1. YAZARLAR

  2. Hamza Tzortzis

  3. Işık Saçan Fenerler Haline Gelmek İçin Yapacak Çok İşimiz Var!

Işık Saçan Fenerler Haline Gelmek İçin Yapacak Çok İşimiz Var!

Aralık 2020A+A-

Ortodoks bir ailede doğan Hamza Tzortzis, ilk gençlik yıllarında ateizme yönelmişken İslam’la tanıştıktan sonra 22 yaşında Müslüman oldu. Londra Üniversitesinde felsefe alanında yüksek lisans yaptı ve hâlen bu alanda akademik çalışmalarına devam etmektedir. Tzortzis’in insanlar tarafından tanınmaya başlaması, çeşitli üniversitelerden önemli profesörlerle yaptığı ateizm münazaraları sayesinde oldu. Bunun yanında İngiltere’de 2015 yılında Moazzam Begg’in özgürlüğü için yaptığı “Wake Up People!” (Uyanın Artık!) başlıklı kısa konuşması da dünya çapında yankı uyandırmıştır.

Yunan asıllı İngiliz Müslüman araştırmacı Tzortzis’in Ekin Yayınları tarafından basılan ve Bilal Tonyalı tarafından Türkçeye tercüme edilen “Hakikatin İzinde Din, Bilim ve Ateizm” isimli kitabı da tebliğ çalışması bağlamında dikkat çeken bir eserdir.

Kendisi ile Batı’da son yıllarda artış gösteren İslam karşıtı söylemler, yükselen milliyetçi argümanlar, göçmen Müslümanların durumu ve mühtedilerle olan ilişkileri bağlamında hasbihal ettik. Ayrıca Tzortzis’in İslami entelektüel gelenekle olan irtibatına dair sorular sorarak çeşitli konuşmalarında defaatle vurguladığı liberalizm tehdidi meselesi üzerine konuştuk.

-----

Röportaj: Yasir Bayram - İngilizceden Tercüme Eden: Gökhan Ergöçün

- “Hakikatin İzinde” isimli kitabınızda ailenizin size milli bir kimlik empoze etmediğini ve bunun daha sonra kolayca Müslüman olmanıza yardımcı olduğunu söylüyorsunuz. Bugün milliyetçilik (sağ kanat) tüm dünyada yükselişte ve tüm insanları etkiliyor. Kendi hikâyeniz bağlamında bu konuda neler söylemek istersiniz?

Bu çok önemli bir soru ve bununla ilgili söylemek istediğim birkaç şey var. Kültürünüze, bir milleti paylaştığınız insanlara karşı bir sıcaklık, aidiyet ve takdir duygusu hissetmenizde yanlış bir şey yoktur. Hatta bu tür duygulara sahip olmak, beraberlik duygusunu teşvik ettiği için önemlidir. Ahlaki olarak komşunuza iyi davranmaya eşdeğerdir. Milletlerimiz dev mahalleler gibidir. Ancak bahsettiğim hususlar milliyetçiliğe örnek değildir. Sağlıklı bir vatanseverlik türüdür. Bununla birlikte, milliyetçilik ve toplumsal alanda etnik merkezli bir yaklaşım, insanları enfekte eden çok sığ ve tehlikeli hastalıklardan biridir. Bu son derece sığdır; çünkü aidiyet duygusu kişinin DNA’sına ve içinde büyüdüğü kültürel bağlama bağlıdır ve üzerinde herhangi bir kontrolümüzün olmadığı unsurlardır. Ahlaki olmadığı için de son derece tehlikelidir.

Başka insanları sırf kendi etnik yapısına ait olmadıkları için değersiz görmek bir tür entelektüel gangsterliktir. Bunun birçok olumsuz sonucu vardır. Bunlardan biri şeytanlaştırma ve ötekileştirmedir. Birinin dünya görüşü bu etnik merkezli gözlükler tarafından şekillendirildiğinde, “öteki”nin değerinin azalmasına yani ötekileştirmeye yol açabilir. Diğer bir olumsuz sonuç ise kişilerin gerçeği anlama, başkalarıyla tam olarak ilgilenme ve olumlu bir bakış açısı ile zihnini açmasının önüne engeller koymasıdır. Kişinin değer ve yaşam anlayışı bu sığ milliyetçi fikirlerle şekillenirse, o zaman hakikat ve diğer insanlar bu tür çarpık fikirler üzerinden anlaşılır. Benim Müslüman olmam bağlamında milliyetçi fikirlerle yetiştirilmemem, güzel din olan İslam’ı kucaklamama yardımcı oldu.

Babam ahlaksız olduğunu düşündüğü için milliyetçilik fikrini reddetti. Bizi tanımlayan şeyin insanlığımız ve karakterimiz olduğunu, sığ etnisite ve kültür anlayışları olmadığını hissetti. Milliyetçi fikirlere bağlı kalsaydım, İslam’ın hakikatini kabul etme ve farklı olan insanlarla ilişki kurmamın önünde engeller olurdu. Müslümanları şeytanlaştırmadım ve ötekileştirmedim; çünkü böyle fikirlerim yoktu. Bu yaklaşım İslami idi. Allah bize en güzel şekilde anlatıyor: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.”(Hucurat, 49/13)

Hz. Muhammed (s) de şunu açıkça ortaya koymuştur: “Ey insanlar! Dikkat ediniz; Rabbiniz birdir, atanız da birdir. Takva dışında Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a; beyazın siyaha, siyahın beyaza bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır.

- Milliyetçilik ve toplumsal alanda etnik merkezli bir yaklaşım, insanları enfekte eden çok sığ ve tehlikeli hastalıklardan biridir, dediniz. Bu bağlamda düşünecek olursak azınlıklara yönelik saldırılarla ilgili Türkiye’de yeni bir rapor yayınlandı. Bu rapora göre Batı’da son 4 yılda saldırılar %320 arttı. Batı’da öteki(leştirilen)lere yönelik bu nefretin ana nedeni nedir?

Bu konunun uzmanı olmamakla birlikte konuyla bağlantılı görüşlere sahibim. En azından sezgisel olarak, İslamofobinin dört ana nedeni olduğunu söyleyebilirim. Bu nedenler diğerlerinden daha güçlü ancak hepsinin önemli bir rolü olduğunu düşünüyorum.

1) Cehalet

2) Bireysel ırkçılık

3) İdeolojik ırkçılık

4) Kendiliğinden gelişen ırkçılık

Bunları kısaca açıklayayım:

Birincisindeki durum, insanların İslam ve Müslümanlar hakkında gerçekten cahil olmalarıdır. İnsanların bilmediği şey göze ve kulağa garip geliyor ve farklı hissettiriyorsa bu onlarda korku ve endişeye sebep olabilir. Bazen de endişe ve korku nefrete yol açabilir. Bu, kendini korumanın ilkel bir biçimidir. Bunun çözümü ise biz Müslümanlar için çok daha fazla ibadet etmek ve İslam’ı hikmet ve rahmet ile paylaşmaktır. Aynı zamanda insanlar arasında daha olumlu ilişkiler olmalıdır. Araştırmalar gösteriyor ki böyle bir bağlılık bu tür nefretleri ortadan kaldırmaya yardımcı oluyor.

Yapısal ve bireysel ırkçılıkla ilgili olarak öncelikle İslam’ın bir ırk olmadığına dikkat edilmelidir. Irkçılığın temeli, ten rengi, etnik kökeni gibi sebeplerle birinin bir başkasından daha iyi olduğunu düşünmektir. Bu, kibirden kaynaklanır. Müslümanlar genellikle renkleri, etnik kökenleri, amelleri ve hatta kıyafetleri nedeniyle farklı görünürler. Irkçılar, küstah eğilimler nedeniyle Müslümanlardan daha iyi veya daha yetkin olduklarını düşüneceklerdir. Bu kötü eğilimler kurumlara, sosyal yapılara ve bireylere nüfuz eder ve nefrete, şeytanlaştırmaya; bu da şiddete ve ayrımcılığa yol açar. Bu duruma karşı basit de olsa fikir ve eğilimleri her seviyede sorgulamak bir çözüm olabilir.

İdeolojik açıdan bakacak olursak, her ideolojinin kendini korumak istediğini ve dünya görüşünü desteklediğini anlamak gerekir. İslam buna bir meydan okuma olarak algılanmaktadır ve dolayısıyla İslam’ı temsil eden Müslümanlar bir tehdit olarak görülecektir. İdeolojilerini (liberalizm, laiklik, milliyetçilik vb.) korumak isteyen ideologlar Müslümanları ötekileştirecek ve şeytanlaştıracaktır ki bunlar da İslam’ın küçümsenmesine hizmet ederler. Ayrıca entelektüel ve sosyal olarak İslam’a ve onun inançlarına saldıracaklar. Bu, İslamofobiye yol açabilir. Bunun çözümü, İslam’ın bir tehdit değil, insanlar için bir kurtuluş olduğunu gösteren pozitif tebliğ ve tartışmalardır. Entelektüel bir mücadele gereklidir.

Sonuncusu kendi kendine gelişir. Genel anlamda bakacak olursak, Müslüman bir toplumun ne yapması gerektiği ve İslam’ın ne olduğu konusunda ideal bir temsil değiliz. Elbette, sosyal ve ahlaki açıdan hor görülmemizin nedenleri var. Bunlar sömürge sonrası travma, eğitimsizlik, yoksulluk, lider eksikliği gibi sorunlar. Ancak kendimizi veya dinimizi iyi temsil etmediğimiz için, insanların bizden, değerlerimizden ve fikirlerimizden hoşlanmamasının önü açıldı. Entelektüel ve ahlaki olarak İslam’ın yüce değerlerini içselleştirmek ve bir kez daha insanlara ışık saçan fenerler haline gelmek için yapacak çok işimiz var.

- Mühtediler ile göçmenler arasındaki ilişkiyi dayanışma ve işbirliği gibi açılardan değerlendirebilir misiniz?

Emin değilim. Ancak birisi İslam’ı benimseyip çok sayıda göçmenden oluşan Müslüman bir cemaate girdiğinde, onlarla daha iyi bir ilişkiye sahip olacağını söyleyebilirim. Bu başlangıçta farklı, aşağı veya tehdit unsuru olduğunu düşündüğünüz insanlarla olumlu bir şekilde ilişki kurmanın gücüdür. Birçok korku yersizdir ve gerçek sanılan yanlış zanlardır. İnsanlarla etkileşim kurduğunuzda ve olumlu deneyimler yaşadığınızda, bakış açınızı değiştirme gücüne sahip olursunuz. Daha önce de belirttiğim gibi Allah’ın HucuratSûresi’nde “Birbirinizi tanıyasınız.” demesi, bizi farklı farklı kılan şeylerin ne olduğunu öğrenmek içindir. Bazıları bunun bizi benzer kılan şeylere odaklanmak olduğunu düşünüyor fakat bu doğru değil. Aslında buradaki mesaj derindir, çünkü korku ve kaygının nedeni farklılıklardır, farklılıkları bir kez anladığınızda, bu size korku ve kaygıyı ortadan kaldırma olasılığı verir.

- Batı’da göçmen Müslümanların varlığı, temsiliyet açısından düşündüğümüzde, tebliğ için bir avantaj mı yoksa dezavantaj mı?

İkisi de mümkün. Müslüman göçmenlerin varlığı eğer davete öncülük ediyor, İslam’ı hikmet ve rahmet ile paylaşıyor ve Müslüman cemaatin bir ışık huzmesi olmasına yol açıyorsa bu iyidir. Bununla birlikte, olumlu bir davet yoksa ve cemaat İslam’ın olumsuz bir temsili ise o zaman da kötüdür. Bu, hem büyük bir fırsat hem de sorumluluğumuz olduğu anlamına gelir. Yüce değerlerimizi içselleştirmeli, İslam’ı entelektüel bir şekilde ve şefkatle paylaşmalıyız. Bu güzel ayetin somut örneklerine ihtiyacımız var: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen en güzel olan davranışla sav; o zaman bir de göreceksin ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse kesinlikle sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussilet, 41/34)

Ayetin güzel mesajı, Arapça orijinalinde olan ‘sav’ kelimesinin ardından doğrudan bir nesne gelmemesidir. Bu, her şeyi daha iyi olanla püskürtmemiz gerektiği anlamına gelir. Akademisyenler bunun, her şeye daha erdemli ve daha güzel olanla karşılık vermemiz gerektiği anlamına geldiğini söylerler. Burada ilginç olan şey, önceki ayetin davet ile ilgili olmasıdır, bu yüzden son derece önemlidir: “Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve ‘Kuşkusuz ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 41/33)

Burada ilginç olan bir diğer nokta ise 33. ayetin davetin bütünsel doğasını açıklamış olmasıdır. Allah’a seslenmeli, dürüst olmalı, iyi bir karaktere ve davranışa sahip olmalı ve iyiliği güzel bir şekilde Allah’a teslim olmakla ilişkilendirmeliyiz. Sadece konuşmak yeterli değil. Olmalı, yapmalı ve sonra dönüşmeliyiz!

- Müslümanlar da dâhil olmak üzere pek çok insan Batı’da yaşamanın refah ve adalet açısından bir kurtuluş olduğunu düşünüyor ve göç etmenin yollarını arıyor. Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?

Pratik olarak konuşursak bu doğru olabilir ama tam tersi de mümkün. Adalet ve refah anlamında diğer ülkelere göre daha iyi fırsatlara sahip olan Batı ülkeleri var. Fakat kapı iki yöne de açılıyor. Daha iyi ekonomik fırsatlara sahip olabilecek ve birçok yönden daha adil kabul edilebilecek ‘Batılı’ olarak kabul edilmeyen ülkeler var. İslami açıdan bakıldığında en önemli şey manevi refahı kolaylaştıran bir ortamda olmaktır. Ayrıca refahın her şey olmadığını da anlamalıyız. Kefenin cebi yok!

Yiyecek, barınak ve giyeceğimiz olduğu sürece, geri kalan her şey birer ekstra. Yanımızda mezara götürmeyeceğimiz şeyler için manevi refahımızdan ödün vermemeliyiz. Ayrıca birçok Batılı ülkenin değerlerini kaybettiğinin farkına varmalıyız.

- Batı’nın kaybettiği değerler derken neyi kastediyorsunuz? Bunu biraz açar mısınız?

Müslümanlar gibi azınlıkları aşağılama meselesini ele alalım. Fransa’da neler olduğu ortada. Aşırı sekülerizm yanlıları, Hz. Muhammed’e hakaret içeren karikatürlerin Fransa’daki hükümet binalarında halka açık sergilenmesini savunmaya çalıştılar. Hakarete ve aşağılamaya izin vermemiz gerektiğini söylüyorlar, çünkü bu, kendini ifade etme hakkı ve özgürlüğü olarak savunuluyor. Ancak bu doğru değildir ve yanıltıcıdır. Mutlak ifade özgürlüğü diye bir şey yoktur. Bu gezegendeki her toplumun konuşma konusunda sınırlamaları ve kısıtlamaları vardır ve bu kısıtlamalar, değerler rekabeti nedeniyle ortaya çıkar. Akademisyen David Van Mill, bu noktayı şöyle vurguluyor:

Herhangi bir makul ifade özgürlüğü tartışmasında dikkat edilmesi gereken ilk şey, sınırlandırılması gerektiğidir. Her toplum, ifadenin pratiğinde bazı sınırlar koyar çünkü bu mesele her zaman rekabet eden değerler bağlamında gerçekleşir.” (İfade Özgürlüğü, Stanford Felsefe Ansiklopedisi)

Hukukta ve kamusal hayatta konuşma konusunda kısıtlamalar olduğunu açıkça gösteren birçok örnek var. İşte birkaç örnek:

Fransa’yı örnek alalım. Fransız Ceza Kanunu’nun 433-5-1’i maddesi, ulusal marş veya üç renkli bayrağa ağır hakareti cezalandırıyor. Seküler ve liberal ideologların bunun bir ifade özgürlüğü meselesi olduğunu iddia eden ikiyüzlülüğü şok edicidir.

Fransız karikatür dergisi Charlie Hebdo’da 20 yıl çalışan siyasi karikatürist Maurice Sinet, 2009 yılında eski Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin oğlunun zengin bir Yahudi kadınla ilişkisini içeren karikatürlerinden dolayı kovuldu.

Bir Fransız mahkemesi, “Da Vinci’nin Son Akşam Yemeği”ni taklit eden Hz. İsa içerikli bir giyim reklamını yasakladı. Bir Fransız yargıç, reklamın “insanların samimi inançlarına karşı yersiz ve saldırgan bir saldırı” olarak kabul edildiğine karar verdi.

2005 yılında Danimarka gazetesi Jyllands-Posten, Hz.Muhammed’in karikatürlerini yayınladı ancak bir kargaşaya neden olabileceği için İsa ile alay eden karikatürlerin yayınlanmasını reddetti.

Fransa dâhil diğer birçok ülkede iftira yasaları, nefret söylemi yasaları, hakaret yasaları, Yahudi soykırımının inkârına karşı yasalar vb. vardır. Bunun mutlak anlamda ifade özgürlüğüyle hiçbir ilgisi olmadığı çok açıktır. Bu tartışmanın ardından gelen önemli bir soru şudur: Aşırı sekülerlik yanlıları ifade özgürlüğüne kısıtlamalar koyarken hangi değerleri dikkate alacaklardır? Kısıtlamaların mevcut olduğu göz önüne alındığında sorun, konuşma özgürlüğünün tutarsız bir şekilde benimsenmesinden, konuşma kısıtlamaları koymak için hangi değerleri ciddiye alacağımızı düşünmeye kadar uzar. Bunu daha da açıklamak için ifade özgürlüğü ve nefret söylemi konusunu dikkate alalım. 1998 İnsan Hakları Yasası’nın Birleşik Krallık 10. maddesinde, “Herkesin ifade özgürlüğü hakkı vardır.” der. Ancak ifadeler “Yasada öngörülen ve demokratik bir toplumda gerekli olan formalitelere, koşullara, kısıtlamalara veya cezalara tâbi olabilir.” denir. Bu kısıtlamalar “ulusal güvenlik, toprak bütünlüğü veya kamu güvenliği, düzensizliğin veya suçun önlenmesi, sağlığın veya ahlakın korunması, başkalarının itibarının veya haklarının korunması, yargı otoritesinin ve yargının tarafsızlığının korunması” şeklinde belirtilir.

Fransa’daki sekülerizm yanlıları, azınlıkların ya da en azından Müslüman azınlığın haysiyetine ve en sevdikleri kişi olan Hz. Muhammed’e değer vermiyorlar. Macron, İslam’da bir sorun olduğunu söylerken yanılıyor. Bilakis sekülerlerde sorun var. Devletin onayladığı bu sekülerlik, hor görülen bir azınlığın benliğine zarar vermeye çalışarak ahlaki ilerlemeye sırtını dönüyor.

İşbirliği, nezaket, diyalog ve sosyal uyum gibi önemli değerlerin göz önünde bulundurulması, iktidardaki kişilerin bunları ciddiye almaları gerekir. Bu, bazılarının iddia ettiği gibi hakaret özgürlüğüyle ilgili değildir. Fransa’da ve diğer seküler ülkelerde birçok hakaretin ve çeşitli karalama biçimlerinin hukuka aykırı olarak kabul edildiğini hepinize hatırlatmama izin verin.

Açıktır ki iktidardakiler, hangi hakaretlerin ve rahatsız edici konuşmaların yasa dışı kılınacağını belirlerler. Bu durum hakaret, aşağılama ve karalama özgürlüğünün mutlak bir hak olmadığını vurgulamaktadır.

Klasik olarak ifade özgürlüğü ilerleme, hakikat ve hesap verebilirlik, özellikle siyasi hesap verebilirlik dâhil olmak üzere önemli erdemleri elde etmenin bir yolu olarak anlaşılıyordu. İngiliz filozof John S.Mill, ifade özgürlüğünün özgünlüğü, dehayı, yaratıcılığı, bireyselliği ve insanın gelişmesini teşvik ettiğini savunuyordu. Ancak hakaret özgürlüğü ile bu erdemler arasında mantıksal bir bağlantı yoktur. Hakaretlerin -çoğu durumda- bu erdemler için engel olduğunu gösterdiğinizde hakaretin gerekli olmadığını da kanıtlamış olursunuz. İşte mantıksal bir özet: Birini hakikat konusunda ikna etmek, ikna kabiliyeti ve nezaket gerektirir. Hakaretler, pek çok bağlamda iyi bir tartışma, ikna ve nezaket için bir engeldir. Çoğu durumda hakaretler gerçeğe set olur. Böylece ifade özgürlüğünün amacı baltalanır. Nitekim J.S. Mill de “zarar prensibi” bağlamında zarara yol açacaksa ifadenin kısıtlanması gerektiğini savunuyor.

Bir siyasi hesap verebilirlik örneği ele alalım. Uygurlara yönelik baskılarından dolayı Çin hükümetini hesaba çekmek isteyen birisi Çin kültürüne ve dinî uygulamalarına hakaret ederek işe başlarsa bu, işini kolay kılmayacaktır.

Şunu da soralım: Bir hükümet sürekli olarak bir azınlığı ötekileştiren ve şeytanlaştıran bir propaganda yaparsa bu, insanlığın gelişmesine yardımcı olur mu? Bu tür bir propaganda ile azınlıklara yönelik şiddet (hatta soykırım) arasındaki bağlantı göz önüne alındığında, bunun açıkça yardımcı olmayacağını söyleyebiliriz.

İfade özgürlüğünün, zayıfları güçlendirmek ve zamanının güç odaklarına karşı kullanılmak için bir fikir olarak ortaya çıktığını belirtmek önemlidir. Entelektüel ilerlemeyi sansürleyen ve engelleyen Avrupa’daki Katolik Kilisesi idi ve çoğu kişi bunun mücbir bir güç olduğunu iddia ediyordu. İfade özgürlüğü, toplumun güç yapılarına meydan okumak için ortaya çıktı. Fransız hükümetinin ve iktidarı elinde tutanların, ifade özgürlüğünü bir azınlığa ve inançlarına zulmetmek ve onları şeytanlaştırmak için kullanması ifade özgürlüğünün ruhuna ve temeline aykırıdır.

Son olarak şunları söylemek istiyorum: Hakaret ve saldırı söz konusu olduğunda gri bir alan olduğunu düşünüyorum. Kişi kendini ifade ettiği anda, başkalarını rencide etme ve gücendirme riskini de almak zorundadır. Ancak bariz siyah beyaz senaryolar da var. Hz. Muhammed’i karalayıcı karikatürlerinin de onlardan biri olduğu açıktır.

Özgürlük büyük sorumluluk getirir. Birbirimizle en iyi şekilde ilişki kurma sorumluluğumuz var. Farkına varmamız gereken en önemli şey, olumlu ilişki kurmamız, olumlu bir değişim arayışında olmamız ve bunu akıl ve merhametle yapmamız gerektiğidir.

- İslami entelektüel gelenekle iyi bir ilişkiniz olduğunu görüyoruz. Kitabınızda İmam Gazali ve İbnTeymiyye gibi isimlere atıfta bulunuyorsunuz. Fikir geleneğimizle ve diğer fikrî geleneklerle bağlantı kurarken kullanmamız gereken yöntem hakkında bize neler söyleyebilirsiniz?

Devlerin omuzları üzerinde duruyoruz. Zengin bir entelektüel birikimimiz ve manevi geleneğimiz var. Geçmişin âlimleri/akademisyenleri, dine yönelen çeşitli fikirler ve zorluklarla uğraştılar ve sağlam, incelikli yanıtlar verdiler. Onlara teşekkür etmemiz gereken çok şey var ve sonuçta Allah’a da şükretmeliyiz. Bizim asıl zorluğumuz, neyi dile getirdiklerini anlamak ve çabalarını çağdaşlaştırmaya çalışmaktır. Onları ve çalışmalarını kült bir şekilde okuyup öğrenmemeliyiz; eleştirel düşünerek niyetlerini, yöntemlerini ve yaklaşımlarını anlamaya çalışmalıyız. Harika çalışmalarına devam etmeli ve yöntemlerini çağdaş ortamımızda uygulamalıyız.

Geçmişin zengin geleneğine erişirken aklımızda tutmamız gereken birkaç şey var. Klasik bir bilimsel kitabı veya cevabı okurken önce şu sorulara dikkat etmemiz gerekir: Kim söyledi? Neden söyledi? Hangi bağlamda söyledi?Bunu kime söyledi? Hangi kelimeleri kullandı ve bunlar ne anlama geliyordu? Bu kelimeler bugün nasıl anlaşılır?

Bazen bu soruları sormadan geçmişin âlimlerini okur ve anlarız. Bu sorular, anlayışımızı zenginleştirecek ve onların çabalarını çağdaşlaştırmamıza, Kur’an’dan ve Sünnet’ten aldıkları çözümleri anlamamıza olanak sağlayacaktır. Ayrıca yukarıdaki soruları sormanın İslam’ı değiştirmek veya modernize etmek için bir bahane olmamasına da dikkat etmemiz gerekiyor. Hayır! Modernizm, İslam’ın gerçeğini uygulamak değil, onu değiştirmek istiyor. İslam’ı değiştirmeye çalışmak, onun doğru olduğuna inanmadığımız veya modern dünya ve İslam’a dayatılan gerçeklik hakkında yanlış felsefi varsayımlara sahip olduğumuz anlamına gelir.

Çoğumuz, geçmişteki âlimlerin aşağıdakilerle ilgili sorulara incelikli, sağlam cevaplar verdiğini bilmiyoruz:

- Tanrı’nın varlığı

- Neden dünyada kötülük ve acı var?

- Tanrı’nın birliği

- İslam’ın entelektüel delilleri

- Ampirik bilimler ve din nasıl anlaşılır?

- Sosyolojik ve psikolojik sorunlar vs.

Elhamdülillah bizim zengin bir geleneğimiz var. Sadece ona erişmemiz, onunla ilişki kurmamız, çağdaşlaştırmamız ve samimi olmamız gerekiyor. Bu da gerçekten Allah merkezli olmamız ve “Allah benden ne istiyor?” diye sormamız gerektiği anlamına geliyor. Bizi, kendimizi bildiğimizden daha iyi tanıdığı için, bize annelerimizden daha çok sevgisi vardır ve O, nihai otoritedir. O, fotoğrafa sahipken bizim sadece bir pikselimiz var.

- Muhtelif konferanslarınızda liberalizmin en büyük tehdit olduğunu söylüyorsunuz. Sizce liberalizm neden en büyük tehdit? Bu düşüncenizi nasıl temellendiriyorsunuz?

Bu soruya sadece din ve Tanrı’yı inkâr ile ilgili cevap vereceğim. Liberalizm ve etkileri hakkında söylenecek çok şey var fakat belki başka bir zaman konuşuruz.

Liberalizmin en büyük tehditlerinden biri, dinin yerini almasıdır. Liberalizm tartışmalı bir doktrindir. Felsefi temeli veya varsayımı atomize etmek veya bireyselleşmedir. Bireycilik, bireyin sosyal yükümlülüklerden ve bağlılıklardan ayrılmış soyut bir varlık olarak görülmesidir. Bireyi “kral” yapar ve ona öncelik verir. Bu, hiyerarşi veya otoriteden hoşlanmamaya yol açar; otorite artık bireydir. Avrupa din altında acı çekti ve (çoğu durumda zamanın Katolik Kilisesinin neden olduğu) savaş, ölüm ve baskıdan sonra insanı bireyselleştirilmiş soyut bir varlık olarak gören düşünürler ortaya çıktı. Bu, baskıcı otoritelerden uzaklaşmak için gerekli bir uzlaşma olarak görülüyordu. Bununla birlikte, günümüzde çağdaş anlamda, bireyin otorite haline getirilmesine yol açtı; bir şekilde insan tanrılaştırıldı. Allah’ın bize söylediği gibi: “Nefsini ilahı olarak kabul edeni gördün mü?” (Casiye, 45/23) Bu, dinî otoritenin ve hatta Tanrı’nın kendisinin reddedilmesine yol açtı. Kişinin kendisine tapmasını kolaylaştırdı ve kişinin egosu, insanı, kendisinin tek yetkiye sahip olduğunu düşündürdüğü ölçüde ele geçirdi. Bu, ontolojik bir yanlıştır. Biz bağımlı yaratıklarız, birbirimize bağımlıyız ve hepimiz Tanrı’ya bağlıyız. Fiziksel, epistemik ve psikolojik sınırlamalarımız var. Epistemik bir bakış açısından, her şeyi bilemeyiz, başkalarının otoritesine güvenmek zorundayız. Bu, Batı felsefesinde tanıklık epistemolojisi altında iyi bilinir.

Ego, ilahi rehberlik ve merhametin önünde bir engeldir. Tanrı’nın bizi kendimizi bildiğimizden daha iyi tanıdığını, bizim için iyiliği istediğini ve O’nun nihai otorite olduğunu anlamalıyız; zalim biri değil, tüm iyiliklerin kaynağı olan sevgi dolu, merhametli ve bilge bir rab. Nihayetinde O’na bağımlı olduğumuzu da anlamalıyız; biz annelerimizin rahminden evrak çantası, kravat ve banka bakiyesi ile çıkmadık. Biz bağımlı bebeklerdik. Bir sağlık sistemine, anne babalarımıza, onların işlerine, toplumlarına vs. bağlıydık ve nihayetinde bunların hepsi yalnızca Allah’a bağlıdır.

Evet, bireysel hakları onaylıyoruz, bu bizim geleneğimizin bir parçasıdır. Ancak benliği sosyal bağlılıklardan ve yükümlülüklerden ayrılmış soyut bir varlık olarak görmüyoruz ve bireye öncelik vermiyoruz. Bireyin toplumda da hakları vardır ve birbirleriyle dinamik bir ilişki içindedirler. Ayrıca sınırlı ve bağımlı olduğumuzu, ancak tevazu ve nihai otorite olan Allah ile bağlantı kurarak gerçekten güçlenebileceğimizi de anlıyoruz. Bizim için en iyisini kim ister ve bilir? Asla egolarımız değil.

Açıkçası, Müslümanlar olarak oynayacağımız bir rol var. Dünyaya İslam’ın bizim için iyi olduğunu göstermeliyiz. Ayrıca hakikatten gelen her şeyin doğru olduğunu pratik olarak göstermeli ve İslam’ın modern dünyada uygulanabilecek ahlaki ve sosyal çözümleri olduğunu anlatmalıyız. İslam, Orta Çağ Katolik Kilisesi değildir. Bu bağlamda umarım kitabım (Hakikatin İzinde -Din, Bilim ve Ateizm-) İslam’ın akılcı, tutarlı ve doğru olan felsefi, entelektüel ve manevi temelleri olduğunu ve öğretilerinin ve değerlerinin yüce olduğunu göstermiştir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR