1. YAZARLAR

  2. Ali Değirmenci

  3. İnsan kalabilmek

İnsan kalabilmek

Temmuz 1995A+A-

"Asra andolsun ki, insan hüsrandadır..." (Asr-1)

İnsanoğlu, yaratılışındaki amaca, sahip olduğu güç, nitelik ve yeteneklere bağlı olarak, "kainatın gözbebeği" şeklinde vasıflandırılan bir varlıktır. Onun temel ve çağlar üstü özelliklerinden biri de "bilinçli" bir varlık olmasıdır. Bu yönüyle insan; irade, seçme özgürlüğü, akl etme, üretkenlik, olgunlaşma ve mücadele etme gibi melekeleri de kendinde bulundurur. Ayırdına varılması ve geliştirilmesi sanıldığından daha da zor olan bu özellikleri ilahi rıza istikametinde, varoluş gayesine uygun bir şekilde özümseyip kullanmak "eşref-i mahlukat" olmayı, tersine bir tasarrufta bulunmak ise alçalmayı, "esfel-i safilin" mesabesine düşmeyi getirmektedir.

İnsanın, kendisiyle yaşadığı dünya arasında kolay kolay anlamlandırılamayacak, belirgin bir yörüngeye oturtulamayacak kadar saydam ve bulanık bir bilinç ve etkileşim tabakası vardır. Davranışlarımız, algılama normlarımız ve bakış açılarımız doğuştan hazır olarak gelmez bize. Daha en başta, hayatı ve tabiatı, kendi dili ve kurallarıyla temellendirmiş bir gelenek içerisinde buluruz kendimizi. Dünyaya gelmesinde hiçbir dahli, iradesi bulunmayan insan; ileride yüz yüze konuşacağı karmaşık bir yapı ve geleneksel ilişkiler atmosferinde şekillendirilmeye çalışılır. Kendisinin bir şeyler yapmasına hiç gerek kalmadan -belirli bir zamana kadar da olsa- yerleşik bir dünya görüşünün, bir varoluş ve yaşayış üslubunun/mekanizmasının sahibi olur.

İçinde doğduğu kültür çevresi, hayat şartları, gördüğü eğitim ve öğretim kolay kolay fark edilemeyecek bir hız ve alışkanlıkla yönetmeye ve yönlendirmeye başlar insanı. Etrafındaki bütün insanlar, olgular, kurum ve kuruluşlar ona bir giysi, bir görüntü kazandırmak için hazır beklemektedirler sanki. Bu onlar için de gereklidir, geleneksel bir görevdir; öncekilerden devralınıp sonrakilere armağan edilecek klasik ve refleksif bir tavır alıştır. Kamu vicdanını rahatlatıcı bir koruma ve korunma alışkanlığıdır. Toplum, bütün dinamikleriyle, yıllardır aktığı yatağa alışkın ölçülü bir ırmak gibi, halihazırdaki kollektif bilinci her yeni kuşağa kendi dili ve mantalitesiyle aktarmaya çalışır.

Yerleşmesi/benimsenmesi kadar, değiştirilmesi/dönüştürülmesi de zor olan bu değerler manzumesi; birey ve toplumların, bunalımlı değişim aşamalarına gelmelerine değin önemli bir sorgulama ve tashihe de muhatap olmazlar. Ancak yeni bir "bilgi ve iman gerilimi"ni algılayış, düşünüş ve eylemlerimize kılavuzluk ettiğine inandığımız "ilmihali/hayat bilgimizi" yeni bir sancılı bir üslupla okuyuş ve yorumlayışı; bireysel ve kollektif hayatı tekrar ve kullanışlı bir şekilde kurmaya yönelik satırbaşları açmamıza katkıda bulunacak, hatta zorunlu kılacaktır.

İslam'ın bugün kitlelere sağlıklı bir şekilde ulaşması ve Kur'an'ın ebedi bir hidayet ve felah kaynağı olarak insanlarla buluşması yolunda en önemli engellerden biri, kuşkusuz, "bir hayat ve yöneliş tarzı olarak din"in, sürekli ve olumsuz anlamda "gelenek" mekanizması içinde algılanmasıdır. Zira gelenek, baş edemediği unsur ve inanışlar karşısında, zamanla globalleşerek, onları da belirli ve daha hoşgörülü normlar çerçevesinde içermeye ve/veyahut onlarla yan yana durmaya çalışmaktadır. Bu durum da her zaman mekana yönelik diri, sahih, kuşatıcı mesaj ve hükümlerin hedeflenip aktarılmasını zorlaştırmaktadır. Hatta kimi alanlarda adet ve sosyal alışkanlıklarımız din ile o denli içice girmiştir ki, bir takım ihtilaflar başlatmadan, bazı zihni çatışmaları göze almadan ilahi eksenli değişim ve dönüşüme doğru önemli bir adım atabilmemiz çoğu zaman mümkün olmamaktadır.

Her sistemin, her dünya görüşünün kendi ilke ve iman geriliminden ve bu gerilime bağlı olarak somutlaşan eylem birlikteliğinden kaynaklanan bir hayatı kurma, anlamlandırma ve idame ettirme niteliği vardır, Kültür ve medeniyet dediğimiz önemli olgular da bu zihni ve pratik dinamiklerin belli bir zaman ve zeminde, güçlü bir istikamet doğrultusunda çoğullaşarak bütünlük kazanmalarıyla şekillenirler.

Toplumların -Tanzimat'la birlikte bizde olduğu gibi- yeni ve yabancı medeniyet dairelerine geçişleri, kimi zaman bir "din değiştirme" gibi ağır ve çok yönlü bir problemler yumağını karşımıza çıkarmaktadır. Zira bazı değerlerin genel geçer bir mahiyette benimsenip özümsenmesi sanıldığından çok daha zor olmaktadır. Siyasi ve sosyal alandaki deformasyon, kalıcı ve kullanışlı değerler ekseninde örgütlenmeyen toplumdaki boşluk ve bilinç bozuklukları, kimlik krizi eşliğinde yaşayışı ister istemez kaygan bir zemine sürüklemektedir. Bu belli bir hedeften yoksun ve bulanık atmosferde, toplumun mevcut durumdaki sığ ve geleneksel dinamiklerini harekete geçirerek fanatikleşmesini veya kısa vadeli/ zayıf ve kompleks bir yaşayış muhtevasının öne çıkmasını sağlamaktadır. Bu durumda modernizm de çarpık ve çirkin bir gelişim seyriyle, toplumun zaaf noktalarından yararlanarak bünyesine sızmakta; dengesiz, kişiliksiz ve zorba hüviyetiyle yavaş yavaş palazlanıp açımlanmaktadır.

Yukarıda değindiğimize bağlı olarak modern hayat tarzının günümüz insanı üzerindeki en belirgin özelliklerinden biri de, yaşayışı ahenkli ve muvazeneli kılan değerler sistemini yıpratması ve tereddüde boğmasıdır. Bununla birlikte, İslami oluşumlar da ya varlık alanları daraltılıp kışkırtılarak deşifre edilmekte, tüketilmekte; ya da kapanıklılığa, imkanları nispetinde gettolaşmaya, uzlaşmaya ve pasifize edilmeye zorlanmaktadır. Hayatiyet imkanı tanınmayan İslam, böylece hayatın dışına itilmek istenmektedir.

Uygar vicdan, aktüel ilişkilere bağlı olarak medyanın ve kitle iletişim araçlarının disipline ettiği, insani ölçülerden yoksun bir düş kırıklığı mekanı, ilahi öz ve hikmetten yalıtılmış bir günah çıkarma tapınağı görünümü arz etmektedir. Bugünkü insanlığın umutları, acılan ve çeşitli olaylar karşısındaki tavırları bile, cebri bir mekanizma ile tekilleştirilmeye çalışılmaktadır. Her vesileyle empoze edilen ortak suçluluk duygusu, ya bireyi içine kapanıp batıl mekanizmanın pasif bir uydusu haline getirmekte, ya pragmatist, kozmopolit ve kişiliksiz yapmakta, ya da ölçüsüz ve hedefsiz çıkışlara yöneltmektedir. Bilim ve tekniğin ilerlemesine, maddi dünyanın bütün sınırları zorlamasına eşdeğer olarak, insanoğlunun hırçınlığı, yalnızlığı da sürekli artmaktadır. Bütün alanlarda kendi eliyle yaptığının sömürgesi haline gelmiş bulunan insanlık, hiçbir zaman bugünkü kadar mutsuz ve umutsuz olmamıştır belki de...

İnsanı ve insan aklını her şeyden soyutlayıp mutlaklaştıran veya (Darwinizm'in de etkisiyle) insanı tabiattaki çok sıradan ve tesadüfi bir varlık mesabesine indirgeyen Batılı anlayışların insanoğlunu götürdüğü nokta ortadadır. Aynı şekilde bu çıkmazlardan dolayı; ütopik ve kurmacı bir "gelecek" imajı da kullanışlı ve evrensel olmayan geleneğin (geçmişin) daha sade, daha dingin gibi görünen müşfik koynuna dönme isteği de, "şimdi" den sıkılan insanı başka zihni karanlıklara götürmektedir. Bu noktada, başta da söylediğimiz gibi insanı eşref-i mahlukat olarak tavsif eden ve onu evrenin özüne, odağına koyarak üstün kılan ve onun bütün ontolojik macerasını izah edip kuşatan İslam'ın insanlık alemine söyleyeceği çok şey bulunmaktadır. Yaratılış gayesiyle, fıtratıyla, hayat bulduğu tabiatla barışan ve alemlerin Rabbine teslim olan insan kendinden kaçmayacak, gelenek ve gelecek mağaralarına düşmekten kurtulacak ve her türlü 'zulumat'tan 'nur'a çıkabilecektir. Vahyi ve Rahman'ın diğer ayetlerini hayatına sokup kılavuz edindikçe, hüsrandan hidayete, batıldan hakka doğru bir dönüşümü yaşayıp hissedecek, bu bilinçle işlendiği takdirde, her şeye rağmen "insan olarak kalabilme"nin erdem ve şerefini kavrayacaktır.

Umut etmeyi başarabilmek; Allah yolundaki yürüyüşün ilk ve en önemli adımıdır!

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR