir?

İslâm tarihini bir bütün olarak kavrayamayan ve İslâm'ın ideal olarak anlaşılmasını belirli bir zaman ve mekan dilimine (bin yıllık Türk tarihi gibi) hasreden yaklaşımlar açısından bu soruların ikinci şıkkını tercih etmek ve ona müsbet olarak yaklaşmak mümkün değildir. Onlara göre ıslah hareketinin İslâm tarihine ve İslâm'ın tarihteki uygulamasına yönelik olarak gerçekleştirdiği eleştiriler, modernist paradigma içerisinde düşünmenin bir sonucudur. Buna göre çarpık Kur'an anlayışlarının tenkidinden mezhep eleştirilerine; tasavvuf eleştirilerinden sabır, tevekkül, zühd, takva, kader, hilâfet vb. kavramların yanlış anlaşıldığı ve yorumlandığı şeklindeki iddialara varıncaya kadar ortaya konulan pek çok eleştiri ve itiraz, yukarıda ifade edilen Batı hegemonyasının bir neticesi olarak gündeme gelmiş ve gelmektedir. Oysa İslâm tarihi bir bütün olarak ele alındığında ve içeride yaşanan fikrî ve amelî çatışmalar iyi tahlil edildiğinde, ıslah geleneğinin çok eskilere ve hatta İslâm'ın ilk dönemlerine kadar geriye uzandığı ve bu tür eleştirilerin tarihî bir arka planı olduğu açıkça görülebilecektir.

İslâm tarihinden kopuk olan bu tür yaklaşımlar, çağdaş müslümanlar tarafından dile getirilen bir takım gündemleri modern dünyaya özgü olan konular olarak düşünmekte ve ciddi bir tetkik yapmaksızın, aceleci bir tavırla bunların yeni, yani modernitenin yol açtığı gündemler olduğunu sanmaktadırlar. Böylece onlar Kur'anî anlayışa aykırılığı nedeniyle fikrî ya da amelî konularla ilgili olarak ortaya konulan bir kısım eleştirileri, tarihî bağlamları içerisinde ciddi olarak değerlendirmek ve sahîh olanı tercih etmek gibi bir çaba içerisine girmek yerine, meseleyi dış nedenlerle açıklama kolaylığına razı olmakta ve bütün bir İslâm tarihini Kur'an perspektifiyle sorgulama ve gözden geçirme sorumluluğundan kaçınış olmaktadırlar.

Şimdi sayısız örnek içerisinden, sadece bir örneği ele alarak içe yönelik eleştirinin sürekliliğini göstermeye ve aslında içsel tenkidin bir kırılma olduğunu iddia eden geleneksel/muhafazakar bakışın kendisinin nasıl da tarihten bir kopmayı ifade ettiğini vuzuha kavuşturmaya çalışalım.

V

Bilindiği gibi çağdaş ıslah önderleri tarafından sorgulanan konulardan birisini "tevekkül" konusu oluşturmaktadır. Buna göre tarihî süreç içerisinde Kur'an'ın ortaya koyduğu tevekkül anlayışı, gerçek anlamından farklı bir biçimde yorumlanmış ve bunun sonucunda da yanlış bir pratik sergilenmiştir. O halde diğer konularda olduğu gibi, bu meselede de Kur'an'a dönmek ve tevekkül anlayışını sağlıklı bir temele oturtmak gerekmektedir.

İlk bakışta modern dünyada Batı rasyonalizmi nedeniyle gündeme geldiği sanılan bu meselenin, aslında çok eskilere kadar gittiği ve konuyla ilgili yapılan eleştirilerin nevzuhûr olmayıp ilk dönemlerden itibaren tahakkuk ettiği açıkça görülmektedir. Buna bir misal olarak, oldukça erken bir dönemde yaşamış bulunan ünlü düşünür ve âlim Haris el-Muhâsibî'nin (Ö. 243/857) konuyla ilgili görüşleri verilebilir. Fıkıhtan tasavvufa, hadis ilminden felsefeye kadar çeşitli disiplinleri yakından takip edip kuşatmaya çalışan ve telif ettiği eserleriyle kendinden sonrakilere pek çok konuda kaynaklık eden Muhâsibî, Helal Rızık Kazanmak ve Allah'a Tevekkülün Hakikati2 adında bir eser kaleme alarak burada, tevekkülün, bazılarının iddia ettiğinin aksine çalışmaya ve bir takım maddî sebeplere başvurmaya aykırı olmadığını göstermeye çalışmıştır. Eserinde konuyla ilgili olarak farklı yaklaşımları serdeden Muhasibi, çeşitli kesimlerin tevekkülü, Kur'an'ın ortaya koyduğundan farklı bir biçimde anladığını beyân ederek, Allah'a tevekkülde bulunmanın çalışmayı (el-hareke) ve miskin miskin oturmayı gerektirmediğini pek çok âyet, hadis ve sahabe uygulamalarına dayalı olarak ortaya koymaktadır.

Konuyla ilgili bir başka örnek ise, Hanbelî fıkhını ilk defa sistemli olarak derleyen hadis ve fıkıh bilgini Hallâl'ın (ö. 311/923) görüşleri verilebilir. Bir bütün olarak İslâm tarihi gözönüne alındığında, Muhâsibî gibi oldukça erken sayılabilecek bir dönemde yaşamış olan Hallâl, Türkçe'ye Ticârete, Bir Sanat Edinmeye ve Çalışmaya Teşvik ve Tevekkülün Çalışmayı Terk Etmek Olduğunu İddia Edeni Red ve Bu Konuda Aleyhlerine Getirilen Delil Kitabı3 olarak çevrilebilecek kitabında yanlış zühd, tevekkül ve takva anlayışlarını eleştirerek, doğru olanı göstermeye çalışmıştır. Ona göre İslâm, bir kısım insanların iddia ettiğinin aksine, dünyadan el etek çekip esbaba tevessül etmemeyi ve çalışmamayı ön görmemekte, tam tersine ticaret yapmayı, bir meslek edinmeyi ve emeği ile kazanıp geçinmenin gerekli olduğunu söylemektedir. Kendi görüşünü onlarca rivayete dayalı olarak ortaya koymaya çalışan Hallâl, zühdün, takvanın ve tevekkülün çalışmayı engellemediğini, aslında bunun dışındaki anlayışların, gerçek anlamdaki tevekküle ve zühde aykırı olduğunu ortaya koymaktadır.

Pek çok meselede çağdaş ıslah önderlerine yolu açmış olan büyük düşünür ve bilgin İbn Teymiyye de tevekkül konusu ile ilgili pek çok görüş serdetmiş, kendinden önceki müelliflerin yaptığı gibi o da, Kur'ânî bir kavram olan böyle bir kavramın içini boşaltan ve yanlış yorumlayan kesimlere karşı ıslah görevini yerine getirmeye çalışmıştır. Âyet ve hadislerle meseleyi ele alan İbn Teymiyye, helal rızık kazanma konusunda gayret ve cehd sarfetmenin vacip olduğu üzerinde mükerreren durmuş ve sebeplere tevessül etmemenin gerçek anlamdaki tevekküle zıt olduğunu savunmuştur4.

VI

Sonuç olarak denilebilir ki, yukarıdaki örnekten de anlaşılacağı üzere bugün ortaya atılan teorik ve pratik bir kısım eleştiriler, ilk kez ortaya atılmış eleştiriler değildir. Bu yazının sınırlarını aşacak pek çok mesele, geçmişten devralman böyle bir eleştiri geleneğinin bir devamı mahiyetindedir. Oysa tarihin sadece bir yüzünü görenler ya da İslâm tarihi içerisinde ortaya çıkan çeşitli ekolleşmeleri görmezden gelenler, ıslahçı ekolün tarihten gelen bir birikim üzerinde hareket ettiğinin farkında olmayarak, meseleyi sadece modern paradigma ile irtibatlandırmaktadırlar. Bu ise sadece sığ bir bakışın ve İslâm düşünce geleneğinden ciddi anlamda bir kopuşun ürünü olabilir.

Ayrıca şunu da kaydetmek gerekmektedir ki, hakkı ve hakikati üstün tutmaya çalışan ıslah hareketinin önderleri, ötekiler tarafından dile getirilen bir kısım eleştirileri de görmezden gelmemişler, gerçeğe uygun bulduklarında bu eleştirileri de kabul etmekten imtina etmemişlerdir. Çünkü onların esas meselesi, doğru ve yanlışıyla bir bütün olarak geleneği muhafaza etmek olmayıp, Kur'an'ın ışığında geleneği tenkide tabi tutmak ve bu noktada kimden gelirse gelsin Kur'an'a aykırı bir anlayış ve uygulamayı reddetmek olmuştur. İşte bu noktada onlar, karşıtlarından dahi yöneltilse haklı eleştirileri kabulden çekinmemişlerdir. Fakat bu şahsiyetler, haksız buldukları ya da Kur'an'a ters gördükleri bir kısım eleştirileri de reddetmişler ve kabul etmemişlerdir. Nitekim C. Afganî ve M. Abduh oryantalistler tarafından ortaya atılan kaza ve kader konusu ile ilgili bir takım eleştirileri reddetmişler ve bu konuda bir makale dahi kaleme alınışlardır5.

Makalenin ortaya koyduğuna göre, oryantalistler müslümanların kader ve kaza konusundaki inançlarını tarih boyunca ortaya çıkan siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel birçok alandaki çöküşün sebebi olarak görmektedir. Bir başka ifade ile müslümanların başlarına gelen bütün belalar bu inançtan neş'et etmiştir. Dolayısıyla bu oryantalistlere göre mevcut durumdan kurtuluş, kader ve kazaya olan inancı terk etmekle sağlanabilir. Oysa Afganî ve Abduh'a göre böyle bir yaklaşım kesinlikle doğru değildir. İslam tarihi içerisinde kader konusu çeşitli zamanlarda yanlış yorumlanmış ve hatta Cebriyeciliğe varan bir boyuta çekilmiş olabilir. Bu durum eleştirilebilir. Fakat Kur'an'ın ortaya koyduğu manada bir kader inancı, "çöküş ve felaket" tezlerinin aksine, tamamen yapıcı ve kurucu bir yöne sahiptir. Zira sahih manasıyla kadere inanmak, fıtrî olarak da gerekli olan bir inancı ifade etmektedir.

Geniş bir içeriğe sahip makalede sadece kader konusunu bu şekilde gören oryantalistler eleştirilmemekte, aynı zamanda onlara tâbi olan modernist zihniyetli "yerliler" de tenkit edilmektedir: "İşte bir kısım Batılılar (kader konusunda) böyle düşündüler ve İslâm dünyasından da birçok zayıf akıllı onların görüşlerine uydu. Oysa bütün bunlar doğru değildir ve onlar Allah'a ve müslümanlara iftirada bulunmaktadırlar"6.

Görüldüğü üzere bu ıslah önderleri, iddia edilenin aksine Batılılarca ortaya konulan her görüşe kulak vermemekte, gerektiğinde onlara karşı çıkmakta ve onları yanlışlamaktadırlar. Bununla birlikte onlar, İslâm tarihi içerisinde ortaya atılan Kur'an dışı kader anlayışlarını da tenkit etmekten geri durmamaktadırlar. Bu bağlamda kadere inanç adına Cebriyye tarafından dile getirilen cebriyyeci kader görüşünü tenkit etmektedirler. Ama bu onları, bazı "kıt zekalı" modernist İslamcıların yaptığı gibi kader inancını tamamen reddetmeye sevk etmemektedir.

Özetle söylemek gerekirse, İslâm ümmetinin içerisinde bulunduğu sıkıntıları aşmanın, emperyalizmin global sömürü çemberini kırmanın ve yeniden sağlıklı temeller üzerinde ümmeti tesis etmenin yolu sadece dışarıya odaklanmakla gerçekleşecek bir mesele değil, aynı zamanda egemen câhili değerlerle mücadele edecek, ona karşı bir alternatif üretebilecek ve karşı karşıya kalınan sorulara cevap verebilecek içsel bir yenilenme ve bütün bir kültürü kuşatan câhili değerlerden arınma meselesidir. Bu yenilenme ve arınma zorunluluğunun gündemleşmesi, bazı kesimlerin iddia ettiğinin aksine bugüne has bir olay olmayıp, İslâm düşünce geleneği içerisinde var olan bir mirasın canlandırılması hadisesidir.

Dipnotlar

1- Cemaleddin Afganî, Dehriyyun'a Reddiye: Naturalizm Eleştirisi (çev. Vahdettin İnce), İstanbul 1997.

2- Haris el-Muhâsîbî, el-Mekâsibü'r-Rizku'l-Helâl ve Hakîkatü't-Tevekkül Ala'llah (th. Muhammed Osman el-Haşet), Kahire 1984.

3- Ebû Bekr Ahmed b. Muhammed b. Harun el-Hallâl, Kitâbü'l-Has ala't-Ticâre ve's-Sınaa ve'l-Amel ve'l-İnkâr ala men Yeddai't-Tevekkül fi Terki'l-Amel ve'l-Hucce aleyhim fî Zâlik, Riyad 1407.

4- İbn Teymiyye, et-Tevakkül Ala'llah ve'l-Ahz bi'l-Esbâb (nşr. Ebu'l-Mecd Harek), Kahire 1992.

5- Bk. C. Afganî-M. Abduh, el-Urvetü'l-Vuska, Beyrut 1970, s. 89-98.

6- C. Afganî-M. Abduh, a. g. e., s. 91.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR