IMF Politikaları, Türkiye'yi Bir Kez Daha İflas Ettirdi
Hak-İş Genel Başkanı
Ülke halkı yine IMF destekli bir programla karşı karşıya. Ulusal program denilen bu uygulama halkı kemer sıkmak için kemerlerinde yeni delikler açmaya zorluyor. IMF politikaları ülkenin düzlüğe çıkması için son çare mi?
IMF'nin ne Türkiye'de ne de program uyguladığı diğer ülkelerde başarıya ulaşamadığı artık herkes tarafından biliniyor. Türkiye'deki son kriz bunun bir kez daha teyid edilmesi oldu. Türkiye'de ekonomi iflas ederken dünyada da IMF politikalarının iflası ilan edildi. Ancak bugün İtibariyle görüyoruz ki yine ders alınmadı. Bu kadar hezimetten ve beceriksizlikten sonra IMF'nin hala bir ümit olarak görülmesi şaşırtıcıdır. Doğal olarak IMF sorununa farklı yaklaşmak zorunda kalıyoruz. IMF politikalarına farklı açıdan bakıldığında IMF politikalarının aslında yüzde 100 oranında başarıya ulaştığını görüyoruz. Türkiye'de ekonomi bir kez daha iflas ettiyse, Türkiye aldığı borçlarla, kredilerle daha fazla dışa bağımlı hale geldiyse, doğacak çocuklar bile borçlandırıldıysa, bu demektir ki IMF politikaları başarıyla yürütülmektedir. Yani IMF kendi açısından oldukça başarılıdır.
Enflasyonu düşürme hedefli istikrar programları en fazla çalışanları ve dar gelirlileri vuruyor. Peki, bu program sosyal refahı yayma konusunda ümit veriyor mu?
Vermediğini bir kez daha gördük. Arkasına tüm kesimlerin desteğini almış bir program vardı ortada. Çalışanlar olarak enflasyonun düşmesi için destek vermekle birlikte temkinliydik. Haklılığımız Kasım 200 ve Şubat 2001 krizleriyle görüldü.
İnsanı merkezine almayan, sadece gelir-gider dengeleri üzerine kurulmuş, ekonomik terimlerden ibaret, rakamlardan oluşan bir programın başarılı olma şansı yoktu. İnsansız bir ekonomi düşünülemez. Bizim de önceki programla ilgili en büyük eleştirimiz buydu. Programın insani boyutunun eksik olduğunu defalarca dile getirdik. Nitekim ekonomik kriz de sadece rakamları değil, ondan daha fazla sosyal hayatı ve insanların psikolojisini etkiledi. Şimdi oluşturulmaya çalışılan programla ilgili olarak da aynı şeyleri söylüyoruz. Tüm kesimlerin görüşü, katkısı, desteği alınmalıdır. Fedakarlık eşit şekilde paylaştırılmalıdır. İnsani boyut gözardı edilmemelidir. Enflasyon rakamları düştü gibi gösteriliyordu, oysa bu fileye hiç yansımıyordu. Ekonomi düzlüğe çıkacaksa, toplumun refahıyla paralel çıkmalıdır.
Kriz doğuran bu ekonomik programla Türkiye halkının imkanları azaltılıyor. Yoksulların, ezilenlerin ve emekçilerin sesini gündeme taşıyan en etkin örgütlenme ise işçi ve iş örgütlenmelerinin oluşturduğu Emek Platformudur. Bu platform etkin ve yeterli olarak kullanılabiliyor mu?
Emek Platformu bir ilk adım olarak oldukça önemlidir. Türkiye'de yıllardır kamplara ayrılmış, yanyana gelmemiş, hatta birbiriyle kavgalı örgütler ortak hedefler doğrultusunda bir araya gelebilmiş ve oldukça başarılı eylem ve faaliyetlerin altına da imzalarını atmıştır. Tabii ki Emek Platformu'nun elinde bir sihirli değnek yoktur. Bu kadar farklı örgütün birlikteliğinden tam performans beklemek yanlış olacaktır. Ancak yine de Platform başarıyla yürümektedir. Türkiye'de ciddi bir muhalefet sıkıntısı çekildiği şu günlerde Emek Platformu bu boşluğu doldurmaya çalışmaktadır. Bu konuda da oldukça mesafe katetmiştir. Tabii ki daha etkin olmalı, daha sıkı muhalefet yapmalıdır. Hak-İş olarak bu bizim de beklentimizdir. Ama bunların da biranda olmayacağını kabullenmek zorundayız.
Geçen Kasım ayında kitlesellik kazanan memur eylemlerinin ar-kasında Emek Platformu vardı. Ancak Milli Eğitim Bakanlığımın tüm okullara yolladığı bir yazı ile bu eyleme katılan öğretmenler hakkında yasa dışı bir örgütün eylemine katılmak suçlaması yapılarak soruşturmalar açıldı. Ezilen halkın sesi olmaya çalışan Emek Platformu'nun yasa dışılıkla suçlanması karşısındaki tavanız ne oldu?
Emek Platformu'nun suçlanması sadece memur eylemlerinde görülmedi. 1999 yılında gerçekleştirdiğimiz 24 Temmuz Kızılay eyleminde de bizzat Başbakan Emek Platformu'nu anarşi estirmekle suçlamıştı. Aynı başbakan daha önce de 'çalışanlar tribünlerden sahaya inmelidir' sözünün sahibidir. Bu türden çelişkiler Türkiye'de ilk kez yaşanmıyor. Tüm dünyada sivil muhalefetin sesinin yükseltilmesi için çaba harcanırken Türkiye'de bu ses kısılmaya çalışılıyor. Partileri susturun, aydınları susturun, dernekleri, vakıfları, sendikaları susturun. Sonra da demokrasiden bahsedin. Muhalefet olmadan ülke yönetmek birileri için iyi olabilir ancak 21. Yüzyıl'da bu Orta Çağ zihniyetini kabullenmemiz mümkün değildir.
Hükümetin çalışanlar aleyhine tutumunun Çalışma Bakanlığı nezdinde de sürdürüldüğü iddia ediliyor. Sendikaların iş yerlerinde temsil çoğunluğunu oluşturmakta zorlandıkları, etkinliklerini yitirdikleri iddiaları gündemde. Bu değerlendirmeler hakkında ne diyorsunuz?
Sendikaların çalışma yaşamını düzenleyen yasalara ilişkin eleştirileri uzun yıllardır devam ediyor, öncelikle 12 Eylül Anayasasının, ardından da çalışma yaşamını düzenleyen yasaların demokratikleştirilmesi en önemli taleplerimiz arasında yer alıyor. Bugüne kadar bu konularda ciddi adımlar atılmadığını gördük. Son olarak Çalışma Bakanı'nın bu konuda girişimleri oldu. Yetersiz girişimlerdi ancak bir ilk adım olarak olumlu bakıyorduk. Ne var ki ülkedeki siyasi ve ekonomik kriz bu yasaların hayata geçmesini engellemiş durumda. Hayata geçseler de taleplerimizi tam olarak karşılamıyorlar. Türkiye toplumunu refah seviyesine ulaştıracaksa buna çalışanların durumunu iyileştirmekle başlayacaktır. Mevcut yasalar örgütlenmenin önünü kapamaktadır. Sendikaların faaliyetleri daraltılmıştır. Eylem yapma, grev, lokavt, toplu iş sözleşmesi, örgütlenme gibi konularda çağdaş düzenlemeler yapılmadıkça iş barışının sağlanması mümkün olmayacaktır.
Dünyada örgütlü toplum hedefine yönelinirken Türkiye'de her türlü örgütlenmenin önüne set çekilmeye çalışılıyor. Takip edebildiğimiz kadarıyla ülkede haksız kazanç ve sömürü yolları artar, çalışanların imkanları sürekli daraltılırken, aynı zamanda muhalif mücadelenin imkanı olan sendikal örgütlenmeler sürekli kan kaybı yaşıyor. Bu olumsuz gidişatın önüne geçmek konusundaki stratejiniz nedir?
Ülkemizde sendikaların sorunlarının iki ayağı var. Birincisi yukarıda da değindiğimiz gibi yasalardan kaynaklanıyor. Yani yasalar sendikacılığın ve örgütlenmenin önünü kapatıyor. İkinci ayak ise bizzat sendikaların kendinden kaynaklanıyor. Tüm dünyada sendikacılık önemli bir transformasyon yaşadı. İş ilişkileri, endüstri ilişkileri, ekonominin kavramları değişti. Avrupa'da sendikalar değişimi yakaladılar ve 'sendikalara ihtiyaç kalmayacak' denildiği bir anda etkinliklerini daha da artırdılar.
Türkiye'de de sendikalar değişimi farketmek ve yakalamak zorundadır. Hak-İş olarak bu konu üzerinde hassasiyetle duruyoruz. Eğer değişim gerçekleşmezse sendikaların ayakta kalma şansları yoktur. Sendikacılıkta değişmeyen tek gelenek mücadeledir. Mücadelenin şekli değişmiş ama özü değişmemiştir. Öte yandan sadece ücret pazarlığına dayanan bir sendikacılık da tarihe karışmıştır. Sendikalar sadece temsil ettiği kitlenin ücretleriyle değil, eğitim, sağlık, beslenme, barınma, çevre, spor ve benzeri ihtiyaçlarıyla da ilgilenmek zorundadır. Öte yandan sendikalar sivil toplum reflekslerini kazanarak ülkenin ve dünyanın genel gidişatı üzerinde de etkili olmalı, söz sahibi olmalıdırlar.
Sendikalar bu değişen fonksiyonlarını hissedebilir, kendilerini dönüştürebilirlerse geçmişte olduğu gibi gelecekte de demokrasi, insan hakları, temel hak ve özgürlükler, ülke refahı gibi konularda vazgeçilmez olduklarını gösterebileceklerdir. Bunu yapmazlarsa yok olmaktan, ya da tabela sendikası olarak kalmaktan başka şansları kalmayacaktır.
Türkiye'deki yüksek ekonomik kriz, iktidar imkanlarının suistimali yanında küreselleşme politikalarının sonucu olarak da görülüyor. Küreselleşme sürecine yoğun itirazlar ve özellikle çalışan kesimden kaynaklanan eleştiriler söz konusu. Sendikanız küreselleşmenin getirdiği eşitsizlikleri ve imkanları nasıl görmektedir?
Küreselleşme kavramını iyi değerlendirmek zorundayız. Küreselleşme artıları olduğu kadar eksileri de olan bir olgu. Bir yandan dünyanın bir ucundan anında haber, görüntü, bilgi vs. alabiliyorsunuz. Diğer tarafta ise hala telefonla konuşmamış, "alo" dememiş önemli bir çoğunluk var. Bir yanda lüksün, refahın doruklarına ulaşmış insanlar topluluğu, diğer tarafta ise açlıktan ölümler var.
Küreselleşme şimdilik sadece sermayenin küreselleşmesi olarak ilerliyor. İş gücü, istihdam, refah gibi konularda küreselleşmeden bahsedemiyoruz. Sadece sermayenin küreselleşmesi ise bu olgunun bir canavara dönüşmesini beraberinde getiriyor.
Ancak kabul etmeliyiz ki küreselleşmeden artık geriye dönüş yoktur. Bu nedenle mücadeleyi küreselleşmeye karşı vermektense yeni dünya düzeninin acımasız ve vahşi yönüne karşı vermek doğru strateji olacaktır.
Küreselleşme sürecinde dünyada sendikaların entegrasyon ve dayanışma boyutunda önemli imkanlar kazanabilmeleri de söz konusu. Özelde Hak-İş, genelde ise Türkiye sendikacılığı bu açıdan ne gibi adımlar atmakta, işçi cephesinden fırsat eşitliğini sağlayabilmek yönünden hangi perspektifleri geliştirmektedir?
Hak-İş olarak Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU) ve Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC)'un üyesiyiz. Ayrıca dünyanın hemen tüm sendikalarıyla ikili işbirliği içindeyiz. Türkiye'deki diğer işçi konfederasyonları da bu konuda adımlar atıyor. Sendikalar birbirleriyle rekabet ederken, yarışırken, bir yandan da ülkemizin ve dünyanın geleceği için birliktelikler içinde yer alıyor. Üye olduğumuz uluslararası kuruluşlarla bugüne kadar önemli faaliyetler gerçekleştirdik. Avrupa bazında önemli bir baskı grubu olduk. Küreselleşme, bilgi çağı, emeğin serbest dolaşımı, göç, göçmen işçiler, demokratikleşme gibi konularda ortak hareket ve eylemlerimiz de devam ediyor. İşte küreselleşmenin artı yönlerinden bir tanesi de bu. Bugün uluslararası sendikacılık sayesinde sendikal hareket oldukça büyük bir güce sahip oldu. Ama yine de atılacak çok adım var.
Son olarak IMF politikalarının ve Dünya Bankası kredilerinin doğru yönlendirilmesi ve yerinde kullanılmasını denetim amacıyla Kemal Dervişin bir vasi konumunda Türkiye'ye gönderildiği iddia edildi. Derviş'in ekonomik krizin aşılması konusunda ciddi bir rol üstlenip üstlenemeyeceği hususunda kanaatiniz nedir?
Bunu zaman gösterecek. Kemal Derviş Türkiye'nin en ümitsiz olduğu bir nokta da kurtarıcı olarak lanse edildi. Tüm kesimlerin görüşünü aldı, desteklerini istedi. Biz de katkı sağladığımız, taleplerimize ilişkin somut işaretler gördüğümüz girişimlerini destekleyeceğimizi belirttik. Bunun için de programı beklediğimizi ifade ettik. Çalışanlar olarak her kriz döneminde bizden fedakarlık beklendi. Araba her devrildiğinde de fatura bize kesildi. Buna bir kez daha izin vermemiz mümkün değildir. Eğer desteğimiz bekleniyorsa, talep ve eleştirilerimiz dikkate alınmalıdır. Türkiye'yi kim düze çıkaracaksa, kimin projesi, programı varsa, ve bunlar da makulse desteğimizi veririz. Kemal Derviş'in arkasında kim olduğunu bilemeyiz. Ama Türk siyasetinin arkasında olması gerekliliğini iyi biliyoruz. Siyasi reformlar gerçekleştirilmeden, siyasetin üzerindeki güven bunalımı kaldırılmadan, ne Derviş ne de bir başkası Türkiye'yi düzlüğe taşıyamayacaktır.
- Şeytana Hayır
- Yoksullaşan Halk, Azgınlaşan Dikta ve Sistemin Derin Krizi
- Kriz Dersleri
- Kriz Ekonomisinde Çöküş ve Sahte Umutlar
- Yeni Bir Adamla Birlikte Yeni Umutlar
- Her Krize Bir Derviş
- IMF Politikaları, Türkiye'yi Bir Kez Daha İflas Ettirdi
- Bugünkü Bunalımın Sorumlusu Kim?
- Kürt Sorununda Yeni Strateji ve Newruz
- “İslamcılık” ve Safların Farklılığı -2
- Ahireti Tercih Etmek Dünyayı Terk Etmeyi Gerektirir mi?
- Kur’an’ın Anlaşılması ve Batı Dillerine Çevirisi
- Meşhur Politik Sezgileri Turabi'yi Hapse Düşürdü
- BOSNA’nın Hâli Nicedir?
- Kemalistler Yeni Rol Arayışında
- Amin Maalouf ve “Ölümcül Kimlikler”i
- Osmanlı Gayr-i Müslimlerinin Romanı -2
- Dilemma
- Seni İdam Edeceğim
- Çuvala Sığdırılamayan Susurluk
- Sadece Atlar mı Sarhoş?
- Çık Git
- Zindan Mektupları -6
- Hem Dersini Bilmiyor Hem de Şişman Herkesten