1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. İktidarın Yolu Tatlı Mıdır Kanlı mı?

İktidarın Yolu Tatlı Mıdır Kanlı mı?

Mayıs 1994A+A-

Bosna'daki Gorazde katliamını protesto etmek amacıyla 10 Nisan Pazar günü Türkiye'nin değişik illerinde gerçekleştirilen eylemlerin yankıları sürerken, RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan kendisinden beklenilmeyen bir açıklamada bulundu. Erbakan açıklamasında, sıkça kullandığı provakasyan söylemini terk ederek izinsiz 10 Nisan gösterilerini radikal bir tavırla sahiplendi. Erbakan 13 Nisan tarihli açıklamasında şunları söylüyordu:

"Bugün, Türkiye 'de bir mücadele yaşanıyor. Bu mücadelenin bir tarafında siyasi iktidar, diğer tarafında ise halk ve RP var. Bunlar uşak yönetimidir, bir şey yapamaz, uşaklık yapıyorlar. Halk da patlıyor. 10 Nisan gösterileri halkın ayaklanmasıdır, bir sosyal patlamadır"

Erbakan hızını alamıyor 27 Mart yerel seçimlerinden sonra RP oylarındaki yükselişi hazmedemeyen dış güçleri, laik kamuoyunu, ordu yetkililerini sanki tehdit edercesine şunları söylüyordu:

"Türkiye'nin şu anda birşeye karar vermesi lazım. Türkiye RP ve adil düzene geçecek, bu kesin şart. Geçiş dönemi yumuşak mı olacak, seri mi olacak, tatlı mı olacak, kanlı mı olacak? 60 milyon buna karar verecek. Biz diyoruz ki bu geçişi tatlı yapalım, bu geçişi barış içinde yumuşak yapalım."

Bilinçli olarak seçilmiş bu sözlerini Erbakan büyük bir soğukkanlılıkla tekrar üstüne basa basa aynı konuşmasında şu şekilde yineliyordu:

"RP iktidara gelinceye kadar Türkiye istikrara kavuşmaz. RP'ye geçiş dönemi kanlı mı olacak, tatlı mı olacak, buna 60 milyon halk karar verecek."

5 Nisan ekonomik paketi ile ülkenin geleceği karanlık bir çıkmaza itilirken, Erbakan'ın 13 Nisan konuşması bütün dikkatleri üzerine çekti ve gündemi doldurdu. Erbakan'ın bu konuşmasıyla neyi amaçladığı sorusu en başta RP yöneticileri olmak üzere bir çok kişide önemli bir şaşkınlık ve merak uyandırdı. Zira Zaman gazetesine verdikleri demeçlerinde RP yöneticileri 10 Nisan gösterilerini halkın doğal tepkisi olarak görmekle beraber sahip çıkmadıklarını bildirmişler ve provakasyona dikkat çekmişlerdi. 10 Nisan'da, belirgin olarak İslami kimlik aşılayıcı en önemli gösteri, Devlet protokolü dışındaki tüm gösterilere kapalı olan Taksim Meydanı'nda yapılmıştı. Milli Gazete yazarı Sadık Albayrak 13 tarihli yazısında Taksim protesto gösterisinin inisiyatifinin "bir başka 'güçler'in tekelinde" olduğunu açıklıyor, bu mitinge katılan RP'lilerin birlik ve dirlikten yana olduklarını ama RP dışındaki bu franksiyoner gücün ancak "Batılı ajanlar" olabileceğini yazma talihsizliğinde bulunuyordu. 10 Nisan'da Taksim meydanında İslami şiarlarla TC iktidarına ve "laik hegemonya"ya karşı kimlik aşılayıcı söylem ve tavırlarla 10 binlerce insanın kucaklaşmasını MHP yönetimi provakatörlükle suçlarken, RP yönetimi de ortaya çıkan bu kimlikten kendini sıyırmaya çalışıyordu. Ancak Erbakan'ın 13 Nisan tarihli açıklaması özellikle Taksim'de inisiyatifi elinde tutan "radikal İslami söylem"e de sahip çıkar tarzdaydı.

Daha düne kadar Genelkurmay'a, Anıtkabir'e, MGK'na, ulusal birliğe saygıda kusur etmemeye çalışan Erbakan mı radikalleşmişti; yoksa demeci mi yanlış anlaşılmıştı? RP'nin "yarı resmi" yayın organı olan Milli Gazete bile o kadar afallamıştı ki ülke gündemini dolduran Hoca'nın bu "kanlı" konuşmasını gizlercesine iç sayfalara kaydırmıştı. Ancak aynı gün Erbakan'ın bu açıklaması ANAP Genel Başkanı Yılmaz tarafından "Hoca'nın bu ifadeleri kastını aşmıştır" şeklinde; TBMM Başkanı Cindoruk tarafından da "Herhalde ağzından kaçırdı. Sayın Erbakan ara sıra böyle şeyler söyler" (Sabah, 14.4.1994) ifadeleriyle yorumlanmıştı.

Erbakan ertesi gün başta TBMM Başkanı olmak üzere bazı siyasileri gezerek ve basın açıklaması yaparak sözlerinin demokrasinin vazgeçilmezliğine vurgu anlamında olduğunu ve herhangi bir tehdit içermediğini anlatmaya çalıştı. Ancak Zaman'ın parlamento muhabiri ve yazarı Tamer Korkmaz 16 Nisan tarihli yazısında Hoca'nın bu sözlerinin hiçte tashih etmeye çalıştığı gibi değil, bizzat tehdit ifadeleri olarak algılandığını vurguladı. Korkmaz şunları yazıyordu: "Konuştuğum RP milletvekilleri, pazar günü parti yönetiminin mitinge sahip çıkmadığını, provakasyonlara dikkat çektiğini söylemişlerdi. Ne var ki RP lideri Erbakan aynı şekilde davranmadı. Üstelik RP Grubu'ndaki talihsiz sözleriyle ortalığı birbirine kattı. Ne kadar çark da etse, söz konusu cümleler onun... 'Ben bu ifadeleri kastetmedim. Başkalarının cümlelerini aksettirdim' dese bile, böyle bir ortamda hiç kimsenin Türkçe'yi bu şekilde kullanma lüksü olamaz! O cümleler kamuoyunda Erbakan'ın tashih ettiği gibi algılanmadı ki!"

Nuh Gönültaş'a göre Erbakan'ın açıklaması parti genel merkezine ve bazı müslümanların bürolarına çekilen laik içerikli ve müslümanları karikatürize eden veya hakaret içeren fakslara kızılarak verilen bir cevaptı. Ama Gönültaş yine de soruyordu: "Böyle gayri ciddi mesajlara, lüzumsuz ve anlamsız kağıtlara Hoca neden bu derece sert cevap verdi, buna lüzum var mıydı?" (Zaman, 16.4.1994)

Aynı gazetede ve aynı gün Mustafa Özcan Hoca'nın açıklamasını ve Gönültaş'ın sorusunu T.Çiller'in ABD gezisiyle irtibatlandırarak bir nevi bir komplo kurgusu çerçevesinde cevaplandırmaya çalıştı: "13-4-1994 tarihinde Necmettin Erbakan Hoca çarpıtıldığını ileri sürdüğü bir konuşmasında, Refah Partisi'nin ve adil düzenin eninde sonunda iktidara geleceğini kaydederken, bu geçişin tatlı mı, sert mi, kanlı mı olacağı yönünde tartışmalar olduğuna işaret ederek, 'Biz bu geçişin tatlı yapılmasını, yumuşak yapılmasını istiyoruz. Biz barışçıyız, bunlar gibi terörist değiliz" ifadelerini kullanıyor. Ertesi gün yaptığı açıklamada ise maksadının yanlış anlaşıldığını ifade etmiştir. Demokrasinin askıya alınabileceği yönündeki endişesini paylaşmakla birlikte, sözkonusu beyanat, bu endişeyi giderici değil de pekiştirici mahiyette bir aksi seda uyandırmıştır. Kanlı geçiş ve ayaklanma ifadeleri maksadı aşan bir şekilde anlaşılmış ve bu yönüyle talihsizlik olmuştur. Ve zamanlama Çiller'in fundamentalizmi şikayet ederek Beyaz Saray'da prim yapmak istediği döneme rastlamıştır. Acaba bu konuşmadan Refah Partisi mi karlı çıkıyor, yoksa Tansu Çiller mi?"

Erbakan'ın beyanatının, Çiller'in İslami fundamentalizm tehlikesine dikkat çekerek ABD'den krediler koparma işine yarayacağı imasında bulunan Özcan, bu beyanatın aynı zamanda Türkiye'de yapılacak bir darbenin kendine bahane oluşturmasına imkan sağlayacağına işaret etmektedir. Ahmet Taşgetiren bu endişeden fazla etkilenmiş olmalı ki Hoca'dan, elde edilen imkanları berheva edecek demeçlerden kaçınmasını istemektedir: "Lütfen efendim. Konuşurken RP'de toplanan 5.5 milyon oyu ayrı ayrı düşünerek konuşun. Türkiye'de oluşan birikimin üzerinde titreyin lütfen. Bunun kaç cana, gözyaşına, fedakarlığa malolduğunu düşünün. Dokuz kere düşünün, bir kere konuşun. Türkiye'nin geleceğini düşünerek konuşun lütfen. Çünkü zühul eseri konuşma yapamayacak bir konumda bulunuyorsunuz." (Zaman,17.4.1994)

"Aynı gemideyiz" edebiyatıyla Türkiye'nin geleceğini kurtarmaya çalışanların, bu geleceği İslam düşmanlarıyla, batıcı kadrolarla, uluslararası sermayenin komisyoncularıyla, eli müslüman kanına bulaşmış olanlarla nasıl paylaşacaklarını izah edemeyenlerin yanında, Abdurrahman Dilipak'ın Hoca'nın konuşmasıyla ilgili yaptığı yorum daha radikal bir açılım getiriyordu. Dilipak, Erbakan'ın ne demek istediğini şöyle yorumluyordu: "Biz barış istiyoruz, ama bizimle savaşırsanız biz de direniriz." Dilipak, "Keşke Erbakan bu gerçeği bu kadar açık söylemeseydi" diye hayıflanıyor ve Erbakan'ın konuşmasına getirdiği yorumu biraz daha açıyordu: "Erbakan'ın dediği çok açık ve net: Biz iktidara geliyoruz. Bu gerçeği görün ve kabul edin. Bu halk infialini bastırmaya kalkışmayın, kan dökmeyin, sonra kan dökülür, devletle millet arasına kan davası sokmayın. Ama şunu bilin ki ister bunu gönül rızası ile kabullenin, isterseniz kan dökmeyi göze alın, yine de RP'nin yükselişini engelleyemezsiniz. Buna gücünüz yetmez." (B.Vakit, 17.04.1994)

Dilipak'ın duyguları belki birçok müslümanın paylaşabileceği bir duyarlılığı yansıtıyor, ama Erbakan ve RP gerçeğini hiç yansıtmıyor. Dilipak sanki 12 Mart darbesinde sınır dışına kaçan Erbakan'ı, 12 Eylül darbesinde tribünlere çekilen RP yönetici kadrolarını hiç tanımıyormuş gibi davranıyor. RP sisteme endeksli bir parti. Parti yöneticilerinin de ifade ettiği gibi sadece sistemin tanıdığı imkanlardan yararlanarak müslüman kesime biraz daha inanç, düşünce özgürlüğü ve ekonomik imkanlar sağlamak amacıyla çatılmış bir yapısı var. Ve bu yapının bu amaçlar dışına çıkmaması için azami dikkat gösteriliyor ve kitleler bu sınırlı araçlarla yönlendirilmeye çalışılıyor. Parti kurucularının sahip olduğu din anlayışı formu dışındaki anlayışlar ve demokratik yöntem dışındaki tüm eğilimler başta RP kurmayları olmak üzere bir çok yönetici tarafından "siyonist ajanlığı" ve "provakatörlük"le itham ediliyor. Bu saçma ithamlar RP kadrolarında o kadar tesir uyandırıcı bir noktaya ulaştırılmıştır ki, günün birinde demokratik kazanımlarını korumak için dahi olsa "sağlam güçler"in diretmesi ve baskısı karşısında "direniş" ifadesini kullanmayı denemeye teşebbüs edecek RP'nin en mutemet yetkilisi dahi yönlendirilmiş RP kadroları tarafından "provakatörlük" ile suçlanabilir. Aslında Abdurrahman Dilipak bu mekanizmayı bizden çok daha iyi bilir. Ve bundan dolayı da yorumu gerçekçi değil, duygusaldır.

Erbakan'ın konuşması üzerine partili parti siz birçok kişi değişik yorumlarda bulundu. Bunlar arasından dikkat çeken bir yorum da şuydu: 27 mart yerel seçimlerinden sonra laik kesim ve medya RP'ye karşı aktif bir kamuoyu oluşturmaya başladı. Laik kesim ve medya bu karalama kampanyasında adli kesimi, orduyu, bürokratları Atatürkçülüklerini gıdıklayarak RP üzerine kışkırtmaya ve RP tabanını sindirmeye çalıştı. Erbakan da 10 Nisan'da büyük bir İslami duyarlılıkla sokaklara dökülen halkın Sırp katliamına ve devletin ilgisizliğine gösterdiği tepkiyi laik kesime ve medyaya karşı bir tehdit unsuru olarak kullandı." İslami gelişmelerin raportörü Ruşen Çakır bu yaklaşımı şöyle özetliyordu:

"Parti tabanına başka, kamuoyuna başka türlü konuştuğu belirtilen Erbakan'ın, basına kapalı toplantılarda bile kullanmadığı 'kan' sözlerini tüm basının önünde iki kez tekrarlamasını değerlendiren RP çevreleri Erbakan'ın, 5 Nisan kararlarının ardından 'Pentagon ve İsrail'in emriyle RP'ye karşı darbe tezgahlandığı' biçimindeki açıklamasını anımsatıp şöyle dedi: Medya nedense Hoca'nın sözlerine fazla önem vermedi. Bu nedenle daha sert ve açık konuşmak istemiş olabilir." (Milliyet, 16.4.1994)

Tabiiki Erbakan'ın 13 Nisan konuşmasını laik kesime ve medyaya karşı bir atraksiyon olarak yorumlayanların bazı soruları da cevaplaması gerekir. Örneğin; bu tepki konuşmasının ucu Genelkurmay'a, meri hukuk sistemine, sermayedar ve bürokratlara kadar uzanmıyor mu? Eğer uzanıyorsa Gorazde katliamı sürdüğü ve ülke yönetiminin çok daha büyük gaflar yapmaya devam ettiği halde bir iki karşı bildiri ve eleştiri karşısında geri adım atan kitlelerin içine kapanan bu tepkiselliğine yaslanarak içinde Ordu, MİT ve Özel Harp Dairesi'nin; Mason localarının, Rotary ve Lions Klüplerinin, medyanın büyük bir bölümünün; yargı, yürütme ve yasama organları temsilcilerinin de bulunduğu laik kesime -bir diğer ifadeyle laik devlete- demokratik platformlardan tehdit savurmaya kalkmak büyük bir blöf olmaz mı? Ve bu tehdidin arkası gelmeyince, varlığını sistem içi konumlara göre oluşturmuş bir kişiyi veya partiyi hizaya çekmezler mi?

Konuyu bir de başka perspektiften mercek altına yatırabiliriz. Şöyle ki:

10 Nisan'da yapılan gösterilere TC yönetimi tarafından göz yumuldu. Zira Bosna konusu Türkiye'nin dış politikasında önemli bir yer tutuyordu. Ayrıca Türkiye toplumunu sosyal patlamalara yöneltebilecek 5 Nisan kararlarının şokunu gündemden gizleyecek tali gündemler, iktidarın işine yarardı. Hatta gevşek bir kontrol altında kitlelerin ekonomik işleyişe ve rejime yönelmeyen değişik tepkileri faydalıydı da. Ancak 10 Nisan'da Taksim'de Bosna katliamı ile ilgili halkın kendiliğinden katıılımıyla gerçekleşen tepkiler kontrol dışına çıkmıştı. Taksim gösterisinde Türkiyeli Müslümanlar Bosna katliamını protesto ederken, katliamı Türkiye rejiminin kimliğiyle irtibatlandırıyorlardı. Taksim'de "Laik Cunta ABD'ye Kukla" diye haykırılıyordu. Müslümanlara saldıran laik kesimin güven kaynağı olan egemen iktidara yönelen bir slogan da "Kahrolsun Laik Diktatörlük" idi. RP kitleleri parti yönetimi tarafından bastırılan İslami tepkilerini Taksim meydanında Kelime-i Tevhid şiarıyla bayraklaştırabildi. Taksim Meydan'ında 60 bin kişiyi aşkın insanın tepkileri iki TV kanalı tarafından tüm Türkiye'ye aktarıldı. Taksim'de müslümanların yükselen sesi, rejimin tüm baskılarına karşı bir haykırışı ifade ediyordu. Taksim'de Bosnalı müslümanlarla Karabük'teki işçinin sorunları aynılaşıyordu. Emperyalistler ve müslüman halklar üzerinde egemen olan işbirlikçileri kınanıyordu. Özcümle Taksim'den TV aracılığıyla naklen tüm Türkiye'ye yayınlanma durumunda kalınan gösteri müslüman kitlelerde kimlik aşılayıcı bir role sahip oldu. Bu kimlik RP'nin adil düzen ve parti semasıyla sıkıştırdığı veya daralttığı kimliği aşan bir derinliği taşıyordu. Taksim'de "La ilahe illallah" şiarının özgürleştirici kimliği ön plana çıkmıştı. Bu özgürlük çağrısı RP tabanına da kimlik aşılayıcı bir role sahipti. Batılı İslamiyatçıların deyimiyle RP kesimi bizzat medyadan izleyerek veya Taksim'deki gösteriye katılımıyla radikal İslami söylem ile muhatap olmuştu. Hatta elini kurt işareti yapıp MHP bayrağı açan ülkücüler bile -başka illerde yapılan gösterilerdeki tutumlarının aksine- "Laik Dikta ABD'ye Kukla", "Kahrolsun Amerika", "Müslümanlar Burada Laikler Nerede", "Müslümanlar Kardeştir", "La ilahe illallah" gibi sloganlar atmak durumunda kalırken, aynı radikal İslami kimliğin alanına giriyorlardı.

Erbakan'ın Taksim gösterilerinin ardından yaptığı 13 Nisan tarihli konuşmayı öncelikle bu gösterilerin kimlik aşılayıcı boyutuyla irtibatlandırırsak, yorumlarımızda daha sağlıklı açılımlar yapabiliriz.

Öncelikle belirtelim ki Erbakan'ın "tatlı veya sert" yöntemden bahseden ifadeleri Taşgetiren'in ifade ettiği gibi "zühul" eseri değildir; bilinçli ve soğukkanlı bir tavırla seçilmiş ifadelerdir. Bu ifadeler Korkmaz'ın işaret ettiği gibi ne kadar tevil edilirse edilsin büyük bir çoğunluk tarafından bir karşı duruş, keskin bir tavır alış veya radikal bir söylem olarak algılanmıştır.

Kullandığı ifadeleri Devlet erkanına karşı blöf olarak sunmayacak olgunlukta bir zekiliği ve hesap bilirlik yetisi bulunan Erbakan'ın mesajının kendi kitlesine ve "radikal İslami kesim"e dönük olduğunu çıkartabiliriz.

Laik kesimin karalama kampanyası karşısında sinmişliği kabul etmeyen RP kitlesindeki İslami duyarlılık, Taksim gösterisinde sistem karşıtı, tevhidi şiarları önceleyen ve hiç bir maceracılığa izin vermeyen ilkeli tutumun kimlik aşılayıcı atmosferiyle karşı karşıya gelmiştir. Kimlik aşılayıcı bu atmosfer RP kitlesinde mevcut statüyü aşan radikal gelişmelere neden olacaktır. Bu gelişme ise kitleleşme hevesiyle ideolojik kimliğini sınırlamaya çalışan RP yöneticilerini rahatsız edecektir. Ve 12 Eylül öncesi MSP ile Akıncı taban arasında yaşanan bir zıtlaşma süreci başlayacaktır. O halde RP tabanındaki radikal gelişme acil bir öngörü ile kuşatılmalıdır.

İşte Erbakan'ın hiçbir altyapıya ve dolayısıyla ciddiyete dayanmayan tehditvari konuşması, kitle tabanında Taksim gösterisiyle etkisini gösteren radikal eğilimleri manipüle etmeye dönük bir taktik olarak kendini hissettirmektedir. Hatta olay bu açıdan görülebilecek olursa Abdurrahman Dilipak'ın yorumundaki "direniş" vurgusu el altında da işlendiğinde parti dışındaki "radikal İslamcı" unsurlar bile manipüle edilebilir.

Ancak ister radikal ve ideolojik eğilimleri kuşatmaya yönelik olsun, isterse iddia edildiği gibi laik kesime gönderme şeklinde algılansın, Erbakan'ın konuşması kendi biyografik realitesinde değerlendirildiğinde blöf boyutu çokça ön plana çıkıyor. Hoca'nın "tatlı mı sert mi" ifadeleri başka açılardan da değerlendirilebilir. Ama konuya nasıl yaklaşılırsa yaklaşılsın geleceği düşünen bir tavır, tutarlılık ve ilkelilikten şaşmamalıdır.

Çünkü geleceği oluşturan icraatler blöflerle değil, hakiki değerlerle kurulacaktır. 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR