İlahiyatlarda Derin Darbe!..
Ülke gündeminin ekonomik darboğaz, yolsuzluklar, F tipi protestoları ve AB süreciyle meşgul olduğu şu günlerde, birkaç gün üst üste, özellikle İslami hassasiyetlere sahip basın yayın organlarında (diğer gündemlere nazaran cılız da kalsa) bir haber yer aldı. İstanbul İlahiyat profesörlerinden Zekeriya Beyaz, Marmara İlahiyat Fakültesi'ne dekan olarak atanmıştı. "İrtica ile mücadele" yaklaşık dört yıl önce başladığı günlerdeki kadar güncel değildi belki ama, ilerleyişini durdurmadığı da bir kez daha gözler önüne seriliyordu. Üniversitelerdeki başörtüsü sorunu yeni öğretim yılında imam hatipler ve ilahiyatlara da sıçratılmıştı ve Erzurum, İzmir, Samsun derken sıra Marmara ilahiyat'a gelmişti.
Marmara İlahiyat'ta iki senedir ilk kayıtları başı açık olarak yapma zorunluluğu getirilmişti zaten. Bu sorun geçen sene bir şekilde halledilmiş olsa da bu sene YÖK taviz vermeyerek, gelecek kapsamlı yasağın sinyallerini vermişti. Şu an gelinen noktada ise öğrencilerin ve öğretim üyelerinin tamamına yakınında gergin bir bekleyiş hakim.
Konuya Prof. Dr. Saim Yeprem'in dekanlıktan istifasından sonra, kısa bir fetret ve tartışma döneminin akabinde dekanlığa atanan Zekeriya Beyaz'dan başlamak gerekiyor herhalde. Zira, sorunun kaynağı o olmasa da baş aktörü olduğu kesin. Beyaz'ın duruşu hakkında çok fazla söze gerek yok aslında. Müslümanların Rasulullah'tan bu yana sünneti ve nişanesi olan başörtüsü hakkında söylediği pervasızca sözler, İslam'ın reform ve modernize edilmesi lehinde yaptığı ateşli tartışmalar TV'deki magazin/haber programlarını izleyenlerin bile malumu. Yeni görevine hiçbir ilmi temeli olmadan, ilk elde sadece başörtüsü yasağını uygulamak için adeta bir polis memuru gibi ve teamüllere aykırı olarak fakülte dışından atanması da bu duruşundaki eksik parçaları tamamlıyor.
Bu noktada meseleye daha çok fakültenin geleceği açısından bakmak gerekir. Türkiye'de ilahiyatlar, her ne kadar medreselerin alternatifi olarak ve dini tedrisatın modernize edilerek verilmesi amacıyla kurulmuş olup* sürekli olarak resmi ideolojinin gözetimi altında olsa da, bazı akademisyenlerin bireysel çabalarıyla İslam düşüncesine olumlu katkılar sunduğu, Türkiye'de İslami hareketi geliştirecek insanlar yetiştirebildiği bir vakıa. Gerek kitaplar, gerekse de isimler bağlamında bunun örnekleri mevcut. Gelinen noktada ise bu olumluluğun izalesinin hedeflendiği gözden kaçırılmamalı. Daha özelde Marmara İlahiyat için düşünürsek bu fakültenin (şayet süreç YÖK'ün istediği gibi işlemeye devam ederse) ancak uç liberal insanların okuyabileceği, eğitimin pek çok açıdan sağlıksızlaştığı ve Türkiye'deki İslami oluşuma bırakalım destek olmayı ancak köstek olabilecek insanların yetiştirildiği bir duruma getirilmek istendiği gözlemlenebiliyor.
Bu bağlamda başörtüsü yasağı olayın yalnızca bir yönü ve de Zekeriya Beyaz gibi bir 28 Şubat fetvacısının dekanlığa getirilmiş olması da en az yasağın kendisi kadar önem arzetmekte. 12 Eylül darbesine kadar müftülük yapan Beyaz, darbe sonrası başladığı akademik (!) kariyerini hiçbir sorunla karşılaşmadan hiçbir uluslararası ilmi makaleye imza atmadan çabucak bitirdi. Yaptığı çalışmalar ilmi çevrelerde referans olarak alınmayan Beyaz'a bu durum hatırlatıldığını kendi döneminde ilmi makale yayınlamanın gerekli olmadığını, ne kadar makale yazdığını, nerelerde yayınlandığını bilmediğini, çalışmalarının referans olarak alınmamasının ise almayanların sorunu olduğunu söyleyebilecek kadar da pişkin. 28 Şubat fetvacılarının en önemli simalarından olan Beyaz'ın en son yayınladığı kitap "İslam'da Kılık Kıyafet" ismini taşıyor. İslam'da başörtüsü olmadığını savunan Beyaz'ın bu kitabı, 28 Şubat'ın bir diğer fetvacısı Y. Nuri Öztürk tarafından gazetedeki köşesinde birkaç gün medihlerle tefrika edildi. Kitabın ne kadar bilimsel ve cesurca olduğu vurgulandı. MİT ile kurduğu irtibatlarla da hafızalarda yer eden Beyaz'ın taltif edilerek, Marmara İlahiyat Fakültesi Dekanlığı'na getirilmesi başörtüsü yasağı kadar tepki gösterilmesi gereken bir konu. Bunun yanısıra başörtülü olarak okunabilecek tek fakülte haline gelen ilahiyatlarda da yasak uygulanarak, başörtüsünün sosyal hayattan silinmesi konusunda önemli bir adım atılmış olacağı da meselenin diğer bir yönü.
Konu tepkiye gelmişken doğrusu bu kavramın Marmara İlahiyat öğrenci ve hocalarının literatüründe çok da önemli bir yere sahip olmadığı söylenebilir. Öğretim elemanları arasında en fazla ses getiren tepki Prof. Dr. Hayrettin Karaman'dan geldi. Türkiye'de ilahiyatçı/alim denildiğinde ilk akla gelen şahsiyetlerden biri olan ve ismi Marmara ilahiyat'la özdeşleşen Karaman'ın öğretim üyeliğinden istifası konuyu gündemleştiren medya organlarının en önemli malzemesi oldu. Her şeyden önce Karaman'ın tavrını Türkiye'de çok az ilahiyatçının gerçekleştirdiği düşünülürse bu davranışı saygı ile karşılamak gerektiği görülecektir. Bir kenara itilen akademik kariyer kolayca kazanılan bir unvan olmayıp on yılların emek ve gayretini ifade etmektedir. Fakat Karaman'ın yaptığı açıklamalarda sorunun çözümü için sadra şifa olmayacağı bariz olan Meclis ve Cumhurbaşkanı gibi kurum ve kişiler yerine, öğrencilerin ve öğretim görevlilerinin kararlı direnişini adres olarak göstermesi her halde daha yerinde olurdu. Zira hemen herkes gibi Hayrettin Karaman'ın da malumudur ki, mesele şu an reel olarak ülkenin en üst idari makamı olan MGK'dan kaynaklanmaktadır. Ve Meclis'in de Cumhurbaşkanı'nın da (velev ki meseleyi çözmek istese bile) büyük ölçüde eli kolu bağlıdır. MGK'nın emirlerine karşı verilebilecek en güzel cevap ise faks ve mektuplar değil, onurlu, akıllı ve kararlı bir direniştir.
Karaman dışındaki öğretim üyelerinin ise homojen bir yapı arz etmediği söylenebilir. Hemen tamamı istifa etmeyi düşünmediğini ve zaten istifanın çözüm de olmadığını dillendiriyorlar. Bunun yanısıra Beyazı'ın dekan olarak atanmasını ve muhtemel bir yasağı sert dille eleştirerek, yasağın en azından ertelenmesi için elinden gelen çabayı gösteren hocalar olduğu gibi, başını açarak okumanın çok hayati bir öneme haiz olmadığını, zaten sürece direnmenin de faydasız bir uğraş olacağını işleyenler de mevcut. İkinci kısımda zikredilen kişiler eliyle öğrencileri rehabilitasyon (!) süreci de başlamış durumda aslında. Bu söylemin arkasına sığındığı en önemli mazeret "kurumun devam etmesi gerekliliği". Oysa şunun göz ardı edilmemesi lazım; ilahiyat fakültesi kurumunun kapatılması için mutlaka kapısına kilit vurulması gerekmiyor, pekala açıkken de kapalı olabilir. Zekeriya Beyaz gibi bir şahsiyetin dekanlık yaptığı, her türlü akademik çalışmanın yoğun bir siyasi mekanizma tarafından baskı altında tutulduğu, yasağın akabinde başını açan bayan öğrencilerin de, okuluna devam eden erkek öğrencilerin de -hatta pek çok öğretim üyesinin dahi- yoğun psikolojik sıkıntılar yaşadığı (ki bunun örnekleri İzmir, Erzurum gibi başörtüsü yasağının uygulandığı ilahiyatlarda yaşanmış, çoğu öğrenci ve öğretim üyesi dersi defalarca yarıda bırakarak dışarı çıkmıştır), kapatılma korkusunun Demokles'in kılıcı misali tepesinde sallandığı bir okul, açık mıdır kapalı mı? Siyasetin olduğu yerde ilmin olamayacağını defalarca ifade eden ilim aşığı(l) öğretim görevlileri boğazına kadar kirli siyasetin çamuruna bulaşmış bu adamın dekanlığında ilahiyat kurumunun devamından ne beklemekteler? ilahiyatlarda var olan bütün olumlulukların köküne kibrit suyu dökmek için görevlendirilmiş yeni dekana tepki göstermek, başörtüsü yasağına tepki göstermek kadar önemli olmalı. "Öğrencinin kılığı ne olursa olsun ben dersimi verir çıkarım" diyebilen hocalara yasak uygulanan ilahiyatlardaki genel psikolojiye ve eğitim durumuna bir göz atmalarını tavsiye ederiz.
Marmara İlahiyat'ta son aşamada Zekeriya Beyaz, tüm öğretim üyelerini içeren bir toplantı yaptı. Beyaz'ın bu toplantıda yasakla ilgili bir deklarasyon hazırlayıp hocalara imzalatmak istediği, ancak hocaların bir kısmının buna sert tepki gösterdiği ve tartışmaların yaşandığı da aktarılan rivayetler arasında. Yine Beyaz'ın, okulun bayan öğrencileriyle yapmayı düşündüğü tanışma toplantısını, hocalardan gelen bu tepki üzerine ertelediği de fakülte içinde kulaktan kulağa dolaşmakta. Ayrıca çiçeği burnunda dekan, yasağı uygulamadaki kararlılığını göstermek amacıyla bir bildiri yayınladı ve kanunlara karşı gelen öğrencilerin "rehabilite" edileceğini ifade buyurdu. Öğrenciler de asıl rehabiliteye ihtiyacı olanın Beyaz'ın kendisi olduğunu belirten bir karşı bildiri dağıttılar. Kısacası Beyaz'ın, öğrencilerin de öğretim üyelerinin de kahir ekseriyetinin gözünde bir meşruluğu yok. Buna rağmen hukuki hiçbir ciddi tepkinin gösterilmemesi bu gayri meşru durumun sürmesine yarıyor. Fakat onun, meşruluk zeminini zaten farklı merkezlerde aradığı da olayın başka bir boyutu. Yasağın başlama tarihini ise kesin olarak kestirebilen yok. İkinci yarıyılın başında da olabilir, ortasında da... Veya ikinci dönem rehabilitasyon sürecine ayrılıp gelecek eğitim yılına da sarkabilir.
Başörtüsü zulmü, Marmara İlahiyat'a ne zaman sıçrarsa sıçrasın vaki olan şu ki; Türkiye'de -evveliyatı bir kenara- özellikle son dört yıldır İslam'ın rengini taşıyan hemen her şeye karşı bir mücadele yürütülüyor. İmam hatiplere, Kur'an kurslarına, başörtülü hanımlara vs. irtica ile mücadele belki ilk günlerindeki kadar gündemde değil. Ama ilerleyişini de sürdürmekte. Daha önce hukuk, tıp vb. fakültelerden atılan başörtülü öğrencilere ilahiyatlar adres olarak gösterilebiliyordu. Ancak gelinen süreçte bu da imkansızlaştı. İslami değerlere karşı yürütülen bu topyekün savaşın nerede sona ereceğini kestire-bilmek zor. AB ile bir yakınlaşma sürecine girildiğinde, insan hakları ihlallerinin yavaşlayacağı, örneğin başörtüsü yasağı uygulanan yerlere yenilerinin eklenmeyeceği hatta hali hazırda yasak uygulanan okullarda zaman içinde eskiye dönüş olacağı yorumlan yapılmıştı. Oysa AB'nin Kasım'da belirlediği Katılım Ortaklığı Belgesi ile Türkiye'den talep ettiği düzenlemeler içerisinde (çok geniş kitleleri mağdur etse de) imam hatiplerin, başörtüsünün adı bile geçmiyor. Bosna'da, Çeçenistan'da yüz binlerce müslüman katledilirken kılını kıpırdatmayan AB'nin, Türkiyeli müslümanların uğradığı hak ihlallerinden rahatsızlık duyması beklenebilir mi? Velev ki AB'nin baskıları sonucu gaspedilen hakları iade edildi. Bedeli ödenerek alınmamış, kerhen bahşedilmiş haklar ne kadar sahiplenilebilir? Konjonktür icabı yeniden el konulmak istenirse bu sefer hangi "birlik"ten medet umulacak? Müslümanların meydandan çabuk çekilmelerinin sebeplerinden biri de, zaten kendi alınterleriyle kazanmadıkları, çeşitli politikalar sonucu yukarıdan aşağıya lütfedilmiş haklan savunuyor olmaları değil miydi?
İki sene önce "ilahiyatlara yasak gelir mi" diye sorulduğunda "hadi canım sen de.." diyenler şimdi "yasak sokakta da uygulanabilir mi" diye sorulduğunda aynı cevabı vermekteler. Kendi ayaklarımız üzerinde durabilmek için, evvela haklarımızı kendi ellerimizle kazanmamız gerektiği gün gibi aşikar değil mi?
*- H. Ziya Ülken, "İlahiyat Fakültesinin Geçirdiği Safhalar", İstanbul, 1961.
- Ercüment Öztürk Olayı’nın Failleri Bulunmalı!..
- İnsanlik Onuru Hücreye Mahkum Edilemez!
- Sol Devrimciler ve Hücre Operasyonu Üzerine
- Son şansımızı kullanamadık!
- Hayata Dönüş mü, Vahşet ve Katliam mı?
- Zulmü Alkışlayanlara Ateş Dokunmaz mı?
- Ölü Koğuş
- F Tipi cezaevinde üç günlük zorunlu gözlem!..
- "Kriz Ekonomisi”nde Gerçek Kriz
- İlahiyatlarda Derin Darbe!..
- Batı Medyası Gözünde Filistin İntifadası
- Sahte Peygamberlik ve Hz. İsa'nın Nüzulü Üzerine
- Ramazan Kabusları
- Ashab-ı Kehf Kıssası, Dizisi, Düşündürdükleri
- Kudüs Günü'nde “Aksa İntifadası ve Kudüs" Paneli
- Anadolu'da Cesur Bir Gazete
- İnsan Hakları Mücadelesinde Yeni Bir Ses: Özgürlük Girişimi
- Şiddet Sorununa Habilce Bir Yaklaşım Cevdet Said Örneği
- Gülümseyen ve Kavgayı Göğüsleyen Çocuklar Gördüm Düşümde
- Romantik Devrimcinin Vedası
- Sabah Yakın
- Söz Gümüşse “Haksöz” Altındır
- Zindan Mektupları -4
- Hücrelerde Ölüm Var
- Öyküye Ağıt